Tarih: 12
Şubat 2016
Erdoğan ve
Davutoğlu’nun gürlemesinin hiçbir politik ve diplomatik ağırlığı bulunmuyor.
Suriye’deki savaş denkleminin sonuçları Türkiye’deki yansımaları daha sarsıcı
olacaktır. Nisan sonrası dönem, Türkiye’de de dengelerin değişmesinde yeni bir
dönem olma olasılığı oldukça yüksektir
ABD ve
Rusya’nın inisiyatifinde 17 ülkenin dış başkanının bir araya geldiği Münih
toplantısında Suriye’de özellikle kuşatmanın olduğu bölgelere gerekli insani
yardımların yapılması için bir hafta süreyle ‘şiddetin durdurulmasına’ karar
verildi. Ateşkes terimi çok bilinçli kullanılmadığı gibi IŞİD ve El Nusra’ya
yönelik operasyonların devam edileceğine de dikkat çekildi. Sürecin esas
belirleyeni Moskova’nın, Türkiye’nin desteklediği IŞİD ve El Nusra’ya yönelik
operasyonların devam edeceği mesajını vermiş olması, Türkiye’nin dikkate alınmadığı
ve alınmayacağının işaretidir. ABD, Suriye konusunda Rusya’nın dışında bir adım
atmayacağını hem muhalif denen güçlere hem de Türkiye, S.
Arabistan ve Katar’a çok açık bir mesaj ile verdi. Bunun bir başka
anlamı, Türkiye’nin tehdit ve şantajları uluslararası ilişkilerde pek etkili
olmayacağı çok net olarak görüldü.
Türk
devletinin kuruluşundan bu yana belki de uluslararası ilişkilerde ilk kez bu
düzeyde politik ve diplomatik bir yenilgi yaşıyor. AB’den ABD’ye, Rusya’dan
İran’a kadar uluslararası güçlere yönelik tehditler diplomatik sınırları aştı. Özellikle
cumhurbaşkanının ortaya koyduğu davranış, psikolojik yenilginin ve çöküşün bir
yansımasıdır. Ancak mesele, Erdoğan’ı aşan sistemin yenilgisini de içine alan
devletin geleceğine yönelik kaygıların en ileri düzeyde hissedilmeye
başlanmasıdır.
Türkiye’nin bu
düzeyde bir gerilim ve yenilgi politikasının içine girmiş olması, Suriye
merkezli olarak görünen aslında bütün Ortadoğu’da ve uluslararası ilişkilerde
çok önemli oranda kaybeden ve fiilen izole olan bir süreç başlamış bulunuyor.
Cumhurbaşkanının bütün diplomatik kuralları bir yana bırakarak özellikle
müttefik ve dost gördüklerine karşı çok açık bir şekilde şantaj ve tehdit
içerikli davranışlar içinde bulunması bir kişilik özelliğinin ötesinde, devletin
yüksek düzeydeki telaşının bir yansımasıdır.
Devlet
refleksi olarak gösterilen bu anormal durum esasen bir çözülmedir. Bu
çözülmenin politik, toplumsal, diplomatik ve askeri nedenleri bulunuyor.
Kazanmak isterken, kaybeden, bölgesel lider olmayı hayal ederken yalnızlaşan
devletin başından beri izlediği strateji yanlış stratejiden kaynaklanıyor.
Yanlıştan
dönmek yerine ısrarla aynı çizgide ilerlemeye devam etmesinin bir inatlaşma
olmayıp, devletin çökeceği algısının giderek güçlenmesi refleksidir.
