Wednesday, December 23, 2015

‘Kürtler Gezi’de yoktu’ diyordun, sormazlar mı adama, ‘Sen neredesin?’

murat sevinc

MURAT SEVİNÇ

Başlıktaki soru ve aşağıdaki satırlar; Cumhuriyet tarihinin en büyük, barışçıl ve etkili kitle gösterilerinde yer alan, Gezi Parkı’nda olağanüstü değerli bir ‘birlikte yaşama’deneyimi sergileyen, ‘park forumları’nı yaratıp Türkiye’ye 21. yüzyılın yeni ve katılımcı yönetim biçimini müjdeleyen, can verip yaralanan insanlara değil kuşkusuz. Onların Gezisi ve park forumları, önümüzdeki yıllarda Türkiye’nin yeni yönetim biçimi olacak. Bundan hiçbir kuşkum yok. Göreceğiz.
Başlıktaki soru ve aşağıdaki satırlar, sokaklarda binlerce Kürt protestocu varken Gezi eylemlerini bir kez daha Kürt karşıtlığı için fırsata çeviren kesim için. Siz de bilirsiniz; hani şu seçimden önce, ‘Duydunuz mu a dostlar,  HDP ile AKP başkanlık için anlaşmış’ diyenler vardı ya, işte onlara.
Gezi eylemlerinde Tunalı’daydın değil mi? Kuğulu Park’ta slogan atıyor, hoplayıp zıplıyordun. Abbasağa’da toplanmış dertleşiyordun. Taksim’e açılan sokaklarda ‘barikat’ kuranlara bakıp duygulanıyordun. Eylemlere‘isyan’ adını vermiştin.
Sen belki de ilk kez devlet şiddetiyle tanışırken, Türkiye medyası Penguen belgeselleri gösteriyordu kanallarında. Binlerce sokakta yüz binlerce yurttaş slogan atarken, kimi arsız televizyoncu/gazeteciler senin ve çocuklarının bir darbe girişimi hazırlığı içinde olduğunu anlatmaya çabalıyordu dünya âleme.
Sen çocuğundan endişe edip ‘Eve sağlam gelecek mi?’ kaygısı taşırken, yoksul Alevi gençler köşe başlarında vurulur ve linç edilirken devlet yetkilileri, polisini yere göğe koyamıyordu. Uyguladığı orantısız şiddetin ne kadar da ‘gerekli’ olduğunu anlatıyordu.
Devlet organları insanından vazgeçmiş, bankamatikleri ve belediye otobüslerini, duraklarını koruyordu. Şiddet tekelini elinde bulunduranlar, hukuk dışı işler yapıyor ve seni aşağılıyordu her Allah’ın günü ve gecesi. Sana, çoluk çocuğuna iftira atılıyordu. Kabataş’ta türbanlı bir kadına saldırdığın, camiye ayakkabıyla girip içki içtiğin anlatılıyordu. Sahtekârlar, en ciddi tavırlarını takınıp ‘Vahim görüntüler izledim’ diyordu ekranlarda.
Sen yalan olduğunu biliyordun ama fayda etmiyordu. Çok güçlüydüler. Propaganda aygıtları ellerindeydi. Ortalama yurttaşa ‘istediklerini’izlettiriyorlardı. ‘İstediklerini’ okutuyorlardı. Her gün bir kez daha‘İnanamıyordun’ gazetelerindeki manşetlere. Faiz lobisinin, porno lobisinin, bilmem hangi istihbaratın ‘oyuncağı’ olduğunu öğreniyordun günaşırı.
