Monday, April 28, 2014

Musa Dağı'ndan Cassa Bella'ya sessiz ağıt


Musa Dağı'ndan Cassa Bella'ya sessiz ağıt

 
FEHİM TAŞTEKİN
28/04/2014
Beyrut'ta uzun yıllar kunduracılık yaptıktan sonra Keseb'e yerleşen Papken'in gencecik oğlu Kevork'u sırf giydiği botlar nedeniyle öldürmüşler. Devletin 'uzaktan ilgilendiği', bölge sakinlerinin ise seferber olduğu Vakıflı'daki misafirhanede kalan Papken acısını 1 ay boyunca eşinden sakladı.
Musa Dağı'ndan Cassa Bella'ya sessiz ağıt
Gözyaşı sürmez ebediyyen; ya durulur ya kurur. Kasketinin altına gizlediği göz pınarlarında yaş kalmamış Papken Curyan’ın.
Suriye’nin Keseb kasabasında ayağındaki postalın bedelini canıyla ödeyen 23 yaşındaki oğlu Kevork’un acısını, karısı Nivart’tan tam 1 ay saklamış. Konuşmak istemedi, “Hayatım cehennem olmuş, ne konuşacağım ki” deyip uzaklaştı. Bir saat sonra kapı araladı: “Soracaksan kalabalık içinde değil baş başa sor.”
1939’da Hatay’ın ilhakı üzerine Musa Dağı’ndan ayrılan Ermenilerin Beyrut’ta aynı köy isimleriyle kurduğu Ancar semtindeki kunduracılık yıllarından başladı. Bir türlü 21 Mart’ta Kaide ve cihadi selefilerin eline geçen Keseb’te olup bitenlere gelemedi. Gelmek istemedi.
Ölüm acısını 1 ay sakladı
Gözleri kıpkırmızı kesildi, biz sustuk, o konuştu: “Milisler geldiğinde eşim, annem ve iki kardeşimle birlikte villada saklandık. Kardeşim o villanın bahçıvanıydı. Oğlum motosikletiyle gelmişti bizi götürmeye. Milisler bastı. Karımı ayırıp başka bir yere götürdüler. Oğlumun bahçe işinde kullandığı ayağındaki botlara bakıp ‘Sen nizamın askerisin’ dediler. ‘Hayır’ dedim, ‘Tek bir oğlum var, ailenin tek oğlu olduğu için askerden muaf.’ İnanmadılar, belge istediler. Bu kez duvardaki av silahını görünce oğluma ‘şebbiha’ dediler. ‘O silahtan her evde var’ dedim. İkna edemedim. Çekip vurdular, oğlum kucağımda can verdi. Üzerini battaniyeyle örttüm oracıkta. Bizi alıp başka bir eve götürdüler. Ceset orada kaldı. Daha yeni kendine dükkan açmıştı. Üç gün bekledim, gidip gömmeme izin vermediler. Ayrılmadan önce karanlıkta mezar kazmama izin verdiler. Ceset kokmaya başlamıştı. Başıma silah dayadılar, kazamadım doğru düzgün. Yarım metreyi geçmez kazdığım. Sonra bizi bir çiftliğe götürdüler. 13 gün orada kaldık. Eşimle buluştuğumuzda söyleyemedim, çığlık atar onu da vururlar diye. Türkiye’ye getirildiğimizde de söyleyemedim. Fakat internete yazmışlar, Beyrut’ta kızım öğrenmiş; sordu, inkâr ettim. Kızım vazgeçmedi. Birileri ‘25 bin dolara kardeşini buluruz’ demiş, o da parayı hazırlamaya başlamış. Bunu duyunca mecburen ona da karıma da söyledim. Ama bizimle gelen 92 yaşındaki annemin hala haberi yok.”
 

Samandağ’ı sarsan top sesleri
Hafta sonu Samandağ Kalkındırma Derneği’nin davetlisi olarak gittiğim Hatay’a bağlı Samandağ’da denizden esen rüzgârın dövdüğü sahilde Keseb’in hemen altında Basit tarafından gelen top sesleriyle irkiliyorum. 25 km ötedeki savaşın yarattığı tedirginlik var herkeste. Alevileri boğazlamaktan bahseden sınırın öte tarafındaki gruplar yüzünden bölge insanının yönelttiği ürkütücü soru şu: “Bize de sıra gelir mi? Senin geçen yıl yazdığın Peşaver senaryosu gerçek olur mu?”
Fırsat bu fırsat Keseb tarafını dikizleyen Musa Dağı’ndaki Vakıflı Köyü’ne gittim. Rejimin denetimindeki Lazkiye’ye kaçamayan Ermenilerin özel operasyonla getirilip yerleştirildiği Vakıflı’ya girerken üzerinde çiçekler bırakılmış yeni mezar dikkat çekiyor: Son sürgünün 23 mağdurundan biri olan 82’lik Loder Tırtıryan’a ait. Kalbi daha fazlasına dayanamamış, 24 Nisan 1915’in yıldönümünde sürüldükleri topraklara gömülmüş.
 


Aklı şipşaklarda
Köye ait misafirhanenin avlusunda dimdik ayakta duran, bir başına oturmuş uzaklara dalan, ağır adımlarla volta atan 70’lik, 80’lik, 90’lık Ermenilerin gözlerindeki ifadeler,  alınlarındaki kıvrımlar o kadar derin ki soru sormaya dilim varmıyor. Papken Curyan’ı işte bu avluda dinledim. Her birinin sadece bugüne değil geçmişe dair anlatacağı o kadar çok hikâye var ki… Yokuşları adımlayan Hagop Giragosyan evlenemediği yegâne aşkından söze girip ekledi: “Ben ormancıydım, dağlara tırmanmaya alışkınım. Yürümeden duramıyorum.” Ormancılıktan sonra Keseb’in ‘şipşakçısı’ olmuş: “Tüm fotoğraf makinelerimi sakladım. Yedi tane, hepsi antika. Şimdi kim bilir başlarına ne gelmiştir.” Lazkiye vaadiyle 3 Nisan’da Türkiye’ye getirilen Sırpuhi ve Satenik Titizyan kardeşler ise son sürgünün tanınan yüzü. Biz sohbet ederken Beyrut’taki yeğenlerinden gelen telefon nedeniyle ikilinin mutluluğu görülmeye değerdi.
‘Sunnileri saldılar’

“Biz Antepliyik” diye söze başlayan Anahit Aharonyan’ın hikâyesi ise daha önce “Bizi götürmeyin, buracıkta öldürün” sözleriyle basına yansımıştı. 66 yaşındaki Anahit, Halep doğumlu. Türkçeyi anne ve babasından öğrenmiş. 91 yaşındaki amcası Nerses Tangukyan ile birlikte her yaz olduğu gibi Keseb’e 20 dakika mesafedeki Öküzoluk’taki (Nebain) yazlığa gitmişler. Kışa doğru Halep’te çatışmalar artınca ‘Keseb daha sakin’ diyerek dönmemişler. 95 yaşında yatağa mahkûm Kesebli ninenin acı çektiği odada içini bir kez daha döktü Anahit: “Önce Suriye askerleri 3 gün evimizde kaldı, duvarları delip silahları yerleştirdiler. Vuruştular. Yan yana oturuyorduk, birbirimizi duyamıyorduk, yüksek sesten Nerses’in kulaklığı bozuldu. Askerler giderken ‘Yürüyebilirseniz sizi de götürelim’ dediler. Nasıl yürüyeceğiz, değnekle ayakta duruyoruz. Askerler kaçıp gitti, biz kaldık. Sonra ötekiler geldi. Gecenin üçü, biri girdi, mutfakta çekmeceleri karıştırdı, ‘Tamam bıçak arıyor, birilerini boğazlayacak’ dedim. Yatak odasındayım. Nerses’i de uyandırmadım. İki kişi daha geldi, odalara bakıp gittiler. Ses çıkarmadık. Ardından 50 kişi karınca sürüsü gibi daldı. Bizi gördüler, ‘Ne işiniz var’ dediler. ‘Hiç, burası evimiz’ dedik. Evin halini sordular. Çatışmalardan kapı pencere kalmamıştı. ‘Askerler yaptı’ dedik. ‘Hangi askerler’ diye sordular, ‘Bilemem’ dedim, ‘Artık sizden mi başka taraftan mı?’ Biri bağırdı, ‘Başını ört’ diye. Örtü yoktu, battaniyeyle örttüm. ‘Kimsiniz’ dediler. ‘Ermeniyiz’ dedim. Nüfus kağıtlarını aldılar, ‘Alevi olsaydınız sizi boğazlardık’ dediler. Bizi götüreceklerini söylediler. Dedim ki ‘Vurun bizi, kurtulalım, zaten 5 gündür ölümü bekliyoruz’. ‘Biz adam vurmayız’ dediler. Bizi kucaklayıp pikabın arkasına koydular. Hava soğuktu. ‘Bizi içeri alın’ diye ısrar ettim. Biri merhametliydi, zar zor içeri sığdık. Hastane gibi bir yere götürdüler. Yaralılar vardı. 4-5 saat bekledik. Tekrar bizi arabaya bindirdiler, 2 saat yol aldık. Bir çiftliğe vardık. Orada 13 gün kaldık. Yerde yattık. Çantaları yastık yaptık. Nerses’in ayakları şişti, kanadı. Orada 85 çocuk, 75 avrat, 50 erkek vardı. Onlar Halep’te muhaliflerin kontrolündeki bölgedenmiş. Hepsi Sünniydi. ‘Beşşar’a silah çekmemek için buraya geldiniz değil mi’ diye suçladılar. Onları Halep’e saldılar. Sonra Ermenileri alıp Keseb’teki kiliseye götürdüler. Baktık ki bütün kameralar karşımızda. ‘Kiliseye bir şey yapmadık, gelin görün’ dediler. Ama bütün heykelleri ve haçları kırmışlardı.”
Müptezel bir şov
Kameralı şov ‘Ermenilere zarar vermedik’ kodlu mizansenin sırıttığı an. Mizansen, tam da 1915’in yıldönümü yaklaşırken Keseb’i ele geçiren gruplara sağlanan lojistik destek nedeniyle köşeye sıkışan hükümetin İstanbul’daki Ermeni Başepiskoposu’nu arayıp ‘Keseb’teki Ermenileri getireceğiz, İstanbul’a mı yoksa Vakıflı’ya mı yerleştirelim’ diye sormasıyla başlıyor. Fütursuz bir mizansen. ‘Muhalifler evlerinden alıp sınırda Türk yetkililere teslim etti’ denilen yaşlılar üzerine bir kilim atılmış beton zeminde 8 ile 15 gün arasında esir tutulmuş. Kilisede dua ederken dışarıda bomba patla(tıl)mış, ‘Bakın rejim bombalıyor’ denmiş, gitmeye direnenler de böylece ikna olmuş! Şimdi devletin ‘uzaktan’ ilgilendiği, bölge halkının ise ihtiyaçları için seferber olduğu bu insanlar Beyrut’a ve oradan Lazkiye’ye gitmek istiyor. Milisler pasaportlara el koyduğundan Dışişleri’nden seyahat belgesi bekleniyor. Adı ‘Cassa Bella’ yani ‘Güzel Ev’den gelen Keseb, Vakıflı ve Ancar Ermeni bakiyesinin üç kurtuluş vahası. Birbirine bakan üç yüz. Keseb’in geleceği meçhul. Ancar bugün de kaçanlara sığınak. Vakıflı ise tek Ermeni köyü etiketini büyükşehir yasasıyla geçenlerde yitirdi. Artık orası Samandağ’ın bir mahallesi. Bu da 100 yıllık yüke ilave bir yük.

