Ulus Baker
Bir gazetenin
“Sağlık” sütununda bugün “saç naklinde yeni bir yöntem”in tanıtıldığı, hemen
yan sütunda “anne sütü gibisi yok” denilen şu dörtte bir sayfanın yukarısında,
birkaç sütun halinde “ölüm orucu”ndan “kurtarılarak” tıbbın ellerine teslim
edilen mahkûmların haberi yer alıyordu. Oysa onlar, yalnızca bedenleriyle
gerçekleştirdikleri bir eylemin sonunda orada bahsedilen “sağlık” denilen
şeyden tümüyle vazgeçmiş, üstelik işkencenin ve ölüm orucunun derin yaralarını
ve örselenmelerini hep taşıyacak bedenlerini bambaşka bir “sağlık” türüyle
kutsamış bulunuyorlar. Çok geçmeden bu bedenler, tıbbın yarım yamalak
müdahalesi sonucu “iyileşti” etiketiyle taburcu edilecekler ve yeniden cezaevi
duvarlarının ardına, ağır demir kapıların arkasına kapatılacaklar...
Ölüm orucu olayı,
aydın sorumluluğu denilen özel bir sorumsuzluk ve bencil uğraşı türünü bir kez
daha turnusol testine tâbi tutuyor. Orada, yine bir gazetenin sütunlarında,
Adalet Bakanı tarafından yapılan yarı-çağrı, yarı-meydan okuma yüklü bir sözle
ölüm orucundaki mahkûmlarla pazarlık etmeye davet edilen aydınlar, özellikle
Zülfü Livaneli, yetmişli yıllarda Fransa’da tutuklanan ve Giscard hükümeti
tarafından Almanya’ya iadeleri gündeme getirilen Baader Meinhof tutuklularıyla
görüşen Sartre’a benzetildiler. Ama Sartre, bizim aydınlarımızdan farklı
olarak, cezaevi koşullarından siyasal ya da değil tutuklulara karşı yapılan
muameleye ilişkin inanılmaz bir güçle mücadele etmiş, iki hükümeti (Fransız ve
Alman) dünyanın ve insanlığın önünde rezil etmişti.
“Normal
Vatandaşlar Kaybolsun!” ... diye bir polis anonsu. Ankara’nın göbeğinde
işitilebildi. “Normal” olmayan vatandaşlar birkaç katman polis bandosunun ve su
fışkırtmaya her an hazır panzerlerin arasında kuşatılmış olanlardı her halde.
Devletin arzusu, elbette onları bir an önce ortadan “kaybetmek” (özel bir
yetenek gerektirmiyor bu) ve dağıtmaktı. Ama ilk kez, “normal” denilen
vatandaşlara yönelik bir polis anonsundan, insanların kentlerin en işlek
meydanları ve caddeleri üzerinde “kaybolmak”, “toz olmak”, yani bir anda yitip
gitmek zorunda olduklarını öğreniyoruz.
“Bakmayın.” Bir
başka polis anonsu, tıpkı “kaybol!” komutu gibi, kulaklarda çınladı...
“Bakmayın!” “Bakmak” ile “görmek” arasında insan türünün özel bir yeteneğinin
eseri olan farkı hedef alıyordu bu komut... Halbuki insanların, gerçekten,
bakmadıkları bir şeyi farklı, sayısız gözlerle (arılar gibi) görebilme yeteneği
vardır ve bunun önüne geçilemez...
Müslümandı...
Adalet Bakanı olmuştu... Var olmayan, güçsüz bir ilkeler manzumesi şeklindeki
iktisadî doktrinlerine Adil Düzen adını vermeye o da alışmıştı. Deneyimli bir
politikacı olarak işlerin asla öyle gitmeyeceğini bildiği halde, bazı terimler
etrafında cemaatıyla uzlaşım içindeydi: Değerler – oruç, zekât ekonomisi, fitne
fücura karşı mücadele ve elbette Adalet... İşte bu en yoğun, en metaforik
dinsel değerin bakanıydı artık. Görev başına getirilir getirilmez, çok iyi
tanıdığı ve değer verdiği bir olayla, dininin kurallarından (farz diyorlar)
biri olan “oruç” ile karşılaştı... Tek fark, orucun iftarla değil, ölümle sona
eren özel bir türden oluşuydu... Sorun şimdilik askıya alındıktan sonra, orucun
nasıl bir bunalım yaratabileceğini herhalde bir an olsun düşünmüştür.
İnançların salt kendine ve ait olduğu cemaate ait güçler olduğunu hayal eden
biri olarak iftarını kutluyoruz...