Yenilginin
politik arka planına dair birkaç noktaya dikkat çekmekten yarar var:
Birincisi,
Erdoğan’ın “Rus uçağını vurduk”, başbakanın da “Emri ben verdim” havasına girip
Erdoğan’a kafa tutmasından birkaç saat geçmeden, Cumhurbaşkanı, Başbakan,
Dışişleri Bakanı, Genelkurmay Başkanı vs. koro halinde adeta Putin’e ‘yalvarır’
şekilde, “Bilmeden düşürdük, Rus uçağı olduğunu bilseydik asla düşürmezdik”
dedi. Kendilerini sıradanlaştıran, bir bakıma psikolojik korkuyla hareket eden ve iki saat içinde
Brüksel’e koşup NATO’ya sığınmaya çalışmaları da hiçbir sonuç vermedi.
Rusya’nın çok net ve katı tutumu, Türkiye’nin bölgede uygulamak istediği bütün
planları yerle bir etti. Rus uçağının düşürülmesi, Suriye’deki politik ve
askeri dengeleri bütünüyle değiştirdi. Rusya’nın Suriye’ye yönelik geliştirdiği
ve çok kapsamlı/kararlı bir şekilde uyguladığı askeri harekat, Türkiye’yi
bütünüyle denklemin dışında bıraktı. Böylelikle ABD ve AB’ye karşı İncirlik
Üssü’nü pazarlık kozu olarak kullanan Türkiye’nin bu avantajı da fiilen bittiği
gibi Türkiye’nin savaş uçakları koalisyon güçlerinden çıkartıldı. Türkiye,
Suriye savaşında hem askeri olarak, hem de politik olarak çok belirgin olarak
sürecin dışında kaldı. Ayıca Rusya’nın ortaya koyduğu kararlı tutum, Türkiye
ekonomisini çok ciddi oranda sarsmaya başladı. Sadece Rusya ile değil, İran,
Irak, Orta Asya ve Kafkasya ile olan bütün ticari ilişkileri çok ciddi oranda
etkilemeye başladı. Türkiye’ye yakın görünen Azerbaycan dahi oldukça dikkatli
ve ölçülü davranıyor.
Önümüzdeki
birkaç ay içinde, Türkiye’nin ekonomik ve politik krizi derinleşeceğine dair
birçok veri bulunuyor. Türkiye’nin bütün bunları aşabilmesi için önünde tek bir
şart var: Önce Rusya’dan özür dilemesi, sonra Rusya’nın şartlarını yerine
getirmesi. Peki, Erdoğan bu adamı atar mı; başka şansı bulunmuyor. Önümüzdeki
birkaç ay içinde Erdoğan’ın Putin’den özür dilemesi sürpriz olmaz.
İkincisi,
İran’ın nükleer anlaşmayla çok hızlı bir şekilde küresel dünyaya açılmanın
ötesinde adapta olmada tam gaz ilerliyor. Böylelikle Ortadoğu’da İran dönemi
başlıyor. Bu sadece ekonomik olarak değil aynı zamanda politik ve askeri olarak
da kendisini çok derinden hissettirecek bir düzeyde gelişiyor. Irak’ta savaşan
devrim muhafız gücü bulunuyor. Suriye’de Hizbullah dışında Suriye ordusu içinde
savaşan binlerce İran askeri var. Savaşı yönetenlerin İran generalleri olduğu
biliniyor. İran, sınır komşusu olmayan Suriye’de Esad ordusunun ciddi başarılar
elde etmesinde aktif bir güç haline gelirken, Türkiye sadece gelişmeleri
seyretmekle, içi boş tehditlerle yetiniyor. Bu bakımdan Rusya’ya paralel olarak
İran karşısında da açık bir yenilgi alan Türkiye gerçeği var. Türkiye, Irak ve
Suriye ile yeniden politik ve ticari ilişkilere girmek için İran’ın kapısını
yalvararak yardım talebinden bulunacaktır.