Sunday, April 27, 2014

Farklı kesimlerden 24 Nisan mesajları


Ermeni Soykırımı’nın 99. yıldönümünde çeşitli kesimlerden insanlara 24 Nisan mesajlarını sorduk.
24 Nisan 2014 Perşembe 
 
EMRE CAN DAĞLIOĞLU
misakmanusyan@gmail.com

‘Faciada canını kaybedenlerin ruhundan ve hatıralarından özür dileriz’
Ahmet Turan Alkan - Zaman gazetesi yazarı
Türkiye, 1915 Tehciri’nin acılarına artık samimiyetle sahip çıkmalı, konuyu “diplomatik başbelâsı” olarak değil, kendi tarihinin aydınlanması gereken bir sayfası olarak görmeli; Dersim, 33 kurşun vakası gibi...
1915’de kasten veya istemeden hayatlarını kaybeden binlerce Ermeni ile aynı tabiiyetten idik, komşuyduk, dosttuk, hemşeri idik. Konuyu 1915 ekseninde Türk tarafı-Ermeni tarafı diye ayrıştıran bizim zihnimizdir; Ermenilerle aramıza zihni mesafeler koyduk ve hâlâ derinleştiriyoruz bu mesafeleri.
Diplomatik bir krizi vaktinden önce önlemek adına değil; evvelâ hakikate duymamız gereken saygı icabı bu görevle yüzleşelim.
Hakikat odur: Türkiye’de 1915 senesinde binlerce, yüzbinlerce Ermeni vatandaşı idaresizliğimiz, gafletimiz, çaresizliğimiz, ihmâlimiz sebebiyle canından oldu; öyle ki bu menfur hadisede canlarını kaybedenlerden çok büyük bir çoğunluğu, Doğu Anadolu’daki Ermeni komitacılığı ile doğrudan ilgisi olmayan, bigünah sivil insanlardı.
Bu kara yıldan Müslüman nüfusa kalan kara miras, yüz seneden beri sanki bir şeyler olmamış gibi yaşamanın sahte iç huzurudur; hâlbuki o kara yılda Müslüman nüfus da trajediden hissesi aldı: Bilinci yaralandı ve o günden beri iyi değildir.
Cenab-ı Hak ve tarih önünde, Ermeni kardeşlerimize yaşattığımız bu büyük acılardan dolayı çok üzgünüz. Biz de acı çektik ve ağır bedeller ödedik. Keşke hiç yaşanmasaydı, keşke kanlı 1915 yılını, müşterek tarihimizden illetli bir ur gibi oyup çıkarmak mümkün olabilseydi.
Özür dileriz. Faciada canını kaybedenlerin ruhundan ve hatıralarından özür dileriz. Yakınlarından özür dileriz. İçlerinde akrabası olsun olmasın, dünyanın neresinde olursa olsun, her Ermeni’ye bu elîm hadiseden ötürü bir özür borçlu olduğumuzu düşünüyoruz. Anadolu’da güçlü ve üretken bir Ermeni nüfusu ile yan yana, iç içe geleceğe birlikte yürümek isterdik ama olmadı. Oysa ki, böylesi hepimiz için daha iyi olurdu.
Evet, açık ve samimi bir dille hakikate karşı özür dilemeli, büyük barış adına büyük acılarla yüzleşmeye göğüs germeliyiz.

‘Devletin Ermeni cephesinde yeni bir şey yok!’

Cüneyt Özdemir - Gazeteci
Bundan yıllar önce Nişantaşı’nda yürüyorum. Trafik sıkışmış. Arabalar durmuş. Hava sıcak, bazı şoförler kollarını camlardan dışarı çıkartmışlar. Kaldırımlar kalabalık. İşte o kalabalığın içinde şoförün biri, arabanın camından sarkıp kaldırımda önümde yürüyen bir kişiye laf attı. Gerçi küfür etmedi ama küfürden beter 1-2 cümle kurdu. Önümdeki kişi, söylenilen sözleri duydu ve adımlarını hızlandırdı. Bir baktım Orhan Pamuk. Tam o malum demecinin Türkiye’de malum çevreler tarafından çarptırılıp Türkiye’nin Orhan Pamuk’a dar edilmeye çalışıldığı günlerdeyiz. Orhan Pamuk adımlarını hızlandırdı. Ben de hızlandırdım, arkasından yanına yetiştim. ‘Orhan Bey takmayın böyle sözleri, siz yalnız değilsiniz’ dedim. Beni görünce şaşırdı. Ayaküstü yürürken tedirgin birkaç cümle daha ettik, sonra ayrıldık. Öğleden sonra telefonum çaldı. Orhan Pamuk, verdiğim destek için teşekkür ediyor.
Bu anı bir kez daha burada anlatmamın nedeni, Türkiye’de Ermeni Soykırımı konusunda çok korkunç zamanlardan geçmiş olduğumuzu hatırlatmak. Nasıl PEKAKA’ya yıllarca, PEKEKE bile denilemediyse Ermeni Soykırımı’na da yıllarca ‘soykırım’ denilemedi. Başına ‘sözde’ eklemeden hâlâ denilemiyor.
Yıllardır Türkiye’nin farklı devlet organlarını, polisi, askeri ilgilendiren çeşitli insan hakları ile ilgili haberler yapıyorum. Yakın dönemde izlediğim, haberleştirdiğim pek çok davada hep aynı duvar karşıma çıkıyor. Devletin devleti korumak konusunda müthiş bir refleksi var. Memurunu korkunç sahipleniyor. Devlete kapağı bir kez atan, hatalı hatasız aldığı her kararda arkasında devleti buluyor. Bu yüzden, devlet için kurşunu atan da yiyen de şerefli ilan ediliyor. Bu devlet geleneği, kuşkusuz bir günde oluşmadı. Bir geleneğin dünden bugüne taşınması, o kadar… 1915 yılında, Anadolu topraklarında yaşananlar da tuhaf bir şekilde Türkiye devleti tarafından sahipleniliyor. Tıpkı Gezi parkı olaylarında 8 gencin öldürülmesinin gözden gelinip polisin destan yazması gibi… Orhan Pamuk’un o günkü deyimi ile ‘Evet, 1915 yılında Anadolu’da bir şeyler oldu.’ İyi de, ne oldu? Bu sorunun cevabının bu topraklarda verileceğine dair bir umudum yok. Her geçen gün Ankaralılaşan, tek parti rejimine doğru sürüklenen, devletin birey karşısında takviye edildiği bir siyasal ortamda Türkiye’de yeni bir şey çıkacağını da beklemiyorum.
Güvercin tedirginliğinde adımlarla korkmaya devam!

‘Her şey o kız çocuğunun konuşmasının engellenmesiyle başladı’

Ece Temelkuran - Gazeteci-yazar
Türk. Bu sözcük mağarada bir eko gibi. Ses, bir kere senden çıktı mı dalga dalga keşfeder ya mağaranın hiç göremediğin yerlerini. Eko uzayıp karanlıkta yayıldıkça bir tedirginlik sarar insanı. "Demek o kadar derin", "Demek dibi bucağı yok"... Eko, boşluk duygusu yaratır, bir tür çaresizlik. Ses büyüdükçe mağarada, sen küçülürsün. Mağaranın büyüklüğüyle baş edemeyeceğini düşünürsün. "Belki hiç girmemek en iyisi"...
Ermeni. Bu sözcük, kocaman bir dünya ona "Tadımızı kaçırma" dediği için artık konuşmamaya  karar vermiş bir kız çocuğu gibi. Söz, söylenmeye söylenmeye etrafı kalın bir kabuk tutar, Anadolu'da kabuklu bir kız çocuğu bu. Onun başına gelenleri herkes biliyor. Ama hatırlamaktan, duymaktan o kadar çok korkuyorlar ki, kız konuşur endişesiyle o kadar çekilmez bir gürültü ediyorlar ki, o da susup büyük gözleriyle hayret ediyor.
O kız çocuğunu, derinliğinden ve karanlığından korkup geri çıkanlar mağaradan hızla uzaklaşmaya çalışırken, mağaranın ağzında durup, kendi dilindeki o türküyü tek başına söylerken hayal ediyorum. 24 Nisan böyle bir şey bana kalırsa.
Büsbütün unutmak diye bir şey yok. Çünkü unuttuğunu bile hatırlamamak diye bir şey yok. İnsan hiç değilse, bir şeyi unutmuş olduğunu hatırlar. 24 Nisan daha gelmeden başlayan, "Hayır hayır!" diye bağıran gürültü bundan. Daha kız çocuğu ağzını açmadan...
Hatırlayanla alay eden, onu zayıf bulan, yürümeyi, ilerlemeyi, devam etmeyi engelleyen düşman olarak görüyor bu toprak. Ermenilerle ilgili değil bu sadece. Ama bu arazın başlangıcı muhakkak ki onlarla ilgili. Şimdi Berkin deyince, "Hatırlatıp hatırlatıp çocuğu kullanıyorsunuz" diyenlerin çiğliğinin tarihi Ermenilerle ilgili. Daha Roboski sözcüğü ağzımızdan çıkmadan lafın ağzımıza tıkılması da, Uğur Kaymaz deyince sanki kötü bir hatıraya bağlanıp kalmışız gibi horlanmamız da, Ceylan Önkol dediğimizde, Hrant dediğimizde sanki bu memleketin çok tadı varmış da, biz kaçırmışız gibi düşmanlaştırılmamız bundan. Her şey o kız çocuğunun konuşmasının engellenmesiyle başladı. Ve sonra işte o seller bu çamurları getirdi.
Ben o kız çocuğunun neden sustuğunu hatırlıyorum. Onu dinliyorum. Eğer o isterse sarılıyorum...

