Wednesday, August 10, 2016

Zeki, çevik, ''vatansever'' vatandaşların ordusu


Yerin Yedi Kat Altı

Ferhat Kentel 
2016-08-07 - 
Bizim memlekette çeşitli kesimlerin her durum karşısında inanılmaz bir uyum kapasitesi var. Mesela bir türkücü var; Hrant öldürüldüğü zaman, onu öldüren Ogünlere falan “vatansever” methiyeler düzmüştü.
Bugün sosyal medya, bu “vatansever” türkücünün geçmişte, her dönemin en güçlülerine sürekli methiyeler düzen biri olduğunu hatırlatıyor bize...
Yani onun kahramanlığının sadece en güçlülerin koltuğunun altında, Türkiye’nin en namlı darbecisi Kenan Evren’e ve “onun vatanı kurtarmasına” methiyeler düzerken ortaya çıktığını görüyoruz. Ya da, benzer karakterlerde olduğu gibi ve gayet beklenebileceği gibi, bugünkü namı “FETÖ’nün ele başı”na dönüşmüş olan Fethullah Gülen’e düzdüğü türkü görünümlü methiyelerde de görüyoruz...
Ya da bugün Ali Bulaç’ın tutuklanmasını eleştirdiği için Alev Erkilet’i “FETÖcü” ilan edip, linç etmeye kalkışanlar... 28 Şubat’ın en baskıcı dönemlerinde, birileri başörtüsü için “teferruat” derken, üniversitesinden başörtüsü nedeniyle uzaklaştırılan ve zerre kadar eğilip bükülmeden, düşüncelerinden taviz vermeden, sessiz sedasız entelektüel faaliyetlerine devam eden Alev Erkilet’e bu saldırıları yapanların da bugünün “FETÖ lideri”, dünün “hoca efendisi” hakkında geçmişte yapmadıkları methiyenin kalmadığını bilmek de hiç şaşırtıcı gelmiyor nedense...

Yani her devrin adamları... Güce tapan, güçlünün yanında durarak postunu kurtaran zeki, çevik, kurnaz “vatansever” vatandaşlar...

Ama bu sadece üç-beş vatandaşın meselesi mi? Pek emin değilim...
Kaknüs Yayınları Editörü Mahmut Feyzi Erdal’ın bana yönelttiği “15 Temmuz’da halk ve polisler mücadele ederken TSK içindeki çoğunluğu oluşturan vatansever askerlerimiz niçin bu darbeye karşı başkaldırıda bulunmadı?” sorusunda yatan korkunç şüpheleri biraz deşelim.
Bu sorunun cevabının muhakkak bilinmesi lazım. Ve sivil siyaset otoritesinin istihbarat birimlerinden alacağı bilgiyle bunu cevaplandırması lazım. 
Çünkü bu soruya açıkça ve samimi cevaplar verilemezse, Türkiye demokrasisinin tepesinde her daim sallanan darbe belalarından pek kurtulma imkanı bulamayacağız. 
Ben ise bu soruya cevap verebilecek istihbarı bilgiye zerre kadar sahip değilim.
Sadece spekülasyon yapabilirim ve yapacağım bu spekülasyonların birisi hariç, hiçbirinden emin değilim.
 -Öncelikle şundan eminim: “vatansever askerlerimizin”, “başkaldırıda” bulunmaları söz konusu değildi. Onlardan sadece darbeci ayaklanmayı “bastırmaları” beklenirdi. 
-Öte yandan, aslında Türkiye'nin ordusu belki de hiçbir zaman “kahraman” bir ordu olmadı. Birileri bu darbeye kalkışırken, diğerleri (“vatansever askerler”) gözlerinin önünde katliamlar gerçekleşirken, “neme lazım, aman biz karışmayalım” ruh halindeydiler belki de...
-Belki de bütün ordu aslında darbeciydi; dolayısıyla bir kısmı harekete geçerken, diğerleri sağlam kalmayı ve ileride -başka darbeler için- devreye girmeyi beklediler.
-Ya da darbeye karışmayanlar zaten darbecilerin darbe yapacaklarını, ancak onların yeteri kadar güçlü olmadıklarını biliyorlardı. Dolayısıyla ordu içindeki rakiplerini temizlemek için bu mükemmel fırsatı beklediler. “Bırakınız yapsınlar”ı oynadılar ve Cemaatçi darbeciler de açığa çıktılar. Üstelik, asker kurşunu ve topuyla yüzlerce insan şehit olurken, “darbeye karışmayanların” o insanları korumak için kılları kıpırdamadı. Ve gene üstelik darbeciler halkın ve polisin direnişiyle tam manasıyla sopa yerken, onlar parmaklarını oynatmadan kendilerini korudular; hem ordunun içinde hakimiyeti ele geçirdiler hem de düşmanlarını bertaraf ettiler.
Bu onların çok işine yaradı ama devletin yeniden kurulumu ve konsolidasyonu açısından da gayet işlevsel oldu. Yeniden mobilizasyonla, yeniden “milli ruh” eşliğinde...
Ve bu arada sokaklarda konvoylar geziyor, “En büyük asker bizim asker!” diyerek...

Her şey klasik rayına oturuyor yani...

Saturday, May 21, 2016

Türk Tipi Faşizmin Yolu Açıldı


TARIK ZİYA EKİNCİ

Artık hiç kimse kendisini hukuk güvencesi altında hissedemez. Bu vahim gidişi önlemenin tek yolu, aklıselim sahibi yurttaşların ülkeyi kurtarmak için bir demokrasi cephesi kurmaları ve faşizme karşı mücadele etmeleridir.

Dün, hukukun evrensel kuralı olan makbline şamil (geriyi doğru işlemez) kanun çıkarılamaz hükmü yok sayılarak bir anayasa değişikliği yapıldı. Bu değişikliğin vahim sonuçları var:
 1- Türkiye'de hukuk devleti tümden yok edilmiş, keyfi bir hukuksuzluk dönemi başlamıştır. Artık hiç kimse kendisini hukuk güvencesi altında hissedemez. Sayın Erdoğan'ın sözünü ettiği "Yeni Türkiye" hukuksuzluk, kuralsızlık ve keyfiliğin hüküm sürdüğü bir Türkiye olacak.
2- AKP yöneticilerinin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın sıkça kullandıklarımilli irade kavramı ayaklar alınmış, yok sayılmıştır.
3- Evrensel hukuka aykırı olan bu değişiklik anayasanın temel felsefesine de aykırı olduğu halde iptali için dava açmanın yolu kapalıdır. Çünkü anayasa değişiklikleri yalnız şekil bakımından denetlenebilir. Özü aleyhine aykırılık davası açılamaz. Kaldı ki, dava açmayı sağlayacak çoğunluğu bulmak da olanaklı görünmüyor.
4- Anayasada yapılan değişikliğin bütün parlamenterlerin dokunulmazlığını geçici olarak askıya aldığı iddiası büyük bir yalandır. Amaç sadeceKürt milletvekillerini meclisten çıkarmak ve tutuklatmaktır. Diğer partilerden vekiller hakkında hiçbir işlem yapılmayacak. Ya da göstermelik olarak 1-2'sinin ifadesi alınacak. Ama Kürt milletvekilleri için sürek avı başlatılacak ve sürüklenerek zorla cezaevlerine taşınacaklar.
5-Kürt milletvekilleri meclisten çıkarıldıktan ve HDP işlevsizleştirildikten sonra yapılacak erken bir seçimle AKP anayasayı değiştirmek suretiyle çoğunluğu elde etmeyi ummakta ve başkanlık rejimini ihdas etmeyi planlamakta...
6- Kurulması düşünülen "Türkite Tipi Başkanlık" sistemiyle ülkede tek kişinin hakim olduğu kanlı faşist bir dikte dönemine geçilecek.
7-Bu vahim gidişi önlemenin tek yolu, aklıselim sahibi yurttaşların ülkeyi kurtarmak için bir demokrasi cephesi kurmaları ve faşizme karşı mücadele etmeleridir. (TZE/ÇT)
* Fotoğraf: Hakan Burak Altunöz - AA / Trabzon




Tarık Ziya Ekinci

18 Şubat 1926’da Lice’de doğdu. İstanbul Tıp Fakültesi’ni bitirdi. 1965’te Türkiye İşçi Partisi’nden Diyarbakır milletvekili seçildi. 12 Mart’ta Diyarbakır Sıkıyönetim Cezaevi’nde “Kürtçülük” propagandası yaptığı iddiasıyla TCK’nin 142/1 maddesinden üç yıla mahkûm oldu ve iki yıl tutuklu kaldı. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra da beş kez tutuklandı. 1982-1989 döneminde Paris’te kaldı. Kürt sorunuyla meşguliyetini, düşünmeyi ve yazmayı hep sürdürdü. Kitapları: Doğu Dramı (1966), Devlet ve Ben (1995), Faili Meçhul Bir Cinayet (1994), Vatandaşlık Açısından Kürt Sorunu ve Bir Çözüm Önerisi (1997), Demokrasi, Çokkültürlülük ve Bir Yargısal Serüven (1999), Avrupa Birliği’nde Azınlıkların Korunması Sorunu Türkiye ve Kürtler (2001), Sol Siyaset Sorunları Türkiye İşçi Partisi ve Kürt Aydınlanması (2004), Millet, Milliyetçilik, Devlet ve Anayasa Sorunları (2004), Türkiye’de Demokrasi ve İnsan Hakları Sorunları (2004), Türkiye’nin Kürt Siyasetine Eleştirel Yaklaşımlar (2004), Türkiye’nin Çağdaşlaşması ve Kürtler (2006), Lice'den Paris'e Anılarım (2011).


