Friday, May 30, 2014

Saygılı TOMA suyu, hoşgörülü biber gazı

 
Aydın Engin  

Sene miladi 2014, hicri 1435 idi. İstanbul nam şehrin sefih Bizans kafirinin elinden kurtarılıp fethedilişinin 561. sene-i devriyesi münasebeti ile Recep Tayyip Han, İstanbul’da Yahya Kamal Beyatlı Kültür Merkezi salonunu dolduran haziruna hitap etti.
Aldı Recep Tayip Han:
Bu anlamlı günde şu noktaya özelliktle dikkatinizi çekmek istiyorum. Fetih, asla ve asla işgal değildir. Zorla almak değildir. Gasp etmek hiç değildir. Fetih acımaktır; engelleri ortadan kaldırmaktır. Fetih hem kapılardaki, hem gönüllerdeki mühürleri ve kilitleri kırıp atmaktır. Fetih surları aşmak değil, gönüllere ulaşmaktır…. İstanbul, fetihe mazhar olmuş bir şehirdir. Önce dualarla kuşatılmış, köhne kapılardaki köhne kilitler kırılmıştır. İstanbul teslim alınan bir şehir hiçbir zaman olmadı. Fetih kavramının içini boşaltmak için, onu farklı manalarda göstermek için her şeyi yapmak istediler. Fetihi işgal gibi göstermek istediler. Değersizleştirmek istediler. İşte biz bu tuzağa düşmeyeceğiz. Bizim olan, bize ait olan, çok derin anlamlar ihtiva eden Fetih ve Fatih ruhunun örselenmesine asla müsaade etmeyeceğiz….. Fetih, ekmeğini yoksulla paylaşmaktır. Yetimin başını okşamaktır. Fetih, adalettir. Zulüm kilidini kırmak ve parçalamaktır. Medeniyet fetihle mümkün olur. Fetih varsa medeniyet vardır, Fatih varsa medeniyet vardır. Kardeşlerim, kalem kılıcı keser. Fetih, kalemin kılıçtan üstün olduğunu anlamaktır. Kapıları da kalemle, kelâmla açabilmektir. İstanbul fethedilmiştir; dikkat edin işgal edilmemiş, fethedilmiştir. Toprak fetih sayesinde dostlukla, dayanışmayla buluşmuştur.."
Sene miladi 2014, hicri 1435 idi. Recep Tayyip Han’ın fetih nutkunun üstünden bir gün ve bir gece geçmiş idi. Aydın Engin nam sefil gazetecinin yazı günü olmadığı halde parmakları karıncalandı ve bilgisayar denen gâvur icadı aletin tuşlarına dokunmaya başladı.
Aldı Aydın Engin:
“Fatih Sultan Mehmet Han tarafından fethe mazhar kılınmış İstanbul nam şehir yine büyük ve melun bir tehlikenin eşiğindedir. Kendilerine “gezici” olarak tarif eden lakin asla gezici olmayıp, Taksim meydanı ve Tayyip Erdoğan Han’a ait mutasavver AVM arsası üstünde kalıcı olmaya yeltenen imandan nasipsiz şer ve küfür kuvvetleri, miladi 2013, hicri 1434 senesinin yazbaşında tarihe “Gezi direnişi” olarak kaydedilen isyanın birinci sene-i devriyesi münasebetiyle yeniden kalkışma temayülleri göstermekte; miladi 2014 senesinin 31 Mayıs günü “Yine Taksim Meydanındayız” meyanında beyanatlar vermektedirler. Şehr-i İstanbul’u  müdafaasız ve sahipsiz zanneden bu gafillere karşı Recep Tayyip Han 25 bin polis-askerini şehrin hassas noktalarına yerleştirmiş; dahili düşmanlarla harp ederken kullanılan TOMA nam tekerlekli aygıtlardan 50 tanesini mebzul miktarda tazyikli su ile muharebeye hazır hale getirmiş; ayrıca kâfi hatta aşırı miktarda biber gazı temin etmiştir. Hasılı Taksim meydanınave AVM arsasına müteveccih  muhtemel bir kâfir hücumu ve istila teşebbüsüne karşı lüzumlu tedbirler fazlası ile alınmıştır. Recep Tayyip Han’ın şehr-i İstanbul’da mukim kulları müsterih olmalı ve mışıl mışıl uyumalıdırlar…”
*    *    *
Sefil gazeteci Aydın Engin’in yazısını okuyan fesat ruhlu “bağzı” T24 okurları verilen izahattan tatmin olmadılar ve sual ettiler:
Aldı “bağzı” T24 okurları:
“Ey gazeteci, buraya kadar yazdıklarından başımıza bugün neler geleceğini pek anlayamadık. Laf ebeliğini, Osmanlıca lügat paralama ukalalığını bırak da bize onu söyle…”
Bu sual manasızdır ve kasıt ihtiva etmektedir. Zira Recep Tayyip Han, iki gün evvelki nutkunda suali bizzat cevaplamıştı:
Yine aldı Recep Tayyip Han:
“…İşte fetih budur kardeşlerim. Fetih, ekmeğini yoksulla paylaşmaktır. Yetimin başını okşamaktır. Fetih, adalettir. Fetih, insana saygıdır. Yaradana yaratandan ötürü hoşgörüdür…
Anlaşılmıştır sanırım. 
Bugün başınız okşanacak; polis-askerlere dağıtılan kumanya sizlerle paylaşılacak, TOMA suyu saygıyla sıkılacak, biber gazında hoşgörü asla esirgenmeyecektir… …
Tamam mı?
Haydi şimdi dağılın…
 