Üç beş ay sonra tapelerle tanıştın. Havuz TV ve gazetelerinde tümünün montaj olduğu anlatılıyordu. İnanmıyordun bir türlü hecelerin birleştirildiğine. Aptal yerine konulduğunu düşünüyordun. Bakan çocuklarının masumiyeti, bayrak önünde poz veren Sarraf’ın ne büyük bir hayırsever olduğu anlatılıyordu sana. Miden bulanıyordu. Ayakkabı kutularının ‘kurgu’ olduğunu iddia ediyorlardı. ‘Hadi oradan’ diyordun. Youtube, twitter, haber kaynakların kapatıldığında çılgına dönüyordun. Çok az geçti üzerinden, unutmuş olamazsın.
Gel gör ki sayın yurttaş, söz konusu Kürtler ve mekân Şırnak, Muş, Diyarbakır, Mardin olduğunda bir anda hafızan siliniyor. Yeniden inandırıcı gelmeye başlıyor TV kanalları, gazeteler. Görmezden geliniveriyor, o ‘uzak köyde’ yiten canlar.
İki fırın çalışanı yoksul çocuğun vurulmasını, kolayca hazmedebiliyorsun. O iki çocuk teröristmiş değil mi? Öyle diyorlar. Üzerlerinde PKK’li kıyafeti varmış. Devlet yalan söyleyecek değil ya.
O devletin başbakanıydı değil miydi, katledilmiş el kadar çocuğun anasını yuhalatan? Ayrıca aynı başbakan, o çocuğun misketlerinin mezarına konulması hakkında neler söylemişti, hatırladın mı? Nasıl da sinirlenmiştin. Şimdi aynı insan, bu kez devlet başkanı sıfatıyla gencecik asker tabutlarının yanında konuşma yapıyor. Takdir ediyor musun?
Yoksul çocukların cenazelerinde; Ethem Sarısülük gibi, iki fırın işçisi gibi, yoksul çocukların. Yoksul oldukları için canları bu kadar kolay feda edilebiliyor vatana.
Hani, ‘Onlar konuşur biz yaparız’ demişlerdi ya, hiç değişmeyen bir ilkedir: ‘Güçlüler ve zenginler konuşur, yoksullar ölür.’ Zaten o yoksul olduğu ve canı bu kadar ucuza gittiği için, diğeri zengin ve güçlü. Türk’ün ve Kürt’ün yoksulu kaybediyor yaşamını. Görüyor musun?
Şimdi, bir kez daha (!) ‘milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz’ bu günlerde, 80 yıldır o birliğin ve beraberliğin bir parçası olmasına izin verilmemiş, kimliği inkâr edilmiş, dili dini inkâr edilmiş insanların siyasal partisi, 12 Eylül barajını aşmış ve bizlere sorunlarımızı parlamentoda çözmek için çok büyük bir fırsat sunmuşken, gözümüzün önünde değersizleştirilmeye, yok edilmeye çalışılıyor.
HDP’li vekilleri TV’lerde izleyebiliyor musun? Konuşmaları için fırsat tanınıyor mu? Doğan medyasının amiral gemisinde her hafta AKP’li vekil ve akademisyenlerle ‘nezih’ söyleşiler yapılmaya başlandığını fark etmedin mi henüz?
Demirtaş’ın saz çalması nasıl da küçümseme konusu haline geliverdi bir anda değil mi? ‘Yoksa Demirtaş hayal kırıklığı mı?’ diye soruyorlar, sureti haktan görünen yazılarında. AKP gibi bir yapının 13 yıl tek başına yönetip enkaza çevirdiği ‘duble yol’ ve ‘rezidans’ cehennemi memlekette, hayal kırıklığını Demirtaş ile yaşıyorlar! Rahatsız ediyor mu bunlar seni?
‘Vatan hainleri’nin, ‘bölücüler’in’ fazla yüz bulduğunu mu düşünüyorsun? Yoksa gencecik yoksul halk çocuklarını, üzerlerinde asker üniforması olduğu için bombalarla parçalayan bir örgüt ile tüm Kürtler’i ve HDP’yi özdeşleştirmekte bir an olsun duraksamıyor musun?