Saturday, May 14, 2016

Ruslar Kürtlere yardım ediyor mu? Fehim Taştekin



Rusya’nın Suriye’nin kuzeyinde Rojava’nın silahlı gücü Halk Savunma Birlikleri’ne (YPG) cephane ve koordinasyon desteği verdiğine dair haberler üzerine Kürtler üzerinden Amerikan-Rus rekabeti yeniden gündeme geldi.

Kürt kaynaklara göre ABD Başkanı Barack Obama’nın sözünü ettiği 250 ilave askeri danışmandan 150’si 27 Nisan’da Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi üzerinden Rojava’ya geçiş yaptı. Amerikalılar için Rimelan’daki askeri üsten sonra Kobani’de yapılan mini üs de neredeyse kullanıma hazır. Peki, Amerikalıların bu adımlarına karşı Ruslar ne yapıyor?
Rus desteği ile ilgili son olarak Wall Street Journal Rusya’nın Kürtlerle birlikte savaşmaları için Afrin’e asker gönderdiğini yazdı. Gazeteye göre Esad yönetiminin davetiyle Suriye’de bulunan Rusya, bazı Kürt gruplarıyla silah, mühimmat ve petrol anlaşmaları sayesinde bölgedeki varlığını korumayı amaçlıyor. Pentagon yetkilileri de Rus desteğinin Afrin’deki Kürtlere odaklandığını belirtiyor. Gazete Rus lider Vladimir Putin’in iki hafta önce Rus askerlerinin Halep’te Kürtlerle birlikte savaştığını söylediğini de kaydetti.
Ancak Al-Monitor’un ulaştığı Rojavalı kaynaklar Rusya’nın geçmişte katkı sunduğunu inkar etmezken son zamanlarda Afrin’e mühimmat ya da asker gönderilmediği haberlerini teyit etmekten kaçındı.
Al-Monitor’un sorularını yanıtlayan Afrin’deki YPG Basın Sözcüsü Mihemed Ala “Rusya Afrin’e herhangi bir şekilde asker göndermedi. Aynı şekilde bize askeri mühimmat da temin edilmedi. Tel Fırat’ta tekfirci örgütlerin düzenlediği son saldırılar sırasında da herhangi bir bölgesel ya da uluslararası tarafın yardımını görmedik. Bununla Rusya’yı ve Suriye rejimini kast ediyorum. Suriye ordusu bizimle Kamışlı ve Haseke’de savaşırken rejimin Afrin’de bize yardım etmesi sizce mantıklı mı? Daha önce de herhangi bir cephane yardımı almadık” dedi.
Al-Monitor’un edindiği bilgiye göre geçen hafta Cenevre’de Rus yetkililerle görüşen Demokratik Birlik Partisi (PYD) Eşbaşkanı Salih Müslim “Rusya sürekli olarak YPG’ye destek vereceğini söylüyor ama bugüne kadar bu söz yerine getirilmedi” diye sitem etti.
Suriyeli bazı Kürt kaynaklar ise ABD ile geliştirilen ilişkilerin selameti açısından Rus yardımı söz konusu olsa bile Kürt yetkililerin bunu açıklamayacağına dikkat çekti.
Rusya’nın herkesçe malum olan desteği Rojava yönetimine Moskova’da temsilcilik açma imkanı vermiş olması. Sahada da saklanması mümkün olmayan katkılar söz konusu.
Afrin’e mühimmat atılsın ya da atılmasın sahadaki fiili durum Rusların hava bombardımanlarıyla Kürtlerin önünü açtığı ya da Kürtler etrafındaki baskıların azalmasına yardımcı olduğunu gösteriyor.
Her şeyden önce Rusya’nın 30 Eylül 2015’ten itibaren Suriye ordusunun yanında savaşa girmesi Afrin ve Halep’te kuşatma altındaki Kürtlerin savunma hatlarını genişletmesine imkan verdi. Kürt kaynakların verdiği bilgilere göre geçen şubatta YPG ile Ceyş El Suvvar Afrin’in doğusunda Mennig (Menag) Hava Üssü’nü ele geçirirken Rus uçakları Ahrar El Şam ve müttefiklerinin mevzilerini vurdu. Yine şubatta Rus ordusunun Halep’in kuzeyindeki bölgelere yönelik bombardımanından kaçan Nusra ve müttefiklerinden boşalan Aklamiye ve Deyr Cemal gibi yerlere YPG’nin öncülüğündeki Suriye Demokratik Güçleri (SDG) yerleşti. Tel Rıfat’ın SDG tarafından ele geçirilmesinde Rus bombardımanının katkısı inkâr edilmiyor.
SDG’yi Mare’ye kadar götüren bu gelişmelerden önce 2-3 Şubat’ta Suriye ordusu Afrin’in bitişiğinde, muhalif grupların üç yıldır kuşatma altında tuttuğu Şii beldeleri Zehra ve Nubul’a doğudan batıya doğru koridor açmıştı. YPG de batıdan doğuya doğru harekete geçerek bölgedeki bazı Kürt köylerinde kontrolü sağlamıştı. Afrin’e Rus yardımının tam da bu operasyondan önce geldiği söyleniyor.
Rojava yönetimiyle insani yardım konularında çalışan bir kaynak, Al-Monitor’a “Son durumu bilmiyorum ama Zehra ve Nubul operasyonundan önce Ruslar Afrin’e silah bıraktı. Ruslar Şeyh Maksut’da da Rusya’nın beş ton cephane bıraktığını açıklamıştı. Bana göre bu açıklama da doğru. Kuşkusuz Cezire, Halep ve Afrin dahil bütün cephe hatlarında YPG ve Rus güçleri arasında bir nevi koordinasyon söz konusu. Tedmur’da öldürülen Rus askerin cesedinin YPG tarafından kurtarılması da bunun göstergesi. Onlarca cephede savaş sürerken bu türden bir koordinasyonun olmaması düşünülemez” ifadelerini kullandı. YPG, İD tarafından Palmira yakınlarında öldürülen ‘Rus Rambo’ lakaplı Alexander Prokhorenko’nun cesedini Rusya’nın talebi üzerine alıp Ruslara teslim etmişti.
Rusların Afrin’e mühimmat attığına dair istihbarat bilgileri Türkiye’de de 27 Ocak’taki Milli Güvenlik Kurulu toplantısında değerlendirilmişti. Toplantıdan sızdırılan bilgilere göre ocak ayı içerisinde Rusya ve İran yedi-sekiz indirme harekâtıyla Afrin’e yığınak yaptı. İddiaya göre bu yığınağın amacı Türkiye’nin Fırat’ın batısına geçmesin diye çizdiği kırmızı çizgiye karşın Kürtlerin Afrin’den Cerablus’a ilerlemesini mümkün kılmaktı.
Son üç ayda Kürtlerin Batı-Körfez ittifakının oyun kurduğu bölgede kontrol alanını biraz genişletmesine paralel olarak karşı hamleler de geldi. Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar destekli koalisyonun Halep’in Şeyh Maksut mahallesi ile Afrin’e yönelik saldırıları şubattan beri hız kesmedi. Kürtleri kuşatan cephe hattının ısınması özellikle Cenevre süreci çerçevesinde varılan ‘düşmanlıkların dondurulması’ mutabakatına denk geldi. Saldırılarda şu gruplar yer alıyor: Nusra Cephesi, Ahrar El Şam, Nureddin Zengi Tugayı, Sultan Murat Tugayı, Şam Cephesi, Fatih Sultan Mehmet Tugayı, Festakim Kema Umirte Tugayı, Liva 13, El Fevc El Ula, 116. Fırka ve Ebu Amara Tugayı.
Rusya ise Şeyh Maksut’u kuşatan grupların mevzilerini bombalayarak Kürtleri rahatlattı. Zaten bu gerçeği Kürt yetkililer de inkar etmiyor.
Şam kaynaklı haberlerde Suriye yönetiminin de Kürtlere yardım ettiğine dair iddialar eksik olmazken, bu karmaşada ordu 23 Nisan’da anlaşılmaz bir şekilde Şeyh Maksut’u vurdu. Kürt kaynaklara göre ordu ya yanlışlıkla ya da Kamışlı’da Asayiş ile Ulusal Savunma Güçleri (NDF) arasında çıkan çatışmaya misilleme olarak Halep’teki Kürt bölgesini bombaladı.
Şeyh Maksut ve Afrin çevresinde baskının artmasının nedenlerinden biri de Kürtlerin bölgede bir koridor açma niyeti. Nasıl ki Suriye ordusunun Halep’in kuzeyine çıkması dengeleri değiştirme potansiyeli taşıyorsa, Kürtlerin ilerlemesi de Türk-Suud-Katar eksenli grupların alarma geçmesine neden oluyor. Kobani’yi Afrin’e bağlayacak bir koridor açma hayalini Türkiye’nin kırmızı çizgileri nedeniyle gerçeğe dönüştüremeyen Kürtler benzer şekilde Tel Rıfat taraflarından Şeyh Maksut (Halep) ile Afrin arasında bir güvenlik güzergâhı oluşturmak istiyor. Böylesi bir koridor Halep’teki muhalif cephenin İdlib hattından yani Türkiye’nin Hatay sınırından beslenmesini önleyebilir. Bu da ‘devrim’ projesinin tamamen çöküşe geçeceği anlamına geliyor. O yüzden Şam yönetimi bölgedeki Kürt direnişini şimdilik kendi namına bir kazanç olarak görme eğiliminde. Şam’ın refleksine koşut olarak Rusya da Suriye ordusuna karşı cephe açmadığı sürece Batı-Körfez destekli gruplardan boşalan yerlere YPG ve müttefiklerinin girmesini sorun etmiyor.
Ne var ki koridor planı Nusra ve müttefiklerinin karşı saldırıları nedeniyle gecikiyor. İki taraf arasında Tel Rıfat’a bağlı Ayn Dakna'da çıkan son çatışmada SDG 11, Nusra ve müttefikleri 60-80 kayıp verdi. (Öldürülen kişilerden 50 kadarının cesedinin bir TIR üzerinde Afrin’e getirilip teşhir edilmesi tepki çekti.)
Özetle, Suriye’de eşine az rastlanır bir cephe düzeni var. Bu da gerek savaşan tarafların gerekse krize bir şekilde müdahil olan düş güçlerin oyun planlarını basitçe resmetmeyi zorlaştırıyor. En basitinden Amerikan kanadında Pentagon, Kobani, Kamışlı ve Haseke’den Fırat hattına doğru İslam Devleti’ni (İD) hedef alan operasyonlarda Kürtlere destek verirken, ülkenin kuzeybatısında CIA’in eğitip donattığı bazı gruplar selefi gruplarla birlikte Kürtlere saldırıyor. Rusya da YGP ve PYD’ye uzattığı elin Kürtleri Şam’a yaklaştırmasını umuyor. ABD’nin beklentisi ise tam tersi. Kürtlerin oyun planı bir yerde ABD ve müttefiklerini, başka bir yerde Rusya ve Suriye’yi, birçok yerde de diğer asi güçleri kapsıyor.