Monday, May 26, 2014

Montaj, dublaj değil, yüzde yüz Erdoğan

Cafer Solgun Cafer Solgun cafersolgun@gmail.com
 
Belli. Erdoğan “başbakan” sıfatıyla ve sadece lideri olduğu partinin değil devletin de bütün imkânlarını kullanarak cumhurbaşkanı olmak istiyor. Karşısına çıkacak aday veya adayların devletin imkânlarını kullanmak gibi bir şansı olmayacak. Şimdiden söylemekte fayda var. Sırf bu eşitsizlik bile cumhurbaşkanlığı seçimini şaibeli kılar. Buna rağmen seçimleri kazanması bir “ihtimal” ama “cepte keklik” değil.
 
30 Mart seçimlerinde aldığı oy oranının bunun için yeterli olmaması bir yana, o oranın durduğu yerde durduğu kanısında da değilim. Bunun nedenleri tümüyle kendi tarz ve anlayışını artık “olduğu gibi” sergilemesiyle ilgili. Kimse “montaj, dublaj” da diyemiyor. Yüzde yüz orijinal. Tamamen Recep Tayyip Erdoğan...
 
Katıldığı toplantılarda “olay” çıkarıyor. Ne zaman kime ne şekilde patlayacağı belli değil. Yanında cumhurbaşkanı olsa da fark etmiyor. Soma’da toplu katliamdan farksız bir facia meydana geliyor, “fıtrat” deyip geçmemizi istiyor. Protestocu bir maden işçisini tokatlıyor “yuh” çekti diye, dahası, adamın kimyası bozuluyor korkudan. Okmeydanı’nda Berkin Elvan için anma yapanlara polis kurşunla müdahale ediyor. Cemevi avlusundaki bir yurttaş, Uğur Kurt, ensesinden vurularak hayatını kaybediyor. Bir gün sonra aynı yerde Ayhan Yılmaz adlı bir başka yurttaş ölüyor. Ve bu olaylar üzerine Başbakan Erdoğan, adını duymaya bile tahammül edemediği Berkin Elvan için anma yapılmasına öfkeleniyor, “Ölmüştür, geçmiştir” diyor, “Her ölen için tören mi düzenleyeceğiz” diyor ve devamla da “Polis bunlara nasıl sabrediyor anlayamıyorum” diyor...
 
Hatırlıyoruz, Gezi protestolarında “orantısız güç” kullanmakla eleştirilen polisi “kahraman polis destan yazdı” diye övmüş, “polise emri ben verdim” diye de sorumluluğunu üstlenmişti. Şimdi de iki yurttaşın hayatını kaybettiği bir olay için polisin “sabrına” hayret ettiğini söyleyerek, maalesef, yeni olaylara davetiye çıkarıyor.
 
Erdoğan’ın bizzat “motive” ettiği polis, Alevi mahallelerindeki gösterilere “memleketi düşman işgalinden kurtarmaya” gider gibi gidiyor, ateşin üzerine benzin döküyor. Gözlerini, vicdanlarını karartmış bazı yazar erbabı da polisin nefret taşan tahrikine söyleyecek bir çift söz bulamıyor ve “ne yani polis molotof atanlara gül mü atacaktı” diye yazıyor, yazabiliyor...
 
Köln seferine çıkmadan sağcısından solcusuna değin bütün Alman siyasi partileri, Erdoğan’a “itidal” çağrısı yaptılar. Olay çıkartmasından korktukları için. Bu da Başbakan Erdoğan’ın “dışarıdan” nasıl göründüğünün kısa özeti.
 
Bu “Erdoğan hâlleri”, destekçileri de dâhil kamuoyunda Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olma isteğini düpedüz bir kaygı ve endişe konusu hâline getiriyor. Ben, Erdoğan’ın 30 Mart seçimlerinde elde ettiği oy oranını artırmak şöyle dursun, bu tutumlarıyla eritmekte olduğu kanısındayım.
 