Benim vergimle ceylan derisi koltuklarda vekillik yapıp benim verdiğim oya hakaret etmek için kuyruğa girmiş zırcahil serserilerin ifadelerini rahatsız edici buluyor musun? Ya da bir anda AKP ve MHP ile ‘milli birlik ve beraberlik bağı’ mı kuruverdin?
Sorguluyor musun ‘yasaklanmamış’ haber siteleri, gazete ve TV’lerde okuyup işittiklerini. Gerçi sen ömründe bir kez bile ‘Nasıl olur da Anadolu gibi bir coğrafyada yaşayanların yüzde 99’u Türk ve Müslüman olur, bu işte bir gariplik var’ diye sorguladın mı ki, bugünü sorgulayacaksın. Yine de soruyorum işte…
‘Ne yapalım yani, Varto’ya mı gidelim?’ diye soracaksın belki. Daha önce de sormuştun çünkü bu ‘acar’ soruları. ‘Ne yani yalnızca Kürtler’in sorunları mı var?’ ‘Ne istiyor bu insanlar, Turgut Özal Kürt değil miydi?’ ‘Lazlar da anadilde eğitim isterlerse ne olacak?’ Bu sorulara idmanlısın; hepsi ezberinde. Ayrıca, ‘Kürt arkadaşların da var iş yerinde’, ‘Halanın kocası da Kürt.’
Hayır, ‘Varto’ya gidip barikata omuz vermelisin’ demiyorum. Benim gibi, trafik polisinden bile tedirgin olan birinin önereceği şey değil bu.
Demem o ki Varto, Muş o kadar da uzak değil. Sana uzak görünen, bir başkasının evi barkı. Anıları. Anasının babasının yaşadığı yer. Nişanlanıp düğün yaptığı, çoluk çocuğunu yetiştirdiği yer. Ve Taksim’deki devlet, aynı devlet.
Demem o ki, bir düşün bakalım Tunalı Hilmi’de, Taksim’de, Karşıyaka’da gördüğün devlet, Silopi’de nasıldır?
Demem o ki, devletin yöntemlerine ve senin vurdumduymazlığına rağmen, bu insanlar hala seninle ‘birlikte’ yaşamaktan söz ediyor.
Şu dünyadan göçüp gitmeden bir kez olsun düşün hiç olmazsa, on binlerce ‘yurttaş’ın neden 30 yıldır dağa çıktığını. Hiçbir şeyi sorgulamıyorsan bile, bu vahim gerçeği sorgula. Bu kadar emin olma okuduğundan, gördüğünden, düşündüğünden. Her aklına gelene düşünce muamelesi yapma. Bu kadar kolaycı olma.
Bir kez olsun sor kendine ‘Bölücü olan, eşit yurttaşlık talebi midir?’Şu yazının iki paragrafını okuyup küfretmeye başlayacağına, düşün biraz. Küfürden gayrı söyleyecek bir sözün olsun. Biraz kafan karışsın. İyi bir şeydir kafa karışıklığı.
Çok takdir ettiğini yinelediğin ‘Gezi ruhu’na da uygun davranmış olursun böylece. O Park’ta, birlikte ve insan gibi bir yaşam için toplanmış genç insanlara, ‘Bana yurttaş muamelesi yapacak ve dinleyeceksin’ diyen yüz binlerce protestocuya haksızlık etmezsin böylece.
Yok eğer yukarıdaki her bir satıra ‘Hayır’ diyorsan, artık hiç olmazsa şu olup bitenlerden sonra, ‘Kürtler Gezi’de yoktu’ demekten vazgeç. Vazgeç ki suratına tükürmesinler.