Read more: http://www.al-monitor.com/pulse/tr/originals/2016/05/turkey-russia-syria-kurds-cooperate-russians.html#ixzz48hOxVAM9

Wednesday, February 17, 2016

Türkiye’nin dış politikasının çöküşü ve Suriye-Rojava yenilgisi – Dr. Mustafa Peköz

Tarih: 12 Şubat 2016
Erdoğan ve Davutoğlu’nun gürlemesinin hiçbir politik ve diplomatik ağırlığı bulunmuyor. Suriye’deki savaş denkleminin sonuçları Türkiye’deki yansımaları daha sarsıcı olacaktır. Nisan sonrası dönem, Türkiye’de de dengelerin değişmesinde yeni bir dönem olma olasılığı oldukça yüksektir
abd_pyd_kobane
ABD ve Rusya’nın inisiyatifinde 17 ülkenin dış başkanının bir araya geldiği Münih toplantısında Suriye’de özellikle kuşatmanın olduğu bölgelere gerekli insani yardımların yapılması için bir hafta süreyle ‘şiddetin durdurulmasına’ karar verildi. Ateşkes terimi çok bilinçli kullanılmadığı gibi IŞİD ve El Nusra’ya yönelik operasyonların devam edileceğine de dikkat çekildi. Sürecin esas belirleyeni Moskova’nın, Türkiye’nin desteklediği IŞİD ve El Nusra’ya yönelik operasyonların devam edeceği mesajını vermiş olması, Türkiye’nin dikkate alınmadığı ve alınmayacağının işaretidir. ABD, Suriye konusunda Rusya’nın dışında bir adım atmayacağını hem muhalif denen güçlere hem de Türkiye, S. Arabistan ve Katar’a çok açık bir mesaj ile verdi. Bunun bir başka anlamı, Türkiye’nin tehdit ve şantajları uluslararası ilişkilerde pek etkili olmayacağı çok net olarak görüldü.
Türk devletinin kuruluşundan bu yana belki de uluslararası ilişkilerde ilk kez bu düzeyde politik ve diplomatik bir yenilgi yaşıyor. AB’den ABD’ye, Rusya’dan İran’a kadar uluslararası güçlere yönelik tehditler diplomatik sınırları aştı. Özellikle cumhurbaşkanının ortaya koyduğu davranış, psikolojik yenilginin ve çöküşün bir yansımasıdır. Ancak mesele, Erdoğan’ı aşan sistemin yenilgisini de içine alan devletin geleceğine yönelik kaygıların en ileri düzeyde hissedilmeye başlanmasıdır.
Türkiye’nin bu düzeyde bir gerilim ve yenilgi politikasının içine girmiş olması, Suriye merkezli olarak görünen aslında bütün Ortadoğu’da ve uluslararası ilişkilerde çok önemli oranda kaybeden ve fiilen izole olan bir süreç başlamış bulunuyor. Cumhurbaşkanının bütün diplomatik kuralları bir yana bırakarak özellikle müttefik ve dost gördüklerine karşı çok açık bir şekilde şantaj ve tehdit içerikli davranışlar içinde bulunması bir kişilik özelliğinin ötesinde, devletin yüksek düzeydeki telaşının bir yansımasıdır.
Devlet refleksi olarak gösterilen bu anormal durum esasen bir çözülmedir. Bu çözülmenin politik, toplumsal, diplomatik ve askeri nedenleri bulunuyor. Kazanmak isterken, kaybeden, bölgesel lider olmayı hayal ederken yalnızlaşan devletin başından beri izlediği strateji yanlış stratejiden kaynaklanıyor.
Yanlıştan dönmek yerine ısrarla aynı çizgide ilerlemeye devam etmesinin bir inatlaşma olmayıp, devletin çökeceği algısının giderek güçlenmesi refleksidir.
Yenilginin politik arka planına dair birkaç noktaya dikkat çekmekten yarar var:
Birincisi, Erdoğan’ın “Rus uçağını vurduk”, başbakanın da “Emri ben verdim” havasına girip Erdoğan’a kafa tutmasından birkaç saat geçmeden, Cumhurbaşkanı, Başbakan, Dışişleri Bakanı, Genelkurmay Başkanı vs. koro halinde adeta Putin’e ‘yalvarır’ şekilde, “Bilmeden düşürdük, Rus uçağı olduğunu bilseydik asla düşürmezdik” dedi. Kendilerini sıradanlaştıran, bir bakıma psikolojik korkuyla hareket eden ve iki saat içinde Brüksel’e koşup NATO’ya sığınmaya çalışmaları da hiçbir sonuç vermedi. Rusya’nın çok net ve katı tutumu, Türkiye’nin bölgede uygulamak istediği bütün planları yerle bir etti. Rus uçağının düşürülmesi, Suriye’deki politik ve askeri dengeleri bütünüyle değiştirdi. Rusya’nın Suriye’ye yönelik geliştirdiği ve çok kapsamlı/kararlı bir şekilde uyguladığı askeri harekat, Türkiye’yi bütünüyle denklemin dışında bıraktı. Böylelikle ABD ve AB’ye karşı İncirlik Üssü’nü pazarlık kozu olarak kullanan Türkiye’nin bu avantajı da fiilen bittiği gibi Türkiye’nin savaş uçakları koalisyon güçlerinden çıkartıldı. Türkiye, Suriye savaşında hem askeri olarak, hem de politik olarak çok belirgin olarak sürecin dışında kaldı. Ayıca Rusya’nın ortaya koyduğu kararlı tutum, Türkiye ekonomisini çok ciddi oranda sarsmaya başladı. Sadece Rusya ile değil, İran, Irak, Orta Asya ve Kafkasya ile olan bütün ticari ilişkileri çok ciddi oranda etkilemeye başladı. Türkiye’ye yakın görünen Azerbaycan dahi oldukça dikkatli ve ölçülü davranıyor.
Önümüzdeki birkaç ay içinde, Türkiye’nin ekonomik ve politik krizi derinleşeceğine dair birçok veri bulunuyor. Türkiye’nin bütün bunları aşabilmesi için önünde tek bir şart var: Önce Rusya’dan özür dilemesi, sonra Rusya’nın şartlarını yerine getirmesi. Peki, Erdoğan bu adamı atar mı; başka şansı bulunmuyor. Önümüzdeki birkaç ay içinde Erdoğan’ın Putin’den özür dilemesi sürpriz olmaz.
İkincisi, İran’ın nükleer anlaşmayla çok hızlı bir şekilde küresel dünyaya açılmanın ötesinde adapta olmada tam gaz ilerliyor. Böylelikle Ortadoğu’da İran dönemi başlıyor. Bu sadece ekonomik olarak değil aynı zamanda politik ve askeri olarak da kendisini çok derinden hissettirecek bir düzeyde gelişiyor. Irak’ta savaşan devrim muhafız gücü bulunuyor. Suriye’de Hizbullah dışında Suriye ordusu içinde savaşan binlerce İran askeri var. Savaşı yönetenlerin İran generalleri olduğu biliniyor. İran, sınır komşusu olmayan Suriye’de Esad ordusunun ciddi başarılar elde etmesinde aktif bir güç haline gelirken, Türkiye sadece gelişmeleri seyretmekle, içi boş tehditlerle yetiniyor. Bu bakımdan Rusya’ya paralel olarak İran karşısında da açık bir yenilgi alan Türkiye gerçeği var. Türkiye, Irak ve Suriye ile yeniden politik ve ticari ilişkilere girmek için İran’ın kapısını yalvararak yardım talebinden bulunacaktır.
Üçüncüsü, AKP’nin Suriye merkezli Ortadoğu politikasının bütünüyle çöküşü, diplomatik bunalımın en derin yanını oluşturuyor. Ne yaptığını bilmeyen bir tarzda bu kez NATO’da müttefik olan, stratejik dostu gördüğü ABD ile çatışan, AB’ne şantaj uygulayan bir Erdoğan klasiğiyle karşı karşıyayız. ABD’nin “PYD’yi terörist görmemesi nedeniyle Ey Amerika” diye hitap eden, Avrupa Birliği’nde 3 milyar avro almak için Brüksel’e Suriyeli göçmenleri “Boş uçaklara ve otobüslere doldurup yola çıkartırım” tehditti, bir devletin uluslararası ve bölgesel politikasının bütünüyle iflas ettiğinin, diplomatik ilişki sisteminin sıfırlandığını gösterir.
ABD’nin Suriye politikasındaki ortağı hiçbir şekilde Türkiye değildir. Çok açık olarak Rusya ile anlaşarak ilerlemek istiyor. Türkiye ise tersine Suriye’deki diplomatik çözümü sabote ediyor. Cenevre görüşmelerini işlevsizleştirmek için bütün gücünü kullanan Türkiye, başarısızlığın sorumlusu olarak görülüyor. PYD’nin Cenevre’ye katılmaması için politik ve diplomatik şantajlara başvuran ve muhalif denen belirsiz güçleri çekmek için baskı yapan Türkiye’ye ABD’nin yanıtı, Obama’nın IŞİD danışmanının bir heyetle Kobanê’yi ziyaret etmesi oldu. Bu ziyaretle verilen mesaj: “Türkiye’yi değil PYD’yi muhatap alıyoruz.”