Gerekli şartlara sahip her yurttaş gibi Erdoğan da cumhurbaşkanlığına aday olabilir tabii ki. Ama mesele yaşının tutması ve hangi üniversiteden diploma aldığı filan değil sadece. Mesele cumhurbaşkanlığının bütün Türkiye’yi temsil etmekle yükümlü bir makam olması. Bir cumhurbaşkanı olmanın bu temel sorumluluğuna bakın bir de dönüp Başbakan Erdoğan’ın sadece küçük bir kesitini özetlediğim başbakanlık performansına...
 
Erdoğan’ın ipine tutunmuş olanlar bu performansa “montaj” da diyemiyorlar. Aksine, övüyorlar. Ve Erdoğan’ın artık kontrol edemediği hırçın, öfkeli hâllerine takılan kulplar sadece bunu yapanların kişiliklerini yoksullaştırmıyor, aynı zamanda Erdoğan’a en büyük kötülük oluyor. Zira adam bunların vıcık vıcık yağcılıklarına bakıp sahiden de “uçtuğunu” düşünmeye başladı...
 
cafersolgun@gmail.com
Twitter: @CaferSolgun

Sunday, May 25, 2014

Almanya’nın İstemediği Erdoğan – Nilgün Cerrahoğlu (Cumhuriyet)

Eine Analyse zum umstrittenen Besuch von Ministerpräsident Erdogan: Die Türkei und die 7 Fehler des Westens

Hoş gelmediniz, burada istenmiyorsunuz”.
En son Almanya’nın popüler gazetesi Bild bu başlığı attı.
Geçen hafta Almanya’dan ayrılırken ülkenin etkili yayın organı Frankfurter Allgemeine Zeitung, benzer bir başlıkta “Erdoğan hoş gelmiyor” ifadesini manşetine çekmişti.
Kısaca bütün gazeteler yazdı, politikacılar konuştu…
Her biri kendi üslubunda Erdoğan’a birer birer “Almanya’ya gelmemesini, burada istenmediğini” söyledi.
Almanlar, TC Başbakanı’nın Türkiye’nin gerilimleri ile kutuplaşmalarını Almanya’ya taşımamasını istiyordu.

Almanlar ‘yek vücut’ karşı
Türkler, Erdoğan konusunda aralarında ne denli bölünmüşse; Almanlar da TC Başbakanı hakkında o denli “yek vücut” ve “hemfikir”…
Sağcısından solcusuna… Bulvar basınından üst düzey, sofistike yayın organlarına dek, Erdoğan “istenmeyen adam” ilan edildi
Sokaktaki Almanın gazetesi “Bild”; Erdoğan’ın neden istenmediğini detaylarıyla dün gerekçelendirmiş:
Başbakan’ın Gezi performansı, basın düşmanı tavrı, YouTube-Twitter’ı kapattırması;17 Aralık’ı hasır altı eden icraatı, yurttaşların özel yaşamına karışması, Alman Cumhurbaşkanı Gauck’un antidemokratik gidişata ilişkin kaygılarını saldırganca yanıtlaması ve en çok Soma’ya bir damla gözyaşı dökmeyip bilakis adeta omuz silkerek yerine “Olur böyle şeyler!” demesi…
Bild”, Batı ve Erdoğan arasında Gezi’den beri büyüyen “yabancılaşma” ile köprü atan tüm gelişmelerin dökümünü yapmış…
Soma yaşandığında bizatihi Almanya’daydım.
Erdoğan’ın Soma trajedisi üzerine sergilediği tavra yönelik günbegün büyüyerek nefrete dönüşen afallama ve yabancılaşmaya doğrudan tanık oldum.
Başbakanlık danışmanının gazetelerde çarşaf çarşaf çıkan “tekme” fotoğrafları, ilk andan “tiksinti” yarattı! Soma manşetlerini Almancadan bana tercüme eden bir Alman tanıdığın sıcağı sıcağına gazete başlıklarını okurken yaptığı damardan yorumu hiç unutmuyorum; “Bu nasıl bir ilkelliktir?
Soma’da bir markette akabinde yaşanan “tokat” kâbusu ve Başbakan’ın “İsrail dölü!” beyanlarına hiç değinmiyorum bile…
Çoğu Almandan duyduğum yaygın “Führer” tanımlamaları ardından; muhataplarımın aksatmadan hemen yaptıkları eklemeler şöyle oluyordu:
Biz bir Führer’den kurtulmak için koca bir dünya savaşı yaşadık/Führer bize bir dünya savaşına mal oldu!
Aslında tam böyle bir geçmişten geldikleri için siyasi ve tarihi bilinçleri Avrupa’daki diğer uluslardan daha keskin olan Almanlar; zihinlerinde “Führer” çağrışımına yol açan bir politikacıya kucak açmaya yanaşmıyorlardı…

