Thursday, February 27, 2014

Küresel güçlerin Erdoğan’ı etkisizleştirme operasyonu – Dr. Mustafa Peköz

Erdoğan, Cemaat’i nispeten etkisizleştirebilir ama ne politik krizi aşabilir ne de kendisine yönelik saldırıyı bertaraf edebilir. Çünkü… Devletin bütün stratejik merkezlerinde örgütlenmiş ABD’ye bağımlı kadroları tasfiye edebilir mi? Edemez ve buna gücü yetmez. Peki, AKP içerisinde örgütlenmiş olan ABD ve İsrail merkezli “Yahudi lobisi”ni tasfiye edebilir mi? Edemez. Erdoğan, hangi bakanın, milletvekilinin ABD vatandaşı olduğunu bilmiyor mu?

Küresel sermaye uzun yıllardır destekleyip güç haline getirdiği Tayyip Erdoğan’dan aşamalı olarak kurtulmanın yollarını arıyor. Bunu yaparken Ukrayna’dakine benzeyen bir politik kaos yaratarak değil, AKP iktidarını yıpratarak zamana yayacak bir tarzda etkisizleştirme kararı aldıkları anlaşılıyor. Türkiye’nin jeografik yapısı nedeniyle içte büyük çaptaki politik bir krizi kaldıramaz. Türkiye’de derinleşecek politik bir çatışmanın bölgesel etkisi çok daha sert ve karmaşık olacaktır. Böylesi bir süreci kimsenin kontrol etme şansının olmayacağı biliniyor. Bu bakımdan AKP’yi yıpratarak etkisizleştirme politikası çok daha makul görünüyor.
30 Mart 2014 tarihinde yapılacak olan yerel seçimler AKP’ye yönelik tasfiye veya etkisizleştirme planının ilk halkasıdır. Yerel seçimlerde AKP’nin oy oranında belirgin bir düşüşün sağlanması, öncelikli olarak Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığını engellemeye yönelik önemli bir hamle olacaktır. Başta Erdoğan olmak üzere AKP’nin bakanlarına, Büyükşehir Belediye Başkan adaylarına ve önemli kadrolarına yönelik rüşvet, yolsuzluk ve özel yaşama dair bir kısım bilgiler kamuoyu önünde deşifre edilmeye devam edecektir. Kimin cumhurbaşkanı olacağı da önemli bir soru olarak varlığını koruyor. Şansı zayıflayan Erdoğan, Cemaat’in ve uluslararası sermayenin desteğini alma olasılığı olan Abdullah Gül’ün adaylığını yeniden destekleyebilir. Gül, Erdoğan ile çatışmamaya özen gösterirken, aynı zamanda belli bir mesafede durmaya çalışıyor. Ancak küresel sermaye bakımından 2015 yılındaki seçimler, dengeleri bütünlüklü olarak değiştirme süreci olacaktır. Tasfiye planı, bu çerçevede iki yıla göre hazırlandı.
Uluslararası sermayenin güç merkezleri, AKP’ye yönelik politika değişikliğini artık çok yüksek bir sesle dillendiriyor. AKP ve Erdoğan’ın 17 Aralık 2013’te başlatılan ‘Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu’na yönelik karşı atağa geçerek, devletin mevcut yapısında çok kapsamlı değişikliklere yönelmesi ve daha çok kendi güvenliğini sağlayan adımları atması, uluslararası ilişkilerde ciddi bir tartışmaya ve eleştiriye yol açtı. Başka bir yazının konusu olmakla birlikte, İnternet, MİT ve HSYK yasalarında yaptığı değişiklikler, önümüzdeki sürece ilişkin çok yönlü sorunları gündeme getirmesi bir yana, küresel güçlerin AKP ve Erdoğan algısını olumsuz yönde değiştirdi.

Uluslararası medyanın Erdoğan ve AKP algısı değişti
Farklı uluslararası medya grupları, özellikle ‘Gezi’ derinişinden sonra yapmış oldukları analizlerde Türkiye’nin iç politikasındaki güç ilişkilerinin hızla değiştiğine, ekonomik dengelerin çok daha kırılgan bir duruma geldiğine ve AKP hükümetinin radikal İslamcı gruplara çok aktif destek verdiğine dikkat çektiler. Böylelikle küresel sermayenin bölgesel ilişkilerde Türkiye’ye biçilen rolde önemli bir zafiyetin olduğunu sık sık vurguladılar.
İngiltere’de yayımlanan Guardian, “Türkiye’nin derinliklerinden yükselen savaşın sadece Erdoğan’ın iktidarını değil modern bir toplum olarak Türkiye’nin zorlukla kazandığı itibarını da tehdit ettiğini” vurguladı. “Görece ılımlı İslami görüşlere sahip olan Hizmet, tarikatlarınkine benzer bazı özellikler taşıyor. AKP ise Gezi protestolarındaki tavrının koyduğu gibi söylediğinden daha az demokratik, daha sinsi…” Böylelikle küresel güçlerin, Türkiye’ye üzerinde deneyip bütün Ortadoğu’da yaşama geçirmek istedikleri ‘Ilımlı İslam’ politikasının miadını doldurduğunu ve başarısızlıkla sonuçlandığını vurguluyorlardı.
Telegraph gazetesinden Richard Spencer, şöyle diyor: “Yolsuzluk iddiaları hükümetin, emniyet ve yargının işlerini büyük ölçüde askıya aldı. Yargı ve emniyet Erdoğan’ın eski İslamcı müttefiki Fethullah Gülen’in kalesi halinde. Erdoğan çok sayıda polisi görevden aldı. Yolsuzluk soruşturmasını engellemek için bunu yaptığı iddia ediliyor. Üç bakan istifa ettikten sonra da kabineyi büyük ölçüde değiştirip kendine yakın kişileri hükümete dahil etti… Barış görüşmelerine yaklaşılan bir dönemde komşu Suriye’deki muhaliflerin önemli bir müttefiki olan Türkiye’de görülen bu çatlağın ciddi uluslararası etkileri olabilir. Bunun sonucunda Türkiye’nin kuşkulu ilişkileri olan İran da olaylardan ikincil olarak etkilenebilir.”
Times gazetesi “Türk ordusunun, Başbakan Erdoğan’ın içinde bulunduğu kargaşayı fırsat bilip yüzlerce ordu mensubunun hapse atılmasıyla sonlanan tartışmalı davaların yeniden açılmasını istediğini” belirtti. Times: “Erdoğan ve Gülen hareketinin mantık evliliği sırasında AKP hükümeti davaları oldukça desteklemişti. Aralarında Erdoğan’ın da bulunduğu yetkililer davaları savunmuş ve belgelerin sahte olduğu yönünde şikâyet eden muhaliflere kulak tıkamıştı. Ama Erdoğan şimdi kendini yargıyla ihtilafa düşmüş halde bulurken ‘derin devlet’ davalarının yeniden gözden geçirilmesini memnuniyetle karşılayabilir.”
Times gazetesi bir başka sayısında şöyle diyor: “Fethullah Gülen hareketinin Başbakan Erdoğan üzerindeki etkisini sorgulamak bir tabu haline geldi. Okullara, üniversitelere, devlet kurumlarına, bürokrasiye, polise, yargıya sızan Gülen hareketi, derin devletin İslamî modeli oldu… Erdoğan’ın gündemi, yaptığı hesaplar giderek şüpheli bir hale dönüşüyor ve korku en güçlü silahı. Türkiye için tehlike artık bir askerî darbe değil. Asıl tehlike, Erdoğan’ın her türlü muhalefete ve çoğulculuğa karşı olan paranoyak hoşgörüsüzlüğü.”
Economist, “Kimileri de bu davada, Amerika Birleşik Devletleri’nde sürgünde yaşayan Fethullah Gülen ve ona bağlı hareketin parmağı olduğunu düşünüyor… Gülen hareketinin polis güçlerine ve yargı kadrolarına o kadar büyük sayılarla sızdığı söyleniyor ki, bunu kendisine bir tehdit olarak gören Erdoğan, bu kadroları temizlemek istiyor” değerlendirmesini yapıyor. Dergi, Gezi Parkı eylemleri gerekçesiyle Erdoğan’ın İstanbul merkezli tekelci sermayeye yönelik baskılarını da gündeme getirerek şunları belirtmiş: “Türkiye’nin en büyük sanayi kuruluşu Koç Holding, İstanbul’daki otellerinin kapılarını polis vahşetinden kaçan protestoculara açtığı için hedef alınırken Erdoğan, Divan Oteli’nin suçlulara yardım ve yataklık ettiğini söyledi. 24 Temmuz’da polis destekli vergi müfettişleri, aralarında Tüpraş’ın da bulunduğu, Koç Holding’e ait şirketlerin merkezlerine baskınlar düzenledi. Baskın haberinin ardından, Koç’un İstanbul Borsası’ndaki hisselerinin fiyatları dibe vurdu. Şirketin bir gündeki kaybının 1,8 milyar lira olduğu söyleniyor. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, bu teftişlerin rutin çalışmalar olduğunu söyledi. Ancak İstanbul merkezli bir büyük işadamı, ‘Bunlar, baskı ve korku salma taktikleri. Rutin olan asıl bu’ diyor.”
Alman Focus Dergisi, “Türkiye uzun zamandır gelişmekte olan ülkelerin yıldızıydı. Büyüme hızı yüksekti. Ama şimdi ortaya çıktı ki başarı sadece bir sabun köpüğü imiş. Balon patlama tehlikesiyle karşı karşıya… Türkiye’nin siyasi istikrarsızlık nedeniyle 2014’te acı biçimde sonlanabilir, zira ekonominin kum üstüne inşa edilmiş olduğu ortaya çıktı.” “Türkiye’nin ekonomik büyümesinin yüzde 70’i iç piyasa tüketimine dayanıyor. Türkiye aynı zamanda kalıcı yüksek cari işlemler açığı ile karşı karşıya ve bunu karşılamak için yurt dışından gelen sıcak paraya bağımlı. Para akışı kesilirse, tüketim de bitiyor. Yatırımcılar Türkiye’den paralarını çekmeye başladılar. İstanbul borsası yüzde 30 gerilerken on yıllık devlet tahvilleri faizi yüzde 10’un üstüne fırladı. Türk Lirası Mayıs 2013’ten bu yana euro karşısında tam yüzde 20 değer kaybetti.”
Özetle;
Financial Times: Başbakan’ın yenilmez görünümü gitti,
Times: Türk ordusu kargaşayı fırsat bildi,
Ekonomist: Erdoğan Padişahlığa soyundu,
Focus: Türk ekonomisinin sabun köpüğü olduğu ortaya çıktı, diyor.
ABD’nin ve AB’nin Erdoğan ve AKP politikası önemli ölçüde değişti
Küresel güç ilişkilerinin iki merkezi olan Washington’un ve Brüksel’in, Erdoğan merkezli AKP’nin politikalarına yönelik önemli eleştirileri eş zamanlı olarak gündeme getirmiş olmaları da bir tesadüf değildir.
ABD siyasetinde ve kamuoyunda etkili olan 80 kişilik bir grubun Obama’ya yazdıkları mektup, ABD’nin AKP ve Erdoğan politikasındaki değişiklik hakkında bize bir fikir veriyor: “Sayın Başkan, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, onlarca yıldır süren stratejik Türk-Amerikan ortaklığının temel direğini giderek daha çok baltalıyor… Türkiye uzun süreli ABD müttefiki ve Ortadoğu’da ABD’nin sadece iki demokratik, istikrarlı ortaklarından biridir. Ama o da uzun süre kalıcı olmayabilir. Başbakan Erdoğan’ın iktidarına karşı gelişmelere karşı Erdoğan’ın yanıt veriş biçimi, Türkiye’nin kusurlu demokrasisini bir otokrasiye döndürmekle tehdit etmektedir. O ve partisindeki birçokları konumlarını istismar ederek ve hukukun üstünlüğünü riske atarak, soruşturmaları kapatmakta, yüzlerce savcı ve binlerce polis memurunu görevden almakta veya yerlerini değiştirmekte, medyanın ağzını bağlamakta, eleştirenleri şeytanlaştırmakta ve ABD Büyükelçisi de dahil olmak üzere hayali yabancı suçlular bulmaktadır…” Ayrıca “Başbakan Erdoğan’ın ABD-Türkiye ilişkilerini tehlikeye attığını açıkça söylemenin şimdi önemli olduğuna inanıyoruz” biçimindeki açıklamayla ABD’nin Türkiye’ye yönelik izlediği politikalarda değişikliğe gitmesi ve Obama’nın Erdoğan’dan desteğini çekerek çok açık bir şekilde uyarılması isteniyor.
ABD basınındaki yorumlara bakıldığında, Erdoğan’ın Obama tarafından çok açık uyarıldığı belirtiliyor. AKP lideri bunları ne kadar hesaba katar bilinmez ancak ABD’nin bölgesel politikasındaki değişiklikler dikkate alındığında, Erdoğan’ın içinde yer almadığı yeni politik bir oluşuma yöneldiğine dair önemli veriler olduğu görülüyor. Kılıçdaroğlu’nun ABD’ye davet edilmiş olması, Washington’da Ortadoğu dönemsel politikalarına uygun yeni bir lider arayışının yansımasıdır. Ayrıca 80 kişi adına yayımlanan mektup, hem Türkiye’deki muhalefetin, hem de Gülen Cemaati’nin genel eğilimini yansıtması bakımından da dikkat çekicidir. Bunun bir tesadüf olmayın Türkiye’nin iç politik dengelerinin yeniden dizayn edilmesiyle doğrudan ilişkili olduğu açıktır.
Aynı şekilde AB’nin Türkiye politikasında belirgin bir değişikliğin gündeme geldiğini artık kimse gizlemiyor. 17 Aralık 2013’te başlatılan ‘Rüşvet ve Yolsuzluk Operasyonundan sonra Erdoğan’ın Brüksel’e yapmış olduğu ziyarette, çok açık bir şekilde uyarılmış ve özellikle HSYK gibi önemli kanunlarda yapılması düşünülen değişikliklerin önemine dikkat çekilmişti. Erdoğan, Brüksel’de AB yetkililerine güvence verirken, AKP bu kez İnternet ve MİT Yasası ile tersi bir yönelime girdi. Bu yönelim Brüksel’in Türkiye algısında önemli bir değişikliğe yol açtı denebilir. 5 Mart 2014 tarihinde kamuoyuna sunulacak olan, Türkiye İlerleme Raporu’nda ‘Ankara’nın Birliğe katılmaya ‘hazır olmadığı’ ve sürecin ‘gözden geçirmesi’ için öneriler yapacağı belirtiliyor. Parlamento ve Komisyon’un “Türkiye için tam üyelik dışında bir alternatifin en azından orta vadede daha uygun olup olmadığını” değerlendirmesi isteniyor. Avrupa Parlamentosu milletvekili Andrew Duff da “Bence Türkiye Kopenhag kriterlerini bizim bir sonuca varmamızı sağlayacak kadar bir süre ve derecede ihlal etti”
Küresel sermayenin Erdoğan’ı tasfiye etmekte karar kılmasının birçok nedeni bulunmakla birlikte öncelikli olarak birkaç nokta daha çok ön plana çıktı. Birincisi, Erdoğan ve ekibinin, küresel güçlerin bölgesel politikalarına uyum sağlayamaması ve özellikle Suriye konusunda radikal İslamcı hareketi aktif olarak desteklemiş olmasıdır. İkincisi, ABD bakımından stratejik olan İsrail, Suudi Arabistan, Katar ve Mısır gibi ülkelere yönelik izlediği politikalardır. Üçüncüsü, ‘Ilımlı İslam’ projesi ile Ortadoğu’nun İslam ülkelerine örnek olması istenen Erdoğan’ın, tersten daha baskıcı ve etki gücünü pekiştiren ‘tek lider’ durumuna geçerek, Büyük Ortadoğu Projesi’nin dışında bir rol üstlenmeye başlamasıdır. Dördüncüsü, içte küresel sermayenin bel kemiği olan İstanbul merkezli sermaye gruplarıyla girdiği çatışmalar ve ekonomik ilişkilerde onları dışlamak istemesidir.