Erdoğan’ın “Ya bizden yanasın ya da PYD’den yanasın” tehdidine, ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü her zaman tekrarladığı yanıtı verdi: PYD’yi terörist görmüyoruz, müttefikimizdir. Bildiğim kadarıyla ilk kez bir ABD Büyükelçisi, Dışişleri Bakanlığı’na çağrıldı. Bütün bunlar ne anlama geliyor? Türkiye neden bu düzeyde telaş içinde? AKP iktidarı ve Erdoğan’ı kaygılandıran mesele nedir? ABD’ye duygulan bu öfke nereden kaynaklanıyor? Bunun temel nedeni; PYD, uluslararası ilişkilerde henüz resmi düzeyde tanınmamış olmasına rağmen, başta ABD ve Rusya olmak üzere uluslararası güçler tarafından askeri ve politik çözümün en önemli gücü olarak görülmesidir. PYD olmaksızın ne radikal İslamcı hareketler yenilgiye uğratılır, ne de politik istikrar sağlanır. Bu nedenle, Suriye’nin geleceğinde Türkiye’nin ciddi bir rolü kalmamasına rağmen PYD tersine Suriye’nin kaderini belirlemede Esad rejiminden sonra en önemli belki de tek güç haline geldi. Rusya’nın tutumu çok açıktır ve PYD’nin sürecin asli bir gücü olması gerektiğini belirtiyor. ABD ise bugüne kadar Türkiye ile PYD arasında bir denge oluşturuyordu. Peki, şimdi ne yapacak? İvmeyi PYD’ye yönlendirdiği görülüyor. Ayrıca ABD, “Ey Amerika tarafını seç, samimi ol” gibi naraları çok açık olarak not etti. Bir dönem, kafasına buyruk olmak isteyen generallerin geldiği durum biliniyor. Önümüzdeki dönemlerde buna benzer bir sürecin işlemesine kimse şaşırmamalıdır.
Dördüncüsü, Erdoğan’ın hayali Şam’da namaz kılmaktı ve Suriye’yi bütünüyle kontrol etmekti. Şam rüyası olmadı, Kobanê’de bunu gerçekleştirmek istedi ama başaramadı. En son Halep’e yöneldi. Büyük umutlarla çok aktif olarak desteklediği radikal İslamcı güçlerin Halep’i ele geçirmesi için bütün askeri olanaklarını kullandı. Ancak bu umudu da gerçekleşmedi. Son iki aydır Esad ordusunun yeniden saldırıya geçerek, İslamcı örgütlerin elindeki alanları yeniden kontrol altına almaya başlaması, özellikle Halep çevresini çok önemli oranda denetim altına alması, Erdoğan’ın bütün hayallerini bitirdi. Esad, önümüzdeki nisan ayına kadar Rojava dışındaki bütün alanı kontrol edecek. Radikal İslamcı hareketlerin aldığı her yenilgi çok açık olarak Türkiye’nin bir yenilgisidir. Kaybeden radikal İslamcı güçler değil, AKP’nin izlediği savaş politikasıdır. Yenilgi Türkiye’nin hanesine yazılıyor. Kazanan bir Esad, kaybeden bir Erdoğan gerçeğiyle karşı karşıyayız. Esad ile yeniden ilişki kurmaktan başka bir şansı bulunmayan Erdoğan’ın tekrardan Esad’a kardeş mesajları göndermesine kimse şaşırmamalıdır.
Beşincisi, Türkiye’nin esas stratejik yenilgisi PYD karşısındaki pozisyonudur. AKP merkezli devletin bölgesel politikalarının çöküşü, dolaylı bir yenilgidir. Ancak PYD karşısındaki kaybı stratejiktir ve doğrudan bir yenilgidir. ABD ve Rusya’nın üzerinde uzlaştığı ve bölgede son derece etkin olan PYD’ye verilen desteğe özel bir vurgu yapılması, Türkiye’yi ciddi oranda kaybettiğinin işaretlerinden biridir. Ankara’nın PYD’yi ısrarla ‘terörist’ olarak lanse etmesi ve bunun için müttefiklerine dahi şantaj yapabilecek düzeyde ileri gitmesi, PYD’nin artan askeri ve politik gücüdür. ABD ve Rusya’nın artan desteğiyle ‘Fırat’ın batısına’ geçen PYD, Türkiye’nin belirlediği kırmızı çizginin üzerini çoktan üzeri çizdi. Afrin bölgesinde Rusya’nın aktif desteğiyle ilerleyen ve stratejik noktaları ele geçirerek Azez kuşatmaya alan PYD, Cerablus’u da çevreleyecek konuma gelmesi, askeri-politik denklemin vazgeçilmez en önemli oyuncusu olduğu göstermeye devam ediyor. PYD’nin etkinliği sadece askeri operasyonlardaki başarısı değil, buna paralel olarak PYD’nin uluslararası alanda artan saygınlığıdır. PYD’nin Moskova’da büro açması, Washington, Paris, Berlin ve Londra’da yürütülen diplomatik faaliyetler önümüzdeki birkaç ayda ciddi sonuçlar verecektir. ABD ve AB, Esad karşısında politik bir güç olarak PYD merkezli Suriye Demokratik Güçleri’nin olacağını görüyor. Uluslararası güçler PYD’nin,  politik çözüm sürecinin de motor gücü olacağını gördükleri için bölgesel çıkarları nedeniyle destekleyeceklerdir. Nisan-mayıs aylarında Suriye’de askeri ve politik denklem oldukça belirginleşecek ve PYD’de sürecin önemli aktör haline gelecektir. PYD, Azez ve Cerablus’u tek başına veya Esad güçleriyle birlikte kontrol altına alarak IŞİD Ve El Nusra’yı bölgede tasfiye önemli bir rol üstlenecektir. Böylelikle Türkiye’yi en çok korkutan Kantonlar arasında fiziki/coğrafik bağ kurulmuş olacaktır. Buna paralel olarak Cenevre veya başka bir tarzda Suriye’nin politik geleceğini belirlemede ve Rojava’nın özerkliğini resmileştirmede görüşmelerin aslı gücü PYD olacaktır. Türkiye ‘terörist’  gördüğü PYD ile en geç bir yıl içinde resmi düzeyde sınır komşusu olacağı artık herkesin kabul ettiği bir realitedir.
Altıncısı, Türkiye’nin bölgesel krizi, iç krizini de derinleştiriyor. Savaşı Kürt coğrafyasına taşıdı. İçte yeni Halep’ler ve Kobanê’ler yarattı. Önümüzdeki birkaç ayda Suriye denkleminin netleşmeye doğru evrilmesi, Türkiye’nin politik ve askeri yenilginin sonuçları içte çok daha belirgin olacak hissedilecektir. Telaşlanan Ankara, PYD’nin Rojava’da artan etkinliğinin Kürt coğrafyasına olası yansımalarını kırmak için yeni bir savaş stratejisini uygulamaya koydu. Nusaybin’i, Cizre’yi ve Sur’u Kobanêleştirerek olası toplumsal kalkışmayı erkenden bastırmaya planlayarak belki de son 30 yılın en ciddi askeri ve politik hatasını yaptı. Bu tarz strateji devletin yenilgi sürecini hızlandıracaktır. Şuursuzca uygulamaya konulan bütünüyle yok etmeye endekslenmiş savaş politikasının başarısızlığı kaçınılmazdır. Suriye’de kaybeden, Ortadoğu’da yalnızlaşan Ankara’nın Diyarbakır’da kazanma şansı artık bulunmuyor. Erdoğan ve Davutoğlu’nun gürlemesinin hiçbir politik ve diplomatik ağırlığı bulunmuyor. Suriye’deki savaş denkleminin sonuçları Türkiye’deki yansımaları daha sarsıcı olacaktır. Nisan sonrası dönem, Türkiye’de de dengelerin değişmesinde yeni bir dönem olma olasılığı oldukça yüksektir.
Bir başka yazının konusu olmakla birlikte rejimin iç krizi, hem AKP’nin iç dinamiklerini çok ciddi oranda etkileyecektir hem de Erdoğan’ın geleceğini çok daha fazla tartışmalı ve belirsiz hala getirecektir.
Önümüzdeki birkaç ayda nelerin olacağı artık netleşmiş görünüyor:
Suriye’de askeri ve politik denklem çok daha belirginleşecek.
Rojava kantonları arasında sınır kopuklukları ortadan kalkacak.
Radikal İslamcı örgütler önemli oranda tasfiye olacak ve yerli olanların bir kısmı da Esad rejiminin saflarına geçecektir.
PYD bölgenin en önemli gücü olarak Rojava’da Türkiye ile komşu olacak.
Devletin Kürt coğrafyasını Kobanê’ye ve Halep’e dönüştürmesi, çözülmenin önemli bir halkası haline gelecektir.
ABD ve AB; Türkiye’ye PKK ile resmi müzakerelere zorlayarak ve yeni bir süreç başlatılacaktır.
ABD, “Ey Amerika” çağrısını dikkate alarak, orta vadede, generallere yönelik olduğu gibi yeni bir süreci başlatacaktır.
AB, “Suriyelileri uçağa koyar, otobüslere bindirir size yollarım” tehdidine gerçek yanıtı, Suriye’deki politik netleşmeye göre verecektir.
AKP iktidarının Suriye ve Rojava yenilgisi. iç denklemde sarsıcı etkisi tahmin edilenden farklı olacaktır.
Ankara’nın açık yenilgisi, Rojava’ya yönelik bir askeri harekata dönüşür mü? Bu olasılık oldukça zayıf görünüyor. Peki, yönelirse ne olur: Devlet bütünüyle kaybeder ve varlığı tartışılır hale gelir. Faturanın kesileceği adreste bellidir.


