Wednesday, July 31, 2013

Ceylanpınar’da Reyhanlı endişesi

Cumhur Daş
  • Rojava’nın Serêkaniyê kentine saldıran el Nusra grupları ile YPG güçleri arasındaki çatışmalar ikinci haftasını doldurdu. İki haftadır şiddetli çatışmaların yaşandığı Serêkaniyê sınırındaki Ceylanpınar’da AKP hükümetinin Suriye politikasına ve Rojava kürtlerine yaklaşımına dair ciddi bir tepki var. İlçe halkı Reyhanlı’da yaşanan patlama gibi olayların Ceylanpınar’da da yaşanabileceğinden endişeli.
    ÇATIŞMALAR TÜM HAYATI ETKİLEDİ
    Ceylanpınar’da neredeyse tek konuşulan konu Serêkaniyê’deki çatışmalar. Çatışmalar tüm yaşamı etkilemiş durumda. Sınıra yakın parkları ve mekanları kullanmayan halk daha çok ilçenin iç kesimlerinde bulunan kahvelerde toplanıyor. Kadınlar ise zorunlu kalmadıkça sokağa dahi çıkmıyor. İlçedeki gerginliği ve yaşananları gazetemize değerlendiren Eğitim Sen Ceylanpınar Temsilcisi Hasan Azger, halkta büyük tepki olduğunu belirterek, “Burada özellikle devletin ÖSO’ya bağlı çetecileri desteklemesi büyük tepki toplamış durumda” dedi.
    HÜKÜMET UĞRAMADI
    Ceylanpınar’da halkın zaman zaman sokağa döküldüğünü, kitle örgütlerinin de birçok açıklama yaptığını dile getiren Azger, “Burada yaşananlar ne ulusal basında doğru bir şekilde yer alıyor ne de devlet doğru bir politika yürütüyor. Son çatışmalarda 3 insanımız öldü. Hükümetten doğru dürüst bir açıklama bile yapılmadı. Bu süre içinde Urfa’ya 10 tane bakan geldi. Ama hiç biri Ceylanpınar’a uğramadı” şeklinde konuştu. Okulların kapalı olmasının büyük şans olduğunu söyleyen Azger, “Sınıra yakın okulların duvarlarında kurşun izleri var. Sıfır noktasındaki Mevlana İlköğretim Okulunun bir camına üç kurşun isabet etti. Bu çatışmalar okullar açılana kadar bitmezse eğitim yapmak imkansız olur” dedi. Azger, “Atamalarda da zaten kimse burayı tercih etmeyecek” sözleriyle başka bir soruna da dikkat çekti.
    ‘EL NUSRA VAHŞETİNİ GÖRDÜK’
    İlçede Araplar ile Kürtler arasındaki ilişkilerin gerildiğine dikkat çeken Çetin Aydın isimli Ceylanpınarlı ise “İlişkilerimiz neredeyse sıfırlandı. Yaşanan çatışmalar burayı çok olumsuz etkiledi. İnsanların psikolojisi bozuldu. Küçük çocuklar bile bu konuları konuşuyorlar” dedi. Çatışmaların durduğu zamanlarda da kaygılandıklarını ifade eden Aydın, “Sessizlik olunca ardından ne olacak diye endişeleniyoruz. Aslında el Nusra sınırdan karşıya ilk geçtiği zaman onlara sempatiyle baktık. Çadır kentte eğitilen yüzlerce el Nusra elemanı sınırdan geçirildi. Ancak el Nusra’nın insanlık dışı uygulamalarını gördük. Sınırda kesilmiş insan kafası dahi gördük. Bu taraf da hedefte biliyoruz. Bizim ev sınıra bakan sokakta. Bir sabah evden çıkarken karşı taraftan üzerime ateş edildi. Tepki gösteren halka burada da polis saldırdı. Bir kurşun bizi de bulabilir. Burada savaşı yaşıyoruz” şeklinde konuştu.
    MEDYA BURAYI DA GÖRMEDİ
    Çatışmalardan kadınların çok etkilendiğini söyleyen Aydın, “Evler de güvenli değil. Ama kadınlar pek dışarı çıkmıyorlar. Biz yazları damlarda yatardık. Şimdi evlerin içine hapis olduk” dedi. Medyanın halkın yaşadıklarını aktarmadığını ifade eden Aydın, “Geçen gece burada çatışmalar olurken CNN bu sefer de kelebek belgeseli gösteriyordu. Görmezden gelme durumu devam ediyor” dedi.
    REYHANLI KORKUSU
    El Nusra’nın Ceylanpınar halkını da hedef aldığını belirten Aydın, “Geçen gece yaşanan çatışmadan sonra ilk kez bu tarafa gelen bombalar nedeniyle el Nusra’ya karşılık verildi. Ceylanpınar’da Reyhanlı benzeri bir olay olmasından korkuyoruz. Hükümet gerekli önlemleri almalı” şeklinde konuştu.
    ‘STRATEJİK DERİNLİK İFLAS ETTİ’
    Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun uzunca zaman Türkiye dış politikasına da referans gösterilen ‘Stratejik Derinlik’ kitabına atıf yapan Aydın, “AKP’nin Ortadoğu projesi ve Davutoğlu’nun stratejik derinliği iflas etmiştir. Yanlış politikalardan dolayı zor durumdayız. İki tarafta da Kürtler görmezden gelindi. Güvenli bir bölge için bu politika değişmeli” dedi.

    ‘ÇADIR KENTTE SİLAH EĞİTİMİ VERİLDİ’
    CEYLANPINAR’da kurulan çadır kentlerin büyük sorun haline geldiğini belirten Hasan Azger, “Çadır kentlerde ÖSO’ya bağlı kişilere silah eğitimi verilip karşıya gönderiliyorlar. Orada çalışan arkadaşlarımız bunları ifade ediyor” dedi. Çadır kentlerin AKP’liler tarafından rant alanına dönüştürüldüğünü de söyleyen Azger şu iddialarda bulundu; “Oraya yemek ve malzeme veren şirketler kendi aralarında kavga ediyorlar. Çadır kentten binlerce kişi ayrıldı ama bu kişiler listeden düşürülmedi. Verilmeyen yemekler, malzemeler verilmiş gibi gösteriliyor. Bu ortamda bunlar dönüyor.”
    ‘BU POLİTİKA HALKLARIN YARARINA DEĞİL’
    İmkanı olan ailelerin ilçeyi terk ettiğini de söyleyen Azger, “Bu güne kadar böyle bir huzursuzluk görmedik. Türkiye’nin en huzurlu ilçelerinden biriyken şimdi en huzursuz ilçe olduk. Bunun değişmesini istiyoruz. Türkiye çetecilere verdiği destekten vazgeçmeli. Bu politika halkların yararına değildir” şeklinde konuştu. (Ceylanpınar/EVRENSEL)

Friday, July 26, 2013

Ve Aylin Ankara'ya Vardı



Gandhi’nin İngilizlere karşı giriştiği bağımsızlık mücadelesinde dönüm noktası sayılan bir eylem vardır: Satya-graha tuz yürüyüşü…
Satya-graha, gerçeğin gücü demek.
“Satya-graha”cılık da gerçeğin aktivistliği oluyor.
Gandhi, 1930 yılında İngilizlerin tuz tekeli ve bu tekelle aldıkları fahiş vergilere karşı tuz yürüyüşünü başlatır.
Zulüm, baskı karşısında kendine olan inanç ve gerçeğin gücüyle mücadele etmek anlamına gelen Satya-graha eylemi, Hindistan’ın Gujarat eyaletinde Gandhi’nin tekkesinin bulunduğu Ahmedabad’da başlamış ve 400 kilometre uzaklıktaki Hint Okyanusu kıyısında Dandi köyünde bitmişti.
Bugün
Aylin Kotil’in yürüdüğü yol uzunluğundaki bu büyük mesafenin sonunda, Hint bağımsızlık savaşı lideri, İngiliz tuz tekelini kırarak denizden tuz çıkartan ilk Hintli olmuştu. “Topraklarında güneş batmayan Büyük Britanya İmparatorluğu’nun” otoritesi ve sarsılmaz gücüne karşı gerçekleştirilen devrim niteliğindeki bu sivil itaatsizlik eylemi, sonra giderek Hindistan’ın bağımsızlık zaferiyle sonuçlanmış ve hiç “değişmez” olduğu düşünülen şeylerin, yurttaş iradesiyle kırılıp değiştirilebileceğini göstermişti.
Kotil’in
“Satya-graha baraj yürüşü” de bir değişmez sabit olarak kaskatı yerinde duran “seçim barajı”nın destek çeken yurttaş girişimiyle bir gün pekâlâ değiştirilebileceğini göstermesi açısından çok anlamlı ve önemli.
İstanbul’dan 7 Temmuz’da büyük yürüyüşüne çıkan Aylin Kotil, yağmur, çamur, sis, sıcak, güneş demeden günde en az 20 kilometre yürüyerek Ankara’ya ulaştı.
Yolculuğuna yer yer yol boyu karşılaştığı insanlar ve sosyal medyadan takipçileri, İstanbul/Ankara’dan eşi dostu eşlik etti ama Ankara-İstanbul arasındaki 450 kilometrenin çoğunluğunu Aylin Hanım bir başına yürüdü.

Özgürlük mesajı
Ayakları yürüyüşte iki numara büyüdü, zaman zaman su topladı ve evi garip bir hırsızlık olayı yaşadı. Tam Ankara iline ulaştığı sırada; Kotil’in evine giren hırsızlar genç kadının pasaportunu çaldı.
Aylin Kotil’in
“Bu yürüyüşle bir sonuç alamazsam, Brüksel’e dek yürürüm!” dediğini hatırlayanlar zamanlaması ve muhtevası ilginç olan soygunun gözdağı içerdiğini düşündü.
Bunların hiçbiri Kotil’i caydırmadı, yürüyüşünden yıldırmadı, hedefinden saptırmadı.
Kotil’in hedefi; katılımcı demokrasi önündeki en aşılmaz engellerden biri olan ve askeri vesayet rejiminin de en simgesel mirası sayılan yüzde 10 barajının indirilmesiydi.
“Tuz Satya-graha”sı gibi “seçim barajı Satya-graha”sının da mesajı gerçekte çok yalın: “Baskıyı yok etmek istiyorsan çoğunlukçu demokrasiden çoğulcu demokrasiye geçişi desteklemelisin!”
“Yüzde 50 ile dayatılan çoğunlukçu demokrasiden, çoğulcu demokrasiye geçmek için laf ebeliği yetmez!” demeye getiriyor kısaca Aylin Kotil: “Bunun için yapılacak ilk iş yüzde 10 barajını kaldırmaktır. Yüzde 10’u alt sınıra çekmiş bir Türk demokrasisinde, yurttaşın gerçek iradesini yansıtan küçük partiler de Meclis’te yaşam imkânı bulacak, yüzde 10 zorlamasıyla oluşturulan şişirilmiş, hormonlu çoğunluğun yerini, değişik tercihleri kapsayan çoğulcu bir temsil gücü alacak!” mesajı veriyor. “Özgürlük” adına yola çıktığını söyleyen Kotil’in eyleminin ayrıntılı açılımı bu.