AKP’ye yönelik Operasyon’da küresel istihbarat örgütlerinin rolü
Mart ayında çok daha fazla yoğunlaşacak olan kasetlerin yerel seçimlerdeki etkisi test edildikten sonra, 2015 genel seçimlerine kadar bu yıpratma hareketi devam edecektir. Bu bakımdan Erdoğan ve AKP yöneticilerine ait olduğu iddiasıyla kamuoyuna sunulan kasetler, ABD, İngiltere ve İsrail gibi ülkelerin küresel istihbarat örgütlerinin bir operasyonudur. Başbakanların, bakanların, generallerin ve hatta MİT Müsteşarı’nın da dinlenilmesi, Gülen Cemaati’nin yapabileceği bir operasyon değildir. Bunu AKP yöneticileri de biliyor. Gülen Cemaati’ne verilen görev, hazırlanan kasetleri Türkiye kamuoyuna sunmaktır.
Erdoğan, bütün gücüyle Cemaat’in devlet içindeki kadrolarını etkisizleştirmeye çalışıyor. Bunun için gerekli yasal değişiklikleri de yapıyor. Hedef tahtasına oturttuğu Cemaat’i tasfiye ederek mevcut politik kaosu aşabileceğini hesaplıyor. Cemaati nispeten etkisizleştirebilir ama ne politik krizi aşabilir ne de kendisine yönelik saldırıyı bertaraf edebilir. Devletin bütün stratejik merkezlerinde örgütlenmiş ABD’ye bağımlı kadroları tasfiye edebilir mi? Edemez ve buna gücü yetmez. İkincisi, AKP içerisinde örgütlenmiş olan ABD ve İsrail merkezli “Yahudi lobisi”ni tasfiye edebilir mi? Edemez. Erdoğan, hangi bakanın, milletvekilinin ABD vatandaşı olduğunu bilmiyor mu? Biliyor ama bunlar üzerinde hiçbir hükmü olmadığının da farkındadır.

AKP-Erdoğan, içte ve dışta politik dengeleri kendi lehine değiştirmek için yeni hamlelere yönelebilir.
Bir, Erdoğan, 30 Mart 2014 seçim sonuçlarına göre, cumhurbaşkanlığı seçimleriyle genel seçimleri eş zamanlı yapabilir. Erdoğan, cumhurbaşkanlığını kaybetmiş bir AKP’nin 2015 genel seçimlerini kazanma şansının da olmayacağını hesaplıyor. Bu bakımdan erken genel seçime gitme kararı alması sürpriz olmaz. Bunun için AKP’nin tüzüğünde yer alan “en fazla üç dönem milletvekili olma” şartını kaldıracaktır.
İki, Türkiye’deki çatışmazlık ortamını tersten ani ve daha üst boyutta bir savaşa dönüştürmek için PKK gerillalarına yönelik saldırılara yönelebilir. Böylelikle ‘barış’ süreci dediği ama pratikte hiçbir önemi olmayan süreci, yine kendi politik çıkarları için fiilin sonlandırabilir. Türk toplumunu yeniden milliyetçi bir çizgide tutarak oy oranını düşürmeyi engellemeye yönelebilir.
Üç, özellikle ABD ve AB’den gelen eleştirilerin dozajını düşürmek ve daha pozitif bir hava yaratmak için Kıbrıs’ta önemli tavizler verebilir. Bir bakıma Kıbrıs’ı pazarlayabilir. Türkiye böylesi iç politik bir kriz içindeyken, ABD, AB ve Birleşmiş Milletler tarafından Kıbrıs meselenin aniden gündeme getirilerek iki toplum arasında müzakerelere başlanması, bilinçli politik bir tercihtir.
Dört, İsrail ile ilişkileri yeniden eski düzeyine getirmek için önemli adımlar atabilir. Mavi Marmara meselesini çözümleyip, İsrail’e çok daha yakın bir politika izlemeye başlayabilir. Böylelikle özellikle ABD eksenli baskıları minimum düzeye çekmeye çalışabilir.
Beş, Suriye’de radikal İslamcılarla olan ilişkilerine önemli bir sınırlama getirebilir ve Rusya-ABD ortak politikasına daha aktif destek verebilir.