Monday, January 11, 2016

Fikret Başkaya/Suçortağı Olmamak Mümkün!

Türkiye Cumhuriyeti devleti 90 yıldır Kürtleri katlediyor, insanlık suçu işliyor. Her seferinde katliama bir gerekçe bulunuyor (eşkiya, terörle mücadele, vb). Aslında durumun nüanse edilmesi gerekiyor, zira kelimenin gerçek anlamında bir Cumhuriyet söz konusu değil ve hiç zaman da olmadı. (Tabii bu başka yerlerdekinin matah bir şey olduğu anlamına gelmez). Zaten öyle olmadığını memleketin sahipleri de itiraf ediyor: Devletin ülkesi ve milleti diyorlar. Yani bir devlet var, ve bir de onun ülkesi ve milleti var. Gel keyfim gel… Eğer gerçekten Cumhuriyetsöz konusu olsaydı, o zaman ilişkinin yönü halktan devlete doğru olurdu. Cumhuriyet,respublicaolsaydı, aracın direksiyonunda “memleketin sahipleri” değil halk otururdu… Respublicademek herkesin olan veya hiç birkimsenin olmayan demektir. Kadir Cangızbay’ın “hiç kimsenin cumhuriyeti”dediği şey… Dolayısıyla bir ilişki tersliği var. Eğer gerçekten cumhuriyet, respublicaolsaydı, o zaman halk kendi kendini yönetir, tabii katliam gibi aşırılıklara da yer olmazdı. Oysa TC’nin adından başka cumhuriyet rejimiyle bir ilgisi yok.
Elbette bu zaman zarfında, katliamlar, siyasi cinayetler, işkenceler, her türden siyasi baskı, sadece Kürtlere yönelmedi. Müslüman- Türk- olmayan, farklı düşünen, resmi “gerçeği” sorgulayan, gerçekten muhalif olan, özgürlük, sosyal eşitlik ve demokrasi talep eden herkesi kapsadı. Bu öyle bir devlettir ki, her hangi bir hak talebine olumlu cevap vermesi, asla mümkün değildir. Herhalde öyle bir şeyin “kutsal devletin” büyüsünü bozacağını düşünüyorlar ve her talebi şiddetle ezme yoluna gidiyorlar… Devletten bir hak talep edenherkes “iç düşmandır” iç düşman “dış düşmandan” daha tehlikelidir, dolayısıyla katli vaciptir…
TC Devleti 90 yıldır Kürdistan’da katliamlar yapıyor, zira Kürdistan’ın bu taraftaki parçası TC’nin bir kolonisidir (sömürgesidir). Sınır komşusu olma durumu kolonyalist statünün görünürlüğünü zaafa uğratıyor. Fakat gözden kaçırılmaması gereken önemli bir husus var: Kolonyalist statükonun devam edebilmesi, sürdürülebilmesi, her zaman işbirlikçi unsurları varsayar. Eğer bu zaman zarfında TC işbirlikçisi Kürt mülk sahibi sınıfların “katkısı” ve desteği olmasaydı, bu zulüm bu kadar uzun süreli, ödenen bedel de bu kadar ağır olmazdı… Bu yüzden Kürt sorunu nihai tahlilde ve aynı zamanda sınıfsal bir sorundur…
Bu gün itibariyle TBMM’de çok sayıda Kürt milletvekili var. Ana karnındaki ceninler de dahil, çocuklar, gençler, yetişkinler, yaşlılar, kadınlar, erkekler ve hayvanlar hunharca katledilirken, evleri tank-top ateşine tutulup, yakılıp-yıkılırken, mahalleler, şehirler harabeye çevrilirken, tarihi miras yok edilirken, insanlar sokağa çıkamazken, günlerce haftalarca evlerine hapsedilirken, şu kara kış günlerinde elektriksiz, susuz, yiyeceksiz, ilaçsız bırakılırken, hastaneler sağlık hizmeti veremezken, ölüler sokaklarda çürümeye terkedilirken, morglarda, soğuk hava depolarında bekletilip, defnedilmelerine bile izin verilmezken,acaba o sayın milletvekilleri gece başlarını yastığa koyduklarında mışıl mışıluyuyabiliyorlar mıdır? Sesleri hiç çıkmadığına göre, demek ki, uykuları kaçmamış… Elbette sözüm sadece Kürt milletvekillerine değil, hâlâ uykusu kaçmayan herkese…
Oradaki yıkımın, vahşetin, hoyratlığın nedeni öyle ileri sürüldüğü gibi, hendekler ve/veya özyönetim talebi değil. Bu onların en doğal talebiyken, öyle bir şey istiyorlar diye bir halka bu katliam reva görülür mü? Üstelik özyönetim sadece Kürtlerin değil, bir bütün olarak insanlığın da geleceği olduğuna göre… Katliamlar, Suudi vahabiliğinin büyüsüne kapılmış AKP’ye ve asıl onun şefine sorun çıkardıkları için, diktatörlüğün yerleşmesini zora soktukları için yapılıyor. Amaç dinci-faşist bir dikta rejimini kurumsallaştırmak, kalıcılaştırmak. Bu Suudi özentileri öyle bir rejim kurmak istiyorlar ki, öyle bir karanlık hedefleri var ki, hiç kimseye hesap vermeden bu ülkenin varını-yoğunu yağmalasınlar, talanetsinler… Zaten Türkiye’de siyaset, oldumolası iki amaç için yapılan bir şeydir: 1. Bütçeyi ve hazineyi yağmalamak, küçük bir azınlığı zengin etmek, ve 2. hak, özgürlük, eşitlik, adalet ve demokrasi taleplerini etkisizleştirmek, demokratikleşmesinin önünü kesmek. Maalesef bu işi 90 yıldır başarıyla yaptılar ve yapıyorlar… 13 yıllık AKPiktidarındakimlerin nasıl zengin edildiği, bu ülkenin varı-yoğu mafyalaşmış bir soyguncu çetesi tarafından nasıl yağmalandığı, talan edildiği ortada değil mi? Lâkin, toplum çoğunluğunu yoksullaştırmadan birilerini, küçük bir vurguncu çetesini zengin etmek mümkün değildir. Zira, kapitalizm, hele, hele onunneoliberal versiyonu geçerliyken, başka türlüsü mümkün değildir. İşte onca zamandır, milliyetçilik, “ulusalcılık”, vatan-millet-Sakarya nutuklarının gizlediği gerçek bu…
Aslında bir kaç günlük bir genel grev bu savaşı, bu yıkımı, bu katliamı durdurabilir. Lâkin şimdilerde sayıları 17 milyona yaklaşan işçi sınıfı, örgütsüz ve bilinçsiz. Oysa işçi sınıfı mücadele ettiği zaman işçi sınıfıdır. Aksi halde cansız, ruhsuz, “amorf” bir yığındır. Zaten örgütlü, “sendikalı” kesim, toplamın %6′sı kadar, yani devede kulak… O %6′nın yarısıda (%3) toplu sözleşme hakkına bile sahip değil. KESK, DİSK ve bir kaç küçük sendika dışındakilerin tamamı AK sendika… Tayyip Erdoğan’ın sendikası… AK Sendikalar şimdilerde sınırlı hak kırıntılarına da savaş ilan etmiş durumdalar ve bunlara hâlâ sendika deniyor… Netice itibariyle en azından şu aşamada bir genel grev pek mümkün görünmüyor.
Başka durumlarda, başka konjonktürlerde etkili olsa da, bildiri, basın toplantısı, imza kampanyası, açlık grevleri, protesto yürüyüşleri, vb. bu savaşı durdurmak için yeterli değil. Elbette bunu söylemek, onlar yapılmasın demek değil, onun ötesinde de bir şeyler yapma gereğini imâ ediyor. Dolayısıyla bu yeni durumda etkin, sonuç alıcı mücadele yöntemleri keşfetmek, hayata geçirmek gerekiyor ve bu mümkün. Mesela Kürt illerinde ve Batı’da kapsayıcılığı yüksek bir sivil itaatsizlik eylemi örgütlenebilir. Savaşın durdurulması, mücadelenin başarılı olabilmesi için, safların netleşmesi gerekiyor. Geride kalan 13-14 yılda Parlamentoda muhalefet hiç bir varlık gösteremedi. Şeylerin seyri üzerinde etkili olamadı. Bir etkisi olmadı ama AKP iktidarını “meşrulaştırdı”. Eğer o Meclis’te artık hiç bir şey yapmak mümkün değilse, dinci-faşist iktidarı zora sokacak sayıda, bu gidişattan samimiyetle rahatsızlık duyan, olup-biteni içine sindiremeyen milletvekilinin Meclisten çekilmesi, şeyleri netleştirmeyisağlayabilir ve iktidarı zora sokabilir. Eğer orada seslerini duyuramıyorlarsa, o zaman seslerini duyurabilecekleri yerde olmaları gerekmez mi? Bir sivil itaatsizliğin örgütlenmesi böylece daha da kolaylaşabilir! Eğer siyaset yapma etkinliği sadece Meclis’e bırakılırsa, bu ülke hiç bir zaman demokrasinin yüzünü göremeyecektir… Onun için, politika yapma etkinliği, kaşarlanmış, profesyonel burjuva politikacılarına bırakılabilir bir şey olmamalıdır… Onu asıl bulunması gereken yerlere, sokağa, mahalleye, fabrikaya, her sosyal yaşam mekanına taşımak gerekiyor… Egemenlerin sokaktan neden bu kadar çok korktuğunu hiç düşündünüz mü?
Artık bu iktidara yalvarma-yakarma aymazlığından kurtulmak gerekiyor. Zira bu dünyada yalvarıp-yakarmakla bir şeyler kazanıldığı görülmemiştir… Dolayısıyla mesele yalvarıp-yakarmak, insaf dilenmek değil, yaptıklarınızla, etkili eyleminizle karşı tarafı başka türlü yapmaya zorlamaktır.
Böyle durumlarda herkesin mutlaka yapabileceği şeyler vardır. Herkes bulunduğu yerden itibaren isterse mutlaka bir şeyler yapabilir ve kendince süreci etkileyebilir. Bunun için de öncelikle ataletten kurtulmak gerekir. Malûm, yurttaş, (citoyen), sitenin (devletin) sorunlarıyla, politikayla ilgilenen anlamındadır. Bir kimlik kartına, şimdilerde bir kimlik numarasına sahip olmak, göstermelik seçimlerde oy kullanmak, yurttaş olmak için yeterli değildir. Aksi halde istemeyerek de olsa, olup-bitenlerin suç ortağı olmak kaçınılmazdır. Zira, bu dünyada “tarafsızlık mümkün değildir. Zalimle mazluma, ezenle ezilene eşit mesafede durmak mümkün değildir…