Gezi’nin artçısı olan eylem
Böylesi bir eylem Türkiye’de ancak basıncı birikmiş bir düdüklü tencere gibi patlayan Gezi protestoları sonrasında gerçekleştirilebilirdi. Uzun zamandan beri aslında projeyi tasarladığını söyleyen Aylin Hanım’ın; “Satya graha”sı için seçtiği zamanlama, gerçekte tam bir “Gezi artçısı”.
Türkiye’nin uzun süredir biriken (ancak üzerinde hiçbir şey yapılmayan) sorunlarına bir aciliyet vurgusu getiren Gezi’nin ardından;
“yüzde 10 sorununun” aciliyeti de kavranmış oldu.
Göğsünde
“Baraj düşecek!” yazan tişörtleriyle her sabah seher vakti yola koyulan Aylin Hanım; “düşük yoğunluklu demokrasimiz”(!) önünde bir Çin Seddi gibi yükselen seçim barajı yanında, kadına şiddet ve çocuk gelinler gibi diğer “hassasiyet duyduğu” konuları da yol boyu sıklıkla dile getirmekten kaçınmadı. “Odatv” de yayımladığı günlüklerinde katettiği yolu her gün bir Gezi kurbanına adayan bu güzel insan; Adana’da yaşamını yitiren polis komiseri Mustafa Sarı’dan, Abdullah Cömert’e, Mehmet Ayvalıtaş’a, Ethem Sarısülük’e, Ali İsmail Korkmaz’a hiçbir Gezi şehidini anmayı unutmadı.
Bugünkü yürüyüşümü Gezi Parkı olayları sırasında hayatını kaybeden ve dün defnedilen vatandaşımız, genç evladım Ali İsmail Korkmaz’a ithaf ediyorum” diye bitirdiği bir günlüğünde: “Anne olarak içim yanıyor” diyor Aylin Kotil; “Ama onun ruhu da bize eşlik ediyor biliyorum.”
Aylin Kotil bu cumartesi saat 17’de Kuğulu Park’ta kendisini bekleyen Ankaralılarla buluşacak.
Ali İsmail Korkmaz ve yaşamlarının baharında trajik biçimde yitirdiğimiz değerli Gezi evlatlarının anısı da Kotil’le birlikte Ankaralıları bekleyecek.

25 Temmuz 2013 - Cumhuriyet

Wednesday, July 24, 2013

'Sus! Başörtülü Seni Dinliyor!'

Son yazımda Mussolini’nin sloganı “Sus! Düşman seni dinliyor!”un öyküsünü anlatmıştım.
O yazının mürekkebi kurumadan, internet ekranlarına Türkiye Barolar Birliği Başkanı
Metin Feyzioğlu’nun Eskişehir-Ankara hızlı treninde yaşadıkları düştü. “Ah!” dedim “Tamam!”… Mussolini faşizminin sloganının bizde içi demek böyle doldurulacak: “Sus! Başörtülü seni dinliyor!”
Telefonların, süper teknolojik telekulaklarla, ortam dinlemesine de izin veren şekilde anı anına izlenmesi, dinlenmesi yetmiyor. Şimdi artık bir de durumdan vazife çıkaran yurttaşlar, üçüncü şahıslarla yapılan telefon konuşmalarına doğrudan müdahil oluyorlar.
Durumdan vazife çıkaran hele bir de başörtülüyse.. yandı gülüm keten helva!
İnsan; başörtülülerin artık özel koruma altına alınan ya da açıkça pozitif ayrımcılığa tabi tutulan ayrı statüleri/konumları olduğu izlenimine kapılıyor...
Başı açık bir kadınla girişilen herhangi bir söz dalaşı, anlaşmazlık, münakaşa;
“kadınla tartışmaya girdi” şeklinde haber olmuyor da…
Başörtülü kadınla yaşanan ihtilaf derhal
“başörtülü” vurgusuyla haber yapılıyor: “Metin Feyzioğlu başörtülü kadına hakaret etti!”

Başörtüsü araçsallaştırılınca
İnanmıyorsanız, internette siz de sağlamasını yapın.
Google’a, sadece
“Metin Feyzioğlu kadına hakaret” komutu yazın ve bakın. Arama motorunun önünüze getirdiği haber başlıklarının istisnasız hepsi -ayrıntısızca verdiğiniz sade “kadın” komutuna rağmen- tek tornadan çıkmış gibi aynı: “Metin Feyzioğlu’ndan başörtülü kadına hakaret.”, “Baroların başkanından başörtülü kadına hakaret”, “TBB başkanından başörtülü kadına hakaret” vs…
Başlıkların biri de ilaç için
“Feyzioğlu trende bir kadına hakaret etti” demiyor!
Burada demek ki önemli olan
“kadına yapılan bir (sözde) hakaret” değil.
Vurgusu yapılan konu farklı:
“Başörtülü kadına hakaret.”
Hal böyle olunca; konu sıradan haber olmaktan çıkıyor. Ve bir kara propaganda haline geliyor.
Bu kara propaganda insanda ilk elden
“Vay anasını!” duygusunu uyandırıyor: “Demek ki bundan sonra sağımda solumda oturan başörtülülere dikkat etmem gerekiyor!”
Toplumdaki o bütün duvarları yıktığı söylenen Gezi ruhunun tam tersi bir ruh ne yazık ki bu. Bir başörtülü kadın yolda size adres sorsa, bu durumda;
“Gözünün üstünde kaşın var diye acaba olay çıkarır mı?” hesabına neredeyse düşüneceksiniz...
İnsanların, özellikle başörtülülerin bulunduğu ortamlarda cep telefonunuzu kullanırken irkileceksiniz...
Bir başörtülü çıkıp
“Telefonda dış ülkeye yalan bilgi veriyor!” dedi mi bitti!
Başörtüsü kullanmayan ya da başörtülü kesimden olmayan biri olarak, daima savunmada kalmaya mahkûmsunuz. Feyzioğlu’na şimdi yapılmak istenen bu: Feyzioğlu savunmada bırakılıyor!
Koskoca TBB Başkanı gözler önünde böyle savunmada bırakılabiliyorsa, sıradan yurttaşa ne yapılmaz? Varın hesap edin…
Feyzioğlu’nun yaşadığı bu çok düşündürücü ve can alıcı olayı eminim izlemişsinizdir. Ama ben tekrar özetleyeyim:


Dönüm noktası
TBB Başkanı Feyzioğlu, Gezi olaylarında yaşamını yitiren Ali İsmail Korkmaz için Eskişehir’e gidiyor. Önceden de Ali vakasıyla yakından ilgilenmiş ve de “Yüreklerimizi yaka yaka gitti. Yetkililerin gereğini yapmasını bekliyoruz, olayın takipçisi olacağız” demiş.
Sen misin
“takipçi olan” dercesine, Barolar Birliği Başkanı’nın başına Ankara-Eskişehir treninde sonra bu yaşananlar geliyor.
Başkanın trende yaptığı bir telefon konuşmasına özellikle
“kulak misafiri” olan başörtülü bir hanım, başkalarının konuşmalarını dinlemek saygısızlığını yapması yetmiyormuş gibi, konuşmanın içeriği hakkında bir de yorum yapıp ahkâm kesmek cüretini kendinde buluyor. “Yalan söylüyorsun. Polis kimseye zarar vermiyor. Hem bunları söyleyeceksin, hem bizim(!) yaptığımız hızlı trene bineceksin, bunları söyleyeceksen kara trene bin!” diyerek TBB Başkanı’na ayar vermeye kalkıyor.
Feyzioğlu bu müdahaleye karşılık verince, bu defa savcılığa gidip;
“TBB Başkanı bana hakaret etti!” şikâyetinde bulunuyor.
Şikâyet kamuya mal olunca AB Bakanı
Egemen Bağış hızla konuyu siyasi malzeme yapıyor. “Haddini aşmış” dediği Feyzioğlu’ndan “başörtüsü düşmanlığı yaparak gündeme gelmeye çalışan CHP Genel Başkanlığı hazırlığında” diye söz ederek karalama kampanyasının siyasi ilk bahsini açıyor…
Geçen saatler içinde, tren olayını çıkaran kadının da Kalkınma Bakanı Yardımcısı
Mehmet Ceylan’ın eşi olduğu anlaşılıyor…
Başbakan’ın
“Yargıda yıllarca biz mücadele ettik. Şimdi onlar mücadele etsin. Yargıda hakkımızı aramadığımız sürece daha boynumuzda çok boza pişirirler” konuşmasını yaptığı zamanlamaya denk düşen bir hamleyle Bayan Ceylan inisiyatifi alıp harekete geçiyor. Ve Başbakan’ın gösterdiği yönde, “Twitter”lı bol medyatik bir çıkışla “ilk aferin”i hak edecek atılımını yapıyor.
Hiçbir yönüyle hafife alınacak bir olay değil bu.
“Korku imparatorluğu” diyerek genel geçer söz edilen olgu, yerini gitgide, nokta atışlarla uygulamaya konulan bir polis devletine bırakıyor.
Türkiye çok ciddi bir dönüm noktasında.

23 Temmuz 2013 - Cumhuriyet

Monday, July 22, 2013

Çocuklar için 10 yeni F tipi cezaevi



Adalet Bakanlığı, 2016 yılı sonuna kadar 5 olan çocuk cezaevi ve eğitimevi sayısını 15’e çıkaracak. Yeni cezaevlerine komuoyunda tepkilere neden olan F tipi tek kişilik odalar yapılacak.

22 Temmuz 2013 Pazartesi

Cumhuriyet gazetesinde yer alana habere göre,  cezaevlerinde 1608’i tutuklu, 393’ü hükümlü toplam 2 bin 1 çocuk bulunurken; Adalet Bakanlığı, 2016 yılı sonuna kadar 5 olan çocuk cezaevi ve eğitimevi sayısını 15’e çıkarmayı hedefliyor. Yeni cezaevlerinde çocuklar için tek kişilik odalar da olacak. Bakanlığın verilerine göre çocuklar en fazla hırsızlık ve yaralama suçundan cezaevinde bulunuyor.
CHP Antalya Milletvekili Gürkut Acar’ın soru önergesini yanıtlayan Adalet Bakanı Sadullah Ergin, 18 Şubat 2013 tarihi itibarıyla cezaevlerinde 1608’i tutuklu, 393’ü hükümlü olmak üzere toplam 2 bin 1 çocuk bulunduğunu belirtti.
Ülkede 3 çocuk cezaevi ile 2 çocuk eğitimevi olduğunu belirten Ergin, hükümlü çocukların tamamının çocuk eğitimevlerinde, tutuklu çocukların ise kapalı çocuk cezaevlerinde, çocuk cezevi bulunmayan illerde ise yetişkin cezaevlerinin çocuklar için ayrılmış bölümlerinde barındırıldığını kaydetti.
Bağımsız çocuk cezaevlerinin artırılması amacıyla 2012-2017 mali yatırım programına 10 yeni çocuk cezaevi yapımının alındığını belirten Ergin’in verdiği bilgiye göre, İstanbul Ümraniye Çocuk Eğitimevi 2013 Aralık, yeni İzmir Çocuk Eğitimevi 2014 Temmuz, Elazığ Çocuk Eğitimevi 2017 yılında, Erzurum Çocuk Eğitimevi 2014 Kasım, Diyarbakır Kapalı Çocuk Cezaevi 2014 Aralık, Hatay Çocuk Kapalı Cezaevi 2014 Aralık, Tarsus Çocuk Kapalı Cezaevi 2014 Aralık, Kayseri Çocuk Kapalı Cezaevi 2015 Ocak, Konya Çocuk Kapalı Cezaevi 2015 Kasım, Çorlu Çocuk Kapalı Cezaevi ise 2016 yılında açılacak.