Sonuç
Küresel sermaye, bölge ilişkilerini etkileyebilecek Türkiye’nin iç politikasında büyük bir kriz oluşturmadan iki yıllık bir süreye yayarak Erdoğan’ı tasfiye etme politikasını yaşama geçirme karar almış bulunuyor. İç politikada sistem partileri arasında bir sabırsızlık olsa da, küresel sermaye sabırlı ve aşamalı bir süreci işletmeye başladı.
Küresel güçlerin planı 2015 Genel Seçimleri’ne göre olacaktır. İki yıl, politikada uzun bir zamandır. Çok şeyler değişebilir. Bugün izlenen politikalar aniden rafa kalkabilir. Yeni politikalar devreye girebilir. AKP’nin erken genel seçim kararı alarak, bütün planları alt üst etmesi gibi.
Gokyuzu9@gmail.com

Monday, February 24, 2014

Sonucu Belli Çatışmanın Hangi Aşamasındayız?






Osman Tiftikçi 
.
erdogan-glen

Görünürde AKP ile Gülen örgütlenmesi arasında yaşanan “kardeş kavgası” bütün hızıyla devam ediyor. 17 Aralık yolsuzluk saldırısının başlamadığı günlerde yazdığımız yazı; “Kaybedeni Baştan Belli Çatışma” başlığını taşıyordu. Yazıda çatışmanın esas olarak İslami sermaye ile emperyalizm destekli geleneksel sermaye arasında olduğu, kaybedecek tarafın da AKP tarafından temsil edilen İslami sermaye olacağı vurgulanmıştı. (3 Aralık 2013 
Bu yazıda sürecin, içinde bulunduğumuz aşamasının özelliklerini belirlemeye çalışacağız. Önce çatışmanın taraflarını tekrar hatırlayalım:
AKP Cephesi: MÜSİAD, ASKON, TOBB, Cemaat şirketleri, AKP ihaleleriyle büyüyen ve genelde inşaat işleriyle uğraşan sermaye grupları. Hak-İş, Memur-Sen gibi AKP eliyle güçlendirilmiş işçi aristokrasisi. Burada önde gelenlerini saydığımız bu sermaye ve çıkar grupları AKP’ye desteklerini defalarca yaptıkları basın açıklamalarıyla ortaya koydular.
Gülen Cephesi: TÜSİAD, Gülenci sermaye örgütü TUSKON. Polis teşkilatında, yargı ve eğitimde örgütlü Gülen elemanları.  Amerika ve CIA,  Avrupa Birliği, Batı basını. Henüz NATO ve Pentagon devreye sokulmadı. Bu cephe siyasi alternatif olarak da CHP’ye yeni bir şekil vermeye çalışıyor.
 İslami Sermayenin Gelişimi
Bu konu henüz yeterince işlenmemiştir. Burada İslami sermayenin gelişiminin genel özelliklerine değineceğiz.
1970’li yıllarda cemaatler tarafından temsil edilen İslami sermaye, küçük ve orta boy işletmelerden oluşuyordu ve geleneksel sermayenin eklentisi durumundaydı. Bu sermaye, 1980’li yıllarda özellikle de Özal dönemlerinin vurgunculuğu içinde palazlandı. O zaman İslamcı sermaye şimdiki gibi iktidarda olan bir güç değildi ama siyasi iktidar tarafından destekleniyordu. Bu desteğe ekonomik olarak Suudi Arabistan öncülüğünde dış destek de eklendi. Faizsiz bankacılık adı altında İslami kesime önemli para aktarımı yapıldı. Özal faizsiz bankacılığa olağanüstü ayrıcalıklar tanıdı ve bu kurumlar denetimden muaf çalıştılar.
İslami sermayenin gelişmesini sağlayan olgulardan biri de ANAP dönemlerinin vurguncu ortamıydı. Batakçı bankerler ve bankalar gibi İslamcı sermaye de halkın istismarına bütün gücüyle katıldı. Kurbanların başında gurbetçiler geliyordu. Gurbetçilerin 1960’lardan 1990’lı yıllara kadar dişinden tırnağından arttırdıkları paralar, büyük reklamı yapılan sonra da batırılan şirketler vasıtasıyla İslami sermayenin kasalarına, yasadışı biçimlerde aktarıldı.
İslami sermayenin vurgunculuğu bu kadarla kalmadı. Balkanlar,Kakaslar ve Orta Asya Cumhuriyetlerindeki İslami hareketler için toplanan yardımların önemli bir bölümü de Mercümek olayında görüldüğü gibi İslami kesimin kasasına gitti.
İslami sermaye eline geçen bu maddi imkanları sadece ekonomik gelişiminde değil, kendi ideolojik anlayışını, siyasi anlayışını örgütleme ve yaymada da kullandı. Vakıflar, dersaneler, yurtlar, okullar açıldı.
1994 yerel seçimlerinde büyük şehir belediyelerinin ele geçirilmesiyle İslami sermayenin önünde büyük bir vurgun kapısı daha açıldı. Anlatmaya gerek yok.
Bütün bu gelişmeler siyasi semeresini de verdi ve RP birinci parti durumuna gelerek iktidar ortağı oldu. İslami sermaye 1997 yılında RP nin devrilmesine  hatırı sayılır bir direnç gösterdi ve sesini tüm dünya duydu.  Camaaatler ve genel olarak İslamcı sermaye, emperyalizm ve geleneksel sermayenin RP yerine hazırladıkları AKP’ye ve Erbakan’ın yerine ikame edilen T. Erdoğana tavır aldılar. AKP’yi başlangıçta kendilerine düşman bildiler. Tabii ki Fethullah Gülen hareketini de. Şunu da belirtmek gerekir ki, bu tavır genel olarak böyleydi. Ama istisnalar da vardı. Örneğin o sıralar İskenderpaşa, İsmailağa, Süleymancılar gibi cemaatlerin yanında küçük kalan Erenköy Cemaati, Menzil Cemaati gibi çevreler  emperyalizm ve geleneksel sermaye ile birlikte davrandılar.
AKP süreç içinde kendini iktidara taşıyan güçlerle arayı açmaya, geleneksel cemaatlere daha çok yaslanmaya ve kendi sermaye gücücnü oluşturmaya başladı. Üst üste ve artan oy oranlarıyla kazanılan seçimler, onun bu konudaki cesaretini  iyice artırdı. Ama bu konuda AKP’yi cesaretlendiren esas olgu, ordu ve bürokrasiye yönelik operasyondu. AKP bu operasyonu kadrolaşmak, devletin ekonomik, siyasi tüm imkanlarını İslami sermayenin daha da gelişmesine seferber etmek için kullandı. Süreç içinde AKP, polis ve yargıda, eğitimde örgütlü Gülen hareketi ile çatışmaya, TÜSİAD ve Koç grubu başta olmak üzere geleneksel sermayeye tavır almaya, dış politikada da çizgi dışına çıkmaya başladı. Gezi olayları çelişkileri daha da derinleştirdi. AKP tahammülsüzleşti ve yaşamakta olduğumuz süreç başladı.