Read more: http://www.gunzileli.com/2016/01/11/fikret-baskayasucortagi-olmamak-mumkun/#ixzz3wyFM3YOn

Wednesday, December 23, 2015

‘Kürtler Gezi’de yoktu’ diyordun, sormazlar mı adama, ‘Sen neredesin?’

murat sevinc

MURAT SEVİNÇ

Başlıktaki soru ve aşağıdaki satırlar; Cumhuriyet tarihinin en büyük, barışçıl ve etkili kitle gösterilerinde yer alan, Gezi Parkı’nda olağanüstü değerli bir ‘birlikte yaşama’deneyimi sergileyen, ‘park forumları’nı yaratıp Türkiye’ye 21. yüzyılın yeni ve katılımcı yönetim biçimini müjdeleyen, can verip yaralanan insanlara değil kuşkusuz. Onların Gezisi ve park forumları, önümüzdeki yıllarda Türkiye’nin yeni yönetim biçimi olacak. Bundan hiçbir kuşkum yok. Göreceğiz.
Başlıktaki soru ve aşağıdaki satırlar, sokaklarda binlerce Kürt protestocu varken Gezi eylemlerini bir kez daha Kürt karşıtlığı için fırsata çeviren kesim için. Siz de bilirsiniz; hani şu seçimden önce, ‘Duydunuz mu a dostlar,  HDP ile AKP başkanlık için anlaşmış’ diyenler vardı ya, işte onlara.
Gezi eylemlerinde Tunalı’daydın değil mi? Kuğulu Park’ta slogan atıyor, hoplayıp zıplıyordun. Abbasağa’da toplanmış dertleşiyordun. Taksim’e açılan sokaklarda ‘barikat’ kuranlara bakıp duygulanıyordun. Eylemlere‘isyan’ adını vermiştin.
Sen belki de ilk kez devlet şiddetiyle tanışırken, Türkiye medyası Penguen belgeselleri gösteriyordu kanallarında. Binlerce sokakta yüz binlerce yurttaş slogan atarken, kimi arsız televizyoncu/gazeteciler senin ve çocuklarının bir darbe girişimi hazırlığı içinde olduğunu anlatmaya çabalıyordu dünya âleme.
Sen çocuğundan endişe edip ‘Eve sağlam gelecek mi?’ kaygısı taşırken, yoksul Alevi gençler köşe başlarında vurulur ve linç edilirken devlet yetkilileri, polisini yere göğe koyamıyordu. Uyguladığı orantısız şiddetin ne kadar da ‘gerekli’ olduğunu anlatıyordu.
Devlet organları insanından vazgeçmiş, bankamatikleri ve belediye otobüslerini, duraklarını koruyordu. Şiddet tekelini elinde bulunduranlar, hukuk dışı işler yapıyor ve seni aşağılıyordu her Allah’ın günü ve gecesi. Sana, çoluk çocuğuna iftira atılıyordu. Kabataş’ta türbanlı bir kadına saldırdığın, camiye ayakkabıyla girip içki içtiğin anlatılıyordu. Sahtekârlar, en ciddi tavırlarını takınıp ‘Vahim görüntüler izledim’ diyordu ekranlarda.
Sen yalan olduğunu biliyordun ama fayda etmiyordu. Çok güçlüydüler. Propaganda aygıtları ellerindeydi. Ortalama yurttaşa ‘istediklerini’izlettiriyorlardı. ‘İstediklerini’ okutuyorlardı. Her gün bir kez daha‘İnanamıyordun’ gazetelerindeki manşetlere. Faiz lobisinin, porno lobisinin, bilmem hangi istihbaratın ‘oyuncağı’ olduğunu öğreniyordun günaşırı.
Üç beş ay sonra tapelerle tanıştın. Havuz TV ve gazetelerinde tümünün montaj olduğu anlatılıyordu. İnanmıyordun bir türlü hecelerin birleştirildiğine. Aptal yerine konulduğunu düşünüyordun. Bakan çocuklarının masumiyeti, bayrak önünde poz veren Sarraf’ın ne büyük bir hayırsever olduğu anlatılıyordu sana. Miden bulanıyordu. Ayakkabı kutularının ‘kurgu’ olduğunu iddia ediyorlardı. ‘Hadi oradan’ diyordun. Youtube, twitter, haber kaynakların kapatıldığında çılgına dönüyordun. Çok az geçti üzerinden, unutmuş olamazsın.
Gel gör ki sayın yurttaş, söz konusu Kürtler ve mekân Şırnak, Muş, Diyarbakır, Mardin olduğunda bir anda hafızan siliniyor. Yeniden inandırıcı gelmeye başlıyor TV kanalları, gazeteler. Görmezden geliniveriyor, o ‘uzak köyde’ yiten canlar.
İki fırın çalışanı yoksul çocuğun vurulmasını, kolayca hazmedebiliyorsun. O iki çocuk teröristmiş değil mi? Öyle diyorlar. Üzerlerinde PKK’li kıyafeti varmış. Devlet yalan söyleyecek değil ya.
O devletin başbakanıydı değil miydi, katledilmiş el kadar çocuğun anasını yuhalatan? Ayrıca aynı başbakan, o çocuğun misketlerinin mezarına konulması hakkında neler söylemişti, hatırladın mı? Nasıl da sinirlenmiştin. Şimdi aynı insan, bu kez devlet başkanı sıfatıyla gencecik asker tabutlarının yanında konuşma yapıyor. Takdir ediyor musun?
Yoksul çocukların cenazelerinde; Ethem Sarısülük gibi, iki fırın işçisi gibi, yoksul çocukların. Yoksul oldukları için canları bu kadar kolay feda edilebiliyor vatana.
Hani, ‘Onlar konuşur biz yaparız’ demişlerdi ya, hiç değişmeyen bir ilkedir: ‘Güçlüler ve zenginler konuşur, yoksullar ölür.’ Zaten o yoksul olduğu ve canı bu kadar ucuza gittiği için, diğeri zengin ve güçlü. Türk’ün ve Kürt’ün yoksulu kaybediyor yaşamını. Görüyor musun?
Şimdi, bir kez daha (!) ‘milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz’ bu günlerde, 80 yıldır o birliğin ve beraberliğin bir parçası olmasına izin verilmemiş, kimliği inkâr edilmiş, dili dini inkâr edilmiş insanların siyasal partisi, 12 Eylül barajını aşmış ve bizlere sorunlarımızı parlamentoda çözmek için çok büyük bir fırsat sunmuşken, gözümüzün önünde değersizleştirilmeye, yok edilmeye çalışılıyor.
HDP’li vekilleri TV’lerde izleyebiliyor musun? Konuşmaları için fırsat tanınıyor mu? Doğan medyasının amiral gemisinde her hafta AKP’li vekil ve akademisyenlerle ‘nezih’ söyleşiler yapılmaya başlandığını fark etmedin mi henüz?
Demirtaş’ın saz çalması nasıl da küçümseme konusu haline geliverdi bir anda değil mi? ‘Yoksa Demirtaş hayal kırıklığı mı?’ diye soruyorlar, sureti haktan görünen yazılarında. AKP gibi bir yapının 13 yıl tek başına yönetip enkaza çevirdiği ‘duble yol’ ve ‘rezidans’ cehennemi memlekette, hayal kırıklığını Demirtaş ile yaşıyorlar! Rahatsız ediyor mu bunlar seni?
‘Vatan hainleri’nin, ‘bölücüler’in’ fazla yüz bulduğunu mu düşünüyorsun? Yoksa gencecik yoksul halk çocuklarını, üzerlerinde asker üniforması olduğu için bombalarla parçalayan bir örgüt ile tüm Kürtler’i ve HDP’yi özdeşleştirmekte bir an olsun duraksamıyor musun?
Benim vergimle ceylan derisi koltuklarda vekillik yapıp benim verdiğim oya hakaret etmek için kuyruğa girmiş zırcahil serserilerin ifadelerini rahatsız edici buluyor musun? Ya da bir anda AKP ve MHP ile ‘milli birlik ve beraberlik bağı’ mı kuruverdin?
Sorguluyor musun ‘yasaklanmamış’ haber siteleri, gazete ve TV’lerde okuyup işittiklerini. Gerçi sen ömründe bir kez bile ‘Nasıl olur da Anadolu gibi bir coğrafyada yaşayanların yüzde 99’u Türk ve Müslüman olur, bu işte bir gariplik var’ diye sorguladın mı ki, bugünü sorgulayacaksın. Yine de soruyorum işte…
‘Ne yapalım yani, Varto’ya mı gidelim?’ diye soracaksın belki. Daha önce de sormuştun çünkü bu ‘acar’ soruları. ‘Ne yani yalnızca Kürtler’in sorunları mı var?’ ‘Ne istiyor bu insanlar, Turgut Özal Kürt değil miydi?’ ‘Lazlar da anadilde eğitim isterlerse ne olacak?’ Bu sorulara idmanlısın; hepsi ezberinde. Ayrıca, ‘Kürt arkadaşların da var iş yerinde’, ‘Halanın kocası da Kürt.’
Hayır, ‘Varto’ya gidip barikata omuz vermelisin’ demiyorum. Benim gibi, trafik polisinden bile tedirgin olan birinin önereceği şey değil bu.
Demem o ki Varto, Muş o kadar da uzak değil. Sana uzak görünen, bir başkasının evi barkı. Anıları. Anasının babasının yaşadığı yer. Nişanlanıp düğün yaptığı, çoluk çocuğunu yetiştirdiği yer. Ve Taksim’deki devlet, aynı devlet.
Demem o ki, bir düşün bakalım Tunalı Hilmi’de, Taksim’de, Karşıyaka’da gördüğün devlet, Silopi’de nasıldır?
Demem o ki, devletin yöntemlerine ve senin vurdumduymazlığına rağmen, bu insanlar hala seninle ‘birlikte’ yaşamaktan söz ediyor.
Şu dünyadan göçüp gitmeden bir kez olsun düşün hiç olmazsa, on binlerce ‘yurttaş’ın neden 30 yıldır dağa çıktığını. Hiçbir şeyi sorgulamıyorsan bile, bu vahim gerçeği sorgula. Bu kadar emin olma okuduğundan, gördüğünden, düşündüğünden. Her aklına gelene düşünce muamelesi yapma. Bu kadar kolaycı olma.
Bir kez olsun sor kendine ‘Bölücü olan, eşit yurttaşlık talebi midir?’Şu yazının iki paragrafını okuyup küfretmeye başlayacağına, düşün biraz. Küfürden gayrı söyleyecek bir sözün olsun. Biraz kafan karışsın. İyi bir şeydir kafa karışıklığı.
Çok takdir ettiğini yinelediğin ‘Gezi ruhu’na da uygun davranmış olursun böylece. O Park’ta, birlikte ve insan gibi bir yaşam için toplanmış genç insanlara, ‘Bana yurttaş muamelesi yapacak ve dinleyeceksin’ diyen yüz binlerce protestocuya haksızlık etmezsin böylece.
Yok eğer yukarıdaki her bir satıra ‘Hayır’ diyorsan, artık hiç olmazsa şu olup bitenlerden sonra, ‘Kürtler Gezi’de yoktu’ demekten vazgeç. Vazgeç ki suratına tükürmesinler.