Çocuklara da F tipi

Ergin, söz konusu kurumların fiziki ve mimarı özelliklerinin çocukların eğitim ve rehabilitasyon faaliyetlerine uygun olarak yapıldığını, her ünitede tek kişilik 9 oda bulunduğunu, ünitelerde ayrıca 9 kişinin birlikte zaman geçirdiği, televizyon izleme, yemek yeme, masatenisi ve benzeri faaliyetlerin yapıldığı ortak yaşam alanı bulunduğunu kaydetti.
Ergin, tutuklu ve hükümlü çocukların barındırıldığı odalarda her birinin kendisine ait tuvaleti, banyosu, çalışma masası, yatağı ve dolabı olacağını belirtti.

Çocuk suçluluğuna araştırma

Ergin, çocuk suçluluğuna yol açan etkenlerin belirlenmesi, suç davranışının önlenmesi ya da tekrar suça yönelmeyi en aza indirecek rehabilitasyon sürecinde yeni yaklaşım modellerinin oluşturulması için üniversiteler ve araştırma yapan diğer kurum ve kuruluşlarla birlikte çalışma yürütüldüğünü, bu kapsamda 2012 yılında toplam 8 araştırmaya izin verildiğini bildirdi. 2008 yılından itibaren çocukların barındırıldığı cezaevlerinde çocukların risk durumları belirlenerek buna uygun programlar ve etkinliklerden yararlanmalarının sağlanması amacıyla “Bireyselleştirilmiş İyileştirme Sistemi” getirildiğini belirten Ergin, bu sistemin pilot uygulamalarının tamamlandığını, 2012-2014 yılları arasında yürütülmekte olan “Çocuklar için Adalet Projesi” ile çocukların yoğunluklu olarak bulunduğu kurumlara da yaygınlaştırılmasının planlandığını kaydetti.

En fazla hırsızlık

Bakanlık verilerine göre cezaevlerinde bulunan tutuklu ve hükümlü çocuklarla ilgili suçlamalar ile sayıları şöyle:
Hırsızlık (488), yaralama (402), yağma-gasp (352), adam öldürme (287), uyuşturucu (193), cinsel suçlar (101), fuhuşa teşvik etmek-yaptırmak-aracılık etmek (26), sahtecilik (3), dolandırıcılık (2), adam öldürmeye teşebbüs (2).Adalet Bakanlığı, 2016 yılı sonuna kadar 5 olan çocuk cezaevi ve eğitimevi sayısını 15’e çıkarmayı hedeflerken cezaevlerinde toplan 2 bin çocuk bulunuyor.

Friday, July 19, 2013

Şimdi biz ne yapacağız?

1950 Kuşağı yazarlarından ve Türk edebiyatının en has kalemlerinden Leyla Erbil, bağışıklık sisteminin çökmesi nedeniyle 10 gün önce kaldırıldığı Özel Balat Hastanesi’nde hayata veda ett

Şimdi biz ne  yapacağız?

FİLİZ AYGÜNDÜZ
1950 kuşağının en parlak yıldızı, dün saat 16.50’de sessizce kaydı. Kaybettik Leyla Erbil’i. Son 10 gündür yoğun bakımda tutulduğu Balat Hastanesi’nde, son romanı “Tuhaf Bir Erkek”i yayımladıktan üç ay sonra...

82 yaşındaki Erbil, İstanbul’da doğdu.  İstanbul Üniversitesi İngiliz Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. 1956’da ilk öyküsü “Uğraşsız”, Seçilmiş Hikayeler Dergisi’nde çıktı. Öykülerini okuyan Sait Faik’in yüreklendirmesiyle yazmaya devam etti.  İlk öykü kitabı “Hallaç” yayımlandığında yıl 1959’du.

Solun parodisi
1961’de Türkiye İşçi Partisi’ne üye oldu. Partinin Sanat ve Kültür Bürosu’nda çalıştı. 1968’de  “Gecede”,  1977’de  “Eski Sevgili”  adlı öykü kitapları geldi. 1971’de “Tuhaf Bir Kadın”ı çıkardığında kıyametler koptu. Erkek egemen dili kırmış, daha ilk günden sesini bulmuş o çok özel lisanıyla kadın olmayı anlatmıştı. Cinselliğini dışlamadan, o güne dek görülmemiş bir açıklıkla, tabuları yerle bir ederek... Yetmiyor solun parodisini yapıyor, entelijansiyasını kıyasıya eleştiriyordu.

Marx ve Freud
“Karanlığın Günü” (1985)  ve “Mektup Aşkları” (1988) adlı romanlarıyla devam etti yazmaya. 12 Mart’ın ardından  örgütlü mücadelede yazar olarak sağlam bir duruş sergiledi.  1974’te kurulan Türkiye Yazarlar Sendikası’nın kurucu üyeleri arasında yer aldı.
Toplumsal, varoluşcu, gerçeküstücü kuramların etkisi altındaki edebiyatında kaynakları çok çeşitliydi Leyla Erbil’in. Bunları sayarken “tanıştığı komünist insanlar”ı mutlaka ekliyordu, Dostoyevski, Kafka, Sartre, Shakespeare, Marx ve Freud diye uzayan listesine. Biri daha vardı onu etkileyenlerin arasında; çocukluğunda oturduğu mahallede rastladığı deli kadın. Onun bağıra, çağıra tekrarladığı sözleri hiç unutmamıştı.  Edebiyat kadar, psikiyatri için de bulunmaz bir nimetti Leyla Erbil. Görünenin ardındakiyle  ilgileniyor, insan ruhunun en tekinsiz sokaklarında korkusuzca dolaşıyordu. Onun edebiyatı “kendinde, başka insanları, onların duygularını, geçmişin, şimdinin ve geleceğin acılarını, sırlarını aramakla geçen bir yolculuk”tu aslında.

Altın oran
Leyla Erbil’e göre bütün insanlar yaralı olarak doğar, ömürleri boyunca anlaşılmak, sevilmek isterdi. Yaralarını sarmaya çalışan karakterleri ölümle yüzleşirken kitaplarında, okuru da aynı süreçlerden geçti, ‘insan olma’nın en netameli yanlarını onun edebiyatı arayıcılığıyla deneyimledi.
Toplumun tabularıyla hem ‘kadın’ hem de ‘yazar’ olarak mücadelesini sürdürürken, dili her yeni kitapta biraz daha şaha kalkıyordu.  Yeni anlatım olanakları aradı. Bu arayışından yarım asrı deviren edebi kariyerinde, hiç vazgeçmedi. “Cüce” (2002), “Kalan” (2011) adlı romanları, “Üç Başlı Ejderha” (2005) adlı novellası ve son romanı olan “Tuhaf Bir Erkek”te olduğu gibi...  Bilinçakışı yöntemininin Türk edebiyatındaki en usta işi örneklerini verdi Leyla Erbil. Var olan noktalama işaretleriyle yetinmedi, yenilerini yarattı; anlatımdan, biçime bir metinde kurulabilecek ‘altın oran’ı keşfetmek istiyordu, keşfetti de...

Erbil ve başkaldırı
Kaleminin alameti farikalarından biri de ‘başkaldırı’ydı hiç şüphesiz. Toplumsal haksızlıklar karşısında isyan eden tutumunu, sokakların ve edebiyatın meydanında bütün yiğitliğiyle gösterdi Leyla Erbil. 1996 yılında F-tipi cezaevlerine karşı sürdürülen ölüm oruçlarının sona ermesi için ön saflarda yer aldı. 1 Mayıs 2009’da, gaz bombaları arasında Taksim meydanına doğru ilerleyenlerin arasında da o vardı.78 yaşındaydı!
Otoriteden, yasakçı insanlardan haz etmedi Leyla Erbil. Yaşadığı toplumda, kitaplarıyla yetişen birkaç kuşak bu zihniyetlerden nasibini alırken, o muhalif, eleştirel kalemiyle kalkanlık yaptı. Zaman zaman çok da incitildi. Ama bildiğinden şaşmadı. Türk edebiyatının “Tuhaf Bir Kadın”ıydı. O tuhaflık ki, içinde cesaret vardı. İçinde yenilik. Zeka. Zarafet. Dürüstlük. Devrimcilik. İçinde insan.
Özetle “Karanlığın Günü”dür bugün.
“Öldün! Öldün ha! Şimdi ben ne yapayım?..” diyordu Türkan Hanım, 30 yıllık kocasına, Leyla Erbil’in “Ölü” adlı öyküsünde.
Aynı soruyu sorma sırası bizde:
Demek öldünüz Leyla Hanım! Şimdi biz ne yapacağız?

Wednesday, July 17, 2013

Nuray Mert yazdı: Bu çirkin tablonun ardındakiler

Burası artık, sokakta katledenin değil katledilenin suçlu çıktığı, katledene, eli sopalıya, palalıya arka çıkıldığı, evet, düpedüz arka çıkıldığı, bir ülke. Bu tablonun içinde yer alan, kıyısında uyuklayan, mazeret uyduran ve sessiz kalan herkes bu vebalin altında kalacak.  Mısır’daki darbeden medet ummanın da alemi yok, burada başka şeyler oluyor.  
Peki, bu noktaya gelmemiz şaşırtıcı mı? Hem evet, hem hayır. Aslında çoktandır, çok alametler belirmişti, ‘sivil bir istibdat’ın ayak seslerini ben 2009’dan beri duyuyordum. Ama itiraf edeyim, böyle bir noktaya geleceğimiz aklımın ucundan geçmezdi. ‘Muhafazakar demokratlar’ın, demokrasi anlayışının dar sınırları, iktidar tutkunlukları, çoktandır kendini göstermeye başlamıştı, gidiş iyi değildi. Ama o gidişin buraya varacağını tahmin etmek mümkün değildi. Veya en azından, muhafazakar çevreye karşı en başından belli önyargılarla yola çıkmayı reddedenler için mümkün değildi. Nitekim öylesi önyargılarla yola çıkanların da, başka türden, geçmişte çokça denenmiş bir otoriter düzen ötesinde bir gelecek vaatleri yoktu, hala yok.