AKP ve Erdoğan’a Güç Veren Etkenler
Bu satırların yazıldığı Şubat sonlarında  Tayyip ilk saldırı dalgasını atlatmış hatta inisiyatifi ele almış gibi görünüyordu.  Tayyip’e bu göreli başarıyı sağlayan etkenleri şöyle özetleyebiliriz:
AKP’ye saldırıda esas olarak Gülen örgütlenmesi kullanıldı. Ama Gülen örgütlenmesi kamuoyu desteği sağlama bakımından uygun bir araç değildi. Cünkü solun değişik kesimlerinden, Kürt hareketinden, Alevilerden oluşan muhalif hareket, Gülen hareketini de en az AKP kadar kendine düşman bilmekteydi. Bunda da yerden göğe kadar haklıydı. Muhalif hareket Gülen’in arkasında durmadığı gibi, onu da yıpratacak bir çizgi izledi.
AKP’nin arkasında kenetlenmiş İslami kesim ise daha başından yani 1990’lardan beri Gülen’e sıcak bakmıyordu. Bu kesim Gülen’nin AKP’ye saldırmasıyla birlikte tümüyle düşman kesildi. Sonuç olarak saldırıda kullanılan öncü güç kitle tarafından desteklenmedi ve bu durum AKP’nin işine yaradı.
Bunun yanısıra tepkilerin toplanacağı siyasi adres olarak alelacele hazırlanan CHP de muhalefete güven veremedi. Gülen hareketi, MHP ve elde bulunan diğer düzen güçleriyle takviye edilmeye çalışılan CHP, yeni bir umut, yeni bir heyecan yaratacağına, partinin demokratik hareket  ve Kürtler içindeki prestijini daha da düşürdü. CHP iktidara alternatif hale gelmek şöyle dursun, eskisinden de beter bir iç karmaşaya düştü. Siyasi olarak alternatifsizlik AKP’nin, İslami sermayenin en büyük kozu olmaya devam ediyor.
Bu saydıklarımızın yanısıra Tayyip’i rahatladan en önemli tavır Kürt hareketinden geldi. Kürt hareketi bu çatışmada AKP karşıtlığı yapmayacağını açıkça ilan etti.  Örneğin A. Öcalan açıkça, yangına benzin dökmeyeceklerini söyledi.  Kürt hareketi Gezi olayları sırasında takındığı tarafsız, AKP’ye pasif destek veren, AKP’yi zora sokacak eylemlerden uzak duran tavrını sürdürdü. Eğer Kürt hareketi Kürdistan’da ve metropollerde Türkiyeli muhalif çevrelerle birlikte; meclisteki, yurt dışındaki, basın yayın alanındaki gücünü, kitlesini  harekete geçirseydi bambaşka bir Türkiye ile karşı karşıya kalacaktık. Ama Kürt hareketi sözlü eleştirilerle ve seçime endeksli bir muhalefetle yetindi.
Tayyip Erdoğan, partisinin bölünmesini engelleyerek ve kendisini destekleyen İslami aydınların önemli bölümünü etrafında tutarak, sahip olduğu kitle desteğini esas olarak korumayı şimdilik başardı.
Erdoğan’ın kitleyi arkasında tutabilme başarısının altında, bu kitlenin ahlakını bozmuş olması da yatıyordu. AKP, yolsuzluk yapıldığına inanan, Başbakan’ın yalan söyleyip insanları aldattığını bilen ama gene de bu partiye oy vereceğini söyleyen, dindarlığı da kimseye bırakmayan bir kitle yarattı.
Bu kitle desteği sadece yalanlarla ve dini gösterişlerle, demogojilerle yaratılmadı.  AKP’ye oy verenler, bu parti tarafından ayrıcalıklı bir kitleye dönüştürüldü. T. Erdoğan’nın “biz” dediği, kendini onların Başbakanı olarak gördüğü bu kitle devlet ve belediye imkanlarından yararlanmada önceliğe sahipti. Örneğin işe alınacakların, küçük büyük ihale ve iş verileceklerin başında AKP’liler geliyordu. Bu kitle AKP’li partililer, belediye görevlileri tarafından zaman zaman ziyaret ediliyor, dertleriyle ilgileniliyordu. O zamana kadar görülmedik bu ilgi Tayyip’i özellikle kadınların gözünde kahraman yaptı. AKP’nin yolsuzlukları, Başbakan’ın söylediği yalanlar kimsenin umurunda değildi. İnsanlar belki de ilk kez gördükleri ilgiyi ve sahip oldukları ayrıcalıkları kaybetmek istemiyorlardı. Doğal olarak da  içten içe yozlaşıp, bozuluyorlardı.
Tayyip ve İslami sermaye moral gücünü böyle bir kitleden alıyorlar. Seçimle düşürülemeyeceklerine kesin inanıyorlar. Yalanda, talanda hiç bir sınır tanımıyorlar.
 Bundan Sonrası
İslami sermaye ve Tayyip panik havasını üzerinden atabilmiş değil. Ellerindeki bütün silahları merhametsizce kullanıyorlar.
Tayyip ordu içindeki tepkileri ve ulusalcı kitleyi yanına çekecek manevralar yapmakta, Gülen hareketine karşı tepkileri AKP’ye desteğe dönüştürmeye çalışmakta. Ama bu girişimlerin başarı şansı çok çok düşük.
Kürtlerin, kendilerini mecbur hissettikleri için AKP’ye verdikleri gönülsüz, pasif desteğin ne kadar süreceği de belli değil. Bu destek birden ortadan kalkabilir ama AKP’yi ayakta tutacak açık bir desteğe kesinlikle dönüşmez.
AKP ve Tayyip’in bu saydığımız çıkmazlarına karşılık, karşı taraf yani emperyalizm ve geleneksel sermaye sakin ve kendisinden emin görüyor. Bu güçlerin ellerindeki silahları henüz tümüyle kullanmadığını biliyoruz. Örneğin ekonomik sıkıştırmalar yeni yeni başladı. Orduda ne gibi hazırlıkların olduğunu bilmiyoruz. Siyasi iktidar değişikliği için son sözü söyleme ayrıcalığını hala elinde bulunduran NATO, Pentagon ve ordunun bu gelişmelere kayıtsız kalmasını bekleyemeyiz.
AKP, polisi, yargıyı ve devlet bürokrasisini hallaç pamuğu gibi atıyor. Ama buna karşı bu kesimlerden bir tepkinin gelmesi de hiç ihtimal dışı değil.
Tayyip ve onun arkasında tarihte görülmemiş biçimde kenetlenmiş,  kendini varlık yokluk mücadelesi içinde gören İslami sermaye, objektif olarak emperyalizm ve geleneksel sermayeye direnecek güçte değildir.  Hem elindeki güçler çok daha zayıf ve sınırlıdır, hem de İslami sermaye her sermaye grubu gibi emperyalist sermayeye muhtaçtır; onunla işbiriği yapmadan, onun genel ekonomik, siyasi politikalarına kendini uydurmadan var olamaz, gelişemez.
İslami sermayenin temsicisi AKP ve Erdoğan umutsuz direnişlerini sürdürüyorlar. Noktanın ne zaman konulacağını yaşayarak göreceğiz.

20 Subat 2014
tiftikciosman@gmail.com

Sunday, February 23, 2014

19 Şubat’tan 30 Mart’a; Ulaş’a ve Mahir’e sığınmak – İnönü Alpat

19 Şubat’ta Ulaş’ın öldürülmesiyle başlayan ve 30 Mart’ta Mahirlerin öldürülmesiyle nihayete erecek olan seçim garabetine yanıtımızı Ulaş’a, Mahir’e sığınarak veriyoruz. “Kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza” sözünü seçim siyasetinin en üstüne yerleştiriyoruz
ulas-mahir
Partilerin 30 Mart yerel seçim listeleri dün itibariyle kesinleşti. 19 Şubat’a, yani bugüne uyandığımızda, partilerin hangi adaylarla yarışa gireceği kesinlik kazandı.
19 Şubat 1972’ye uyandığımızda Ulaş Bardakçı öldürülmüştü. Sabah saat yedide Arnavutköy’de kuşatıldığı evde katledildi Ulaş; ardından ağıtlar yakıldı, doğan çocuklara ismi verildi.
Bir bakalım gazetelere, internet sitelerine, sosyal medyaya; çıkalım sokaklara, bırakalım “kelli-fellileri”, gençlere soralım, “19 Şubat size neyi hatırlatıyor” diye, ciğerimize ateş düştüğü gün olduğunu bilirler mi, Ulaş’ı hatırlayan kaç kişi çıkar?
Keşke aksi olsa. Lakin bu halde değil memleket.
Tartışmasız, seçim bir düzen içi ortaoyunudur; düzenin tahkimatını sağlamaktadır. Ancak bu kadar tuhaf, ilkesiz bir seçim yaşandığı da vaki değildir. Bakın partilerin listelerine ne demek istediğimiz daha net anlaşılır.
AKP ve MHP’den söz etmiyoruz haliyle. “Komşu mahallelere” bakıyoruz; bakıyor ve öfkeyle karışık umutsuzluğa kapılıyoruz.
Liberalizmle, gericilikle, ırkçılıkla ve şovenizmle barışık adaylar karşımızda duruyor. Solun, sosyalizmin, sosyal demokrasinin, insanlığın temel değerleri değil, genişleme, yayılma, büyüme, daha fazla oy almanın ince taktikleri belirleyici oluyor. Siyaset bilimciler bunu, “merkezin dizayn edilmesi”, “Türkiyelileşme”, “etnik ve mezhepsel kökenin doğal belirleyiciliği” ve benzeri analizler ışığında makul ilan etse de, Türkiye sağıyla, Türkiye gericiliğiyle, liberalizmin Türkiye ayağıyla sağlanan yakın temasın solu kulvar dışına itmek dışında her hangi bir sonuca yol açması mümkün görünmüyor. Bakalım aday profili ortalamasına, bakalım partilerin hassasiyetlerine; gericiliğe karşı mücadelenin ve antiemperyalizmin bu kadar önemsizleştiği bir başka seçim dönemi yaşadık mı?
Ulaş’ın öldürüldüğü gün, yani 19 Şubat’ta, her yolu mubah görenlerin hazırladığı listeler boy boy yayınlanıyor gazetelerde. Ulaş, devrimi tek yol gördüğü için öldürüldü; şimdi her yolu mubah görenler belediye başkanları, belediye meclis üyeleri belirledi, listeler önümüzde duruyor.
Sol iddialı bir parti, ırkçı birini aday gösterecek; sol iddialı bir parti Kur’an okuyarak seçim startı verecek; sol iddialı bir parti etnik kökenin her rengini listelerine taşıyacak, etnik değerlerle zenginleştirilmiş bir solun ötesinde yalnızca etnik düzlemde kalacak; sol iddialı bir parti mezhepsel dengeleri gözeterek aday belirleyecek ve bizden de bunu yutmamız istenecek. Yolsuzluğa, hırsızlığa bulaşmayanları değil, kim daha az kirliyse onu seçmemiz gerekecek. En acı olan da bu.
Biz, 19 Şubat’ta Ulaş’a sığınmaya karar verenler olarak, “biz kendimiz”, bu üçkâğıdı yutmadığımızı ilan ediyoruz.
Siz oynayın; oyunuza oy, gücünüze güç katın. Ama bize bulaşmayın, olanı biteni sol diye yutturmayın yeter.
19 Şubat’tan 30 Mart’a; “buraya dönmeye değil, ölmeye geldik” diyenlerle, her yolu mubah görenler arasındaki uçurum her gün biraz daha derinleşiyor.
Cemal Süreya der ki şiirinde: “Akan zaman değil mesafelerdir.”
30 Mart bu derinliğin dip noktası, bu mesafenin en çok açıldığı gün olacak. Seçimlerin yapılacağı 30 Mart değil kastımız. Mahir Çayan ve arkadaşlarının katledildiği 30 Mart’ı kendimize dert ediyoruz.
Liberalizme, gericiliğe prim vererek var olmaya çalışanlara, Mahir’le yanıt veriyoruz.
Elbette Mahir’in ideolojik-politik emanetini oturur tartışırız; zamane doğrularının bugünün de doğrusu olup olmadığını tartışır kesinleştiririz; o günkü ideolojik-politik tahlil ve önermelerinden hangisinin bugün geçerli olup olmadığını bu işe kafa yoranlara danışırız.  Yani anlayacağınız üzere işimizi yoluna sokarız.
Cemal Süreya der ki şiirinde: “Biz kırıldık daha da kırılırız/ Kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza.”
19 Şubat’ta Ulaş’ın öldürülmesiyle başlayan ve 30 Mart’ta Mahirlerin öldürülmesiyle nihayete erecek olan seçim garabetine yanıtımızı Ulaş’a, Mahir’e sığınarak veriyoruz.
“Kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza” sözünü seçim siyasetinin en üstüne yerleştiriyoruz.
Mahir’le Ulaş’ın birbirleriyle gülerek el sıkıştıkları fotoğraf, Türkiye devrimci hareketinin masumiyetini resmetmektedir.
Onlar gericilere, liberallere yaslanabilir. Biz, bizimkilerin gülüşüne sığınıyoruz.

Saturday, February 22, 2014

Şam’a büyük taarruz hazırlığı



Şam’a büyük taarruz hazırlığı
Amerika tarafından Ürdün’de eğitilen Suriyeli silahlı grupların, başkent Şam’a büyük bir saldırı için hazırlık yaptığı bildirildi.