‘Kur’an’da insanları yurtlarından çıkarmak kuvvetli biçimde lanetlenir’

Fatma Bostan Ünsal - AK Parti Kurucu Üyesi
Doksan dokuz yıl önce 24 Nisan 1915’de başlayan “Büyük Felaketimiz”e insanlığın bütün değer, din ve birikimlerinden, büyük insanlık trajedilerinden çıkarılan derslerden süzülerek oluşturulan ‘İnsancıl Hukuk’tan ziyade sürekli olarak “yurtlarından çıkarmak” ağır suçunun bahsedildiği Kur’an’a muhatap bir Müslüman olarak konuya yaklaşmak istiyorum. Resmi söylem, bu olay için I. Dünya Savaşı sırasında Ermenilere uygulanan “zorunlu tehcir“ ifadesini kullanıyor, hemen hepimiz biliyoruz ki, konu insanların yerlerini değiştirmesinin çok ötesine geçmiştir. Fakat ben burada, sanki çok normal bir husus gibi görülen,  “zorunlu tehcir”in, Kur’an buna “insanların yurtlarından çıkarılması” diyor, İslam’da nasıl kabul edilemez olduğuna değinmek istiyorum.
Bakara Suresi, 84-85’deki “Birbirlerinizin kanlarını dökmeyeceksiniz ve birbirinizi yurtlarından çıkarmayacaksınız diye sizden sağlam bir söz almıştık… Sonra birbirinizi öldürüyor ve bir kısmınız bir kısmını yurtlarından çıkarıyor… Bunun sonucu dünya hayatında rezil olmak kıyamet gününde ise azabın en şiddetlisine uğramak” ifadeler, “insanları yurtlarından çıkarma”yı çok güçlü bir şekilde lanetlediği halde, şaşırtıcı şekilde Müslümanlar olarak bu konuda ilgisiz kalıyoruz.
Kur’an’ın, daha önceki milletlerin yaptığı yanlışları anlatarak öğüt, emir, nehiyde bulunduğunu biliyoruz. Bu yüzden, yukarıda bahsedilen olayları Yahudiler de yapsa, bunun Kur’an’da geçmesinin sebebi, “tarihsel bir bilgi vermek değil”, bu konudaki yanlışa dikkat çekmek ve böyle bir yanlışın Allah nezdinde nasıl ağır bir suç olduğunu göstermektir.  Bu kadar açık Kur’an hükümlerine rağmen, bin yıldır birlikte yaşadığımız, bu topraklara yerleşmemizi kendileriyle ittifak yapmaya borçlu olduğumuz ve bu itibarla kader birliği ettiğimiz için bir millet olduğumuz bir gruba, yani Ermenilere karşı  “zorunlu tehcir”e yönelik güçlü bir Müslüman itirazı gelmemesi ve resmi söylemin bunu nötr bir durum gibi yansıtabilmesi şaşırtıcıdır.
Savaş dönemi ihanet söylemleri ile zorunlu tehcirin savunulması da, benzer tecrübeyi yaşamış Hz. Muhammed’in uygulamaları ile ne kadar ters olduğunu hatırlamak zorundayız. Küçücük bir kent devleti olan Medine’nin savunulması sırasında, Yahudi kabileleri ahitlerini yerine getirmeyince, sadece o kabileyi bağlayıcı şekilde davranıldığını hatırladığımızda, resmi söylemin kendini savunmak için söyledikleri bile bir Müslüman için kabul edilemez olmaktadır. 1 milyon kilometrekarelik bir coğrafyada, 1000 yıllık bir tarihi ittifak neticesinde kader birliği ettiğiniz bir millet olduğunuz ve ayrıca “korumak” sorumluluğu altında olduğunuz bir grubu toptan zorla “yurtlarından çıkarmak”, başka hiçbir kötü sonucu olmasa bile bizim için bu dünya ve öteki dünyada büyük bir laneti gerektirecektir. İşte bu yüzden sadece zorunlu tehcirle kalsa bile, bu “Büyük Felaket” sadece Ermeniler için değil, bu topraklardaki herkes için büyük bir felakettir. Anlatılanlardan da biliyoruz ki, zorunlu tehcir uygulama aşamasında insanlar katledilmiş, malları gasp edilmiş, bu göç sırasında olağanüstü sefalet çekilmiş, kız ve erkek çocukları yetim kalmış, aileler parçalanmıştır. O dönemde uygulanan bu büyük zulümler aynı milletin unsurları arasında derin yaralar açmış, bu uygulamalara yönelik doğru yaklaşım gösterilmediği için bu derin yaralar 99 yıldır kanamaya devam etmiştir. “Büyük Felaketi”mizi sağaltacak görüş ve feraset sahibi tutum alma ümidi ile…

‘1915’te yaşanan gerçek büyük felaketle yüzleşilmesi gerekir’

Harun Tekin - Sanatçı
1915’te bu topraklarda yaşanan trajedi, artık resmi tarih tarafından gölgelenemeyecek biçimde konuşulur olmaya, devlet katında bile bu konuda utangaç taziyeler seslendirilmeye başlamışken, şu iki noktanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Birincisi, Türkiye toplumunun sürdürülemez patolojisi, kimlik krizleri, ötekileştirme nöbetleri ve periyodik olarak kendisini içinde bulduğu türlü feci durumdan kurtulmasının belki de en önemli şartı, 1915'te yaşananların geniş toplum kesimlerince gerçek anlamda anlaşılması ve bu gerçek büyük felaketle yüzleşilmesidir. Bu yüzleşme gerçekleşmeden kendimize ve birbirimize olan dev öfkemiz dinmeyecek, sebebini de bilemiyor olacağız. İkincisi de, bu yüzleşmenin vurgusu isimlendirmede değil, ortak bir anlam düzleminde buluşabilmekte aranmalı.

Yaşananlar tam anlamıyla bir ‘soykırım’

Hüda Kaya - Yazar
Bir zamanlar şu ezberi övünerek kullanırdık. ‘Türkiye’nin % 98 i Müslümandır’ diye.
Bize öğretilen değil de, gerçek tarih ve vicdan ile tanıştıkça utanır olmuştum buna benzer sözlerden. Daha 80 yıl öncesinde bu toprakların en az yarısının Müslüman olmayan halklar olduğunu öğrendiğimde beynimde şimşekler çakmıştı. Neredeydi bu milyonlarca insan?
TC’nin her bir sayfası kirli ve kanlı idi.
100 yılın utancı idi yaşanılanlar.
Kimileri hâlâ ‘Soykırım’, kimileri de ‘Tehcir’ bile diyemiyorlarsa da, yaşanılanlar, gerçekler gün gibi ortadaydı.
Farz edelim ki, hiçbir katliam olmamış olsa bile milyonlarca insanın yerinden, yurdundan, evinden, köyünden zorla atılması, sürülmesi soykırımın bir başka boyutu değil midir?
Bir halkın hangi gerekçe olursa olsun, anayurdundan, toprağından koparılması köklerinden koparılasıdır ve bu başlı başına bir insanlık suçudur.
Oysa yaşananlar tam anlamıyla bir ‘soykırım’dır.
Bunun sayısal tartışmaları ile polemik yapmak tarihsel vicdansızlığın bir izdüşümüdür.
Benim inancıma göre ‘Bir kişiyi öldürmek, bütün insanları öldürmek gibidir.’
Bizleri affedebilecek misiniz?