Peki, ‘muhafazakar demokratlar’ın gidişinin demokrasiye doğru bir gidiş olmadığını farketmek mümkündü de, neden böylesi bir yere varacağını tahayyül etmek zordu? Zordu, çünkü yine de, otoriterliğe meyilli bir siyasi zihniyete sahip olmak başka şey, işi düpedüz zorbalığa dökmek başka şeydi. Zordu, çünkü iktidar düşkünlüğünün öne çıkması başka şeydi, iktidar tutkusunun ‘Roma’yı yakmak’ noktasına varması başka şeydi. Zordu, çünkü iktidara yaranma zaafının yarattığı kokuşmuşluk başka şeydi, kişiliksizleşmenin, çıkarcılığın salgın hastalık haline gelmesi başka şey. Tarafgirlik, dar kafalılılık başka şeydi, çirkeflik başka şey.  İşte, işin tahmin edilemeyebilecek tarafı buydu.
 
Bırakın muhafazakar olmayı, olmamayı, otoriterliğe yatkın olmayı olmamayı, hatta iktidar zaafına teslim olmayı, ya da olmamayı, herkesin sıradan bir vicdan sahibi olduğunu varsaymak durumunda  değilmiyiz? Sıradan vicdan sahibi birinin, olan biten karşısında işi çirkefliğe dökmeye devam edebilmesi öngörülebilir bir şey midir?
 
Bırakın özgürlükçü, demokrat ve de kişilikli olmayı, ya da olmamayı, işi habercilik olanın iktidar öyle istiyor diye, olan bitenden habersiz durmayı içine sindirmekte sınır tanımaması öngörülebilir bir şey miydi? Bırakın dik durmaya veya tam tersi durumu idare etmeye yatkın olup olmamayı, proğramına çağırdığı konuğu bile kendi belirlemekten aciz kalanın ‘aykırı’lık, Hasan Cemal gibi birini bile işten çıkarmaya gönül indiren birinin, ‘demokrat’ gazetecilik taslamaya devam etmesi öngörülebilir bir şey midir? Bırakın eski veya eskimeyen İslamcı, şucu veya bucu olmayı,  Kürşat Bumin gibi bir gazeteciye kapıyı gösterdikten sonra, istifini bozmadan ‘İslam dünyasının dirilişi’ destanlarının arkasına sığınmaktan utanılmaması öngörülebilir bir şey miydi? Bırakın, Müslüman demokrat, aydın, vs. olmayı ya da olmamayı, sıradan okumuş yazmış birinin, sırf iktidarı rahatsız oluyor diye, sabah akşam Gezi direnişçilerine veya iktidara itiraz eden herkese çamur atmayı yazarlık diye yutturmaya girişmesi öngörülebilir bir şey miydi?
 
Doğrusu, böylesi bir ortamı, dönemi ben öngöremedim, öngöremezdim, çünkü benim insanlığa dair tasavvurum böylesi bir kepaze tabloyu tahayyül etmemi engelliyor. Dahası, böylesi bir tablonun, insanlığa inancımı karartmasına izin vermeye hiç niyetim yok. Otoriter rejimlerin en büyük tahribatının, insanlığın karanlık yüzünü kışkırtmak olduğunu, bu yüzü öne çıkardığını biliyoruz. Otoriter rejimler tabiatları gereği, dik durana değil boyun eğene, gerdan kırana, iktidara tapana, korkak ve çıkarcı olana, çıkarlarının peşinde çamura batmayı içine sindirebilene, meşrebi böyle olana ön veriyor. Bu çirkin tablo, böylesi bir mozaiğin, kurgunun eseri. Ama kimse merak etmesin, ‘insan eşref mahluk’tur, bu böyle devam edemez. İnsanın şerefli, aydınlık yüzü mutlaka galip gelecek, geliyor.

NURAY MERT

Tuesday, July 16, 2013

Anlaşıldı komutan!

Bize ne kadar çok tahammül etmişsin meğer Komutan! Meğer ne tiksinmişsin bizden de içine atmışsın. Gazlayıp böcekler gibi kaçışımızı izlemek istemişsin demek bunca yıl. Demek bunca yıl dermansız dertlere düşelim de bir hekim bile bulamayalım istemişsin. Bir avukat bile gelmesin yardımımıza. Polis alıp bizi götürsün bir daha bizden haber alınamasın istemişsin. Sığındığımız yerlerde bile nefes alamayıp boğulalım istemişsin. Yoksa önceki gece niye jandarmanı, polisin yığıp üzerimize, doktorları gözaltına alıp avukatlara bile nerede olduğumuzu söylemeyesin ki! Sen bizden hep tiksinmişsin komutan. Haydi şimdi açıkça söyle. Söyle de bitsin bu yalan oyunu. 
Kalplerini neyle mühürledin Komutan?

Hala senin doğruyu söyleyen bir "dünya lideri" olduğuna inananlar var Komutan! Kızların ve oğlanların 15 gündür masum insanlara etmedikleri hakareti, tehdidi bırakmadılar. Sen bunları nasıl zehirlediysen Komutan, minicik çocuklar gazdan yaralanırken dalga geçiyorlar, gevrek gevrek gülüyorlar. Komutan sen bunlara ne yaptın? Senin sivil askerlerin artık ufacık çocuklara bile merhamet etmiyor. Sen bunların kalbini nasıl mühürledin Komutan? Neyle? Hepimizin ölmesini istiyorlar. Yoo, hiç de abartmıyorum. Ben ve benim gibi insanların hepsi günlerdir ölümle tehdit ediliyor, aşağılanıyorlar.

Emret kölelerine Komutan!

Hey Komutan! Kendisine saldırılırken sokak köpeklerinin gözyaşlarını silen insanlardan bahsediyorum. Onlar artık "üç-beş ağaç için" yapmıyor bunları. Ama belli ki sen de bir AVM için yapmıyorsun. Peki niçin bu kadar çok yalan söylüyorsun Komutan? Hala camide içtiler, çadırda bilmem ne yaptılar diye niye hala öfkeli küçük askerlerini üzerimize sürüyorsun? Sen biz ölelim istiyorsun değil mi? Ölemim de kurtul, değil mi? Öldükçe çoğalır insanlar, sen iyi bilirsin. Aşağılandıkça dikleşir, tehdit edildikçe güçlenir. Sen bunları iyi bilirsin. Bu insanları sen kendinden daha az mı gururlu sandın Komutan? Söyle kölelerine sana görüntüleri göstersinler. Yüzlerine bak o çocukların. Kimi öldürmeye çalıştığına iyi bak. Bir AVM uğruna, senin iktidarın uğruna ne güneşler batıyor, gör bunu Komutan!

Senin durumun fena Komutan!

Ne çok pusucuymuşsun be Komutan! Bu çocuklar silahsız-külahsız düelloya davet ettiler seni. Sen arkalarından dolaşıp küçük askerlerinle, yalanlarınla ve binbir türlü oyunlarınla kandırdın onları.  Senin gazetelerin, televizyonların göstermiyor diye sakın içini rahatlatma. Çünkü artık herkes kendi gözleriyle gördü. Ben senin gibi kelle hesabı yapamam, yüzde kaçtır bilmem. Ama bu memleket tarihinin en büyük ayaklanmasını gördü. Ömürleri oldukça unutmayacakları bir geceydi. Artık herkesin kendi hikayesi var Komutan. Senin durumun çok fena yani, bilesin.

Açık konuş Komutan!

Uluslararası bir oyun mu var? Bilemem. Ama sen bu uluslararası oyunları iyi bilirsin Komutan. Belki seni o koltuğa getiren oyunlardan biri sana karşı oynanıyor şimdi. Belki bu yüzden asabın bu kadar bozuk. Ben oralarını bilemem, biz bilemeyiz. Bizim senin ve çılgın kölelerin kadar "network"ümüz olmadı hiç. Hiç de olmayacak. Bizim bildiğimiz şudur Komutan:  Sen ilaçlı sularla derimizi yaktın. Elektrikleri kesip sopalı adamlarını üzerimize saldın. Ara sokaklarda insan avına çıkardın askerlerini. Gençlerimizin kafasına sıktırdın Komutan! Bizim bildiğimiz bu. Senin bildiğin ne? Açıkça söyle biz de bilelim.

Var mısın Komutan?

Hey Komutan! Bundan iki yıl önce sana bir yazı yazmıştım, hatırladın mı? "Emret Komutan!" diye başlıyordu. Ertesi gün işimden olduğum gibi o çılgın kölelerin hep beraber bana bir yıl hayatı zindan ettiler. Etmediklerini bırakmadılar. Nereye gitsem peşimdeydiler, ne zaman gık desem tepemdeydiler. Parmaklarını gözüme sokup tehditler ettiler. Ben seninkileri iyi bilirim Komutan! Sen de şimdi bizimkileri bildin mi! Bizde tehdit, pusu, oyun, yalan dolan yok. Bizimkiler de böyle işte Komutan. Sokakta hepsi, yüzüyle, adıyla, açık açık. Bir tek yürekleri var ortaya koyacak. Söyle şimdi Komutan:
Var mısın?!


ECE TEMELKURAN
BirGun

Sunday, July 14, 2013

Prof. Büşra Ersanlı: ‘Sandığa inananlar önce seçim barajını ortadan kaldırırlar!’