‘Cennet’in huzurunu kaçıran
RTE Bunlar yetmiyormuş gibi yarın üstelik bir de Avrupa’daki son yılların en önemli Avrupa Parlamentosu seçimleri var.
Eski Kıta savaş sonrası dönemin en beter krizini yaşıyor.
AB’nin önde gelen ülkelerinde popülizmler ve ırkçı sağlar yükseliyor…
Bu geri gidişin tek istisnası Almanya!
Almanyaların birleşme” bahsinin de üstesinden gelen Alman nüfusu; tarihin önüne çıkardığı tüm savrulmalara karşı zafer elde ettiğini düşünüyor.
AB ortaklarının çoğu yüksek işsizlik oranları ve milli gelir daralmalarıyla cebelleşirken Alman ekonomisi pupa yelken ilerlemeye devam ediyor.
İspanya, İtalya gibi güney kanat ülkeleri; ekonomik sorunlarla beraber kurumsal istikrarsızlıklarla cebelleşirken;
Alman kurumları tıkır tıkır işliyor.
Fransa gibi yakın döneme dek Almanya ile el ele Avrupa’nın lokomotifi olan çok önemli bir ülke; Sarkozy-Hollande tüy sıklet devlet başkanlarıyla “liderlik krizi” yaşarken; Merkel Berlin’de prestiji, otoritesi ile ülkesinin saygınlığını artırıyor
Wirtschaftswoche dergisinin attığı bir başlıkla ifade etmek gerekirse, Almanlar tüm bunlar nedeniyle yaşadıkları ülkeyi
Almanya Cenneti/Paradies Deutschland” olarak adlandırıyorlar.
Belirsizlik kaygısı ve karamsarlıkla geleceğe bakan diğer AB üyelerinden farklı olarak Alman halkının yüzde 80’i “durumundan memnun”.
AB ortaklarıyla karşılaştırma yapıldığında “memnunların” oranı yüzde 90’a fırlıyor!
Ekonomiden, liderlerinden… özetle istikrar ve düzenden memnun Almanlar…
Tam Alman fıtratına uygun şekilde böyle ideal bir “istikrar- düzen tablosu” sağlanmışken,
Erdoğan profilindeki” bir liderin, kritik sayılan bir seçim arifesinde ülkenin içine ışınlanması hoşa gitmiyor.
Yarın 8.’si yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimleri; tüm AB ülkelerinde bir ulusal seçimin provası mahiyetinde…
Almanya’da gerçi güçlü hükümet koalisyonunun özel bir sandık korkusu yok ama…
Erdoğan’ın kutuplaştırıcı söylemlerinin; göçmen karşıtlığından oy kazanan aşırı sağcılara yaraması fikri huzursuzluk yaratıyor. Toplam 751 vekilin bulunduğu Avrupa Parlamentosu’nda; “96” temsilciyle en kalabalık temsil gücüne sahip olan Almanya’da Erdoğan’dan kaynaklanan gereksiz bir “ajitasyon faktörüne” her halükârda sempatiyle yaklaşılmıyor.

 Erdogan in Köln: Propaganda-Show und Proteste

Friday, May 23, 2014

Mahcup Diktatör – Can Dündar (Cumhuriyet)

23 Mayıs 2014 Tarih boyunca hiçbir diktatör “Ben diktatörüm” demedi.
Ama “Ben diktatör olsam, ortalık böyle mi olurdu” diyen mahcuplar oldu.
Seçimle gelmesi, diktatörün diktatörlüğüne mani değildir.
Çoğu öyle gelmiştir zaten…
Diktatörü diktatör yapan, nasıl geldiği değil, nasıl yönettiğidir.
Kuvvetler ayrılığına sırt çevirmesidir mesela…
Bütün gücü, iktidarı, karar yetkisini kendi elinde toplamasıdır.
Muhaliflerini hukuk dışı yollarla ortadan kaldırmasıdır.
Adı üstünde; kimin ne yapması, ne yapmaması gerektiğini bizzat “dikte” etmesidir.

***
Bu tanıma bakınca Erdoğan kendisine “diktatör” diyenleri eleştirmekte haklı.
Diktatör olsa, “3 çocuk yapılacak”, “Kürtaj suç sayılacak”, “İçki, sigara içilmeyecek”, “Kızlı erkekli evlerde kalınmayacak”, “Bu heykel olmamış, yıkılacak”, “Siz ne derseniz deyin, bu parkın yerine kışla yapılacak” der, kestirir atardı.
O da diyor ama şimdilik buna gücü yetmiyor.
Memlekette hâlâ onu dinlemeyip 1-2 çocukta kalanlar var.
İçki satan dükkânlara, içkili restoranlara ceza kestiriyor; kızlı erkekli kalınan evleri bastırıyor.
Ama içkiyi komple yasaklayamıyor, kızlarla erkekleri tamamen ayıramıyor.
Yine buluşuyorlar, yine el ele tutuşuyorlar, inadına içiyorlar.
Beğenmediği heykeli yıktırıyor ama misal, Gezi Parkı’nı tıraşlayıp oraya kafasına göre bir AVM’li kışla bile yaptıramıyor.
Halk idam cezası istiyor, ama o, istediğini astıramıyor.