Thursday, December 17, 2015

Ortadoğu’nun ‘yeni İsrail’i: Asıl hendek Türkiye










17/12/2015 09:24
 MUSTAFA ALP DAĞISTANLI
İbranice bir kelime var, mutlaka Türkeçeye devşirilmesi gereken: ‘chutzpah’ (hutspa). Birbiriyle ilgili bir dizi olumsuzluğu birarada ifade eden bir kelime bu: yüzsüzlük, arsızlık, küstahlık, yavuz hırsızlık, saldırgan kibir, şımarıklık, hem suçlu hem güçlü olma, başkasını yok sayma… Kelimeyi tarif etmek için verilen klasik örnek şu: “Anasanı babasını katledip mahkemede kurban olduğunu söyleyerek merhamet dileyen adamın varoluş hali.”
Türkçeye neden devşirilmesi gerektiğini düşündüğümü açıklamama gerek yok sanırım; ayakkabı kutularında çıkan paralardan, yatak odalarında yatan çelik kasalardan sonra söylenenleri, yapılanları hatırlayın yeter, MİT TIR’larında yakalanan silahlardan sonra yapılanları hatırlayın yeter, Gezi için söylenenleri ve yaratılan şiddeti hatırlayın yeter, Kabataş’taki‘çıplak-derili-kırbaçlı Geziciler’i hatırlayın yeter, Haziran seçimlerinden başlayarak ortalığı savaş alanına çevirip söylenenlere bakın yeter, 2009’da Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e “One minute”le araya girip “Siz çocuk öldürmeyi çok iyi bilirsiniz” diye saydırdıktan sonra bu devletin benzer şekilde kaç çocuk öldürdüğünü hatırlayın yeter (Şu link, cehennem tablosunu gösteriyor).
Bazı Yahudi aydınlar (İsrail’de yaşayanlar da, dışarıda yaşayanlar da), İsrail’in politikalarını ve tavrını bu kelimeyle niteliyor. İsrail devletinin ve Yahudi lobisinin, bu politikaları ve bu varoluş halini en imkansız durumda bile zeytinyağı gibi yukarıda tutma çabasını da ‘hutspa’ ile tanımlıyorlar. İsrail’in, Filistin meselesinin yüz yıllık tarihini nasıl çarpıttığını ikikereikidört netliğinde sergileyen Norman Finkelstein’in harika kitabı ‘Beyond Chutzpah’ mesela.
Peres’in verebileceği en iyi cevaplardan biri, ‘Bu konuda sizin de bizden öğreneceğiniz bir şey yok maşallah’ idi, ama beriki Türkiye Başbakanı’ysa, o da İsrail Cumhurbaşkanı’ydı nihayetinde, iğneyi kendine batıramazdı.
Kastım, Filistin meselesiyle Kürt meselesini aynılaştırmak değil elbette. Fakat bir dakika! Devletlerin en iyi bildikleri işlerden biri öldürmektir ve bu işi kendi tekellerinde tutmak isterler; silahlı güçleri bunun için var.
Silah teknolojilerinin bu kadar geliştiği, insanların büyük kalabalıklar halinde iri şehirlerde yaşadığı bir ortamda bir muhalefeti, bir isyanı, sonuç olarak bir sorunu silahla çözmeye kalktınız mı varacağınız yer bellidir: işgal altındaki Filistin topraklarında olan şey. Şimdi Kürt illerinde devletin yaptığı şey, İsrail’in Batı Şeria’da ve Gazze’de yaptığı şeyin aynısıdır. Şehri ablukaya almak, bombalamak, bir yıkıntı haline çevirmek, sadece en öldürücü silahlarla değil ideolojik ve psikolojik olarak da vahşetle ve gaddarlıkla donatılmış özel birliklerle evlere dalmak…
İsrail deyince aklımıza gelen ve İsrail’in de aklımıza gelmesini istediği şey neydi, bir hatırlayın. Haksız olduğu bir davada kendisine karşı yapıldığını düşündüğü en ufak bir hamleyi‘cevapsız’ bırakmamak. Bu zihniyetle pire için Filistinlilerin yorganlarını kaç kere yaktı, yalan gerekçelerle şehirleri kaç kere darmadağın etti, kaç cana kıydı… Bunu ihmal edilmemesi gereken bir caydırıcılık görevi biliyor ve herkesin de bunu böyle bilmesini istiyor.