 Sibel Yerdeniz (T24)

Ersanlı: Kürt hareketinin talepleri Türkler arasında da daha yaygın bir biçimde bilinir oldu. Yoksa kimin, neden, ne istediği dahi bilinmiyordu bu ülkede.
Prof. Dr. Büşra Ersanlı, geçen yıl 13 Temmuz’da KCK İstanbul Davası’nın sekizinci duruşmasında tahliye edildikten on gün sonra T24’e yaptığımız söyleşinin bir yerinde “… yakınında bulunan insanların gözlemlediği Büşra Ersanlı; inandığı şeyler konusunda asla geri adım atmayan ve sendelemeden ‘savunan’ bir insan. Sen kendini nasıl ifade ediyorsun?” sorusuna şöyle yanıt vermişti:
“Mizah ve iyi niyet, annemin her zaman ‘Her şey insanlar için, hiçbir şeyden ezilme’ öğretisi, babamın verdiği adalet duygusu. Özgürlük anlayışının küçük yaşlarda gelişebileceği bir ortamda büyümüş olmak. Ayrıca anadilde eğitimin önemi. Ve unutmamak gerekir ki sınıfsal yoksunluk ve yoksulluk yaşamamış olmak.
Şeffaf ve dürüst olunca başka duruş olmaz her yerde aynı düşüncelerle durur insan. Ayrıca en konforlusu da budur. Demokrasi geliştikçe, ayrımcılık azaldıkça bu konfora kavuşmak kolaylaşır. Herkes bunu bilir zaten, demokrasi lazım o kadar, çoğul olduğumuzu bilmek lazım o kadar. Bireysel hakların yanında kolektif hakların da olduğunu sindirmek lazım… Savaş, çatışma, ölüm, yaralanma, yanma istemeyen herkes bunu başarabilir…”
O söyleşiyi yaptığımız günden bu yana “Türkiye’de çok şey değişti” demek mümkün. Bugün geldiğimiz noktada son bir yıla bakmak, ‘Barış Süreci’, ‘Gezi Süreci” gibi gelişmelerin yeni Türkiye ruhunu taşıdığı yeri konuşmak için yine Büşra Ersanlı ile konuştuk. Buyrun:
Gezi olayları ile başlayan yeni kitle ruhunu, ‘eski’lerin bu eylemlere eklemlenme halini, direnişin ya da eylemlerin gidişatını nasıl değerlendiriyorsun? Türkiye’de siyaset bundan nasıl etkilendi?
Demokrasi ‘ilerledi’ mantık bozuldu şeklinde yorumlayanlar vardır mutlaka, kuvvetler ayrılığından rahatsız olanlar gibi. Ama bunlar asla yüzde 50 değillerdir. Bana göre Gezi’de başlayan eleştiren/uyaran duruşun, bu sürecin gelişimi, eylemcilerin uğradığı saldırılar karşısındaki genel tutumları, yaratılan mizahın düzeyi, aslında Türkiye’de muhalefet yürütmek anlamında devrim ve darbe duygularının dönüşmekte olduğuna, yaratıcılığa dayanan çağdaş şehir muhalefetinin oluşmaya başladığına işaret ediyor.
Gerçek siyaset bu yaşanan çağın gereklerini bilerek muhalefet yapmak, ekoloji, iletişim, farklıya, bireylerin ve toplulukların özel ve özgün tercihlerine saygı ve sevgi, birlikte yaşamanın değerini özellikle çok işlevli şehir hayatı içinde anlayabilmek. Tabii bu bağlamda farklı olanla birlikte iş yapabilmenin yollarını bulma gereksinimi duymak, hatta bunu geliştirmekte mutluluk bulmak. Çeşitli kimliklerin sadece bir tanesine bağımlı kalarak “bu sadece/tek başına benim yapmam gereken bir iş” dememek.
Bu çağdaş muhalefet adımının aşırı bir saldırıya uğraması muhafazakârlıktan ziyade geride kalmak ile ilgili, çağa ayak uydurmanın sadece tüketimi artıracak planlamalar olduğunu düşünmek ile ilgili.
Antikapitalist Müslümanlar’ın İstiklal Caddesi yer sofrası iftarı bu bağlamda son derece anlamlı. Yani bir nevi “ben onları Pera’ya eski 5. Bölge’ye kadar iterim” gibi söylenemeyen ihtirasları yerle bir etti. Çapulcuları Pera’da Agatha Christie ile baş başa bırakacaklarını zannedenler, Beyoğlu’nda daha da azaldı.
Gezi eylemleri sonrasında halk arasında kutuplaşma var mı?
Bence halk arasında kutuplaşma yok, tam tersine Gezi eyleminin ilk birkaç gününden itibaren halk arasında daha geçişken, daha anlamlı bir iletişim görülmeye başlandı. Tabii bir yandan da iktidara yaranma rekabeti şiddetlendi bence, palalar ortaya çıktı, daha fazla evlerinde tutulamadılar besbelli.
Bu türler genellikle gönüllüdür, korunacaklarını da bilirler. Zaten gözler önünde korundular. Gene de şunu bilmeliyiz ki “Çık saldır!” teşvikleri çoğu insana işlemez. Devletin bu tutumu bir anlamda bu yaranmacı takımı karşısında kutuplaşmış gibi görülebilir ama ben gerçekten ciddi bir kutuplaşma görmüyorum. Tersine eski kutuplaşma taraftarlarının, mesela milliyetçilerin biraz afalladığını düşünüyorum. Polisin, güvenlik güçlerinin tavrı iktidar hırsını yansıtıyor ve tabii çok yıkıcı, ölümler çoğalıyor. Bütün bu acılar karşısında tabii meşru direniş sürecek.
Barış süreci nasıl gidiyor, neler yapılıyor ya da yapılmalı? Gezi eylemlerinin barış sürecine etkisi nasıl bir etkisi oldu?
Barış süreci şeffaf değil, şahıslar arasında top gibi yuvarlanıyor. Ayrıca bir oyalamacadır gidiyor. Ya da artık öyle anlaşılır oldu. Kısacası bir umut olarak havada sallanıyor. İyi şeyler de olmadı mı oldu, hükümet ile talebi olan Kürt halkı arasındaki iletişimi arttırdı. Akil insanlar halkı dinledi duyduklarını aktardı. Kısaca talepler Türkler arasında da daha yaygın bir biçimde bilinir oldu. Yoksa kimin, neden, ne istediği bile bilinmiyordu bu ülkede.
Ancak gelinen noktada soru işaretleri pek çok, Gezi eylemlerinin barış sürecine etkisi biraz daha uzun bir vadede görülecek; kimlik muhalefeti, yaşam tarzı muhalefeti ile şehirli anlamda birleşecek, onun işaretleri mizahla belirginleşti. Ani dönüştürme dürtüleri olan eski kuşak da yavaş yavaş buna uyum sağlayacak, kısmen de sağlıyor.
Önce yasaların değişimini zorlamak gerekiyor. O zaman siyasi iktidarın, hükümetlerin insanların taleplerini karşılamada artık ikinci plandaki bir siyaset kanalı olduğu ortaya çıktı. Toplumları ferahlatacak, geliştirecek, hayat kalitesini yükseltecek esas dinamizmin yerel taleplerin yerinden katılımını sağlayacak merkezi iktidar dışı oluşumlar olduğu görülecek. Bütün dünya bu yönde ilerliyor. Siyasi iktidar gibi siyasi partiler de artık tek tayin edici aktörler değiller.
Lice’de yaşananları nasıl değerlendiriyorsun ve tabii devletin tutumunu?
Uyuşturucu lafıyla uyutma politikasına gidilmek istendi ama diğer bütün ‘uyutma’ politikaları gibi o da tutmadı. TOKİ’ye alternatif bir Uyuşturucu Konutları İnşaatı (UYKİ) projesi ortaya çıkar mı bilmem. Şimdilik uyuşturucu ile, köylüler sayesinde mücadele ediliyor. Onlar (iktidar yanlıları) arasında bu işe kimlerin bulaştığının da tespit edilmesi köylüler tarafından talep edildi. Yani halk arasından taraftar arayışında da çatlamalar başlayabilir.
Lice’de olanlar çok menfi, koruculuk sistemi devam ediyor, karakollar yapılıyor veya kuvvetlendiriliyor. Taraf’ın manşeti iyi idi “Karakol manzaralı uyuşturucu tarlaları…”
Bir genç öldürülüyor, ancak bundan sonra, bu ‘vesileyle’ köylülerin şikayetleri sonucu tarlalar yakılıyor. Bu hazin manzaralar barış sürecinde olmamalıydı veya bu tür olayları azaltarak ilerlemeli süreç!
Roboski’den bir türlü dilenemeyen bir özür var hâlâ?
İlk günlerde Başbakan özür diler gibi yaptı aslında, galiba bir gün sonra, hapishanedeydim o sırada, dikkatle dinliyorduk. Ama “Bir kusur olmuş abartmayın…” türündeki bu üslup çok kırıcı idi. Üstünlük taslayarak, ölümlere yol açmayı kabahatler çerçevesinde gösterme yoluna gidildi. Yani “ne olacak, zaten önemsiz insanlardı” gibi oldu. Tabii bu tutum daha büyük acıya yol açtı. Hem Kürtler için hem de Türkiye’nin bütün vicdanlı insanları için. Çünkü ölen bu çocukların, ‘potansiyel terörist’ olabileceği iması ağır bastı resmî konuşmalarda, hatta açıkça söylendi de. Bu yara kolay kapanmaz…
Tüm ölümler devlet tarafından küçük bir kusur, aksilik veya kabahat olarak görülebiliyor. Roboski, Reyhanlı, Afyon patlaması bireysel silahlanma sonucu vuku bulan olaylardan bazıları, maganda kurşunları, kadın cinayetleri ve hatta trafik kazalarının bazıları -ki bunların önemli bir kısmı da yol işaret hataları veya yol kalitesizliği nedeniyle oluyor- hepsi devlet sorumluluğu içinde kalıyor.
Kısaca ölümle birlikte yaşam da hafife alınmış oluyor. Bu herhalde İslam inancına en aykırı olabilecek bir duruş! Hayatı önemli olanlar, yaşaması gerekenler veya hayatı önemli olmayanlar, yaşamasa da olur denilebilecekler. Benim -suç isnadı yorumu çerçevesinde- kayıtlara geçen telefon konuşmam tam da bu konuyla ilgiliydi. Nuray Mert ile ‘ölümler arasında ağır bir hiyerarşi’ olduğu hissini paylaşıyorduk. Sayıları veriş vurgularından bile hissedilen bir edep kaybı bu. Nihayetinde ahlak ve vicdan kaybı oluyor.
Mısır’da neler oluyor? Darbe, vesayet ve demokrasi nasıl şekilleniyor?
Ordu müdahalesi olduğu açık, kısaca darbe; yani siyasete dur dendi ama Mursi yönetiminin anayasayı nasıl uzlaşmasız bir biçimde çıkarttığı, otoriterliğe nasıl hemen sarıldığı da açık. Dolayısıyla muhalif sayısı arttı. Meydanlar çoğaldı, on binlerce yüz binlerce kişiye darbeci demek de mümkün değil, onları hapislerde koz olarak kullanmak da, yoksa bizim ülkede yönetimlerin kullandığı darbeci veya terörist sözü gibi anlam yitirir. Ayrıca Batı ülkelerinin çoğu darbe sözcüğünden imtina ediyor; daha da önemlisi Körfez ülkeleri darbeyi destekliyorlar. Başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez devletleri önemli parasal destek verdi. Türkiye ise açıkça kınadı. Oysa Körfez ülkeleri ile bugünkü Türkiye hükümetinin ilişkileri çok yakın. Bazılarının aklına şu sorular gelebilir: İstanbul’daki çok yıldızlı otellerin kral daireleri boş mu kalacak yani? Onlarca AVM, Körfez’deki darbe taraftarı Araplara açmayacak mı kapılarını? Mısır’daki yatırımlar ne olacak? Bu muhalefet işi Türkiye’yi hep yokuşa sürüyor, ister içerde ister dışarıda. İlkeli politika yapsan bir türlü, yapmasan bir türlü!
Hükümetin bu girdaptan kurtulması kolay aslında: Yasaları ve uygulamaları demokratikleştirmek. Darbeci ile diktatör arasında herhangi bir fark olmadığını iyi anlamak gerek. Tabii darbeci ile diktatör arasında hiyerarşi yaratmak akıl işi değil, fırsatçılık işi sadece. Tek kötü anti politik eylem darbedir demek abes, başka birçok anti politik kötülük var, aşırı otoriterlik, diktatörlük, faşizm, soykırım gibi. Her şey sandıkla hallolmuyor, sandıktan cin de çıkar peri de, bazen de tavşan! Önemli olan şeffaflık ve denetlenebilir olmak, önemli olan özgürlüklerin evrensel standartlara ulaşması, katılımın çok daha fazla özendirilmesi… Sandık fetişizmi ile gelişmiyor demokrasiler. Bizim gibi çok İLERİ olan demokrasiler (!) hariç.
Devletin Suriye ile ilgili tutumunu nasıl değerlendiriyorsun? Bu bağlamda Reyhanlı katliamı ile ilgili ne söylenebilir?
Dış politika da aynı iç politika mantığı ile yürütülüyor. Demokrasi oturmuş olsa bunda bir mahsur yok. Ama iç politikadaki “Herkes bana benzesin!” dayatmasını farklı ülkelerin yönetimlerine veya halklarına da sıçratınca çok absürt oluyor tabii.
Türkiye’de hep ‘benzeten’ bir siyaset var. Herhalde ‘biz bize benzeriz’ öz deyişinden esinlenmiş. ‘Benzemeyeni de benzetiriz’ oluyor ikinci aşamada. Reyhanlı’da sanki biraz böyle oldu ne yazık ki, o da diğer büyük ölümlü olaylar gibi kabahatler kanununa dönüştürüldü. Ama bu her zaman mümkün değil tabii, mümkün olmadığı Kürtlerin asimile olmayışıyla -asimile edilemeyişiyle- anlaşıldı, bu gerçeği görenlerin sayısı arttı. Bunun mümkün olmadığı, ‘özel hayata müdahaleye dur’ diyen Gezi çapulcularının tepkisi ile de anlaşıldı. Çağdaş muhalefetin ışıkları tüm ülkede yandı.
Türkiye’de bitmeyen bir ‘şiddet’ sorunumuz var. Devletin ‘güvenlik’ kurumları eliyle uyguladığı orantısız şiddet, son günlerde sokağa dökülen palalı-sopalı adamlar… ve bütün bunların gerisinde gözlerimizden uzağa  düşmüş görünen kadına, LBGT bireylere yönelik şiddet gibi… Tam bir şiddet sarmalı içinde dönüp duruyoruz. Nasıl bu denli çığrından çıktı?
İş çığrından çıkmış durumda, belli ki iktidara ‘kuvvet’ olan/veren/alan sokak destekçileri var. Onlar yüzde elliye girer mi bilmem, ama polis dolaylı veya açık vandal desteği alıyor, bu göründü.
Kadın, LBGT gibi insan grupları, topluluk olarak değerlendirilip hakları korunması gereken kitlelerdir, siyasi anlamda azınlık kavramı içinde değerlendirilmeleri uygundur, hatta gerekir. Aynı Kürtler gibi…
Şu dörtlü bileşimi  ‘Sünni, Müslüman, Erkek, Türk’ tutturmayanlar güvenlik sorunu yaşıyorlar, onların özel olarak gözetilmeleri gerekiyor; dışlanmamaları için, şiddet görmemeleri için, haklarına ‘hakkıyla’ kavuşmaları için.
Herhalde son görüntüler ve Gezi sonrası palalı müdahaleler 20. Türk devleti tarihine ‘Pala Destanı’ olarak geçecek ve bu destan anlatılırken, esnafın ağır mağduriyeti de dile getirilecek. Sonuç da Türklerin ticari zekası olarak tarih ders kitaplarına geçebilir.
Gerçekten bu bile olabilir. Çünkü elitizm, Tek Parti rejiminin seçkinciliği, halkı küçümseyen, kendi hayat biçimini üstün gören elitizm ile azınlık haklarını birbirine karıştıran bir söylem var. Azınlık/kimlik konumunun talepleri ile Türkiye’nin tüm hükümetlerine sinmiş olan seçkinci talepleri birbirine karıştırmak darbeci zihniyeti mahkûm etmek adına kullanılıyor. Başbakan açıkça böyle konuştu. Azınlığın talepleri için çoğunluğu ezdirmeyiz dedi, sanki demokratik siyasette öyle bir şey olabilirmiş gibi. Siyasetin anlamını ters yüz etti, demokrasiyi hâlâ çoğunluk hakkı olarak görüyor. Bir türlü azıklık ve çoğunluk hakları dengelenemiyor, garantilenemiyor. Kendine asla muhalefet istemeyen bir rejime dönüşmüş hükümet; işte bu çerçevede Gezi eylemcilerine de, muhalif Kürt halkına ve siyasetine de aynı derecede önyargılı.
Bu rejim, “Bana gölge etmeyin” demek istiyor, oysa kalıcı gölge ancak ağaçlarla olur, onu da sık sık ‘gölge istemeyenler’ kesiyor.
Ama herkesin ortak fikri bunun birkaç ağaç meselesi olmadığı?
Elbette bu birkaç ağaç meselesi değil. ‘Aile, Mahalle, Devlet’ otoritesi üçgeni bir tatsızlık olarak iyice ortaya çıktı. Paylaşılmayan kamu hayatları bizleri buralara getirdi. Bu üçgeni, iktidardaki ideoloji lehine kurarsan baskıya karşı tepki büyür, çünkü demokrasilerde böyle bir üçgen olmaz. Yatak odasına devlet girmez, mahalleye karışmaz, hatta partiler arası ilişkilere de karışmaz eğer çoğulculuk ahlak olarak benimsenmişse.
Sofradan tuzu, beyaz ekmeği kaldıramaz, lokantalardan da kaldıramaz, ancak önerme hakkı vardır. Ama azınlık ile elitizmi karıştıranlar gibi çoğulculuk ile çoğunlukçuluğu karıştıran bir siyasi söylem ve kültür olarak kaldığı müddetçe, yasal tedbirler de alınmadığı müddetçe, baskılar da özele indi mi özel de baskıya karşı toplumsallaşır ve büyür. Bu kadar açık bir gerçek!
Nereden başlamalı bu yasal tedbirler?
Sandığa inananlar önce seçim barajını ortadan kaldırır.
Eğer temsili demokrasiden bir nebze yararlanılmak isteniyorsa koalisyon hükümetlerine alışmak gerekecek. Birlikte iş görme adabına ihtiyaç çok büyük.
‘En mağdur’ yarışı AKP iktidarı ile başladı. Bugün geldikleri yerde, sahip oldukları tüm güce ve ayrıcalıklara rağmen hâlâ bu yarışta ön safları kimseye bırakmamaya çalışıyorlar. Ama bu noktada artık Kürtler, kadınlar, Aleviler, gençler ‘en mağdur’ yarışı yerine sadece ‘katılımcı demokrasi’ yarışını kabul edecek gibi görünüyor.