***
Diktatör olsa beğenmediği köşe yazarını işten attırırdı. Erdoğan ancak, “At bunları işten!” diye patronlarına seslenebiliyor.
Diktatör olsa, bir emirle medyayı sustururdu.
Erdoğan anca sevmediği medya patronlarını vergi kıskacına alıp tehdit edebiliyor.
Sevdiği medya patronları için bizzat işadamlarını seferber edip havuzda para topluyor.
Ama ne yaparsa yapsın kendi medyasını sattıramıyor.
Halk inadına gidip gerçekleri yazan gazeteleri satın alıyor.
Böyle diktatör mü olur?

***
Diktatör olsa ne mahkeme tanırdı ne kadı… Erdoğan tam diktatör olamadığı için kuvvetler ayrılığı ilkesinden yakınıyor; yargıyı “ayak bağı” sayıyor.
Savcıları Adalet Bakanı’na bağlayacak yasalar çıkarıyor.
Yüksek mahkeme başkanlarının seçimine doğrudan müdahale ediyor.
Kendi dava dosyasının savcılarını, hâkimlerini değiştirtebiliyor.
“Sıfırlayın” talimatı verdiği ses bantlarını yayımlayan YouTube’u, Twitter’ı bir emirle kapattırıyor.
Ama hâlâ o konuşmalar internette dolanıyor.
Hâlâ büyük hırsızlığı yazan, hesap soran kalemler çıkabiliyor.
Yüksek yargıçlar, baro başkanları onu karşısına oturtup nasihat edebiliyor.
Diktatör keser atar, Erdoğan kesemiyor, atamıyor.

***
Diktatör olsa, kendisine meydan okuyan, beddua eden, yolsuzluklarını ele veren eski işbirlikçilerini tasfiye eder.
O, cadı avı başlatıyor, inlerine girme, köklerini kazıma sözü veriyor ama emredip elebaşlarını getirtemiyor.
Diktatör olsa Soma katliamında kendisinin suçlanmasına izin vermez, suçlayanları da içeri attırır, adamlarına dövdürürdü.
Erdoğan fedakâr; kendi işini kendisi görüyor.
Yuhalayanları bizzat dövüyor.
Üstüne de “Yuh çekersen tokadı yersin” diye uluorta parmak sallıyor.
Hem bir halk, “İstifa… İstifa” diye üzerine yürüdüğünde diktatör korkar mı?
Erdoğan diktatör değil ya; korkuyor.