YDH-El Menar televizyonu silahlı grupların Şam’ın dış semtlerinden doğu ve batı Guta’daki kuşatmayı kırmayı hedeflediğini bildirdi.
Haberde Batı ve Arap ülkelerinin ileride yapılması muhtemel olan Cenevre görüşmelerinden önce Suriye’deki güç dengesini değiştirmek için Suriye’deki silahlı gruplara daha fazla destek vermeye başladığı bildirildi.
El-Menar muhabiri Hüseyin Mellah, Suriye ordusunun Kalamun bölgesindeki Yabrud’a yönelik operasyonlarını sürdürdüğünü belirterek Yabrud’daki silahlı gruplara yönelik kuşatma halkasının daralmasının silahlı grupları destekleyen çevrelerin yeni çare arayışlarına girdiğini bildirdi.
Yabrud’daki silahlı grupların kendilerine yardımcı olmak üzere yeni bir cephe açılması çağrısında bulunduklarının belirtildiği haberde Yabrud’a yoğunlaşan muhalifler için mesafenin geniş olmasından Humus’a hareket etmenin dolayı zor olduğu, bu yüzden de kaçacak alan bulabilecekleri Dera ve Golan bölgelerini hedefledikleri ifade edildi.
Fransız haber ajansının Amerika tarafından Ürdün’de eğitilen silahlı grupların Şam’a yönelik büyük bir saldırı hazırlığında olduğuna dair haberini hatırlatan el-Menar başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkelerinin de muhalif grupları ağır silahlarla desteklediğini bildirdi.
Haberde ayrıca Özgür Suriye Ordusu’ndan kaçan bir komutanın yapılacak saldırının Dera bölgesinden başlayacağını söylediği nakledildi.
Reuters haber ajansı geçtiğimiz yaz, Suudi İstihbarat Servisi Başkanı Bender bin Sultan’ın kardeşi Salman bin Sultan’ın Batılı istihbarat servisleriyle birlikte Ürdün’deki Suriyeli silahlı grupların eğitiminden ve silahlandırılmasından sorumlu olarak görevlendirildiğini bildirmişti.

Friday, February 21, 2014

Yok böyle hükümet


Yılmaz ÖZDİL yozdil@hurriyet.com.tr
21 Şubat 2014

İçişleri bakanı oğluna soruyor, evde kaç para var oğlum?
Oğlan cevap veriyor, üç-beş kuruş bir trilyon babacım... İçişleri bakanı hâlâ, ne ben oğlumu aradım ne oğlum beni aradı, dinleme “yok” diyor.
*
Ulaştırma bakanının bacanağı gözaltına alınıyor. Ulaştırma bakanı, haberim “yok” diyor. Müteahhitler, Binali kalırsa yaşadık, milletin a...na koyacağız diyor. Binali, gene haberim “yok” diyor.
*
Ekonomi bakanının koluna 700 bin liralık saat takılmış, rüşvetten fezlekesi var, oğlu hapiste... Ekonomi bakanı, şerefimle hizmet ediyorum, veremeyeceğim tek kuruş hesabım “yok” diyor.
*
Toki bakanı, ne yaptıysam başbakanın talimatıyla yaptım, başbakanın istifa etmesi gerekir, şahsen benim izah edemeyeceğim hiçbir husus “yok” diyor. Bilahare, sayın başbakanımdan özür dilerim, şahsen benim ve liderimin izah edemeyeceği hiçbir husus “yok” diyor.
*
AB bakanı, elbise kutularının içinde 500’er binlik poşetler almakla suçlanıyor, bizim abdestimizden şüphemiz “yok” diyor, hamdolsun namazımızdan da itikadımızdan da şüphemiz “yok” diyor.
*
Adalet bakanı, fezlekelerin içine bakılmadı, nasıl geldiyse, öyle geri gönderildi, yasalara aykırı bir durum “yok” diyor, yargıya baskı “yok” diyor, hükümetin yeni savcı falan ayarladığı “yok” diyor.
*
MİT tırlarını yakalayan savcı, polis, jandarma, alayı görevden alındı, tırlar kaçırıldı, yayın yasağı getirildi; dışişleri bakanı, gizli saklı bir şey yapıldığı “yok” diyor. Bir lira olacak denilen dolar, iki buçuk liraya gidiyor; maliye bakanı, abartılacak bir durum “yok” diyor. Yağmur yağmıyor, barajlar boşaldı, son 20 senenin en düşük seviyelerine inildi; su işleri bakanı, kuraklık tehlikesi “yok” diyor. Kendi kendine yeten yedi ülkeden biriydik, saman ithal ediyoruz; tarım bakanı, üretimde eksiklik veya azalma “yok” diyor. İşsizlik patladı, 4.7 milyon, Ankara’nın köyleriyle beraber toplam nüfusundan fazla işsiz var, Ali Babacan hâlâ, herhangi bir çözüm paketine ihtiyaç “yok”, çünkü ülkede kriz “yok” diyor. Çalışma bakanı, 800 lira büyük para, asgari ücretle geçinilmez diye bir şey “yok” diyor. Devlet koruması altında bulunan 15 yaşındaki çocuk, cinsel saldırı sonucunda hamile kaldı; aile bakanı, çocuk bize hamile olarak gelmiş, yurtta tecavüz “yok” diyor. Tübitak raporu, resmen, Balyoz ve Ergenekon davalarındaki kilit belgenin sahte olduğunu ortaya koydu; bilim bakanı, bu rapor Tübitak raporu ama, Tübitak’ın kurumsal imzası “yok” diyor. Bütün sınavlarda olduğu gibi SBS’de de rezalet çıktı, cevap anahtarlarını karıştırdılar, mahkeme yürütmeyi durdurdu; milli eğitim bakanı, SBS’de sorun “yok” diyor. Eczacı odaları bangır bangır bağırıyor, başta kanser ilaçları, 500 civarında ilaç piyasada bulunmuyor; sağlık bakanı, dünyadaki bütün ilaçlar burda var, sıkıntı “yok” diyor. Hava kuvvetlerindeki seçkin pilotlar, Balyoz davasına tepki olarak şakır şakır istifa ediyor; milli savunma bakanı, yeterince pilotumuz var, öyle uçup gittiler diye bir şey “yok” diyor.
*
Başbakan, günde 78 kere paralel devlet diyor, paralelle yatıyor, paralelle kalkıyor, cunta diyor, çete diyor, örgüt diyor, casus diyor, haşhaşiler diyor, inlerine gireceğiz diyor; Bülent Arınç, paralel devlet soruşturması falan “yok” diyor. Hayati Yazıcı daha şahane, tek devlet var, paralel devlet “yok diyor.

*
Altı bakan hakkında fezleke var, iki bakan çocuğu hapiste, kendi oğlu ifade verdi, yolsuzluk, rüşvet, villalar, müteahhit havuzu gırla gidiyor... Başbakanımız, şahsımla zerre kadar alakası “yok” diyor!
*
Dolayısıyla... CHP’nin Anayasa Mahkemesi’ne başvurması ve hükümetin çıkardığı hsyk kanununun “yok hükmünde” sayılmasını istemesi, gayet makul bir taleptir.
*
Çünkü hakikaten...
Yok böyle hükümet yani.
Dünyada örneği yok!

Sunday, February 16, 2014

İslami hareket kendi büyüsünü kendi elleriyle bozdu

 
06.02.2014 Vatan
Rusen Cakir
Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye'de farklı İslami cemaatler, gruplar ve şahsiyetler arasında anlaşmazlıklar, rekabetler, ayrışmalar vb. yaşanmış ama bunların hiçbiri kapsamlı bir çatışmaya dönüşmemişti. Çünkü bu İslami yapılanmaların tümü asıl tehditin, rejimden (devletten) ve onun himayesindeki sivil kesimlerden geldiğini görüyor (veya öyle düşünüyor), buna bağlı olarak aralarındaki çelişki ve sorunları geri plana itiyorlardı. 17 Aralık 2013 tarihinden itibaren alenileşen Fethullah Gülen cemaatiyle AKP hükümeti arasındaki savaş bu bakımdan cumhuriyet tarihinde bir ilktir. Şu ana kadar zaten her iki tarafa da fazlasıyla zarar vermiş olan bu savaşın orta ve uzun vadede sadece Cemaat ile AKP değil genel olarak tüm İslami camia üzerinde olumsuz anlamda çok daha büyük ve kalıcı tahribatı olacağını öngörebiliriz.

Ötekini suçlama devri kapandı
"Neden?" sorusuna birkaç başlıkta cevap vermeye çalışayım:

1)
Öncelikle İslami camianın, tüm kötülüklerden "öteki"ni sorumlu tutması devri böylece sona ermiş oldu.

2)
Cemaat ve AKP'nin birbirlerine karşı yürüttükleri kampanyalarda geniş ölçüde "öteki"lerin geçmiş argümanlarına başvuruyor olmalarıyla bütün algı kalıpları altüst oldu. Örneğin düne kadar Fethullah Gülen'i Amerikancı ve/veya İsrail yanlısı olmakla itham etmek "ulusalcı hezeyan" olarak görülürdü; artık değil. Yine Gülen'e yönelik "sahte peygamber" ve benzeri suçlamalar da yıllardır değişik İslami yapı ve şahıslara yöneltilen "dini suiistimal" suçlamalarını meşrulaştırmış oluyor. Öte yandan yakın zamana kadar Erdoğan'ı otoriterleşmekle suçlayanlara hemen "darbeci" yaftası yapıştıran Cemaat'in de artık bunun çok daha ilerisinde eleştiriler geliştirdiğine tanık oluyoruz. En nihayet muhalefet partilerinin yapamadığını Cemaat başardı ve bir hafta içinde hükümet ve Erdoğan'ın adının yolsuzlukla beraber anılmasına neden oldu. Yani İslami hareket kendi büyüsünü kendi elleriyle bozmuş oldu.