Friday, July 12, 2013

Viva Zapata!


  M. Utku Şentürk
 
Dünya, 20. yüzyılın başlarında Avrupa’nın etkisi ile yeni bürokratik-aydın ve asker sınıfının gerçekleştirdiği devrimlere tanık olmuştu. Çin, Rusya ve İran’da anayasal devrimler ile yeni siyasal dönemleri başlatmıştı.
Aynı tarihlerde Meksika’da bir köylü ayaklanması gerçekleşmiş ve getirdiği yeni rejim diğerlerinden daha çok halka dayalı bir yönetim kurmuştu. Devrimin liderleri ne ABD ve Avrupa’da eğitim görmüş aydınlar ne de halk için halka rağmen özgürlük sloganı ile hareket eden askerlerdi. Devrimin başındaki köylüler, modern okullarda okumamışlar fakat bu okullarda okuyup da ülkelerini diktatör biçiminde yönetenlere özgürlüğün ne demek olduğunu göstermek istemişlerdi.
“Toprak ve Özgürlük-Tierra y Llibertad” şiarı ile isyanın lideri Emiliano Zapata, yaklaşık 10 yıl süren köylü ayaklanmasını yönetmiş, hükümet güçleri ile girdiği savaşı kaybederek söylediği “Diz çökerek yaşamaktansa ölmek yeğdir” sözüne bağlı kalarak 1919’da öldürülmüştü.
1907’de New York borsasının krize girmesi ABD’li yöneticilerin gözünü Meksika’ya dikmelerine neden olmuştu. ABD’lilerin desteğiyle dikta bir yönetim kuran Porfirio Diaz, köylülerin topraklarına el koyarak Amerikan borsasını sübvanse etmeye çalıştı. Bir toprak ağası olan Francisca Modero köylülere topraklarını vereceğini iddia ederek Diaz’a karşı isyanı başlatır. Ellerinden toprakları alınan Zapata ve 4 bin arkadaşı isyana katılarak toprakları için savaşır. İsyan başarıya ulaşır ve Diaz diktası yıkılır. Modero toprak reformu yapar ama köylülere hak ettiklerinden daha az toprak verir. Zapata, toprakların köylülere ait olduğunu ve topraklara ne ekip ekmeyeceğine köylülerin karar verebileceğini söyleyerek Modero’ya karşı isyanını başlatır. Modero bir askeri darbe ile devrilir ve öldürülür. Yerine geçen Carranza’da köylülere toprak vermek niyetinde değildir. Zapata liderliğinde köylüler tekrar ayaklanır, isyan başarıya ulaşır ve başkent Mexico City, Zapata ve Pancho Villa liderliğindeki köylülerin eline geçer.
Zapata, amaçlarının devleti ortadan kaldırmak olmadığını yalnız köylülere daha fazla hak verilmesini istediklerini söyleyerek Anayasalcı hükümete ve orduya dokunmaz. General Carranza Zapata’nın bu hatasını affetmez ve ABD’den aldığı destekle ordusunu güçlendirir ve 4 yıllık Zapata idaresine son vererek başkenti tekrar ele geçirmeyi başarır. Zapata yenilgiyi kabul etmez ve Güney Meksika’nın kırsal bölgesine çekilir. Köylülerden oluşan yeni bir ordu kurar. Devlet Başkanı Carranza, Zapata’ya tekrar isyan etmemesi karşılığında toprakların köylülere verileceğini söyler. Zapata, Cararanza’nın bu teklifini kabul eder, yalnız anayasal bir reform yapılmasını ister ve yeni oluşacak hükümet konseyinin halk temsilcilerinden oluşmasını, hükümet sözünü tutana kadar silahlarını bırakmayacaklarını söyler. Fakat Carranza sözünü yine tutmaz, Zapata’nın hazırlattığı Ayala Plan taslağına uymaz ve uzlaşma sağlanması için Albay Guajorda’yı görevlendirir. Fakat Guajordo’nun asıl amacı uzlaşmak değil Zapata’yı öldürmektir. 10 Nisan 1919’da bir köyde Zapata’yı öldürmeyi başarır. 20 Kasım 1910’da Zapata Devrimi, ölümü ile bittiği sanılırken köylüler tekrar isyan eder ve Carranza’nın muhalifi General Obregun’un güçlerine katılırlar. Obregun, köylülerin desteğiyle Carranza idaresini devirir ve köylülere 1 milyon hektar toprak dağıtır. Fakat Obregun bu toprakları yalnız Zapata’nın etkisi olduğu köylülere dağıtır, Kuzeyli köylülere vermez. Köylüler de hiçbir zaman topraklarının gerçek sahibi olamazlar.