Sunday, May 18, 2014

Katilleri biliyoruz! – Aktüel Gündem

2014 Soma Katliamı’na karşı 1862 İngiltere’sini hatırlatan Erdoğan’ın aslında başka tarihleri hatırlaması gerek; 1793 Marie Antoinette, 1917 İkinci Nikolay, 1945 Hitler ve Mussolini, 1975 Franco, 1989 Marcos, 2006 Pinochet gibi…
katilleri-taniyoruz“Bunlar olağan şeylerdir. Literatürde iş kazası denilen bir olay vardır. Bunun yapısında, fıtratında bunlar var.” Böyle diyor Tayyip Erdoğan, Türkiye tarihinin adı iş kazası olan en büyük işçi katliamının ardından. Sormak gerek başbakanlığın fıtratında ne var? Yalan, talan, hırsızlık, sahtekarlık, düzenbazlık, sorumsuzluk, komisyonculuk, tahsildarcılık, din simsarlığı, işçi düşmanlığı, halk düşmanlığı… Bir de Soma’da markette “kaderine isyan eden” bir yurttaşı yumruklamak…
Neoliberalizm ile gericiliğin mükemmel uyumu şöyle oluyor; kamuya ait ne varsa özelleştir, taşeron sistemini kur, bunlarla birlikte ucuza çalıştırmak için mülksüzleştir ve borçlandır. Kârını daha da artırmak için güvencesi ve denetimi olmayan hukuksuz bir işleyiş yarat. Ve bunları gericilikle, dinle öyle bir “süsle” ki işçiler bunları kendilerine sunulan bir lütuf gibi görsünler. Eğer bir “aksilik” olursa yani Soma’daki gibi yüzlerce işçi birkaç dakika içinde hayatını kaybederse “kader” dersin, “mukadderat” dersin, “ömürleri vefa etmedi” dersin, (içeride Bakara Makara dersin) ama bu literatürde, mutlaka diyecek/uyduracak bir şey bulursun. Bir de üstüne Diyanet’e emir verip camilerde hutbe okutursan, Soma’ya 1500 tane imam gönderirsen, ailelere “para dağıtacağını” ilan edersen insanlar senden dualarını esirgemez. Sömürücüler ve yöneticiler de bir sonraki “kazaya” kadar rahat ederler.
Bu sistemde bu tür “kaza”ların olması değil, olmaması büyük bir şanstır. Özellikle Tayyip Erdoğan’ın AKP’sinin iktidarda olduğu bizim ülkemizde. Çünkü her türlü sorumsuzluk ve hukuksuzluk bu iktidar döneminde geçmiş iktidarların bile kat be kat üzerine çıktı. Trafik kazalarındaki ölüm oranının artışından (yüzde 279) hızlı tren facialarına (41 kişi öldü), Reyhanlı katliamından Roboski katliamına, Van depreminin hala giderilemeyen mağduriyetlerine kadar ne adaletli bir hukuk işleyişi var ne iktidar olma sorumluluğu. Bu bakan yani Faruk Çelik göreve geldiğinde “ölümlü iş kazalarını yüzde 20 azaltma” sözü vermişti, bakanın bu sözünden sonra ölümlü iş kazaları yüzde 456 artmış durumda.
Bu katliam, AKP için en olmadık zamanda gerçekleşti. Yıllardır uğraştığı, zamanlamasını ayarlamaya çalıştığı “Taşeron Yasası”nı tam da Meclis’e sunacağı şu günlerde. AKP tarafından hazırlanan bir yasanın, en başından söylemek gerekirse işçi sınıfı için “hayırlı” olmayacağı zaten aşikar. Bu yasa ile AKP, taşeron sistemini mutlaklaştırırken, aynı zamanda taşeron uygulamaları başta kamu alanı olmak üzere olabilecek en yaygın sınırına genişletmeyi amaçlıyordu. İşyerlerinde taşeron çalıştırmayı belli kurallara bağlayarak kısmen de olsa sınırlayan İş Kanunu hükümleri değiştirilerek ve fiilen işlevsizleştirilerek taşeron çalıştırmanın tamamen dizginsiz hale getirilmesi planlanıyordu. Üstelik bu durum “taşeron işçiye müjde” olarak sunuluyordu. Kamu ihalelerini yeniden düzenleyecek olan yasa, kamu hizmetlerini bir bütün olarak taşerona devretmeyi amaçlıyordu. Özellikle “kamuda kanuna karşı hile” olarak tanımlanan ve hukuk mücadelesinin konusu olan “muvazaa” durumu hem kavram ve sonuçları itibarıyla tümüyle ortadan kaldırılıyor, hem de iş müfettişlerinin bu alandaki yetki ve sorumlulukları yok ediliyordu. Özetle hükümetin ve sermayenin temel amacı, artık fiilen esas çalıştırma biçimi haline getirdikleri taşeronu daha da yaygınlaştırmak, bu durumu yasal güvenceye (!) kavuşturmak ve hukuksuzluğa hukuk yaratmak. Ama Soma katliamından sonra hükümet yalanla, manipülasyonlarla -ki bu noktada Türk-İş ve özellikle Hak-İş’i devreye sokacaktır- süreci kontrol altına almaya çalışıp emekçilerin karşısına yine emek düşmanı yasaları getirecektir. Tam bu nedenle işçi sınıfının kayıplarının, işçi sınıfı mücadelesi için bir sonucu olacaksa şu an ihtiyaç duyulan en acil talepler doğrultusunda harekete geçmek gerekli. Bu talepler: 1-İş cinayetlerinin artışına neden olan taşeron çalıştırma derhal yasaklamalıdır; 2-Özelleştirildikten sonra seri cinayetlerle gündeme gelen tüm madenler derhal yeniden kamulaştırmalıdır; 3-İşçi sağlığı sorununu özelleştiren iş güvenliği yasası çöpe atılmalı, tüm denetim yetkisi emek ve meslek örgütlerine verilmelidir; Ve 4-Hükümet derhal istifa etmelidir.