Thursday, December 17, 2015

Ortadoğu’nun ‘yeni İsrail’i: Asıl hendek Türkiye










17/12/2015 09:24
 MUSTAFA ALP DAĞISTANLI
İbranice bir kelime var, mutlaka Türkeçeye devşirilmesi gereken: ‘chutzpah’ (hutspa). Birbiriyle ilgili bir dizi olumsuzluğu birarada ifade eden bir kelime bu: yüzsüzlük, arsızlık, küstahlık, yavuz hırsızlık, saldırgan kibir, şımarıklık, hem suçlu hem güçlü olma, başkasını yok sayma… Kelimeyi tarif etmek için verilen klasik örnek şu: “Anasanı babasını katledip mahkemede kurban olduğunu söyleyerek merhamet dileyen adamın varoluş hali.”
Türkçeye neden devşirilmesi gerektiğini düşündüğümü açıklamama gerek yok sanırım; ayakkabı kutularında çıkan paralardan, yatak odalarında yatan çelik kasalardan sonra söylenenleri, yapılanları hatırlayın yeter, MİT TIR’larında yakalanan silahlardan sonra yapılanları hatırlayın yeter, Gezi için söylenenleri ve yaratılan şiddeti hatırlayın yeter, Kabataş’taki‘çıplak-derili-kırbaçlı Geziciler’i hatırlayın yeter, Haziran seçimlerinden başlayarak ortalığı savaş alanına çevirip söylenenlere bakın yeter, 2009’da Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e “One minute”le araya girip “Siz çocuk öldürmeyi çok iyi bilirsiniz” diye saydırdıktan sonra bu devletin benzer şekilde kaç çocuk öldürdüğünü hatırlayın yeter (Şu link, cehennem tablosunu gösteriyor).
Bazı Yahudi aydınlar (İsrail’de yaşayanlar da, dışarıda yaşayanlar da), İsrail’in politikalarını ve tavrını bu kelimeyle niteliyor. İsrail devletinin ve Yahudi lobisinin, bu politikaları ve bu varoluş halini en imkansız durumda bile zeytinyağı gibi yukarıda tutma çabasını da ‘hutspa’ ile tanımlıyorlar. İsrail’in, Filistin meselesinin yüz yıllık tarihini nasıl çarpıttığını ikikereikidört netliğinde sergileyen Norman Finkelstein’in harika kitabı ‘Beyond Chutzpah’ mesela.
Peres’in verebileceği en iyi cevaplardan biri, ‘Bu konuda sizin de bizden öğreneceğiniz bir şey yok maşallah’ idi, ama beriki Türkiye Başbakanı’ysa, o da İsrail Cumhurbaşkanı’ydı nihayetinde, iğneyi kendine batıramazdı.
Kastım, Filistin meselesiyle Kürt meselesini aynılaştırmak değil elbette. Fakat bir dakika! Devletlerin en iyi bildikleri işlerden biri öldürmektir ve bu işi kendi tekellerinde tutmak isterler; silahlı güçleri bunun için var.
Silah teknolojilerinin bu kadar geliştiği, insanların büyük kalabalıklar halinde iri şehirlerde yaşadığı bir ortamda bir muhalefeti, bir isyanı, sonuç olarak bir sorunu silahla çözmeye kalktınız mı varacağınız yer bellidir: işgal altındaki Filistin topraklarında olan şey. Şimdi Kürt illerinde devletin yaptığı şey, İsrail’in Batı Şeria’da ve Gazze’de yaptığı şeyin aynısıdır. Şehri ablukaya almak, bombalamak, bir yıkıntı haline çevirmek, sadece en öldürücü silahlarla değil ideolojik ve psikolojik olarak da vahşetle ve gaddarlıkla donatılmış özel birliklerle evlere dalmak…
İsrail deyince aklımıza gelen ve İsrail’in de aklımıza gelmesini istediği şey neydi, bir hatırlayın. Haksız olduğu bir davada kendisine karşı yapıldığını düşündüğü en ufak bir hamleyi‘cevapsız’ bırakmamak. Bu zihniyetle pire için Filistinlilerin yorganlarını kaç kere yaktı, yalan gerekçelerle şehirleri kaç kere darmadağın etti, kaç cana kıydı… Bunu ihmal edilmemesi gereken bir caydırıcılık görevi biliyor ve herkesin de bunu böyle bilmesini istiyor.
Ve artık biliyoruz ki, Birleşmiş Milletler’in ‘seferber’ olmasına, görünürdeki barış masalarına ve müzakerelerine rağmen İsrail bir çözüm istemiyor. Mevcut durumun devamını istiyor. Mevcut durumun devamı da ancak ortada sürekli ama bir sonuca ulaşmayacak ‘barış görüşmeleri’ masasının durmasıyla mümkün. Çözüm demek, İsrail’in kaybetmesi demek çünkü. İşgal ettiği topraklarda açtığı yeni yerleşimleri terketmek zorunda kalacak mesela…
Fakat İsrail bunları uluslararası olarak tanınmış işgal altındaki topraklarda yapıyor, bir işgal ordusu olarak (ve bunun hukukuna da uymuyor). Kürt illeri ise uluslararası hukuk bakımından işgal altındaki toprak değil, ama AKP hükümeti tam da böyle davranıyor, TC Devleti’nin silahlı güçleri bir işgal ordusu gibi davranıyor, aynı İsrail gibi. Üstelik, bunu sadece Kürt illerinde de yapmıyor. AKP, Türkiye ordusunu Kaçkar yaylalarında da işgal ordusu konumuna düşürdü…
Bu kadarla kalsa iyi. Kimi analiz erbabı, Kuzey Irak’ta kurulacak bir Kürt devletinin ikinci bir İsrail olacağı kabilinden şeyler yumurtlayıp durdu yıllardır. Kürtlerin parıldatmak için uğraştıkları Kürt güneşi daha doğmadan bu güruhun gözünü kör etmiş görünüyor. Kabaran örtülü ödenekle, MİT’in sınırlar dışına taşmasıyla, iğrenç gizli operasyonlarla, sınırlar dışında çevrilen dolaplarla da geldiğimiz yer şu: Ortadoğu’nun ikinci İsrail’i Türkiye’dir.