Ve artık biliyoruz ki, Birleşmiş Milletler’in ‘seferber’ olmasına, görünürdeki barış masalarına ve müzakerelerine rağmen İsrail bir çözüm istemiyor. Mevcut durumun devamını istiyor. Mevcut durumun devamı da ancak ortada sürekli ama bir sonuca ulaşmayacak ‘barış görüşmeleri’ masasının durmasıyla mümkün. Çözüm demek, İsrail’in kaybetmesi demek çünkü. İşgal ettiği topraklarda açtığı yeni yerleşimleri terketmek zorunda kalacak mesela…
Fakat İsrail bunları uluslararası olarak tanınmış işgal altındaki topraklarda yapıyor, bir işgal ordusu olarak (ve bunun hukukuna da uymuyor). Kürt illeri ise uluslararası hukuk bakımından işgal altındaki toprak değil, ama AKP hükümeti tam da böyle davranıyor, TC Devleti’nin silahlı güçleri bir işgal ordusu gibi davranıyor, aynı İsrail gibi. Üstelik, bunu sadece Kürt illerinde de yapmıyor. AKP, Türkiye ordusunu Kaçkar yaylalarında da işgal ordusu konumuna düşürdü…
Bu kadarla kalsa iyi. Kimi analiz erbabı, Kuzey Irak’ta kurulacak bir Kürt devletinin ikinci bir İsrail olacağı kabilinden şeyler yumurtlayıp durdu yıllardır. Kürtlerin parıldatmak için uğraştıkları Kürt güneşi daha doğmadan bu güruhun gözünü kör etmiş görünüyor. Kabaran örtülü ödenekle, MİT’in sınırlar dışına taşmasıyla, iğrenç gizli operasyonlarla, sınırlar dışında çevrilen dolaplarla da geldiğimiz yer şu: Ortadoğu’nun ikinci İsrail’i Türkiye’dir.
Başbakan Ahmet Davutoğlu, sanki matah bir şeymişcesine temcit pilavı gibi tekrarlayıp durduğu “Kimse bizim caydırıcılığımızı sınamasın” lafının ikinci sınıf bir İsrail ağzı olduğunu fark edemeyecek kadar yelkenlerini şişirmiş durumda. Cumhurbaşkanı zaten öyle.
Peki, o yelkenler hangi havayla şişmişti? Evet, Osmanlı hortlatması psikolojisi, bir zamanlar iyi giden ekonomi, bir zamanlar AB desteği, Tayyip Erdoğan’ın şişik mi şişik egosu, yüzde 50’lik seçimler, iki kutuplu dünyadan boşanmış aktörler, vs yelkeni şişirmede rol oynadı. Erdoğan’ın Batı’ya babalanmalarıyla, emperyal masada yer alma iddiası ve hevesiyle kendini iyice gösteren o yelkenler, hiç müdahanesi olmayan Putin Rusya’sının Batı’ya posta koyma şemsiyesi altında varolabilirdi ancak. Rusya, Türkiye’yi destekledi veya Türkiye’nin arkasında Rusya vardı demek istemiyorum, bu psikolojik şemsiye altında hareket ediyordu Erdoğan.
Yani, despotlukta, medyanın ümüğünü sıkmakta, ‘milli irade’pehlivanlığında Erdoğangiller sınıfına giren ve arkasında Rusya’nın engin yeraltı zenginlikleri ve nükleer gücü olan Putin’in estirdiği rüzgarla şişmişti ‘yeni’ Türkiye’nin yelkeni ve Rus uçağının düşürülmesiyle de yelkenler suya indi. Artık her şey daha zor olacak.