AKP’nin çok övündüğü “İşçi sağlığı ve iş güvenliği” yasasını, 2012’de çıkarmış olması; artık işyerlerinin güvenli, işçilerin de sağlıklı olacağı anlamına elbette gelmiyor. Çünkü bu yasa da tıpkı AKP’nin çıkardığı diğer yasalar gibi “görüntüyü kurtarma” sığlığının yanında asıl olarak patronların çıkarlarını korumayı amaçlamakta. Bu yasa ile patronlar işyerlerinde “olabilecek” her türlü aksaklığın sorumluluğunu (örneğin 300 işçinin öldürülmesi gibi) çalıştırdıkları iş güvenliği uzmanlarına yüklemekteler. (TMMOB’nin bu konudaki işlevsizliği de genç ve işsiz mühendislerin iş bulmak ya da işsiz kalmamak adına, patronların güvenlik eksikliklerini raporlamamalarını, bildirimde bulunmamalarını kolaylaştırırken, sistemin denetlenmesindeki kanallardan birini de etkisizleştirmekte).
Türkiye hala Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) “Madenlerde Güvenlik ve Sağlık Sözleşmesi”ni imzalamamış durumda. Sözleşme maden işletmesi sahiplerine ve hükümetlere fazladan sorumluluklar getiriyor. Bu sözleşmenin neden imzalanmadığı Çalışma Bakanı Faruk Çelik’e sorulduğunda “bizim yasalarımızdaki yaptırımlar bu sözleşmenin maddelerinden daha kapsamlı” yanıtı alınmış. Elbette kuyruklu yalan. Pekiyi, bu bakanın sorumsuzluğunu ve hukuksuzluğunu hangi düzen ya da hangi kişi denetleyecek? Neoliberal düzen mi, Tayyip Erdoğan şahsiyeti mi? İkisi de değil elbette, bu yöneticilerin hepsi bu düzenin elemanı ve bu düzenin böyle işletilmesinden sorumlu olanlar.
Sorumsuzlukta ve yüzsüzlükte sınır tanımayan Tayyip Erdoğan, bu katliamı kazayla açıklıyor. Neymiş? Dünyanın her yerinde oluyormuş böyle kazalar. Bir de akla zarar örnekler veriyor tarihten. Yakın tarih bulamadığı için “biraz” uzaklara gitmek zorunda kalmış, 1800’lere. “İngiltere’de geçmişe gidiyorum, 1862’de madende göçük 204 kişi ölmüş. 1866’da 361 kişi ölmüş… Bakın Amerika. Teknolojisiyle her şeyiyle… 1907’de 361.” (Tayyip, ABD’nin 1907’deki teknolojisinin 2014 AKP Türkiyesi’ndeki teknolojiden daha ileri olduğunu söylüyor). Aslında onun başka tarihleri hatırlaması gerek; 1793 Marie Antoinette, 1917 İkinci Nikolay, 1945 Hitler ve Mussolini, 1975 Franco, 1989 Marcos, 2006 Pinochet.
Ama artık hiçbir şey bunlar için eskisi gibi olmayacak. Durumu kurtarmak hatta katliamı kendi lehine çevirmek için gittiği Soma’dan arkasına bakmadan kaçmak zorunda kaldı Tayyip Erdoğan, aynı Hopa’da olduğu gibi. Soma’da sığınacak market, sığınacak bakkal aramak zorunda kaldı. Halkın öfkesi boğacaktı başbakanı. Soma halkına bu cüreti veren Haziran İsyanı’dır. Artık yalanları hiçbir işe yaramayan, meşruluğu tamamen ortadan kalkmış, zorba bir iktidardan başka bir şey değildir Tayyip Erdoğan’ın AKP’si. Ve Soma’daki katliamla hayatları alınan madencilerin ışığı Haziran İsyanı’nın yıldönümünde yeniden büyüyecek halk mücadelelerini aydınlatmalı.
Yeni Haziran’ı kendi kendini tekrar etme çabasında sönümlenme riskinden kurtarıp daha ileriye taşıyacak bu yolda önemli bir kanal doğmuş görünüyor. Soma katliamı karşısında, Haziran’ın isyancı dokuları yeniden hareketlendiği gibi, bu hareketlenme toplumsal muhalefetin 2013 Haziran’ında büyük oranda isyan dışı kalan işçi sınıfı katmanlarına ve işçi sınıfı gündemlerine temas ediyor.
Soma, 30 Mart seçim sonuçlarının sağladığı bir buçuk aylık geçici rahatlamanın ardından Erdoğan’a yeni bir Haziran’ın yaklaşmakta olduğunu hatırlattı. Üstelik Haziran’ın gelişinin (şimdiden belli olan ancak mutlaka daha fazlasının da ekleneceği) başka habercileri de var. Üniversite boykot ve eylemlerinin yaygınlığı, Berkin Elvan’ın ardından ayağa kalkan liselilerin Soma için de harekete geçmesi, park forumlarının baharla birlikte yeniden hareketlenmesi ve eylem çağrıları için adres olması. Ali İsmail davasında gözlerini katillerin gözlerinin içine dikenlerle Soma’da o katillere emir verene “Soma Tayyip’e mezar olacak” diye haykıranlar arasında kuvvetlenen bağ…
Tarih tekerrür etmez ama…29 Mayıs’ta Tayyip Erdoğan’ın İstanbul halkına geçen yılı hatırlatırcasına (ve aynı zamanda meydan okurcasına) 3. Havalimanının temel atma törenini yapacak olması ve tabii ki bunu bir gövde gösterisine dönüştürmeye çalışacak olması, kentine, doğasına, yaşam alanlarına sahip çıkanlar açısından mutlaka bir cevabı hak ediyor. Ve bu cevabı; 3. Havaalanı için kesilen 3 milyondan fazla ağaç için, yaşadığı kenti savunmak için ve kendisini aşağılayan, esir almaya çalışan AKP iktidarına başkaldırmak için bu halk verecektir.
31 Mayıs ise İsyan’ın başlangıç tarihi. (idi). Ve bir yıl boyunca süren isyan hala devam ediyor, devam edecek!