‘Kürtler ve Türkler 1915-1916 sırasında olanlara dair insani bir şekilde empati kurmalılar’

İhsan Yılmaz - Fatih Üniversitesi öğretim üyesi
Özellikle Ermeniler ama aynı zamanda Kürtler ve Türkler 1800’lerde olanları, 1917 öncesi ve sonrasında olanları anlamaya çalışmalılar. Özellikle Kürtler ve Türkler ise 1915-1916 sırasında olanlara dair insani bir şekilde empati kurmalılar. Kendimizi eleştirmeliyiz, tarih olayların sırasını birbirine karıştırmamalı ve suçu diğer tarafa atmaya çalışmamalıyız. Mesela Kürtler ve Türkler, Ermeni çetelerinin Kürt ve Türklere yaptıkları vahşet ne olursa olsun, bunun savaş bölgesinde bile olmayan Batı Anadolu Ermenilerinin sürgününü meşru kılmadığını kabul etmeliler. Ayrıca güvenlik tedbirlerinden, gıda dağıtımına, Suriye’ye yaya yollamaya kadar başlarına gelenlerin savaş koşullarının yansız ve doğal sonuçları olmadığını ve bunların önemli ölçüde savaş şartlarında bile olsa önlenebilir şeyler olduğunu da kabul etmeliyiz. Kürtlerin ve de Türklerin bu masum sivillere saldırılarını ve bu çok ciddi gerilim on yıllardır bilindiği halde güvenlik tedbirlerinin çok zayıf oluşunu asla önemsizleştirmemeliyiz. Asla, 24 saat içinde ayrılmak zorunda kalan Ermenilerin arkalarında bıraktıkları mal ve mülklerinden kimlerin faydalandığını unutmamalıyız.
Geriye dönüp baktığımızda, Osmanlı vatandaşı Ermenilerin başına gelenler için ‘soykırım’ sözcüğünü kullanmak konuyu daha da karmaşık bir hale getiriyor ve Türklerin ve Kürtlerin kendi ülkelerinin tarihiyle yüzleşmesine yardım etmiyor. İkinci büyük sorun ise, meseleyi hukuka indirgemek oluyor. Konu bundan çok daha karışık ve hukuki sonuçlarıyla düşünmek yerine, tarihsel, insani, siyasi ve sosyal boyutlarına odaklanmalıyız. Üçüncü olarak, Rusya, Britanya, Fransa gibi yabancı güçler Ermeni sorununun oluşumunda kendi siyasi amaçları için olumsuz ama çok etkili bir rol oynadılar. Onların bu işe hâlâ karışmaktaki ısrarları, Türkleri ve Kürtleri anlaşılır bir şekilde kendilerini müdafaa etmeye zorluyor. Bunları söylemekle birlikte, Türklerin ve Kürtlerin özellikle de benim gibi dindar Müslümanların kendi tarihlerine tekrar bakmak ve laik, milliyetçi Jön Türklerin hatalarını savunmamakla ilgili insani ve de İslami yükümlülükleri ortadan kalkmış olmuyor.
1915’de olanlar akademisyenlerin, tarihçilerin, entelektüellerin ve gazetecilerin medeni bir tartışma ortamında konuşacakları bir şekilde sivil alana bırakılmalı. Soykırım kelimesini kabul etmek gibi ön şartlar koşulmamalı. Önemli olan, Ermeni, Kürt ve Türklerin başına gelen çok acı olayları öğrenmek ve onlarla özeleştiri yaparak yüzleşmek. Elbette farklı fikirler olacaktır ve insanlara bu görüşlerden birini zorla kabul ettiremeyiz. Fakat özgür bir tartışma ortamı, iki tarafın da birbirini empati kurarak anlamasına yardımcı olacaktır. Bugün taraflar sadece kendi pozisyonlarını kanıtlayacak noktaları seçip öne çıkarmakla meşguller. Ayrıca, konu, devletler, üçüncü ülkeler, yasal koşullar vesaire olduğunda da insanlar geriliyorlar. Eğer diyalog, tartışma ve konuşma ortamı oluşturabilirsek kamuoyları sadece 1915’de ne olduğu hakkında değil, öncesi ve sonrası hakkında da daha fazla bilgi sahibi olacaktır ki, bu da Türklerin ve Kürtlerin yararınadır.

'Ermeni Soykırımı'na daha fazla ortak olamayız'

İrfan Aktan - Gazeteci

Ermenilerin, 1915’te giderayak hazinelerini toprağın altına sakladıklarına inanılır. O yüzden de yüz yıldır define avcıları, sanki atalarının talan ettiği Ermeni mallarından geriye hâlâ keşfedilmemiş varlıklar kalmış gibi, Ermeni topraklarını naçar bir biçimde eşeleyip dururlar. Muhakkak pek çok Ermeni, bir gün topraklarına dönme umuduyla ziynet eşyalarını toprakların altına saklamıştır ama soykırım sürecinde katledilenlerin arkalarında bıraktığı esas gömüyü hiçbir define avcısı bulamadı, bulamazdı da. Çünkü o gömü, vahşetin tanıklığının söze dönüşmüş haliydi. Hiçbir silah sözün gücünü, aktarımın etkisini bertaraf edemez. 1915’teki ölüm yolundan sağ çıkamayanlar, bu vahşetin hesabını sormak için arkalarında küçük çocuklar bıraktılar. Mallarla yetinmeyip Ermeni çocuklarını da ganimet belleyerek kendi aralarında paylaşan “atalarımız” ve hakikati ilelebet gizleyebileceğini zanneden devlet aklı tanıklık aktarımının gücünü bertaraf edebileceğini zannetmekle fena halde yanıldı. 99 yıl önceki acının aktarıcıları, soykırımı inkâr edenleri nihayet yüzleşmeye zorluyor.
Türkiye’nin resmi politikası soykırımın inkârına dayanır. Devlet bu inkârcılığı ilkokuldan başlayarak kendi halkına da öğretir. Erdoğan’ın 23 Nisan’da, tek sayfalık basın açıklamasında sarf ettiği “üzüntü”, inkârın sonu değil, Türkiye’nin 99 yıldır yürüdüğü yolun vardığı çıkmaza işaret ediyor. Erdoğan’ın açıklamasından kısa süre sonra bir televizyon programında konuşan “uzman” aslında durumu özetliyordu: “Başbakan, Diaspora’ya çok iyi bir gol attı.” 1915’teki o vahşeti yaşayanların kemikleri üzerinde hâlâ tepinilmesi yetmiyormuş gibi, şimdi de soykırımın 100. yılı öncesinde “gol” atmaya yelteniyorlar.
Erdoğan’ın “üzüntü” ifade etmesi, öyle propaganda edildiği üzere Türkiye’nin el uzatması filan değil. Eğer atalarınızın yaptığı ve sizin de 99 yıl boyunca resmi devlet politikası olarak inkâr ederek dâhil olduğunuz soykırımın anısından üzüntü duyacaksanız, bunu ifade etmenin adabı vardır. Öyle tek sayfalık bir beyanatla 99 yılın yarasını kapatamazsınız. Hele ki bu açıklamayı yetersiz bulanları “nankörlükle” itham ederseniz, üzüntü beyanınızın hangi hesaplara dayandığını daha net göstermiş olursunuz. 
Ermeni Soykırımı’nda inkâra son, üzüntü beyanı ve elbette özür-af dileme sadece devlete değil, ataları soykırıma dâhil olmuş başta Türkler ve Kürtler olmak üzere tüm halklara da düşüyor. Dahası, Erdoğan’dan, ifade ettiği üzüntüyü somut adımlarla kanıtlamaya çağırmalıyız. Çünkü soykırımdan duyulan bir üzüntüyü hiçbir başbakan, herhangi bir taziyede bulunur gibi yaparak (hem de “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı”nda) geçiştirememeli. Bugünden tezi yok Türkiye’nin oturup hakiki ve resmi bir özür dilemek üzere hazırlıklara girişmesi lazım. Öyle 2015’e karşı taktiksel hamlelerle, kurnazlıklarla zaman kazanamazsınız. Kaldı ki, zamanın bu derde derman olmadığı artık anlaşılmalıdır. 1915’te katledilenlerin kemikleri üzerinde daha fazla tepinilemez. Devlet resmi özür ve af dilemeli ve bunun için yapması gereken ne varsa (tazminat, malların iadesi vs, dâhil) derhal yapmalı. Türkler ve Kürtler de bu özre dâhil olmalıdır. Çünkü şu çok açık ki, Ermeni Soykırımı'na daha fazla ortak olamayız! 

‘Ne mutlu ‘Özür dilerim’ diyene’

İsmail Saymaz - Gazeteci
Her 24 Nisan’da aklıma şu soru takılır: Acaba Ermeniler kökleri kurutulurcasına kırılmasa, Anadolu’da ve hayatta kalabilseydiler, bugünün Türkiyesi ne halde olurdu?
Malatya’da hiçbir genç, sadece kendi inancını anlattığı için komşusuna kin duymayacak, onları boğazlamaya yeltenmeyecekti belki de.
Tanıyacak, dokunacak, akraba olacak ve düşman bellemeyecekti çünkü.
Aynı toprakta kavrulacaktı.
Ermeniler olsa…
Sivas’ta, kardeşini kavuran o Nemrut yangınını kimse çıkarmayacaktı.
Maraş’ta, nacakla bebek doğranmayacaktı örneğin.
Ermeniler olsa…
Belki dadaşlar, Ermeni kirvesiyle bir ‘Tamzara’ halkasında büyüyecekti.
Hemşerisinin uzattığı paskalya çöreğinden tatsa, Trabzonlular özgürlüğe bu denli sırtını dönmezdi diye düşünüyorum. Ne daha 15 yaşındaki bir çocuk, güpegündüz kilise basıp rahip öldürecek; ne onun akranları İstanbul’daki bir gazeteciye kurşun sıkma planlarını yapacaktı.
Trabzon’dan Samsun’a, bütün sokaklar barışa açılacaktı.
Ermeniler olsa…
Harput’tan Adana’ya, ezan sesleri kilise korolarından yükselen ilahilere karışacak, özgür düşünceye ve akla hiç kimse diş bilemeyecekti.
Sözün özü, Türkiye böylesine çoraklaşmayacaktı, Ermeniler olsa…
Sultanahmet Meydanı’nda 99 yıl önce kurulan o kanlı idam sehpalarından geriye, Anadolu'nun gözden ırak kasabalarından Der Zor’a uzanan kıyamet kafilesinden geriye, aç bir iştahla yağmalanan ‘gavur’ mülkünden geriye ve ‘Sarı Gelin’in mahremine el uzatan çarşı pazardan geriye; işte bugün, milyonlarca Ermeni’nden yontulmuş bir çorak toprak kaldı.
Önce onlar, sonra biz kırıldık.
Ve onların yokluğunda biz de eksildik.
Ne mutlu ‘Özür dilerim’ diyene…

‘Tutar oğlum Türk seni’