Üçüncüsü,
AKP’nin Suriye merkezli Ortadoğu politikasının bütünüyle çöküşü, diplomatik
bunalımın en derin yanını oluşturuyor. Ne yaptığını bilmeyen bir tarzda bu kez
NATO’da müttefik olan, stratejik dostu gördüğü ABD ile çatışan, AB’ne şantaj
uygulayan bir Erdoğan klasiğiyle karşı karşıyayız. ABD’nin “PYD’yi terörist
görmemesi nedeniyle Ey Amerika” diye hitap eden, Avrupa Birliği’nde 3 milyar
avro almak için Brüksel’e Suriyeli göçmenleri “Boş uçaklara ve otobüslere
doldurup yola çıkartırım” tehditti, bir devletin uluslararası ve bölgesel
politikasının bütünüyle iflas ettiğinin, diplomatik ilişki sisteminin
sıfırlandığını gösterir.
ABD’nin Suriye
politikasındaki ortağı hiçbir şekilde Türkiye değildir. Çok açık olarak Rusya
ile anlaşarak ilerlemek istiyor. Türkiye ise tersine Suriye’deki diplomatik
çözümü sabote ediyor. Cenevre görüşmelerini işlevsizleştirmek için bütün gücünü
kullanan Türkiye, başarısızlığın sorumlusu olarak görülüyor. PYD’nin Cenevre’ye
katılmaması için politik ve diplomatik şantajlara başvuran ve muhalif denen
belirsiz güçleri çekmek için baskı yapan Türkiye’ye ABD’nin yanıtı, Obama’nın
IŞİD danışmanının bir heyetle Kobanê’yi ziyaret etmesi oldu. Bu ziyaretle
verilen mesaj: “Türkiye’yi değil PYD’yi muhatap alıyoruz.”
Erdoğan’ın “Ya
bizden yanasın ya da PYD’den yanasın” tehdidine, ABD Dışişleri Bakanlığı
sözcüsü her zaman tekrarladığı yanıtı verdi: PYD’yi terörist görmüyoruz,
müttefikimizdir. Bildiğim kadarıyla ilk kez bir ABD Büyükelçisi, Dışişleri
Bakanlığı’na çağrıldı. Bütün bunlar ne anlama geliyor? Türkiye neden bu düzeyde
telaş içinde? AKP iktidarı ve Erdoğan’ı kaygılandıran mesele nedir? ABD’ye
duygulan bu öfke nereden kaynaklanıyor? Bunun temel nedeni; PYD, uluslararası
ilişkilerde henüz resmi düzeyde tanınmamış olmasına rağmen, başta ABD ve Rusya
olmak üzere uluslararası güçler tarafından askeri ve politik çözümün en önemli
gücü olarak görülmesidir. PYD olmaksızın ne radikal İslamcı hareketler
yenilgiye uğratılır, ne de politik istikrar sağlanır. Bu nedenle, Suriye’nin
geleceğinde Türkiye’nin ciddi bir rolü kalmamasına rağmen PYD tersine
Suriye’nin kaderini belirlemede Esad rejiminden sonra en önemli belki de tek
güç haline geldi. Rusya’nın tutumu çok açıktır ve PYD’nin sürecin asli bir gücü
olması gerektiğini belirtiyor. ABD ise bugüne kadar Türkiye ile PYD arasında
bir denge oluşturuyordu. Peki, şimdi ne yapacak? İvmeyi PYD’ye yönlendirdiği
görülüyor. Ayrıca ABD, “Ey Amerika tarafını seç, samimi ol” gibi naraları çok
açık olarak not etti. Bir dönem, kafasına buyruk olmak isteyen generallerin geldiği
durum biliniyor. Önümüzdeki dönemlerde buna benzer bir sürecin işlemesine kimse
şaşırmamalıdır.
Dördüncüsü,
Erdoğan’ın hayali Şam’da namaz kılmaktı ve Suriye’yi bütünüyle kontrol etmekti.