Sunday, May 4, 2014

Kusura Bakmayın Sayın Bakan!

Can Dündar
04 Mayıs 2014 Pazar

Dünya basın özgürlüğü haritasında üç renk var:
Yeşiller, basını özgür ülkeler... Çoğunlukla Batı’dakiler...
Sarılar, aradakiler. Yetmez ama özgürler.
Bir de morlar var: Sansürün, baskının coğrafyası...
Türkiye, “Freedom House”un son raporunda, 15 yıldır “kısmen özgür” sayıldığı sarılar arasından, özgür olmayan morlar arasına alındı; morardı.
Rapora göre “Gazetecilerin işten çıkarılması, haberlerin sansürlenmesi, medya patronlarının iktidarla yakın ilişkiye girmesi yüzünden Türk medyası, 197 ülke arasında 134. oldu.
28 Şubat günlerine geri döndü. Böylece Erdoğan hükümetinin, medyaya baskıda militarist çizgiye geldiği tescillendi.

***
Bilmediğimiz bir şey değildi aslında; şaşırmadık.
Yine de Sudan ve Libya’yla aynı kümede olmanın utancını yaşadık.
“Daha bu hesaplamada Twitter, YouTube yasağı, MİT Yasası kısıtlamaları yok” diye kaygılandık. Ama hükümet, raporu savunma refleksiyle karşıladı.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu iddialı konuştu: “Gazetecilerimiz ‘özgür’ denilen ülkelerden bile daha özgür” dedi.
Vay canına!
Biz mi başka ülkede yaşıyoruz, Bakan mı?
Yetmedi:
Gazetecilerin bu raporu reddetmesi gerektiğini söyledi.
***
İyi fikir! Bence hapisteki meslektaşlarımız Türk medyasının özgür olmadığını söyleyenleri hücre kapılarına vurarak protesto etsin. “Hapsedildik, ama özgürüz” diye bağırsınlar. Bizler, hükümet talimatıyla işinden olanlar, “Kovuldukça özgürleşiyoruz” yazılı tişörtlerle meydanlara çıkalım.
Baskı altında çalışanlar, “Bizi tasmalarımızdan kurtaran Başbakanımıza şükrolsun pankartı açıp yürüyüş yapsınlar.
Bu “algı operasyonu”nu durduralım.
***
Size yardımcı olamayacağımız için kusura bakmayın Sayın Bakan! “Özgür” olduğumuz konusundaki sözleriniz, âleme yönelik bir “algı operasyonu” değilse, dünyayla fazla ilgilenmekten, Türkiye’ye ilgisiz kalmakla açıklanabilir ancak...
Hatırlatalım:
Burası, Başbakan’ın medya patronlarını konutuna çağırıp “Böyle haberler istemiyorum” konuşması yaptığı ülke...
Çoğumuz o talimattan sonra paniğe kapılan patronların kararıyla, onlar daha rahat ihale alabilsin diye, çalıştığımız kanallardan, gazetelerden kovulduk.
Burası, Başbakan’ın haber kanallarını telefonla arayıp “Böyle haber yapılmayacak, o adam ekrana çıkarılmayacak, o altyazı yazılmayacak” talimatları verdiği, kendisine yalakalık yapacak kanalları alsınlar diye işadamlarından havuz oluşturduğu ülke..Burası, “Beyefendi üzülür” diye manşet değiştiren patronların, yayın yönetmeni fırçalamayı âdet edinmiş bakanların, hükümete yakınlığına göre Ankara temsilcisi atanan gazetelerin ülkesi...
Hükümet borazanı olmamış medyadan herhangi bir büroya girin ve sorun:
Bir dokunsanız,
bin ah işitirsiniz.

***
“Yine de bak her şey yazılıyor” diyorsunuzdur.
Evet, burası sonucuna (sansürlenmek, kovulmak, hedef gösterilmek, tehdit edilmek, saldırıya uğramak vs.) katlanmak kaydıyla her şeyin söylenebildiği bir ülke...
Ama o da sizin bahşetmeniz nedeniyle değil, sayıları giderek azalan dürüst seslerin cesareti sayesinde..
.
O yüzden iyisi mi bizden özgür olduğumuzu söylememizi ve o raporu reddetmemizi beklemeyin Sayın Bakan!
O raporu yazdıran sizlersiniz. Kolaysa siz reddedin.