EZİLENLERİN UMUDU
Adını, Emiliano Zapata’dan alan Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu (Ejército Zapatista de Liberación Nacional, EZLN)  Zapata’nın ideolojik mirasçıları ve emperyalizme karşı 5 yüz yıldır süren yerli direnişin vârisleri olarak Zapata’nın ölümünden on yıllar sonra ortaya çıkar.
Onları susturma, örtbas etme, marjinalize etme ve dağlardaki hareketi tasfiye etme çabalarına rağmen ve ne yaptıkları hakkında medya bilgisi olmaksızın, Zapatistalar günlük kaynaklarda gerçek bir alternatif yöntem inşa ediyorlar. Onlar, insanlar kararlı olduğunda; yasaların, kurumların, partilerin, politikacıların, vekillerin ve yolsuz resmi kurumların uzmanlarının müdahalesi olmadan da bu ülkenin görevini başka bir yolla yapabileceğinin kanıtıdır.
Onlar Zapata’nın, Pancho Villa’nın, Meksika’nın tüm “ötekilerinin”, ezilenlerinin, aşağılananlarının sesi, soluğu, isyanıdır. Ve üstelik sadece Meksika’nın değil verdiği ilhamla dünyanın tüm ezilen sınıflarının ve halklarının da umududur. EZLN tüm ezilenlerin umududur. Viva Zapata, Viva Zapatista…



Tuesday, July 9, 2013

'Ilımlı İslam'dan 'Askeri Vesayet'e Türk Modeli…

“Le Monde”un eski genel yayın yönetmeni Jean-Marie Colombani; “Türk Modeli” başlığıyla kaleme aldığı yazısında (8 Temmuz, El Pais); “ılımlı İslam”la yola koyulanTürk modelinin, heyhat neye niyet… neye kısmet… ani ve sert bir virajla “askeri vesayet Türk modeline” dönüştüğünü söylüyor. Durumun farkında olan Erdoğan’ın Kahire’deki gelişmelerin sırf bu nedenle en sert tenkitçisi olduğunu hatırlatıyor.
Erdoğan damgalı Türk modelini -kısaca- “demokratik oyunun kurallarına uyma becerisi gösteren İslamcılara güç transferi modeli” şeklinde tanımlayan Colombani, “Model ne var ki Kahire’den önce laik şablon etrafında biçimlenen devleti ve halkı İslamcılaştırmaya kalkan iktidara direnen Türkiye’de (Gezi Direnişi’yle) sarsıldı” diyor. Mısırlıların önünde eğer bugün bir Türk modeli varsa, o da bildiğiniz eski askeri vesayet modelidir… diyerek tabloyu tamamlıyor.
Colombani’nin önemle altını çizdiği nokta, gerçek demokrasilerin doğum yeri Avrupa dururken; böylesi acı savrulmalara açık olan bir taklit modeli (Türk modelini) örnek almanın çelişkileri...
Le Monde’un eski genel yayın yönetmeni, resmi bir ziyaret için halihazırda Tunus’ta bulunan
Hollande’ın, Kuzey Afrika’da, kısaca bu sebeple “yüzünüzü gene bizim gerçek demokrasilerimize çevirin” lobisi yaptığını ve güçlü bir Avrupa çıpası adına teminat sunduğunu belirtiyor.
Zarlar tekrar atılırken, Fransızlar, eski nüfuz alanlarını anlaşılan hızla yeniden tahkim etmek peşinde. Bu tabii, bir
Tayyip Erdoğan-Ahmet Davutoğlu markası taşıyan “Türk modeli”, iflas ettiği için mümkün oluyor.“Stratejik derinlik” düşleri, çölde serap gibi bir bir tebahhur ederken; “Türk modeli” üzerinde inşa edilen dış politika hayallerinin sıfırlanışına tanık oluyoruz.

‘Jeostrateji: Batı’dan bağımsız cephe kırıldı’
Aynı gazetede bir gün önce okuduğum bir diğer yazı nitekim “Mısır’daki rejim değişikliğiyle, İslamcı rejimlerin jeostratejik planda Batı’dan bağımsız olarak yaratmış oldukları cephe böylece kırıldı!” diyor ve ekliyordu: “2012 Kasımı’nın Gazze savaşından sonra beliren söz konusu cephe (Mısır’ın yanı sıra) Türkiye, Katar ve Tunus’u da içermekteydi!”
Fransa Cumhurbaşkanı Hollande tarafından şimdi ivedilikle markaja alınan Tunus, darbeyi izleyen saatlerde
Mursi ile arasına hızla mesafe koydu.
Katar’ın
“61 yaşındaki emiri” de Batı telkini ile yerini; Kahire’deki rejim değişikliğine atik tetik ayak uyduran “deneyimsiz genç emir”e bıraktı… “Türk modeli” bu durumda iyot gibi ortada kaldı…
AKP hükümetinin,
“Kahire darbesini” şimdi kendisine yapılmış gibi hissetmesi ve yaşaması, o kadar boşa değil yani.
Darbe salt Mursi’ye değil, Müslüman Demokratlara ve Müslüman Demokratların sponsorluğunu yapan tüm kesimlere yapılmış oldu.
Ancak bu çok karmaşık bir komplo değil.
Ayan beyan her şey ortada. Medyayı takip eden herkesin anlayabileceği şekilde, açıkça yazılıp çiziliyor, konuşuluyor.
Ne var ki Gezi sonrasında yaptığı gibi sağda solda sürekli komplo arayan AKP iktidarı,
“Biz nerede hata yaptık” sorusunu sormaya bir türlü yanaşamıyor.
Gerçekçi olmayan ve boyunu aşan neo-Osmanlıcılık projelerinin, şimdiye dek salt bela getirdiği olgusuyla örneğin yüzleşemiyor.
İletişim devriminin şekillendirdiği yeni gençlik ve yeni siyaset anlayışlarını karşılamaktan çok uzak
“ileri demokrasi” söylemlerinin gülünç kaldığını kabul edemiyor.
Hal böyle olunca başta doğum yeri olmak üzere, sözde ilham vermiş olduğu Arap Baharı ülkelerinde
“model” artık hepten rafa kaldırılıyor.

‘Askeri darbeden önce Mursi yargı darbesi yaptı’
Bundan sonra ne olur?
Mısır’daki kanlı gelişmeler ve bir kâbus senaryosu olan
“Cezayirleşme” ihtimali karşısında, ileriye dönük yorum yapmak zor.
Batılı gözlemciler; şimdiye dek Arap Baharı coğrafyasındaki gelişmeleri geri plandan izleyen Washington’ın bundan böyle eli mahkûm daha
“aktif” olacağını söylüyorlar.
Önceki gece izlediğim Amerikan CNBC TV’de, ABD yönetimine yakın isimler; Mısır’ın Batı çıkarları için gözden çıkarılamaz önemde bir ülke olduğunu,
Obama’nın gelişmelerle ister istemez daha yoğun ve doğrudan ilgileneceğini söylüyor; tipik bir Amerikan pragmatizmiyle “önemli olan Mısır’ı kimin yönettiği değil, nasıl yönettiğidir!” diyorlardı. Mursi’yi deviren “askeri darbe”den önce, Mursi’nin kendisinin bizzat bir “yargı darbesi” yapmış olduğunu hatırlatan konuşmacılar; şimdiye kadar izlenen Ortadoğu politikalarının sil baştan gözden geçirileceği işaretini verdiler. Sonucun “siyasi İslam” için kötü olduğunu ilan ettiler, çarenin -ABD’nin bölgedeki yeni çizgisi olduğu anlaşılan- “farklılıklara açık ve farklılıkları kucaklayan politikalarda” yattığını söylediler.

9 Temmuz 2013 - Cumhuriye

Sunday, July 7, 2013

Müslüman Kardeşler'in 'Demokrasiyle' Sınavı


“Mısır demokrasisini” yıkan “darbe” neden oldu?“Darbe-demokrasi” polemiklerine dalmadan önce işin bu noktaya neden geldiğini anlayalım…
Arap dünyasının ünlü yazarı
Tahar Ben Jelloun’un çok öz bir tespiti var: “Müslüman Kardeşler, Mısır’ın sadece kendilerine ait olduğunu düşündü!” diyor.
Mısır’da seçimle işbaşına gelen Devlet Başkanı
Mursi’yi alaşağı eden müdahale “darbe” olmasına “darbe” de, Müslüman Kardeşler’in “malına dönüşen” rejim gerçekten demokrasi miydi?

‘Her gün bir parça yitirdik!’
Mısır’ı anlattığı “Yakupyan Apartmanı” isimli kitabıyla dünya çapında ün kazanan bir başka Arap yazar Ala el Asvani de gelinen noktayı, “Müslüman Kardeşler’in iktidarda kaldığı her ilave günde, Mısır’ın bir parçası yitirildi” diyerek özetliyor.
Mısır’ın kaynaklarını yağmalamak ve iktidar odaklarını ele geçirmek savaşında; tüm denge-fren mekanizmaları devre dışı bırakılmış...
Muhalefet,
“altta kalanın canı çıksın” hırsıyla dışlanmış...
85 yıl ardından ilk kez ele geçirilen iktidar nimetlerine,
“Kardeşler” kendilerinden başka kimseyi ortak etmek istememişler. Muhalefet ve azınlığa, “parya” muamelesi yapmışlar...“Sandığın namusuna gölge düşürülemez” söylemiyle bugün “demokrasi havariliği” yapanların unuttukları en önemli nokta ayrıca, oyların büyük oranda “satın alınmış” olması…

‘Sandık namusu şekerle oy almak mı?’
Darbeler tarihinde verdiği onurlu mücadelesiyle medyada ayrı bir yere sahip olan İspanya’nın “El Pais” gazetesi, bu noktaya mim koyuyor ve “Demokrasi bu mudur” diye soruyor:“Gösterilen bir kutucuğun içini doldurmayana, ‘yoldan çıkmış’/ ‘kâfir’ muamelesi yapılacak; torbayla dağıtılan şeker, un, pirinç karşılığında oy talep edilecek, gereğinde gözdağı verilecek… Demokratik süreç bu mudur?.. Demokrasi yalnız sandıktan geçmez. Demokrasi, sadece ait olduğu cemaate değil… tüm halka hizmet eden bir devlet başkanı ve kapsayıcı hükümet demektir. Demokrasi, topluma köle muamelesinde bulunmak değil, hukuk devletine saygı göstermek demektir…” (6 Temmuz 2013, El Pais; Los errores de los Hermanos/Kardeşlerin Hataları)
Dış yardımlara karşın belini doğrultamayan Mısır ekonomisini yönetmeyi beceremeyen Mursi’nin yeteneksizlikleri bunlara eklenince; meydanın öfkesi gemlenemez olmuş…