Koray Çalışkan - Radikal gazetesi yazarı
Yıllarca önce New York’ta bir toplantıya katılmıştım. Türkiyelileri ve Ermenileri bir araya getiren bir girişimdi. Şehir Üniversitesi’nin bir kampüsünde kocaman ve uzun bir masaya dizilmiş, kocaman bir meseleyi uzundur beraber konuşmayan insanlar olarak gergin yüzlerimizi gülümsetmeye çalışıyorduk.
Sıra bana geldi. Kim olduğumu anlattım, Büyük Felaket’i ne zaman öğrendiğimi, onca şey bilip bunu bilmeden doktoraya kadar geldiğimi... “Biz Türkiye’de kafamızı kuma gömme şampiyonuyuzdur” dedim, “bırakın 1915’te ne olduğunu konuşmayı, bugün Kürt’e Kürt diyebileceğimizden emin değilim.”
Dilim döndüğünde anlatmaya çalıştım. Bir çok genç Ermeni, bizim bilip inkar ettiğimizi düşünüyordu. Kızgınlardı. Haklılardı. Haksızlık yapıyorlardı. “Bilmiyorlar” dedim. “Anlamaları lazım, anlatılmadan da olmaz.” Bazılarıyla anlaştık, bazılarıyla anlaşamadık. Oradan bir gün öncesine nazaran daha umutlu ayrıldık.
Salondan çıkmadan anneannemden yaşlı bir Ermeni teyze yanıma geldi. Koluma girdi. Kendine çekti. “Ne güzel evlatmışsın, sen Ermeni’sindir” dedi. Gülümsedim. Yok teyze, dedim. “Bulgaristan göçmeni, Rusçuk. Ermenilik zor”. “Ah evlatçım, sen çok tehlikeli konuşuyorsun, Türk seni tutar, kıyamam” dedi. Sarıldı, eliyle arkamı hızlıca sıvazladı, gitti.
Orada öylece kalıverdim. Ne bir adım ileri ne bir adım geri. Yıllar sonra aynı hissiyatla Taksim Meydanı'nda yüzlerce insanla oturmuş sessizce 24 Nisan'ı düşünürken baş başa kalmıştım.

‘Acının hikâyeleri hep biricik kaldı’

Leyla İpekçi - Yeni Şafak gazetesi yazarı
Acıların ne diplomasisi oluyor ne kurumsallığı. Ne kadar tarihi, toplumsal, siyasi yönleri olursa olsun, her acı biricik. Kıyası mümkün değil. 1915 yılı Osmanlı devleti için halen bilinmeyenlerin çok olduğu bir yıl. 'Ama Ermeniler de bizi arkadan vurdu'lardan, 'ama biz de Balkanlar'da aynı trajedileri yaşadık'lara kadar, Çanakkale'den Sarıkamış acılarına dek… O dönemde onlarca trajedi yaşanırken, herkesin sayısız 'ama'sı varken… Acının hikâyeleri hep biricik kaldı. Kalıyor. Kimi unutuluyor. Kimi Türk/Ermeni meselesinde olduğu gibi canlı kaldığı sürece sonraki kuşaklara taşınıyor. Acı geçmişler bugüne geliyor, bugünkü acılar yarınları esir alıyor.
Bunun üstesinden gelmek, öncelikle aynı gözyaşının içinde olduğumuzu hatırlamaktan geçiyor. Acılar böyle paylaşılıyor. Gözyaşı ortaklığı geçmişin kuru ve soğuk diplomatik dilinin donduruculuğunu giderebilir, tüm zamanların acısını çözebilir, yumuşatır. Elbette sadece bu yetmez ama son yıllarda sivil alanda gerçekleşen karşılaşmalar ve kalbi buluşmalar, 99. yılda devletin dilini de kuşatmaya başladı, başlıyor. 
On yıllardır siyasetin malzemesi olmayı hak etmeyen acı hatıraların yarasını nihayet birlikte sarmaya başladık gecikerek de olsa. Birbirimize kendi merhemimizden ödünç vermeye başladık. Bilmemenin kabahatini yaşayan 'bizler' ile şahit olmanın utancını taşıyan 'sizler' aynı duanın içinde buluştukça, yeni bir geleceği birlikte inşa edeceğiz. Devletlerin yapıcı çözümleriyle bu süreç bundan sonra daha da hızlanacaktır, buna inanıyorum.

‘Ayrımcı ve ötekileştiren yönetimlerce bu büyük utanç katmerlendi’

Melisa Sözen - Oyuncu 
Bugün 24 Nisan 2014. 1915 tarihinde gerçekleşen büyük acıdan itibaren geçen her sene, vicdanları kör, ayrımcı ve ötekileştiren yönetimlerce daha da katmerlenen büyük utancı duyarak uyandığımız gün. Artık içi boşaltılmış, ezberlenmiş ve yarayı en derininden kanatan cümleler kurmaktansa, acının ve yasın paylaşıldığı, birbirimizin yaralarını sardığımız ve birlikte iyileştiğimiz bir güne uyanmak umudu var kalbimde.

‘Ermeni Tehciri saf bir zulümdür’

Süheyb Öğüt - Yeni Şafak gazetesi yazarı
‘Bildiğiniz en büyük olağanüstü hal uygulaması nedir?’ diye sorsanız, ‘Ermeni Tehciri’dir derdim. Çünkü bu tehcirde, hem seküler hem de İslami hukuk tamamen askıya alınmış, insanlar mahremleri olan mülklerinden kovulmuş, sürgün yolundaki emniyetleri tesis edilmeden hastalıklara, ölüme ve tecavüzlere yollanmışlardır. Özgül Herdem’in dediği gibi, Ermeni Tehciri’ni mobil bir toplama kampı olarak düşünebiliriz: Nazi Almanyası’ndaki Auschwitz’lerin mobil bir versiyonudur Ermeni Tehciri. İnsanların bütün hukukiliklerinden, siyasiliklerinden, kamusallıklardan, kısaca insanlıklarından tamamen tecrit edilip, kurban edilmesi gereken hayvanlara, saf biyolojik yığınlara indirgendikleri büyük bir felaket 24 Nisan. Bu süreçte yaşananın soykırım olup olmadığına dair tartışma, bir Müslüman olarak beni zerre kadar ilgilendirmiyor. Bir olay, kişi ya da kurum hakkında hüküm verip bunlara karşı ahlaki bir tavır almaya gayret ederken referans aldığım tek ölçü zulüm ve adalet dikotomisidir. Bu cümleden olarak, Ermeni Tehciri saf bir zulümdür! Tehcirin mahiyeti soykırım olsa da, olmasa da durum değişmez: Allah’ın lanetlediği büyük bir zulüm olarak kıyamete kadar tescil edilmeye mahkûmdur. Bazı ırkçılar diyorlar ki; ‘Bu Ermeniler haksız yere mi tehcir edildi?’ ‘Hiç mi günahları yoktu?’ Cevap veriyorum: Dönemin Ermeni çetelerine katılıp cinayet işleyenlerin sayısını binlerle ifade ediyoruz. Fakat tehcir edilen Ermeni sayısı 1 milyonun üstünde! Bunu nasıl izah edersiniz? Birisi tedhiş suçu işliyor, sonra devlet size gelip, ‘Siz de onunla aynı soydan olduğunuz için, hiç suç işlememiş, hatta bu tedhişçiyi tel’in etmiş olsanız bile ülkemizden defolup gitmek zorundasınız. Ha bu arada, hemen gitmek zorundasınız. Malınızı mülkünüzü arkanızca bırakarak. Yolda başınıza geleceklerden de biz mesul değiliz’ diyor. Bunu hangi ahlakla, hangi hukukla, hangi dinle izah edebilirsiniz?
Peygamber Efendimiz (sav) Veda Hutbesi’nde şöyle buyurur: “İnsanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl bir mübarek şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınızda öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur.” Bu hükmü ihlal edip insanları evlerinden kovanlar, mallarını gaspedenler, ırzlarına geçenler, canlarını alanlar yarın ahirette hesaplarını verecekler.  

‘Bir Müslüman için 99 sayısı 100 sayısından çok daha kıymetli’

Turgay Oğur - Yazar
24 Nisan’da 1915’te, ülkemizin bugün mevcut olan ancak o zaman için henüz çizilmemiş sınırları içinde yaşananların 99. yıldönümündeyiz. Aslında çok enteresan değil mi? O zaman Osmanlı Devleti’nin toprakları hâlâ çok genişti. Ancak Ermeniler ile Müslüman Türkler ve Kürtler arasında ne yaşandıysa, bugün elimizde kalan kısmında yaşandı.
Yaşanılan acı olayların bir tarafında Ermeniler, diğer tarafında Anadolu’da yaşayan Müslümanlar var. Dünya Ermenileri, gelecek sene 24 Nisan’ın 100. yıldönümünde en büyük farkındalığı oluşturmak için ciddi bir hazırlık içinde. Bir Müslüman için ise 99 sayısı 100 sayısından çok daha kıymetli. Allah’ın güzel isimleri 99 tanedir. Her gün beş kere yapılan namaz ibadetinden sonra Allah 99 kez zikredilir.
Keşke biz Müslümanlar da 99. yıldönümünü kendi iç muhasebemiz için bir fırsat olarak görsek… Bugün parti olsa tek oy vermeyeceğimiz İttihat ve Terakki’nin yapmış olabileceklerine kefil olmasak. Ulusalcı tarihçilere değil ‘bir masum insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir’ diyen kutsal kitabımıza kulak versek ve o büyük trajedide ölen en masumlar için, bebekler için hüzünlensek. Tüm dünya cani olsa bile bebekler masumdur. 24 Nisan’da ölen tüm bebekler için Allah bizleri bağışlasın.