3)
Türkiye genel olarak muhafazakâr bir ülke olmasına rağmen dindarlar uzun bir süre sistemin dışında tutuldu. Bu olağanüstü durum nedeniyle ülke yıllarca nice sorun ve çatışma yaşadı. Nerdeyse 12 yıla varacak olan AKP iktidarıyla dindarlar merkeze taşındı ve olağan bir duruma geçildi. Fakat tam da bu geçişin sağlanmasının hemen ardından bu savaşın patlak vermesi asıl sorunun, sistemin merkezinde kimin olduğu değil sistemin bizzat kendisinde olduğunu, diğer bir deyişle, Cemaat-hükümet savaşı, oyuna dokunmadan sadece oyuncuları değiştirerek Türkiye'nin önünün açılamayacağını net bir şekilde bizlere gösterdi.

Bugün her iki taraf da kendisinin haklı, diğerinin haksız olduğunda ısrarcı. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz:
Tarafların birbirlerine yönelttikleri eleştiri ve suçlamaların çoğu kulağa fazlasıyla inandırıcı, yine tarafların kendilerini savunmak için geliştirdikleri argümanlar ise inandırıcılıktan uzak geliyor.
Öte yandan şunu da biliyoruz: Yıllar sonra bugünkü argümanların, ayrıntıların çoğu unutulacak, esas olarak İslami iddialı iki yapının birbirine karşı amansız bir savaş yürüttüğü, birbirini alabildiğine yıprattığı hatırlanacak. Kimsenin kazanacağını sanmıyorum, velev ki taraflardan biri galip çıksın, bu durum onun haklılığının kanıtı olarak da görülemeyecek.
Ama muhafazakâr camianın gelecek kuşakları için bu günler kesinlikle "kara bir dönem" olarak hatırlanacak.

Friday, February 14, 2014

Sıfır noktası

Yıldırım TÜRKER

Geçen gün bir tartışma programında değerli bir akademisyen memleketin son durumu üstüne yorumlarda bulunurken dayanamayıp birçok meslektaşı tarafından onaylanacak bir saptamayı dillendiriverdi. “Kürtler de çıtayı düşürdü”.
Kürt siyasi hareketi, eleştirilemez değil elbet. Eleştirilmeli de. Ama her milli buhran döneminde dönüp “Kürtler”in hatalarından dem vurma refleksinin Türk solunun hemen her katında görülmesi bir şeyleri anlatmıyor mu?

Kürtlerin şehirlerde, dağlarda, Suriye’de ve dünyanın her yerinde bir sorun olarak karşımıza dikilmesinin ardındaki hepimize yerleştirilmiş-sarsılmasına izin verilmeyen hakikati dile getirmeye çalışırken durmadan George Orwell’in “alt sınıflar üstüne yazdıklarından ödünç alma ihtiyacı duyuyorum. Bize de atalarımıza da Kürtler pis kokar diye öğretildi. Orwell, Britanya’nın değişen sınıfsal çelişkilerini anlatırken üst-orta sınıftan gelme bir Britanyalı olarak şöyle diyordu: “Bize böyle öğretildi: alt sınıftan insanlar kokar. Bu noktada da, şurası çok açık ki aşılamaz bir hudut sözkonusu. Çünkü, hiçbir hoşlanma ya da hoşlanmama duygusu “fiziksel” bir duygu kadar asal değildir. Irk nefretinin, dini nefretin, bilgi, duygusal örgütlenme, eğitim farkının, hatta ahlaki ilkelerdeki farkların bile üstesinden gelinebilir ama fiziksel tiksintinin üstesinden gelinemez.”

Kürtlerin pis koktuğu bilgisiyle mücehhez bir ulus olarak ne kadar demokrat kaygılarına aboneysek de gün geliyor Kürtlerle konuşurken ses tonumuza ekmeği geç getiren kapıcıyla konuşuyormuşuz gibi bir tını yerleşiyor. Sıkıldığımıza karar veriveriyoruz. Sokma akılla ne kadar yol alınabilirse sonradan edinilmiş demokratlıkla da o kadar yol alınabiliyor. Karşılarında boyun büküp ‘Ben bu tarafta fazla bir şey yapamıyorum, sen de artık bir süre daha böyle idare et’ demiyorsak, onların akılsızlığından, siyasi hatalarından bezmiş olarak yanlarından çekiliveriyoruz. Üstelik vicdanımız da rahat.

Kürtlerin Cemaat ile AKP arasındaki büyük savaşta ille de bir taraf olmaya zorlanması, AKP’yi bitirecek olan son darbe ile görevlendirilmesi de kanımca aynı üstten bakışın bir yansıması. Kürt siyasi hareketinin soğukkanlı, kendi geleceğini hesaba katan bir duruş sergilemesi herkesin canını sıkıyor. Bütün savaşlarda olduğu gibi “Kürt Memet nöbete!” diye haykıranlar korosuna kalırsa “Kürtlerin” yapabildikleri de yapamadıkları da suç.

Acı ve zulümle yazılmış Kürt tarihinin tanık olduğumuz kadarı karşısında ‘biz ne yaptık’la başlamalı belki de düşünmeye. Hepimiz seyrettik; kimimiz tiksintiyle yüzünü buruşturarak kanal değiştirdi, kimimiz köklü devlet politikamızın dayattığı sinizmle inanmadı-ciddiye almadı-provokasyon okuması yaptı, kimimiz daha da sindi.

Burada çok önemsediğim için uzun bir alıntıyı birlikte okuyalım istiyorum. Zygmunt Bauman, “Modernite ve Holocaust”da şöyle diyor: “Unutmamak gerekir ki soykırıma katılanların çoğu, Yahudi çocuklara kurşun sıkmış ya da gaz odalarına gaz vermiş değildir... Çoğu bürokrat notları düzenlemiş, taslakları hazırlamış, telefonda konuşmuş ve konferanslara katılmıştır. Onlar masalarında oturarak tüm bir halkı yok edebilirler. Görünürde zararsız gayretlerinin nihai sonucunu bilselerdi, bu bilgi kafalarının uzak girintileri içinde kalırdı ancak. Yaptıklarıyla kitle katliamları arasındaki neden-sonuç ilişkisini bulmak zordu. İnsanların, gereğinden fazla kafa yormaktan kaçınma ve dolayısıyla neden-sonuç zincirini en uç bağlantılarına dek gözden geçirmeye yanaşmama gibi doğal eğilimleri ahlaksal yönden pek ayıplanamazdı. Bu hayret verici ahlaksal körlüğün nasıl mümkün olabildiğini anlamak için, silah fabrikasında çalışan, yeni büyük siparişler sayesinde fabrikalarının ‘idamının durdurulmasına’ sevinen, ama Etiyopyalılarla Eritrelilerin birbirlerine yaptığı toplu katliamlara gerçekten üzülen işçileri düşünmek; ya da ‘hammadde fiyatlarındaki düşüş’ dünya çapında iyi bir haber olarak karşılanırken ‘Afikalı çocukların açlıktan ölmesi’ne aynı şekilde, dünya çapında ve içtenlikle ağlamanın nasıl mümkün olabildiğini düşünmek yararlı olabilir.”

İşte, soluklanıp yeniden başlamamız gereken sıfır noktası budur.