İnsan, harekete
geçmeden önce sonsuz küçük bir an için bile olsa duraklayan, bekleyen tek
varlık olarak tanımlanabilir. Psikanalizci Jacques Lacan bu süreye “mantıksal
zaman” adını veriyor. Bu zamanın kısalığı Brezilya’da devletin başına bir süre
önce ciddi bir dert açmıştı. Gerilla karşıtı devlet savaşı için yetiştirilmiş
özel paramiliter birlikler (bizdeki özel tim filan gibi) savaş bittikten sonra
emniyet güçleri arasına alındılar, kendi kurallarıyla çeteler halinde
örgütlenmediler ve favela sokaklarında, teneke tıngırdatan yavru kedilere dahi
anında ateş kusan silahlarına sarılır hale geldiler. Hiçbir polisiye örgüt
onların onlarca insanı nedensiz katletmesinin önüne geçemedi... Derken, ABD’nin
psikolojik savaş uzmanlarının bir önerisi geldi: Meditasyon eğitimi... Bununla
sözümona bu elemanlara ateş kusmadan önce birkaç saniye durup bekleme, düşünüp
usavurma süresi sağlanacaktı... Bundan daha uzun bir süre düşünmeyi artık asla
başaramayacak kişiler olarak...
Ölüm orucunda
mahkûmun bedeni bir savaş alanına dönüşür. Onun üzerinde her türden kuvvet
birbiriyle mücadele etmektedir. İşaretin, çağrının, beyanın bedenidir o.
Varlığın dokunabileceği, erişebileceği, gezip tozabileceği tek yüzey onun
görüntüsü, var olabileceği tek derinlik onun iç organlarıdır. Bu savaş ne bir
örgüt, ne de devlet tarafından yürütülmektedir. Dolaysızca cezaevinin mimarisi
ile mahkûmun bedeni orada karşı karşıya gelirler, yüzleşirler. İşte bu beden
kendini eritiyor, cezaevinin bedeni için yok kılarak kazanıyordu savaşı...
Zülfü Livaneli’nin “bu işten Türkiye’nin kazançlı çıktığı” duyurusuna rağmen...
Mahkûmların
sınıflanması, “iç savaş” terimi kadar ideolojiktir. Nasıl “iç savaş” fiziksel
olarak insanları somut olarak yok eden bir güçler mücadelesi olarak savaştan
başka, ötede bir şey değilse, cezaevine girildiği anda herkes sıfıra
indirgenir. Sonradan, gücünü elbette bu sıfırdan alacak, koğuşlarda kurulan
cemaat düzenlerine rağmen herkes “birey” olarak karşı karşıya kalacaktır demir
kapı ve ranzalarla. “Adi” denilen suçlular “adi” değildirler. Aynı aygıtla,
aynı mekanizmayla, aynı işkenceyle karşı karşıya gelirler. Ancak onların sesi
pek tınlamaz, duyulmaz... Çünkü o hepimiziz... Hani şu konuşmayanlar...
Cezaevi bizim,
kamuoyunun, basının, aydının, hükümetin, devletin değil, orada en çıplak
halleriyle yüzleşen güçlerin bir sorunudur. Türkiye’nin bunca sorunu arasında
“gereksiz”, “halledilebilir” bir fazlalık olarak değil (liberallerimiz bunu sık
sık vurguluyorlar artık) kalıcı, evrensel ve kişisel bir sorun olarak çıkar
karşımıza. Biz, yani “potansiyel suçlu”lar onunla ömür boyu karşılaşmasak bile
onunla ölçülürüz ve bizim özgürlüğümüzü tasarlayan odur.
Nazım Hikmet’in
“bir gün fazla yaşamak” mısraı nedense ölüm orucuna karşı bir slogan haline
geldi. Bir anda etik, ama bir o kadar da politik bir sorunla karşı karşıya
olduğumuz hissine kapıldık. Kaldırılamayan, siyasetin en dar manevra alanını
kullanan bir “aşırı” hareketin gündemi belirlemesiydi. Oysa örnek insanın özel,
toplumun kollektif işidir. Ele alınması, kurgulanması, anlamlı kılınması
gerekir. Camus’nün sınırlandırdığı alanda dolaşmak yetmez. Anlam ya ölümden
önce, yani yaşamda, ya da ölümden sonra, devam eden yaşamda bulunur. Kendi
ölümünü anlamlı bir bütün ve bir eylem olarak örgütlemek, ölüm orucunun bize
yalnızca hatırlattığı bir zorunluluktur. Mümkün olan bütün yolları deneyerek
ölmek gerekiyor...
Bedensel ölümlere
devlet katlanamadı, direnemedi... Bu tarz ölüm, kendi dönüştürücü, eleştirel
güçlerine sahipti ve onları, ölüm orucundan çekilip alınmış, şuurunu kaybetmiş
mahkûm bedenleri üzerinde ışıldatmaya devam ediyor. Bununla uzlaşması gereken
öteki sorun ise ruhsal alanda hissediliyor. Orada ışıldayandan yalnızca bir
basın haberi, bir protesto, bir slogan değil, sorunun ta kendisine, ölümün ve
insanların direnme gücünün beyanını türetmek... Ama bu, sanat dediğimiz şeyden
başkası değildir.
Canlı varlık ölümü
düşünemez. Spinoza’dan öğrendiğimiz bu düşünce olgusal değil varoluşa ilişkindir.
Onun sayesinde ölüm oruçlarının ölüme değil, yaşama doğru gittiğini, yaşama
ilişkin taleplere sahip olduğunu, onunla kenetlenip onu olumladığını
öğreniyoruz. Çünkü yaşam dirençtir. Kendine bir süre biçmez, sonunu algılamaz,
sona erdiğinde kendisi ortada bulunmaz...