‘Devlet helallik istemek için de gecikmeden adım atmalıdır’

Yıldız Ramazanoğlu - Yazar
Ermeni soykırımı meselesinde Hrant Dink’in yolunu izlemeyi tercih ediyorum. Türkleri aşağıladı suçlaması karşısında, “Benim için bu dünyada en büyük suç ırkçılıktır, nasıl aşağılarım Türkleri? Evet, Ermeni dünyasında bir ötekiydi, öfkeydi Türk. Bunun için ben Türklerle yaşamayı şans kabul eden bir insanım” diyordu. Ermenilerin başına Büyük Felaket’i getirenlerin çizgisini takip eden kimi ırkçılar, suç bastırırcasına onu itham etmeye kalkışmışlardı.
Yaşamını kaybetmeden çok kısa süre önce verdiği bir mülakatta, “İçimizdekilerin panzehri gibi, ilaç oluyor birlikte yaşamak. Bir gün bile ceza alsam, aşağıladığım düşünülen insanlarla yaşayamam, giderim buradan. Dünyaya sesleniyorum, soykırımı tanıyıp tanımamanız benim için beş para etmez. Diasporaya sesleniyorum, Ermeniler de Türkleri öldürdü. 1915'e takılıp kalmayın; empati yapın, Türkler diyorlar ki, soykırım Allah'ın belası bir şey, biz ırkçı değiliz olamayız, atalarım böyle bir şey yapmış olamaz, çünkü ben yapmam. Buradaki onurlu duruşu görün. Türkler, siz de Ermenilerle empati yapın, onurlu duruşlarını görün” sözleriyle yabancıları aramızdan çıkarıp karşılıklı konuşmamızı öneriyordu.  
25 Ağustos 1990 Bağımsızlık Bildirisi'nin 11. maddesinde "Ermenistan Cumhuriyeti, Osmanlı Türkiye'sinde ve Doğu Anadolu'da uygulanan 1915 soykırımının uluslararası alanda tanıtılmasını bir görev sayar." yazılıdır. Türkiye ise soykırım yasa tasarıları geçmesin diye, hem Avrupa'da hem de Amerika'da lobicilere milyonlarca dolar ödedi bu güne kadar. Karşılıklı emek ve paralar, düşmanlığa değil, kardeşliğe, refaha, barışa ve güven içinde bir komşuluğa yatırılsaydı keşke.
Yaşanan felaketi, soykırım kavramıyla tanımlamak gelecek kuşakların barışına, helalleşmesine, özür dilenmesine mani olacaksa, ısrar etmek doğru olmaz. Bu konuda bir baskı oluşturulması, kelimenin kabulünün olmazsa olmaz ön şart olarak ileri sürülmesi, travmayı daha da derinleştirebilir, belirsizliği gelecek kuşaklara da yük olarak taşıyabilir. Önemli olan geçmişin ağır baskısına, acısına rağmen geleceğe bir yol bulabilmek.
Başbakanlık’ın yayınladığı 24 Nisan açıklamasında, “I. Dünya Savaşı esnasında, tehcir gibi gayr-ı insani sonuçlar doğuran hadiselerin yaşanmış olması, Türkler ile Ermeniler arasında duygudaşlık kurulmasına ve karşılıklı insani tutum ve davranışlar sergilenmesine engel olmamalıdır”cümlesinde tehcirden söz edilirken, zamanın koşullarının gereğiydi söyleminden uzaklaşılmış ve gayr-i insaniydi noktasına gelinmiş olması, “20. yüzyılın başındaki koşullarda hayatlarını kaybeden Ermenilerin huzur içinde yatmalarını diliyor, torunlarına taziyelerimizi iletiyoruz” sözleri yetersiz mesafeli görünse de, Kemalist ulusalcı devlet politikasından radikal bir kopuşu gösteriyor ki çok önemli bir adım olarak görülmelidir. Devlet helallik istemek için de gecikmeden adım atmalıdır.

Thursday, April 24, 2014

Devlet Sadece Manevra Yapar…

 indir

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 1915 yılındaki Ermeni katliamının 99. Yıldönümünde, “acılardan” söz eden bir açıklama yapmış. Gazetelerdeki yorumlara bakacak olursak, bu bir “ilk”miş. Böyle bir açıklama bir “ilk” olabilir ama bu, devletin ilk taktik açıklaması değildir.
Daha açıkçası, devletleri bir politik savaş aygıtı olarak da düşünebilirsiniz. Politik savaş aygıtlarının en organize ve karmaşık biçimini temsil eden devletlerin, bütün savaş aygıtları gibi, esasen politik taktik ve manevralardan başka bir şey olmadıklarını söyleyebiliriz. Devletler, çıkarları gerektirdiği an, ileriye, geriye, sağa, sola, yukarıya, aşağıya doğru çeşitli taktik manevralar yaparak kendi durumlarını sağlama almaya çalışırlar. Bu yüzden de devletlerden “doğru”yu söylemelerini beklemek safdillik olur. Devlet bir şey söylediğinde, söylediği şeyin içeriğinden çok, bunu hangi taktik amaçlarla yaptığına bakmak gerekir.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ağzından konuşan, 900 yıllık kadim Türk devletidir. Bu devlet, veliaht cinayetleri de dâhil olmak üzere, cinayetler, mezhepsel, ırksal, bölgesel katliamlar ve soykırımlar üzerine inşa edilmiştir; 1915 yılındaki Ermeni soykırımı da bunların en önemlilerinden biridir. Türk kadim devletinin, Ermeni katliamı veya soykırımı başta olmak üzere üzerinde oturmakta olduğu katliamlardan ve soykırımlardan pişman olması asla söz konusu olamaz. Ama bugünkü dünya koşullarında bu soykırımı doğrudan doğruya savunmak da mümkün değildir ve bunu bu şekilde savunmaya kalkışmak doğrudan doğruya devletin varlığına zarar verir. Bu yüzden, duruma göre bir orta yol tutturulmaya çalışılmıştır. İlk başta tam inkâr politikası ileri sürülmüş, fakat apaçık gerçekler karşısında direnmek mümkün olmamıştır. Bunun üzerine “karşılıklı öldürme”den söz edilmiş, bu tutmayınca veya bunun yanı sıra, “savaş koşullarının dayatmasından”, “düşmanla işbirliğinden”, “kritik bölgelerin güvenlik altına alınması zorunluluğundan” söz edilmiştir. Bu açıklamalar da, bir buçuk milyonluk bir kadim Anadolu halkının kadın-erkek, çoluk-çocuk, yaşlı-genç demeden topraklarından sürülmesini, mallarına mülklerine el konmasını, tehcir sırasındaki planlanmış saldırılarla katledilmesini izaha elbette yetmemiştir. Şimdi kadim devlet yeni bir yol deniyor: “Acılar”dan söz ederek dünya kamuoyunu iyi niyetine inandırmaya çalışma manevrası. Bu, dünya kamuoyunun kadim Türk devleti üzerindeki baskısını azaltmaya yönelik bir geri çekiliş manevrasıdır.
Kanaatimce devletler yaptıklarına asla üzülmezler, asla pişmanlık duymazlar, asla samimi bir şekilde yaptıklarını ortaya dökmezler. Bunu yapmaları, kendi varlıklarını inkâr etmekle ya da bildiğimiz devletten başka bir varlığa dönüşmekle aynı anlama gelir ki, bu da imkânsız bir şeydir. Bukalemun duruma göre renk değiştirir ama bukalemunun, maymuna, kediye ya da insana dönüştüğü ne görülmüş, ne de duyulmuştur.
Başbakan Tayyip Erdoğan, eğer devlet çıkarlarından azade bir şekilde “devlet adına” tarihi gerçekleri dile getirmek istiyorsa, “acı”lardan söz ederek acıları hissedilmez hale getirmeye çalışmaktansa, şunları demeliydi: “Evet, Osmanlı devleti, özellikle I. Dünya Savaşı koşullarından da yararlanarak, Anadolu’yu Hristiyan ve Süryani nüfustan temizlemeye karar vermişti. Dolayısıyla, Osmanlı devleti, Anadolu’nun en ağırlıklı Hristiyan nüfusunu oluşturan Ermenileri ve Süryanileri toplu sürgüne (tehcire) zorladı ve fiili bir katliama girişti. O koşullarda toplu tehcir, insanların toplu kıyımıyla aynı anlama geliyordu. Ermeni ve Süryani halk, bu sürgün sırasında açlıktan, susuzluktan ve barınaksızlıktan kırıma uğradığı gibi, yollarda, devlet tarafından örgütlenmiş çetelerin saldırılarıyla da topluca öldürüldü. Kimi yerlerde, bu yoksul ve çaresiz insanların kiliselere toplanarak yakıldığı vakalar bile görüldü. Dolayısıyla 1,5 milyonluk bir nüfusun önemli bir kısmı yollarda öldü. Canlarını kurtaranlar, bilmedikleri, tanımadıkları topraklarda büyük zorluklarla karşılaştılar. Analar, babalar çocuklarını kaybetti ya da yollarda birilerine bırakmak zorunda kaldı. Kardeşler birbirinden ayrıldı. Bu insanlar için ayrılık belki de ölümden de acıydı. İşte, Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerinde yükseldiği Osmanlı devleti bütün bunları yaparken aynı zamanda demir gibi bir soğuklukla izledi de. Ve tabii ki, sürülen Ermeni ve Süryanilerin malı, mülkü, parası, evi, bağı, bahçesi, toprağı gasp edildi, genç kadın ve kızlarına el kondu. Dahası, bu pis mirası devralan Türkiye Cumhuriyeti, 90 yıllık tarihi boyunca tam bir inkâr siyaseti yürüttü. Geçmişte yapılanların hesabını soranlara baskı uyguladı. Ermeni aydını Hrant Dink’i de aynı nedenlerle suikast yoluyla öldürttü ve bugüne kadar bu cinayetin gerçek planlayıcılarının ortaya çıkmaması için elinden geleni yaptı. Şimdi ben, Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı olarak bu gerçekleri burada, Türkiye ve dünya kamuoyunun önünde açık yüreklilikle ortaya koyuyorum.”
Bunu yapsa geriye tozu kalır mıydı acaba?

Gün Zileli

Wednesday, April 23, 2014

Sahipsiz kalmış uçurtmalar günü!

  
Nihal Kemaloğlu

nihalkemaloglu@gmail.com
Bugün Nisan rüzgarının havalandırdığı "sahipsiz" uçurtmalar, renkli balonlar, çelik-beton konstrüksiyon Türkiye'nin karalayıp delik deşik ettiği gökyüzünden aşağıya doğru nereye süzülürdü sizce?