Şam rüyası olmadı, Kobanê’de bunu gerçekleştirmek istedi ama başaramadı. En son
Halep’e yöneldi. Büyük umutlarla çok aktif olarak desteklediği radikal İslamcı
güçlerin Halep’i ele geçirmesi için bütün askeri olanaklarını kullandı. Ancak
bu umudu da gerçekleşmedi. Son iki aydır Esad ordusunun yeniden saldırıya geçerek,
İslamcı örgütlerin elindeki alanları yeniden kontrol altına almaya başlaması,
özellikle Halep çevresini çok önemli oranda denetim altına alması, Erdoğan’ın
bütün hayallerini bitirdi. Esad, önümüzdeki nisan ayına kadar Rojava dışındaki
bütün alanı kontrol edecek. Radikal İslamcı hareketlerin aldığı her yenilgi çok
açık olarak Türkiye’nin bir yenilgisidir. Kaybeden radikal İslamcı güçler
değil, AKP’nin izlediği savaş politikasıdır. Yenilgi Türkiye’nin hanesine
yazılıyor. Kazanan bir Esad, kaybeden bir Erdoğan gerçeğiyle karşı karşıyayız.
Esad ile yeniden ilişki kurmaktan başka bir şansı bulunmayan Erdoğan’ın
tekrardan Esad’a kardeş mesajları göndermesine kimse şaşırmamalıdır.
Beşincisi,
Türkiye’nin esas stratejik yenilgisi PYD karşısındaki pozisyonudur. AKP
merkezli devletin bölgesel politikalarının çöküşü, dolaylı bir yenilgidir.
Ancak PYD karşısındaki kaybı stratejiktir ve doğrudan bir yenilgidir. ABD ve
Rusya’nın üzerinde uzlaştığı ve bölgede son derece etkin olan PYD’ye verilen
desteğe özel bir vurgu yapılması, Türkiye’yi ciddi oranda kaybettiğinin
işaretlerinden biridir. Ankara’nın
PYD’yi ısrarla ‘terörist’ olarak lanse etmesi ve bunun için müttefiklerine dahi
şantaj yapabilecek düzeyde ileri gitmesi, PYD’nin artan askeri ve politik
gücüdür. ABD ve Rusya’nın artan desteğiyle ‘Fırat’ın batısına’ geçen PYD,
Türkiye’nin belirlediği kırmızı çizginin üzerini çoktan üzeri çizdi. Afrin
bölgesinde Rusya’nın aktif desteğiyle ilerleyen ve stratejik noktaları ele
geçirerek Azez kuşatmaya alan PYD, Cerablus’u da çevreleyecek konuma gelmesi,
askeri-politik denklemin vazgeçilmez en önemli oyuncusu olduğu göstermeye devam
ediyor. PYD’nin etkinliği sadece askeri operasyonlardaki başarısı değil, buna
paralel olarak PYD’nin uluslararası alanda artan saygınlığıdır. PYD’nin Moskova’da
büro açması, Washington, Paris, Berlin
ve Londra’da yürütülen diplomatik faaliyetler önümüzdeki birkaç ayda ciddi
sonuçlar verecektir. ABD ve AB, Esad karşısında politik bir güç olarak PYD
merkezli Suriye Demokratik Güçleri’nin olacağını görüyor. Uluslararası güçler
PYD’nin, politik çözüm sürecinin de motor gücü olacağını gördükleri için
bölgesel çıkarları nedeniyle destekleyeceklerdir. Nisan-mayıs aylarında
Suriye’de askeri ve politik denklem oldukça belirginleşecek ve PYD’de sürecin
önemli aktör haline gelecektir. PYD, Azez ve Cerablus’u tek başına veya Esad
güçleriyle birlikte kontrol altına alarak IŞİD Ve El Nusra’yı bölgede tasfiye
önemli bir rol üstlenecektir. Böylelikle Türkiye’yi en çok korkutan Kantonlar
arasında fiziki/coğrafik bağ kurulmuş olacaktır. Buna paralel olarak Cenevre
veya başka bir tarzda Suriye’nin politik geleceğini belirlemede ve Rojava’nın
özerkliğini resmileştirmede görüşmelerin aslı gücü PYD olacaktır. Türkiye
‘terörist’ gördüğü PYD ile en geç bir yıl içinde resmi düzeyde sınır
komşusu olacağı artık herkesin kabul
ettiği bir realitedir.