Wednesday, February 12, 2014

Halepli Anarşistler Devrim İstiyor


Bir yandan Esad’ın, diğer yandan çetecilerin sürmekte olan katliamlarını, tüm baskılara rağmen büyüyen direnişi, Suriye’de iktidara karşı girişilen özgürlük mücadelesini Suriyeli anarşist Muhammed Mazen ile konuştuk.
Meydan Gazetesi: Merhaba. Suriye’de yaşanan son gelişmelerden kısaca bahsedebilir misin?
Muhammed Mazen: Ezilenlerin tarafından konuştuğumuzda Suriye’de durum çok kötü… insanlar çok acı çekiyor çünkü ilk olarak özgür olmak istediler, sonrasında bütün yerel, bölgesel ve uluslararası otoriteler, bu arzuyu ve onların acılarını kendi çıkarları için kullandılar ve hala kullanıyorlar… Kısaca diyebiliriz ki dünyadaki bütün güçler bu insanların ezilmesine göz yumuyor ve bunun için çalışıyor, en iyisi bile sadece onları ezeni değiştirmek istiyor… Cenevre-2 dahil bütün politik oyunların ya da askeri operasyonların tek bir amacı var: Her birinin çıkarına uygun yeni bir duruma gelmek. Sıradan Suriyeliler için günlük hayatın zorlukları şimdiki diktatöre özgü değil, devrim ruhunu kırmak herhangi bir diktatörün ilk önceliğidir, şimdiki ya da sonraki… Askeri duruma gelince, rejim ve devrimci güçler arasında göreli bir güç dengesi var, mevcut durumu korumanın bir biçimi de bu, iki tarafın da üstün gelemediği, bölgedeki ve dünyadaki asıl oyuncuların nihai bir anlaşmaya varmalarının beklendiği bir durum. Ne kadar korkunç ve çaresiz, ama biz, özgürlükçü Suriyeliler, yine de tam tersini düşünüyoruz, devrim ruhuna güveniyoruz.
Tüm bu koşullar altında Suriyeli anarşistler nasıl hareket ediyor ve ne düşünüyorlar?
Çok büyük bir fraksiyon değiliz, etkimiz hala öğrenci ve aktivist çevrelerle sınırlı. Ama devrimin ya da genelde Suriye’nin içindeki özgürlükçü sesler, kendilerini özgürlükçü olarak tanımlayanlardan çok daha geniş. Kendi içimizde çeşitli görüşler var olsa da genel olarak kendimizi diktatörlüğe, ezilmeye, sömürüye karşı özgür ve öz-örgütlülüğe dayalı bir toplum için yapılan mücadelenin parçası olarak görüyoruz. Anarşistler olarak, ne Esad diktatörlüğü ne de onun diğer otoriter rakipleri, her iki tarafı da iyi biliyoruz. Her zaman, her yerde olduğu gibi Suriye devrimi de, çürümüş ve zalim rejime karşı halkın kendiliğinden ve lidersiz isyanı olarak başladı. Bizim için ezenin laik ya da dindar olması fark etmiyor, Şii ya da Sünni olması da. Çünkü farklı da olsa her otorite, Suriyelileri ve diğer herkesi kandırmaya çalışıyor… Çoğu kişi Suriye’yi terk etmek zorunda kaldı, bazıları Türkiye’ye geldi, diğerleri yurt dışında yaşıyorlar ve bulundukları yerdeki özgürlük mücadelesine katılıyorlardı. Biz Halep’te Tamarod (isyan) adıyla bir dergi çıkarıyoruz, şimdi İslamcıların bağımsız aktivistlere karşı baskısı nedeniyle çalışma durduruldu… Birbirimizle ve diğer aktivistlerle iletişim kurmak için elimizde sadece internet kaldı.
Suriye’de Esad güçlerine karşı da, El-Kaide ile ilintili gruplara karşı da özgürlük mücadelesi verenler için durumun ne kadar zor olduğunu biliyoruz. Anarşistler ve toplumsal muhalefet için, bu durumu biraz anlatabilir misiniz?
Sadece anarşistlere değil, toplumsal muhalefeti savunan tüm hareketlere karşı büyük bir baskı var. Esad güçleri de, İslamcı gruplar da kendi hegemonyalarını kabul ettirmeye çalışıyorlar. Bu hegemonya savaşı bazen, aynı grupta gibi görünen örgütler arasında bile belirebiliyor. Bu baskının, anarşistler adına ulaştığı boyutu Ömer Aziz örneği üzerinden kısaca anlatmak istiyorum. Aziz, hareket başladığında Şam’daki ilk halk konseylerini örgütleyen bir devrimciydi. Doğrudan demokrasinin tüm süre boyunca işlemesi ve bunun bir halk devrimi olması için çabaladı. Esad’ın ajanları, Ömer Aziz’i yakaladı. Aziz, cezaevine atıldığının üçüncü ayında, “kalp krizinden” öldü. Sokakta karşısına, doğrudan demokrasi için El-Kaide bağlantılı grupları alan; Esad güçlerine karşı mücadele veren Aziz, Suriye’de özgürlükçü hareketin karşılaştıklarını anlamak adına en büyük örnek.
Peki, Rojava Devrimi’ne ilişkin ne düşünüyorsunuz? Savaşa karşı verilmiş bir devletsiz cevap olarak, Rojava sizin için ne ifade ediyor?
Sizin de belirttiğiniz gibi Rojava, Esadsız ve küresel iktidarların yönlendirdiği herhangi bir grubun olmadığı (ve tabi ki El-Kaidesiz) bir çözüm için önemli bir örnek. Bu deneyimi önemsiyoruz ve elimizden geldiğince takip etmeye çalışıyoruz. Ancak bilgi alma noktasında sıkıntılar yaşıyoruz. Suriye’de de iletişim kurma noktasındaki sıkıntıları aşamamıştık. Devam eden savaşın ve farklı bölgelerde olmamızın bunda rolü çok büyük.
Suriye’de anarşizm ve anarşist mücadeleden biraz bahsedebilir misiniz?
Çağdaş Suriye’de anarşizm daha yeni sayılır, ancak yüzyıllar önce otoriteyi reddeden bazı Khawarij mezhepleri ve Mo’atazilah ( ve ayrıca bazı Sofistler) vardı; bazı Avrupalı anarşistler 19. yüzyılda kendi ülkelerindeki baskılardan kaçarak doğuya gelmişlerdi ve o zamanki solcular ve hatta bazı komünistler Marksizm’in yanı sıra anarşist düşünür ve militanların etkisi altındaydı. Ayrıca 1970’lerde Suriye ve Lübnan’da ortaya çıkan sürrealist entelektüeller de özgürlükçü olarak görülebilir… Bazı Suriyeli anarşistler geleneksel soldan geliyor, diğerleri Suriye’nin içindeki ya da dışındaki aktivistler… Şimdi yeni başlayanlar için internet üzerinde az ama iyi miktarda Arapça literatür oluştu… Ben kişisel olarak, Suriye’de ya da başka bir yerde anarşizmin nasıl toplumsallaşacağı üzerine ve özgürlükçü alternatifin nasıl mevcut düzene (düzensizliğe) gerçek bir alternatif olabileceğiyle ilgileniyorum… Sizinle kurduğumuz bu bağ gibi yani anarşist örgütlenmelerle oluşacak taban ağları buna cevap olabilirler.
Tüm bu süreç boyunca uluslararası dayanışma nasıldı?
Biraz zorluk yaşadık, özellikle bütün dünyadaki geleneksel solcular, ezilmenin ve sömürünün haklı bir sebebi olabileceğine inanıyorlardı. Esad tarafından yapılanları haklı ve anlaşılır görmek gibi. Neyse ki çoğu anarşist için böyle bir durum yok… Yine de bizce en iyi dayanışma biçimi (tabii fakirleştirilmiş Suriyelilere Suriye içinden ve dışından yapılan insani yardımların yanında) özgürlükçü olan her şeyi açıklamaya yardım etmek, devrimin her bir özgürlükçü deneyimi, Esad’ın ya da İslamcıların Suriyelilere uyguladıkları baskılara karşı savaşmamıza yardım eder… Arap Baharı dediğimiz şeyi oluşturan halk ayaklanmaları, ezilmeye karşı daha önceki direnişten tetiklendi ve o da her yerde daha fazla direnişi tetikledi. Tabii bütün ezenler, bu devrimleri baskı altında tutmaya ve saptırarak sadece sekter ya da toplumsal çatışmalara dönüştürmeye çalışıyorlar… Ümit veren bir çağda yaşıyoruz, mevcut düzen (kapital, onun son versiyonu: neoliberalizm ve ulus-devlet ) derin krizde, tabii gelecekte insanlığın daha iyi yaşayacağının garantisi yok, ırkçılık gibi berbat şeyler baskın çıkabilir ama gerçek kurtuluş da gündemde… Bugünün moda kelimesi mücadele, biz, en çok ezilenler ve dışlananlar bunu doğru yaparsak, dünyayı kazanabiliriz. Ümidim fazlasıyla ve samimiyetle budur.

Tüm bu koşullarda anarşist mücadeleyi Suriye’de örgütleme çabanız çok önemli. Verdiğiniz mücadeleyi selamlıyoruz.

Teşekkürler yoldaşlar.
--------
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 15. sayısında yayımlanmıştır.
Kaynak: http://meydangazetesi.org/gundem/2014/01/halepli-anarsistler-devrim-istiyor/

Tuesday, February 11, 2014

Hırsızımız...

 
Bekir Coşkun

11 Şubat 2014 Salı

Bugünlerde hırsızımız gelip evimizi soyacak...
Komşumuz çitten kafasını uzatıp “Geldi mi?” diye soruyor sık sık...
“Bekliyoruz” diyorum...
*
Evde hazırlık yaptık...
Gelen misafirlere de anlatıyoruz:
“Bugün yarın gelir yani... Ayağı çabuktur aslında... Geçen gelişinde bir de baktık ki gelmiş...”
Sevdiği şeyleri hazırladık:
2000 lira kadar nakit, biraz bozukluk, saç kurutma makinesi, iki bilezik, cep telefonu...
Andree saç kurutma makinesini çıkartıp, yerine ütüyü koydu bu seferlik...
*
Size de gelecek...
Öyle “Biz dördüncü katta oturuyoruz”, “Kapımız kasa kilitli, çelik” gibi şeyler söylemeyin, faydası yok...
“Beyin uykusu hafiftir” deme...
Hırsız girmesin diye sabaha kadar oturan var...
Ahbapların beyi sabaha kadar uyumadan arada bir “Kim o?.. Polis çağırdım, silahım da var... Ben boksörüm zaten...” diye seslendi...
Sabahleyin baktı, 3.155 lirası yerinde yoktu...
*
Bir hesaba göre bu hırsızların milletten çaldığı para 243 milyar TL...
Bunu Japonlar ödemeyecek...
Bizler ödeyeceğiz...
243 milyarı böl 77 milyona...
Sana düşen bu kadar...
3.155 lira...
*
Kızma...
Kapıdan süpürgeni çalsalar yaygara koparıyorsun da...
Cebindeki paranı çalıyorlar, sesin çıkmıyor...
Sokaklara dökülen, haykıran, yaralanan, gerektiğinde ölen bir avuç genç dışında bir millet uykuda...
*
O zaman sürgüyü sür, alarmı aç, çelik kapı, otuzuncu kat...
Faydasız...
“Donumuzu bile çalıyorlar” diyen o politikacı haklı...
Hırsıza alışmış kıçta don durmuyor...
 

Monday, February 10, 2014

Dikensiz çakma gül bahçesi, oksijensiz hava gibi olsa da!




 Umur Talu

Hepsini bu köşede gördük Allah’a şükür!

Bu yazı bugünkü gazetede yok.

Gördüğüm lüzum üzerine sabah erkenden yazıp Habertürk internet yayınına ilettim.

***

Bir kişi başbakan olunca “ Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi”ni okumak, bilmek, uymak zorunda değil…
Ancak bir kişi bir medya kuruluşunda öyle ya da böyle “görevli” olunca, en azından duymak zorunda.
En azından, her adımında, her biat-itaat-icraat anında satır satır hangi hak ve özgürlükleri, hangi birikimleri, hangi gazetecilik namusu ölçülerini çiğnediğini bilmek zorunda.
Orada madde madde, “gazeteciliğin özüne yabancı madde olunmaması” yazar.
Yasaklayamaz elbette ama epeyce ayıplar!

***

Anlaşılan şu olmuş:
Birileri birilerinin cebine, içine, ruhuna, her adımına, her lafına böcek yerleştirmiş…
Bir böcek de bu müesseseye o şekilde sızmış.
Dinlemek elbet çok ayıp ama o konuşulanları konuşmak, konuşulması gerekenleri bastırmak da öyle.
Nasıl gazetenin, TV’nin şahsiyeti ve haysiyeti işverenlere, çalışanlara emanetse; onca gazetecinin, çalışanın hakkı, emeği, geleceği, umudu, haysiyeti de bu kuruluşlara emanet.