Hazine garantili, grotesk projelerin kuytuluğunda kalmış, "ölü çocuk isimleri" verilmiş avuç içi kadar bir yeşil parka mı?

Neoliberalizmin şaha kalktığı "ışıldak" metropollerin "yasaklı" plastik meydanlarında kırık dökük, hırpalanmış yerde yatan "yaralı çocukluğa mı"?

Yoksa hala kendilerinde meftun oldukları "acıların çocuğu" kimliğini pazarlayarak  kitlelerden oy devşiren koca yaşlı adamların, el kadar çocukların üzerine saldırttığı şiddet  bulutuna mı inerdi o balonlar?

Sizler masal sığınaklarından bile kovduğunuz, yaşamda tek ayak üzerinde bile cezaya kalmalarına izin vermediğiniz Türkiye'nin çocuklarını, bir günlüğüne ne yazık ki "resmi bayram töreninize" çağıramazdınız!

Babaları işten çıkartılınca iş tezgahlarına "yerleştirilmiş"  yaşlı yüzlü, gözlerindeki rüya yitmiş milyonlarca çocuğun karşılarına geçip "bugün bayram çocuklar, hadi!" nakaratları atamazdınız.

Bakın! Berkin'in uçurtması bu yıl havalanamıyordu, yüksek suskunluk teknolojisiyle "kaplanmış" çocuk cezaevlerinden bir sevinç çığlığı kulağımıza değmiyordu. Otoriter-muhafazakar kapitalizm de çocukluğun bütün evrelerine garezdi. Çocukluk bizim ülkemizde  paralı hizmetlerin hedefindeki "müşteri kategorisini" temsil ederdi.

Parası olanlar, çocuklarına AVM yapım hayatın tüm mallarını tükettirir, yoksulların çocukları; babasından daha ucuz,  boynu patrona kıldan ince, canı burnunda kanı yerde çocuk işçi olurdu.

Geriye kalanları ise vahşi metropol girdapları yakaladığı yerde derin gırtlağıyla "yutardı".

23 Nisan; müesses kültürümüzün hiç sahici olmayan "çocuk sevgisiyle" göz göze gelme ve bir ülkenin "öldürerek, hapsederek, istismar ederek", yaşam hakkını sakatladığı "çocukluğunu" anma günüydü.

Öyleydi kapalı toplumun en arka odalarında çirkef kuyularına atılan, kirli erkek ellerinin hırpaladığı çocuk bedenler için yargı hükümlerine sezon sonu AVM indirimi gibi yüzde 60'lara varan ceza indirimleri eşlik ederdi.

Ama çocuk cezaevlerinden gelen "hak ihlal ve işkence " haberleri hakim konjonktür gereği "Yeni Türkiye'ye" tezgah kuran "vatan hainliğiyle" eşleşirdi.

Salyalı erkek topluluğunun barbar gölgesi küçük işçiler, yoksulluğun kimsesiz kızları, akraba çocukları üzerinden ayrılmaz ve "çirkin sırlar" ahlakçı kalabalığın şişkin karnında deşilmeyen "habis urlar" gibi saklanırdı..

Dünyanın "tek çocuk bayramını kutlayan ülke olma gururu" böyle zonk zonk bir bağrınıza çöreklenen bir ağrı olurdu..

Suriyeli savaş mağduru bir çocuk ezbere "İstiklal Marşımızı" okur, Başbakan'ımızın göğsü kabarır, "milletimize" Suriye'nin kanla boğulmuş topraklarına militarize "İstiklal Marşı" götürme mizanseni kurulurdu.

Ayrıca devlet gereğini düşünür, 2013 yılında beş olan çocuk cezaevi sayısının 2016 yılında 15'e çıkacağı müjdesi  o şehirlerdeki "kalkınma sevincimiz" olurdu.

O zaman ne duruyorsunuz, haydi gelin bugün, "sahipsiz kalmış uçurtmalar gününü" mezarlıklarda, cezaevlerinde, organize sanayi bölgelerinde kutlamaya gidelim.

Monday, April 21, 2014

'Kullanışlı aptallar' ile 'Yeni Rusya'

'Kullanışlı aptallar' ile 'Yeni Rusya'
FEHİM TAŞTEKİN
Dünya / 21/04/2014
Bir yanda eski Sovyet cumhuriyetlerinin yüreğini ağzına getirirken bile sarkastik olabilen Putin; diğer yanda kendi kırmızıçizgilerinin üzerine tünemiş Barack Obama. Çakıştıkları nokta; ikisi de savaşmak istemiyor. Ama biri aktif diğeri pasif.
Hamle 1: ABD-AB, Ukrayna’da liberal-milliyetçi-faşist ittifakın meclis darbesine orkestra şefliği yaptı.

Hamle 2: Rusça konuşanların haklarının gasp edilmesi karşısında “Eyvah Faşizm” diye ayaklanan Rusların attığı pası değerlendiren Rusya, Kırım’ı aldı.

Hamle 3: Batı yaptırımlarla Rusya’yı cezalandırma ve tecrit yoluna gitti.

Hamle 4: Doğuda ayaklanan Ruslar özerk cumhuriyetçikler ilan ederek Rusya’ya bir pas daha verdi.

Hamle 5 : Rusya, Kırım’ı hazmedemezlerse Doğu Ukrayna’nın da kafesten uçabileceğini gösterip nanik yaptı.

Hamle 6: Kiev’deki ‘elverişli aptallar’ kendileri gibi binaları işgal edenleri ‘terörist’ ilan edip zırhlı araçlar eşliğinde ‘anti-terör operasyonu’ başlattı. Hatta Ulusal Güvenlik Konseyi Başkanı Andriy Parubiy neo-Nazi Sağ Sektör’e atfen “Maidan öz savunma gönüllülerinden oluşturulan milli muhafızlar ön cepheye gönderildi” diyerek Rusların kalbine ‘Stepan Bandera korkusu’ saldı.

Hamle 7: Ukrayna sınırına asker yığan Rusya halka ateş açılması halinde ‘sınırı aşabileceğini’ hissettirdi.

Hamle 8: Rusya’nın krize çıkış olarak Doğu Ukrayna için federal bölge önerisine itiraz edemez hale gelen ABD-AB, güya tecrit ettikleri
Rusya ile Cenevre’de masaya oturdu. Cenevre mutabakatına göre milisler silah bırakacak, işgal edilen binalar boşaltılacak ve buna karşı yasal reformlar yapılacak. Uyan var mı, yok. Tabi Sağ Sektör’ün liderlerinden Dmitro Yaroş’un “Bana danışmadan karar almıyorlar” dediği vekillerle dolu meclisten reform çıkar mı? O da Batı’dan gelecek baskıya bağlı.

Netice: Rusya “Kırım’ı unutmazsanız Doğu Ukrayna da gider” dedi, yani sıtmaya razı etmek için ölümü gösterdi.

Canı ‘Icecream’ çekerse!

Batılılar Kırım’ı yutkuna yutkuna hazmediyor hazmetmesine de beyin lopçuklarını kasan soru şu: Oyun bitti mi? Çar Putin kaptığı ile yetinecek mi?

Bir yanda eski Sovyet cumhuriyetlerinin yüreğini ağzına getirirken bile sarkastik olabilen Putin; diğer yanda kendi kırmızıçizgilerinin üzerine tünemiş Barack Obama. Çakıştıkları nokta; ikisi de savaşmak istemiyor. Ama biri aktif diğeri pasif. Coğrafi hevesleri tavan yapan Putin savaşın eşiğinde dans ederken Obama, “ABD’nin güvenliğini tehdit eden bir durum yok” deyip içerde Neo-Conları, Karadeniz’e birkaç gemi yollayarak da ‘Russofobik’ müttefiklerini yatıştırmayı tercih ediyor. ‘Süper Güç’ birincil derecede Amerikan çıkarlarına dokunmadıkça fazlasını yapmak istemiyor. Dert sadece Ukrayna değil ki! Bakın bu hafta Obama Asya gezisine çıkıyor; Japonya, G. Kore, Malezya ve Filipinler Çin’le yaşadıkları adalar ve su anlaşmazlıklarının çözümünde müttefik dayanışması bekliyor. Bir gezide 4 ‘Ukrayna’. Varsa yoksa tüm çağrılar “Koru bizi”, “Müttefik olduğunu göster”. Putin’e yapıldığı gibi “İlhak et bizi” diyen yok! Yazık! O yüzden, varsın Putin “Alaska’yı da almamız gerekmiyor mu” diye soran ruhlarına Çariçe Katarine kaçmış Ruslara “Alaska neyimize. Zamanında Çar satıp gitmiş. Rusya topraklarının zaten yüzde 70’i Alaska gibi soğuk. Bize yeni bir ‘Icecream’ lâzım değil. İştahınızı dizginleyin” yanıtını vererek dalga geçsin. Yine de “Ya bir gün Putin’in canı ‘dondurma’ isterse” diye korkan Alaskalılar ya da “Rusya hala en büyük jeopolitik düşmanımız” diyen Mitt Romney gibi Neo-Conlar çıkabilir! Onların Russofobik halleri bir yana Obama’nınki Putin için kullanışlı bir duruş. Putin’in “Obama iyi biri, ben suda boğulsam beni kurtaracak kadar cesur” demesinden belli değil mi?

Bilet tek taraflı! Heyhat
Batılı naif güruhun ötekilere yaşattığı neo-faşizm korkusu Putin’e çalışıyor. Rusya’ya iltihak için düzenlenen referandumlar ‘tek yönlü bilet’ olsa bile insanlar dönüşü olmayan o gemiye binmeye razı. Batılıların “Rusya Federasyonu’nda ayrılmak için bir referandum şansınız bile olmayacak. Orada bu türden bir talep ‘ayrılıkçılık’ sayılıyor ve cezası 5 yıldan başlıyor” diyerek saldığı korku da kâr etmiyor. Hiç yersiz bir uyarı olmasa da alıcısı yok o diyarda. Rus propaganda makinesi iyi çalışıyor.