Altıncısı,
Türkiye’nin bölgesel krizi, iç krizini de derinleştiriyor. Savaşı Kürt
coğrafyasına taşıdı. İçte yeni Halep’ler ve Kobanê’ler yarattı. Önümüzdeki
birkaç ayda Suriye denkleminin netleşmeye doğru evrilmesi, Türkiye’nin politik
ve askeri yenilginin sonuçları içte çok daha belirgin olacak hissedilecektir.
Telaşlanan Ankara, PYD’nin Rojava’da artan etkinliğinin Kürt coğrafyasına olası
yansımalarını kırmak için yeni bir savaş stratejisini uygulamaya koydu.
Nusaybin’i, Cizre’yi ve Sur’u Kobanêleştirerek olası toplumsal kalkışmayı
erkenden bastırmaya planlayarak belki de son 30 yılın en ciddi askeri ve
politik hatasını yaptı. Bu tarz strateji devletin yenilgi sürecini
hızlandıracaktır. Şuursuzca uygulamaya konulan bütünüyle yok etmeye
endekslenmiş savaş politikasının başarısızlığı kaçınılmazdır. Suriye’de
kaybeden, Ortadoğu’da yalnızlaşan Ankara’nın Diyarbakır’da kazanma
şansı artık bulunmuyor. Erdoğan ve Davutoğlu’nun gürlemesinin hiçbir politik ve
diplomatik ağırlığı bulunmuyor. Suriye’deki savaş denkleminin sonuçları
Türkiye’deki yansımaları daha sarsıcı olacaktır. Nisan sonrası dönem,
Türkiye’de de dengelerin değişmesinde yeni bir dönem olma olasılığı oldukça
yüksektir.
Bir başka yazının
konusu olmakla birlikte rejimin iç krizi, hem AKP’nin iç dinamiklerini çok
ciddi oranda etkileyecektir hem de Erdoğan’ın geleceğini çok daha fazla
tartışmalı ve belirsiz hala getirecektir.
Önümüzdeki
birkaç ayda nelerin olacağı artık netleşmiş görünüyor:
Suriye’de
askeri ve politik denklem çok daha belirginleşecek.
Rojava
kantonları arasında sınır kopuklukları ortadan kalkacak.
Radikal
İslamcı örgütler önemli oranda tasfiye olacak ve yerli olanların bir kısmı da
Esad rejiminin saflarına geçecektir.
PYD bölgenin
en önemli gücü olarak Rojava’da Türkiye ile komşu olacak.
Devletin Kürt
coğrafyasını Kobanê’ye ve Halep’e dönüştürmesi, çözülmenin önemli bir halkası
haline gelecektir.
ABD ve AB;
Türkiye’ye PKK ile resmi müzakerelere zorlayarak ve yeni bir süreç
başlatılacaktır.
ABD, “Ey
Amerika” çağrısını dikkate alarak, orta vadede, generallere yönelik olduğu gibi
yeni bir süreci başlatacaktır.
AB,
“Suriyelileri uçağa koyar, otobüslere bindirir size yollarım” tehdidine gerçek
yanıtı, Suriye’deki politik netleşmeye göre verecektir.
AKP
iktidarının Suriye ve Rojava yenilgisi. iç denklemde sarsıcı etkisi tahmin
edilenden farklı olacaktır.
Ankara’nın açık yenilgisi, Rojava’ya yönelik
bir askeri harekata dönüşür mü? Bu olasılık oldukça zayıf görünüyor. Peki,
yönelirse ne olur: Devlet bütünüyle kaybeder ve varlığı tartışılır hale gelir.
Faturanın kesileceği adreste bellidir.