Suriye faktörü
Arkadan bu öfkeye “Ortadoğu jeopolitiğinin satrancı” eklemlenmiş, film kopmuş, generaller devreye girmiş.“El Pais”teki bir başka analiz (La guerra siria arrastra a Morsi/Mursi’yi Suriye savaşı devirdi/sürükledi); “Suriye’de Alevi rejimine açılan cihadı desteklemek, Mursi’nin devrilmesinde tayin edici rol oynadı” diyor; Mursi’nin aldığı pozisyonun generallerle arasını telafi edilmez şekilde açtığını söylüyor
Anlatılanlara göre, Mursi’nin
“Suriye rejimine karşı cihad çağrısı” olarak algılanan 15 Haziran’daki son açıklamaları ardından, Mısır ordusunda alarm çanları çalmış. El Kaide lideri Ayman el Zevahiri’nin Mısırlı olduğunu hatırlatan “El Pais”, generallerin bu konuda çok hassas olduğunu ve “Şam’a karşı savaşmak amacıyla Suriye’ye cihatçı olarak giden Mısırlıların, ‘El Kaideci’ olarak geri dönmelerinden” çekindiklerini belirtiyor. Mursi’nin, Suriye rejimine açtığı savaşı desteklemeyenleri ayrıca “dinden çıkanlar” şeklinde nitelendirmesi bardağı taşıran damla olmuş.
Ordu, Mursi’nin mesajlarını ülke çıkarlarıyla beraber
“Mısır’daki ortak yaşama” bir tehdit olarak görmüş...
Suriye bağlantılı gelişmelerin Mısır’da yaptığı
“kısa devre” aslında, Katar şeyhliğindeki ani ve beklenmedik iktidar değişikliğinin de arkasındaki dinamik olarak görülüyor.
Katar’da haziran sonunda hesapta olmayan biçimde yetkilerini oğlu
Halit el Tamim’e devreden Emir Şeyh Hamad, bu hamleyi meğerse Mısır’daki gelişmelerin kokusunu aldığı için yapmış!Berlusconi ailesinin gazetesi “Il Giornale”de yazan ünlü Ortadoğu uzmanı Gian Micalessin de Katar olayının perde arkası için mealen şunları söylüyor:
61 yaşındaki emir, 2022 Dünya Kupası’nın peşinde koşuyor, Paris Saint Germain takımını alıyor, Volkswagen Porsche’nin hissedarı oluyor, Süveyş Kanalı’nın kontrolünü ele geçirmek gibi çılgın projeler peşinde koşuyor…
Beri yandan da isminin başharfleri
“HBJ” logosuyla anılan kendi Dışişleri Bakanı Şeyh Hamit bin Jaber el Thani kanalıyla; siyasi İslama destek veriyor.
Müslüman Kardeşler’e Mısır’da olukla para akıtıyor,
Kaddafi’yi düşürüyor ve Suriye’de isyancılara silah yardımı yapıyor.
Washington, Paris, Londra; Suriye’deki silahların yanlış ellere düşmesinden rahatsız olunca, “emir”in kulağını çekiyorlar ve ivedilikle kendisinden bu “politikayı değiştirmesini” istiyorlar.
“Emir”; siyasi İslamın Katar’daki başlıca hamisi ve kuzeni olan Dışişleri Bakanı HBJ’yi görevden almış olmamak adına, kökten değişime gidip kendi yetkilerini de oğluna devrediyor. Böylece genç emirle Katar’da yeni yönetim siftah yapıyor…
Büyük belirsizliklere gebe Mısır ve Katar’daki bu son yetki değişimiyle birlikte zarlar Ortadoğu’da yeniden atılıyor.

7 Temmuz 2013 - Cumhuriyet

Saturday, July 6, 2013

Ilımlı İslam Modelinin İflası

 

İslam dünyası uzmanı Gilles Kepel bir ay önce “Türk Modeline Elveda!” başlığıyla kaleme aldığı yazıyla, “ılımlı İslam modelinin” sonunu ilan etmişti. Gezi Direnişi’nin en canlı günlerinde Taksim’i; “Mısır’da Mursi otoriterleşmesine karşı” yaşanan başkaldırılarla karşılaştıran Kepel; Erdoğan öncülüğündeki modelin” kullanım tarihinin bittiğini söylemişti.
Sadece Kepel değil; Bernard Henri Levy gibi tanınmış pek çok uluslararası gözlemci; “Erdoğan modeliyle tezgâhlanan güleryüzlü İslamcılığın bir serap gibi tebahür ettiğine” dikkat çekmişti...
İkinci Tahrir isyanıyla dört gün içinde alaşağı edilen Mursi’nin ardndan, “model” hepten tarih oldu.
Batı medyasında -özetle- şimdi şöyle değerlendirmeler yapılıyor: “İstanbul olaylarının üzerine gelen Kahire’deki gelişmeler, siyasi İslamın tüm çelişkileri ve sınırlarını ortaya koydu. Taksim ve Tahrir’den gelen işaretler, Washington için -sınırları Türkiye ve Mısır’ı aşan- derin kaygı unsuru. Ilımlı İslam desteklenebilir değilse ve laik diktatörlere geri dönmek de söz konusu değilse; bundan böyle ne yapılacaktır? (Ortadoğu’da) liberal ve demokratik güçlerin de henüz çok zayıf oldukları göz önüne alınınca, nasıl bir politika izlenecektir?” (5 Temmuz 2013 La Stampa)
Obama Amerikası’nı, Arap Baharı’nın geleceğinin ‘ılımlı İslam’da’ yattığı yönünde etkileyen aktörler, Katar şeyhi ile Erdoğan olmuştu. Köktenci partiler ve kesimlerin seçim sandığında zafer kazanma işlevselliğiyle, farklı bir yaklaşım ve dikkat içinde değerlendirilmesi için ışık tutan bu ‘öngörü’, Kahire’de geçerliliğini yitirdi.” (4 Temmuz 2013 La Stampa)“Müslüman Kardeşler’e kendisini ‘kazanan siyasi İslam modeli’ olarak sunan Türk hükümeti, modelin gönüllü taklitçilerini kaybetti!” (5 Temmuz 2013, Il Foglio)

‘Bizim o… çocuğumuz!’
Liste uzatılabilir. Dış basında yer alan böyle çok örnek var. Ancak mesaj yeterince açık.
Öncelikle Türkiye’de meydanlarda, “ılımlı İslam demokrasisi” diye dayatılan modelin otoriterliğine başkaldıran kitleler, ardından aynı modelin takipçisi olan Mursi’nin başına gelenler; baştan bir oksimoron (zıt kavramlar) olan “İslam demokrasisi” tanımını şükür ki tedavülden kaldırdı.
1930’lu yılların çok bilinen öyküsüdür…
Nikaragua’nın başında yolsuzluk ve acımasızlığı ile meşhur Anastasio Somoza isimli diktatör vardır. II. Dünya Savaşı yıllarında “özgür dünyanın” hamiliğini yapan Roosevelt’e; “İyi de bu o... çocuğuna niye arka çıkıyorsunuz?” diye sorarlar. Roosevelt çekinmeden şu yanıtı verir:“Somoza bir orospu çocuğu olsa da bizim o... çocuğumuzdur!”
Kutuplar arası yarışın geçerli olduğu “Soğuk Savaş” döneminde uluslararası düzenin mantığı ahlak dışıydı: Diktatörlere, ahlaki kılıf aranmaksızın, bodoslamadan arka çıkılıyordu.
ABD eliyle beslenen ve Somoza ile başlayan “o... çocukları”, İran şahından Pinochet’e uzanan çok geniş bir coğrafyada boy göstermişti.
Berlin Duvarı yıkılıp da,“özgür demokrasiler” bahsi kazanınca; işin rengi değişti.
Otoriter rejimler ve liderlere, “demokrasi şampiyonu” Batı tarafından, göz göre göre açıktan destek verilemez oldu. Sahiplenilen “değerler” ile savunulan “çıkarlar” arasında bir tercihe zorlanan Batı, çıkarlarını güden liderlere “değerlerine” uygun bulunan giysiler biçti.
Dünkü “Financial Times”ın (FT) baş sayfasında bu konuda çok çarpıcı bir yazı vardı (Gideon Rachman, Egypt coup revives cold war moral choices). Batı’nın, Soğuk Savaş’ın bitimiyle karşı karşıya kaldığı bu açmazla beraber; üçüncü dünyadaki (çıkarcı) politikalarını savunanlar için bir dizi ahlaki kategori yarattığını söyleyen yazı, bu kategorileri şöyle örnekliyordu: “Diktatörler karşısında özgürlük savaşçıları”
“Otokratlara karşı mücadele veren demokratlar”
“İyiler karşısında kötüler”…

Paradigma değişikliği
“İslam demokrasisi”/ “ılımlı İslam modeli” gibi kavramlar işte tümüyle içinde yaşadığımız bu yeni dünya düzenin çıkarlarına “ahlaki kılıf”geçirmek adına bulunmuş propaganda tanımlarından ibaret. “İslam demokrasisi” ve “ılımlı İslam modelinin” vitrindeki baş simgelerinden biri olan Mursi’nin düşmesi; bu içi boş propagandayı, yerle bir etti. Öyle ki FT’ de sözünü ettiğim Gideon Rachman yazısı; “Batılı hükümetler bunu açıkça kamuoyu önünde dile getiremez ama” diyordu: “Mısır’ da illaki de demokrasi olsun diye dayatmak belki şart olmayabilir…Batı Soğuk Savaş döneminin (Roosevelt’ in Somoza betimlemesini anımsatan N.C.) ahlaki tercihlerine dönüş yapabilir” .
Mısır’da olanlar, “İslam” ve “demokrasi” ilişkisinin masaya sil baştan yatırılmasına sebep olurken bir yandan da bu paradigma dışında düşünmeye başladığı anlaşılan Obama’ nın yeni pusulasının ne olacağı tartışılıyor.
Yazıyı İtalya’ nın en parlak jeo-strateji uzmanlarından Lucio Caracciolo’ nun satırlarıyla bitireyim: “Suriye katliamı sürerken” diyor Caracciolo: “Obama’ nın tek engellemek isteyeceği şey Mısır’ da bir iç savaşın boy vermesidir. Bunun dışındaki her çözüm, Obama’ nın kabülüdür.”
Diyeceğim o ki Mısır üzerinden Türkiye’de yapılan “demokrasi/darbe” polemiği havanda tümüyle su dövmekten ibarettir.


6 Temmuz 2013 - Cumhuriyet