Putin faşizm korkusunu kullanarak ‘Novorossia’ (Yeni Rusya) konseptini örüyor. Bunu geçen hafta son 4 saatlik TV şovunda dillendirdi. “Asıl soru Ukrayna’nın doğu ve güneyinde Rusça konuşanların hakları nasıl korunacak” deyip ekledi: “Buraya emperyal dönemde ‘Yeni Rusya’ deniliyordu: Harkov, Lugansk, Donetsk, Herson, Nikolayev ve Odessa Ukrayna’ya ait değildi. Tüm bu topraklar 1920’lerde Ukrayna’ya transfer edildi. Neden yaptılar, tanrı bilir.” Putin’in kafasındaki kazığın saplandığı yerler Romanya ve Moldova sınırına dayanıyor. Bu kentlerde hala Lenin’in heykelleri ayakta dursa da Sovyet travmasıyla hareket eden ve Batı’yı “NATO, eski Sovyet cumhuriyetlerine genişlemeyecek” sözünü tutmamakla suçlayan Putin’in izini sürdüğü kişi 2. Katerina. Ama Putin’in de sınırları var. Kırım farklıydı; geri almak için işgal gerekmedi. Karadeniz Filosu’nun kazık çaktığı yer orası. Ötekileri koparmak Rus çizmelerini gerektirebilir. Bu da işgal, belki savaş demek.
Ekonomisi yüzde 2 büyüme bandını tırmalayan, bütçenin petrol ve gaza bağımlılığını yüzde 53’ün altına çekemeyen Putin’in yapabildiği savaşmadan savaşmak! Şimdilik hedef Rus çıkarlarının el üstünde tutulacağı federal bölgeler yani ileride pahalıya patlamadan kopabilecek nazik halkalar yaratmak. Ya sonra! Söylenebilecek tek şey: Putin oyun oynamayı seviyor.

Sunday, April 20, 2014

Sırrı Sakık’ın ifratı – İnönü Alpat

Sırrı Sakık ifrat halinde olabilir ancak solun tefrit durumunda olmasını nasıl izah edeceğiz
Kimse kendini kandırmasın. Her önemli eşikte, Türkiye soluyla Kürt hareketinin arasındaki açı biraz daha genişliyor. Gezi olayları, 17 Aralık yolsuzluk operasyonu, AKP’den beklentiler vb. ve en son da Cumhurbaşkanlığı seçimine dair tartışmalar uçurumun derinleştiğini, derinleşeceğini gösteriyor. Memleket yansa, Kürt hareketi, bir abimizin dediği gibi “bizim iş ne olacak”tan öteye geçmiyor.
Bu durumdan hoşnut olduğum sanılmasın. Ciğerimiz yanıyor; açıkçası yalnızlaşıyoruz.
Bakın, AKP etki alanını nasıl da genişletiyor. Bırakalım daha eskileri, 30 Mart seçimlerinden sonra yaşananları aklımıza getirelim, yeter; “milliyetçi solun” cemaat karşıtlığı temelinde AKP’ye verdiği örtülü desteği, Kürt sorununun çözümü bekasına Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığına yeşil ışık yakılabileceğine dair açıklamaları kaydedelim bir tarafa.
Bunlara bir yenisini Sırrı Sakık ekledi: “MİT bu süreci götürüyorsa ve saldırıya maruz kalıyorsa biz buna seyirci kalmayız. Ben burada Hakan Fidan ve ekibini kutluyorum. 1 yıldır çatışmasızlık süreci yaşanıyorsa ve burada MİT’in bir katkısı varsa bundan mutluluk da duyarız” dedi ve işin doğrusu işi ifrata vardırdı. Hem de MİT Yasası görüşmeleri sırasında bunları söyledi. Ülkeyi, popüler tanımlamayla “muhaberat devleti” haline getirecek bir yasa değişikliği sırasında sarf etti bu sözleri. Bunun okuması şudur: “Yeter ki Kürt sorunu çözülsün, varsın muhaberat devleti olalım.”
Açıkçası ilk değildi Sırrı Sakık’ın ifratı. 17 Aralık’ta patlayan yolsuzluklarla ilgili de abuk sabuk bir açıklama yapmış, “Hazinenin bekçisi miyiz?” diye sormuştu. Sakık, “çalınmayıp da hazinede kalacak parayla, Kürtlerin üzerine bomba yağdırılacağını” eklemişti, Meclis’teki konuşmasına.
30 Mart seçimleri gösterdi ki, halkın kahir ekseriyeti olmasa da, kayda değer bir çoğunluğu, yolsuzluklarla ilgili Sırrı Sakık gibi düşünmektedir. Bir başka ifade ile kimse “iplememiştir”, yenileni yutulanı.
Sırrı Sakık’ın bu sözlerini Selahattin Demirtaş düzeltme ihtiyacı duydu. Demirtaş, Sakık’ın maksadını aşan ifadeler kullandığını söyledi ve ekledi: “Kesinlikle yolsuzluk ve hırsızlık umurumuzdadır.” Ne acı, ne dramatik. BDP Genel Başkanı, “yolsuzluk umurumuzdadır” diye açıklama yapma ihtiyacı duyuyor.
Sakık’ın MİT’e methiyeler düzen sözlerini düzeltme görevi ise Pervin Buldan’a düştü. Buldan BDP Grup Başkanvekili sıfatıyla yaptığı açıklamada, Sakık’ın MİT’e teşekkür etmesine tepki gösterdi ve Roboski’yi, Paris’i, Rojava’yı hatırlatarak, “Sırrı Sakık arkadaşımız da bir yanlış anlamadan kaynaklı MİT’e teşekkürlerini sunmuştur” dedi.
Memleket için önemli konularda Kürt hareketinden bir milletvekili, bir parti yöneticisi ve benzerlerinden biri açıklama yapıyor, ertesi gün bir başkası çıkıp düzeltiyor. Gezi isyanıyla ilgili Selahattin Demirtaş’ın sözlerini düzelten ve Gezi’ye katılmamakla tarihi hata yaptıklarını söyleyenler de olmuştu.
Yine Sakık, Gezi olaylarını şu sözlerle değerlendirmişti de ağzımız açık kalmıştı: “Bazı kesimler sandıkta yenişemedikleri iktidar partisini acaba farklı alanlarda nasıl devirebiliriz, ne yapabiliriz anlayışı içinde oldular.” Gazetelerde bu açıklama, “Sırrı Sakık’tan Erdoğan’ı aratmayan Gezi açıklaması” başlığı ile verilmişti.
Pervin Buldan, Sırrı Sakık’ı düzeltti düzeltmesine ama kendisi “Cumhurbaşkanlığı için Erdoğan’ı destekleyebiliriz” diyerek devirdiği çamla baş başa kaldı; kimseler çıkıp “Buldan maksadı aştı” demedi. İş başa düştü. “Bizim alacağımız kararın barış ve müzakere süreci ile bağlantılı olduğunu, hükümetin atacağı adımlarla bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Yani hükümet, bakalım sürece ilişkin nasıl adımlar atacak? Basit, gözle görülür, Kürtleri tatmin edecek ve taleplerini karşılayacak adımlar olursa BDP ve HDP de buna ilişkin önemli kararlar alabilir. Ama şu aşamada destekleriz ya da desteklemeyiz diye bir şey söylemek pek doğru değil” dedi önce, kamuoyunda oluşan tepkiden sonra twitter’den “Cumhurbaşkanlığında Erdoğan’ı destekleriz diye bir açıklamam olmamıştır” şeklinde not düşmek zorunda kaldı.
Ne oluyor Allah aşkına! Sakık’ı Demirtaş, Demirtaş’ı Buldan, Buldan’ı Sakık… Böyle çok örnek bulmak mümkün.
Türkiye solunu ciddiye almadıklarını bilmesem, “birileri solun hassasiyetini ölçmeye çalışıyor” diyeceğim ama biliyorum ki öyle bir derdi yok kimsenin; ne Gülen Cemaati’ni bitirmek için “Tayyip Erdoğan’la beraber olacağız” diyen Perinçek’in ne de MİT’i alkışladığını sıkılmadan ifade eden Sakık’ın.
Maksadı aşan beyanatların ve “yanlış anlaşıldı” diyerek yapılan düzeltmelerin erbabı siyasal İslamcılardır; Türkiye siyasetine bu katkıları unutulmayacaktır.
Fikri takip yapamadım, doğaldır, gündem o kadar sık değişiyor ve siyasiler o kadar çok konuşuyor ki.
Meraktayım, Reyhanlı katliamından sonra BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın “Türkiye’de yönelik saldırı sivil yurttaşlara yapılan saldırılarda öncelikli olarak hükümeti eleştirmek yerine birlik olmamız gerekir. Bu saldırı herkesi hedef almıştır, Kürt alevi çatışmasını körükleyebilir. Biz bu saldırılara karşı hükümetin yanında olacağız” şeklindeki sözlerine bir düzeltme geldi mi? Solculuğa yeni başlayan bir genç bile Suriye’de AKP’nin yediği “haltın” farkındayken, “kocaman bir genel başkan bu gerçeği nasıl göremez” diye soran oldu mu?
20 Nisan 2014’te BDP / DTK tarafından Diyarbakır’da “Kutlu Doğum Haftası” düzenleneceğini yazdı gazeteler. Sahi bu haber doğru mu? “Demokratik İslam Konferansı” toplanması yönündeki çağrının akıbeti ne oldu? Ne zaman toplanacak, neler konuşulacak?
Sekülerizm, güçlü bir müttefiki kayıp mı ediyor yoksa?
Ya bütün bu olup bitenler karşısında sol ne diyor? Hani seküler olan, AKP’nin temsil ettiği gericiliğe, liberalizme ve faşizme karşı direnmeye çalışan sol.
Sırrı Sakık ifrat halinde olabilir ancak solun tefrit durumunda olmasını nasıl izah edeceğiz.
Sessizliğe bakılırsa, Orhan Veli’nin şiiri yıllar sonra bir kez daha doğrulanacak gibi duruyor. Sarhoş oldum da / Seni hatırladım yine / Sol elim, Acemi elim, Zavallı elim!”