Başbakan Ahmet Davutoğlu, sanki matah bir şeymişcesine temcit pilavı gibi tekrarlayıp durduğu “Kimse bizim caydırıcılığımızı sınamasın” lafının ikinci sınıf bir İsrail ağzı olduğunu fark edemeyecek kadar yelkenlerini şişirmiş durumda. Cumhurbaşkanı zaten öyle.
Peki, o yelkenler hangi havayla şişmişti? Evet, Osmanlı hortlatması psikolojisi, bir zamanlar iyi giden ekonomi, bir zamanlar AB desteği, Tayyip Erdoğan’ın şişik mi şişik egosu, yüzde 50’lik seçimler, iki kutuplu dünyadan boşanmış aktörler, vs yelkeni şişirmede rol oynadı. Erdoğan’ın Batı’ya babalanmalarıyla, emperyal masada yer alma iddiası ve hevesiyle kendini iyice gösteren o yelkenler, hiç müdahanesi olmayan Putin Rusya’sının Batı’ya posta koyma şemsiyesi altında varolabilirdi ancak. Rusya, Türkiye’yi destekledi veya Türkiye’nin arkasında Rusya vardı demek istemiyorum, bu psikolojik şemsiye altında hareket ediyordu Erdoğan.
Yani, despotlukta, medyanın ümüğünü sıkmakta, ‘milli irade’pehlivanlığında Erdoğangiller sınıfına giren ve arkasında Rusya’nın engin yeraltı zenginlikleri ve nükleer gücü olan Putin’in estirdiği rüzgarla şişmişti ‘yeni’ Türkiye’nin yelkeni ve Rus uçağının düşürülmesiyle de yelkenler suya indi. Artık her şey daha zor olacak.
Erdoğan’ın ve Davutoğlu’nun aynı konuşma içinde hem hançeresini yırtacak kadar üst perdeden hem de meleyecek denli yumuşak söz söyleme sanatı örnekleri vermesinin nedeni sadece Rusya’nın ticari ambargolarının yaratacağı olumsuz etki değil, bu psikolojik şemsiyenin altından çıkmış olması. Bu, fark edilmeyen, adı konmamış bir psikolojik, ama ivme veren, uygun zemin hazırlayan atmosferdi. Erdoğan ve Davutoğlu, ifade edilmemiş ama sindirilmiş bu psikolojik şemsiyenin kapandığını hissetti. Erdoğan’ın aynı konuşma içinde hem “Uçağın Rusya’ya ait olduğunu bilmiyorduk” hem de “Daha önce Rusya’yı ihlaller konusunda iki kere uyarmıştık” (kimin uçağı olduğunu bilmiyorsan Rusya’yı iki kere uyarmış olmanın mantığı nedir?) diyecek zekayı göstermesi de bu yüzden. (Mesela 28 Kasım Burhaniye konuşması).
Ve sınırı ihlal etti diye uçak düşüren Türkiye’nin Irak’a tanklarla girmiş olması, daha önce gönderdiği birlikleri takviye etmesi, Irak’ın askerlerin derhal çekilmesi talebi varken ve ABD de Bağdat’ın onayı olmadan asker göndermenin yanlış olduğunu söylerken Başbakan Davutoğlu’nun dün gece de o silahlı gücün uluslararası anlaşmalar uyarınca orada bulunduğunu söylemesi yine ‘hutspa’ ile açıklanabilir.
Uluslararası Af Örgütü’nün verilerine göre 52 kere sokağa çıkma yasağı ilan etmiş olan, kentleri ablukaya alıp döven AKP hükümeti şimdi yine Türkiye’nin batısı havaya bakıp ıslık çalarken Cizre’de, Şırnak’ta, Silopi’de İsrail taktikleri uyguluyor. Devlet, ‘sivil vatandaşların zarar görmemesi amacıyla’ sokağa çıkma yasağı uyguluyor, ‘yasağa vatandaşların uyması, kendi can ve mal güvenlikleri yönünden önem arz etmekte olduğu’nu söylüyor, sonra da evleri basıyor. Evlerine, bodrumlara sığınanlar “Lütfen yardım edin, bizi öldürecekler” diye feryat ediyor.
Hükümet, ‘teröristler’i son ferdine kadar ‘temizleyeceğini’söylüyor. AKP’nin/devletin asla kazanamayacağı, en iyi ihtimalle daha da İsrailleşeceği bu savaşta böbürlenerek sergilediği bu‘kararlılık’, çözüm istemiyorum demekten başka bir şey değil. Bu yeni Hendek Savaşı’nın yarattığı manzara ve sınır ötesinde oluşmasına yardım ettiği cehennem asıl hendeğin Türkiye olduğunu gösteriyor ve bu devlet uzun yılların verdiği alışkanlıkla bu büyük hendeği cesetle doldurmaya amade. AKP zihniyetiyle‘Büyük/Güçlü Türkiye’, İsrailleşmekten başka bir kapıya çıkmaz; mevcut cehennemin genişlemesi ve katmerlenmesi demektir bu. Hendek böyle bir Türkiye’dir işte; içine katliamların, yolsuzluğun, kalitesizliğin, baskının, sansürün, kadın ve iş cinayetlerinin, doğa ve tarih katliamlarının, ırkçılığın doluştuğu.
Bize ‘düzayak, çivit badanalı’, eşit, adil, kardeşçe… iki, üç daha fazla ülke lazım.
Hey, havaya bakıp ıslık çalan Kürt-olmayanlar, eğer bu müstebit bir gün başkan olacaksa, Kürtlerin başkanı olmayacak. Ama size müstehak olacak.
Kulağa bir küpe de müstebite: Koçi Bey, 1631’de, gaddarlığıyla meşhur Sultan IV. Murad’a yazdığı ünlü risalesinin ‘Reaya Fukarasının Ahvali Beyanındadır’ bölümünde şunu hatırlatır: “Küfür ile dünya durur, zulüm ile durmaz.” Ve durmadı.