Daha ötesi…

Yüz binlerce, milyonlarca insanın hakkı, mağduriyetinin bilinmesi ve dile gelmesi, onların hayattan beklentisi, bir dayanak imkânı, güçlüler karşısında hor görülmemesi, un ufak olmaması için tutunacak, sarılacak bir dalı, 3 yaşında çocukların yaşam hakkı da gazetecilere, gazetelere, yayıncılara emanet.
Sarılacak bu dalları alıp öylece kırılacak odunlar haline getiremezsiniz.
Bir başbakan sansür arzulayabilir ama böyle kelime kelime, satır satır, A’dan Z’ye kovalıyorsa…
Zaten zayıf bir muhalefetin sesini, altyazısını bile kısmak, zaten evlatlarını kaybetmiş Uludere köylülerini medyada görünmez, görülmez kılıp “Roboski’nin sesi”ni dahi bastırmak istiyorsa…
İsimsiz, şöhretsiz muhabirlerin, sayfa sekreterlerinin peşine dahi; bir kelimenin, bir başlığın, iç sayfalardaki bir haberin intikamı için düşülüyorsa…
Üç insanın ekmeğiyle oynamak, onları işsizlikle cezalandırmak böylesine marifet ve büyük zafer sayılıyorsa…
Başbakan’ın Meclis TV’sini susturmakla övünen milletvekili danışmanı bir yandan takma isimle bir “gazete köşesi”ne yerleşmişken; geçimi, hayatı bu meslek olanlar gazetecilik yapamıyor, hatta onun da nezaretinde işinden ediliyorsa…
Ve iktidarın, güçlülerin tüm arzuları, ihtirasları, öfkeleri, kinleri bir yana…

Gazetecilerin yuvası ve halkın sesi sayılan; hem onların hukukunu emanet almış, hem milyonlarca ezilen, güçsüz insanın umudunu emanet bulmuş medya kuruluşları “artık bize, size her gün, her yer 28 Şubat” süreçlerine teslim olabiliyorsa…
Ekmekler çoktan bozulmuş, emekler çoktan çürütülmüş demektir!
Kendi çocukları için devleti, yargıyı, Emniyet’i, hukuku altüst edebilenler; başka insanların, başka çocukların hayatıyla, hakkıyla, haysiyetiyle böyle kolay oynayarak mı sevaptan sevaba koşacak?
Onları hiç değilse öte dünyada kovalayan günahları hiç mi olmayacak?

***
Daha önce de yazdım; gazetelerin, gazeteciliğin içine doğdum; onlarla da büyüdüm, saygıyla andığım çok kişiden çok şey öğrendim.
Yapılması gerekenleri de yapılmaması gerekenleri de.
6 yaşımdayken, gazeteci babamın ölmeden hemen önce, Samatya SSK’daki hastane yatağında kargacık burgacık yazıp geçenlerde kaybettiğimiz enişteme emanet ettiği kısa vasiyeti ilkokulda okuduğumda, anladığım şuydu:

Dik durmak için, gerekirse diklen!
Öğrencilikte, yatılı mektepte, gençlikte, üniversitedeyken çalıştığım sendikada, belediyeler birliğindeki günlerim ve sadece bu meslekteki 35 kadar yılım iyi kötü böyle geçti.
Yine öyle geçer.
Gerekirse yine öyle biter.
Yalnız şunu bin kez teslim etmeliyim:
Allah’ı var; bu gazetede kimse, ama kimse tek kelimeme dokunmadı, her yazdığımı, burayı eleştiren yazıları bile olgunlukla karşıladılar; her saniye elbet hissettiğim, paylaştığım, yazdığım medyadaki boğucu dumanın tek zerresi bile, davalar hariç, bu yazılara uzanmadı.
Bunun için, kendi yazılarım için, o yazılarda sesleri duyulabilen herkes için tabii ki müteşekkirim.
Umarım ben de doğru bir şeylerle buradaki onca insanın büyük emeğine biraz katkıda bulunmuşumdur.
Ama yine hak teslim edeyim; çok kademesinde 16 yılımı verip bir gün kovulduğum Milliyet’te de, öteki gazetelerde de tek kelimeme dokunulmamıştı.
Bugüne kadar hiçbir yerde kimseden (bana hitaben) “Şunu yaz, şunu yazma. Bunu çıkar. Bir süre yazılara ara ver” gibi sözlerin kelimesini duymadım; en azından bana asla söylenmedi.
İnanın, bu gazeteden “ayırılanlar” için yazdığım yazılarda, akraba şirketin madenindeki kazada ölen işçiler için yazdığımda da.
28 Şubat’ın en koyu zamanı, beni kovdurmak için bastıran Çevik Bir, gazetede patron odasında onca köşe yazarına, yöneticiye mecburi brifing verdiğinde, karşı odadan kalkıp gitmediğimde, katılmayı reddettiğimde de.
Onlar söylemedi, ben de söyletmedim belki.
Medyada böyle şeylerin sessiz, yalnız, güçsüz kurbanı olan nice isimsiz, bildiğim bilmediğim insan var elbet…
Ama ismi, cismi kocamanken bile böyle şeylere boyun eğenleri de biliyorum; kimi kahraman, kimi kitap bile oldu.
Bana söylense, yapılsa zaten bir saniye durmazdım.
Bir yazımı gazeteden çıkartmak için Milliyet’in makineleri gece saatlerce durdurulup yurtdışındaki patronun kararı beklendiğinde bile, o makineler sonra aynen o yazıyla döndü.
Kimseye hakaret etmemeye, haksızlık, arsızlık ve adilik yapmamaya çok özen gösterdim elbet; ama hep söylediğim gibi derdim şuydu:

“Kendim kovulabilirim ama kelimemi kovdurtmam.”

***

Gazetecilik ve insanlık haysiyeti sahibi olanları tenzih ederim ama tapeler üzerinde tepinen öyleleri var ki, Paşa elinden manşet almaktan, Jandarma Genel Komutanı dilinden emir uygulamaktan, telefon hatlarını Jitem’e arz eden patrona yalakalık yapmaktan, bizi kullanın diye yaltaklanmaktan, iktidarlara sansür teminatı vermekten, ihale ve iş takibi yapmaktan, bunlar için tehdit ve şantajda bulunmaktan, iç ve dış talimatlı sansüre, otosansüre boyun eğmekten, manipülasyona alet edevat olmaktan öyle kirliler ki…
Bakmayın salladıklarına; bükülmüş belleri ve çamurlu elleriyle kimseye taş atacak vaziyetleri yok aslında!

Yeter ki siz hepsini, herkesi birden görün, hiçbirini unutmayın ve kökten ikiyüzlü hiç kimse karambolda bir de özgürlük timsali kesilmesin!

***

Şunu da söylemeliyim:

Birileri “Uludere’yi ne gazeteden ne TV’den gördük Allah’a şükür” diye sevinir ve müjdeli haberi müessesenin sahibine bile değil, kendi “büyüğü”ne iletirken…

“Allah’a şükür”, Uludere-Roboski bu köşede sık sık görülüyordu.

“Allah’a şükür”, Gezi süreci hemen her gün görüldü.

“Allah’a şükür”, paralel yolsuzluk, arsızlık, tamah-günah süreci de hemen her anında görüldü.

Seri iş cinayetlerine kurban tersane işçilerinin; delik deşik edilmiş çocukların; göçükteki madencilerin; şımarık AVM’lerin naylon şantiye çadırında eriyen işçilerin; denetimsiz atölyelerde paramparça emekçilerin; cephaneliğe tıkılıp havaya uçan erlerin; baskı ve şiddet sonucu silahını kendi şakağına dayamış askerlerin, polislerin; plazalarda, kışlalarda hor görülenlerin; asit kuyusuna atılan oğulların; anaların peşine düştüğü kayıp evlat kemiklerinin; bilebildiğim, duyabildiğim nice mazlumun sesi, nefesi de “Allah’a şükür” hep görüldü.

Bu iktidar üyelerinin, seçmenlerinin geçmişte maruz kaldığı haksızlıklar, başörtülü kızların, kadınların, anaların yüz yüze geldiği eziyetler de “Allah’a şükür” görüldü; yine görülüyor, yine görülür.

Elbet unuttuklarım, bilemediklerim, yetişemediklerim de olmuştur; ama kimse diyemez ki, üç maymun oldun!

***

Beni de Habertürk’e zaten bunları bilerek, söylendiği kadarıyla takdir ederek, bunları yazdığımı ve yazacağımı umarak, tabii ki bunları yazmamı da bekleyerek aldılar.

Bunun gibi yazıları da yazdığım için.

Büyüklerin, efendilerin ağzından yazı yazmayı pek bilemem zaten. Onlar rahatsız olur diye yazmamayı da.

O yüzden yazılarımda, hatta bu yazıda bile hiç sürpriz yok, ama etrafta sürpriz çok.

Şimdi bir kavşağa geldik.

Bana burada yazdıran, dediğim gibi ne yazmışsam tek kelimesine bile bir bakıma sahip çıkmış bir gazete, bir müessese ve yönetim var elbet; ama yazıları görüldüğü gibi tek başıma da yazmamışım. Her birinizin hakkı, cesareti, umudu, acısı, öfkesi de her satırının sahibi.

O yüzden birden fazla karar merciimiz var!

Hiç değilse birimiz doğru kararı verecek!

***

Gazeteler, gazeteci olmayanların gazetecilik tutkusu olmayanların tam hissedemeyeceği kadar önemli hala;, belki henüz ama hala!

İster yüz binlerce satsın, ister üç, beş kapıya atsın.

Çıkan her kelime namustur, çıkmayan her hakikat de namussuzluktur.

Evet öyle: Sansür ve hele gönüllü otosansür namussuzluktur.

Halkın hakkı, hakikati, hayatiyetinden; ayrıca kendi haysiyetinden çalmaktır.

Hakkımız olmayan bir uğursuzluktur.

Gazetecilik o yüzden, bırak gazeteci olmayanlara, gazetecilere bile terk edilemeyecek kadar önemlidir; hakikate dair tek satır bile gazetecilerin kolayca terk edemeyeceği kadar kıymetlidir.

Lakin yol kavşağı şudur:

Ya gazetecilerle gazetecilik yapılır…

Yahut onların dikenleri tam ayıklanıp ağalara, beylere, paşalara dikensiz, “kompile” gül bahçesi sunulur.

Dikensiz çakma gül bahçesi, oksijensiz hava gibi olsa da!

Oksijensiz hava önünde sonunda hepimizi boğar; nihayetinde gülleri de soldurur, çürütür, tüketir, ayakaltına döker zaten.

Not: Bu yazının tek sorumlusu, her zaman olduğu gibi, ama şimdi özellikle benim. Ne bir editör, ne bir çalışan, ne bir okuyan-okumayan!