Erdoğan’ın ve Davutoğlu’nun aynı konuşma içinde hem hançeresini yırtacak kadar üst perdeden hem de meleyecek denli yumuşak söz söyleme sanatı örnekleri vermesinin nedeni sadece Rusya’nın ticari ambargolarının yaratacağı olumsuz etki değil, bu psikolojik şemsiyenin altından çıkmış olması. Bu, fark edilmeyen, adı konmamış bir psikolojik, ama ivme veren, uygun zemin hazırlayan atmosferdi. Erdoğan ve Davutoğlu, ifade edilmemiş ama sindirilmiş bu psikolojik şemsiyenin kapandığını hissetti. Erdoğan’ın aynı konuşma içinde hem “Uçağın Rusya’ya ait olduğunu bilmiyorduk” hem de “Daha önce Rusya’yı ihlaller konusunda iki kere uyarmıştık” (kimin uçağı olduğunu bilmiyorsan Rusya’yı iki kere uyarmış olmanın mantığı nedir?) diyecek zekayı göstermesi de bu yüzden. (Mesela 28 Kasım Burhaniye konuşması).
Ve sınırı ihlal etti diye uçak düşüren Türkiye’nin Irak’a tanklarla girmiş olması, daha önce gönderdiği birlikleri takviye etmesi, Irak’ın askerlerin derhal çekilmesi talebi varken ve ABD de Bağdat’ın onayı olmadan asker göndermenin yanlış olduğunu söylerken Başbakan Davutoğlu’nun dün gece de o silahlı gücün uluslararası anlaşmalar uyarınca orada bulunduğunu söylemesi yine ‘hutspa’ ile açıklanabilir.
Uluslararası Af Örgütü’nün verilerine göre 52 kere sokağa çıkma yasağı ilan etmiş olan, kentleri ablukaya alıp döven AKP hükümeti şimdi yine Türkiye’nin batısı havaya bakıp ıslık çalarken Cizre’de, Şırnak’ta, Silopi’de İsrail taktikleri uyguluyor. Devlet, ‘sivil vatandaşların zarar görmemesi amacıyla’ sokağa çıkma yasağı uyguluyor, ‘yasağa vatandaşların uyması, kendi can ve mal güvenlikleri yönünden önem arz etmekte olduğu’nu söylüyor, sonra da evleri basıyor. Evlerine, bodrumlara sığınanlar “Lütfen yardım edin, bizi öldürecekler” diye feryat ediyor.
Hükümet, ‘teröristler’i son ferdine kadar ‘temizleyeceğini’söylüyor. AKP’nin/devletin asla kazanamayacağı, en iyi ihtimalle daha da İsrailleşeceği bu savaşta böbürlenerek sergilediği bu‘kararlılık’, çözüm istemiyorum demekten başka bir şey değil. Bu yeni Hendek Savaşı’nın yarattığı manzara ve sınır ötesinde oluşmasına yardım ettiği cehennem asıl hendeğin Türkiye olduğunu gösteriyor ve bu devlet uzun yılların verdiği alışkanlıkla bu büyük hendeği cesetle doldurmaya amade. AKP zihniyetiyle‘Büyük/Güçlü Türkiye’, İsrailleşmekten başka bir kapıya çıkmaz; mevcut cehennemin genişlemesi ve katmerlenmesi demektir bu. Hendek böyle bir Türkiye’dir işte; içine katliamların, yolsuzluğun, kalitesizliğin, baskının, sansürün, kadın ve iş cinayetlerinin, doğa ve tarih katliamlarının, ırkçılığın doluştuğu.
Bize ‘düzayak, çivit badanalı’, eşit, adil, kardeşçe… iki, üç daha fazla ülke lazım.
Hey, havaya bakıp ıslık çalan Kürt-olmayanlar, eğer bu müstebit bir gün başkan olacaksa, Kürtlerin başkanı olmayacak. Ama size müstehak olacak.
Kulağa bir küpe de müstebite: Koçi Bey, 1631’de, gaddarlığıyla meşhur Sultan IV. Murad’a yazdığı ünlü risalesinin ‘Reaya Fukarasının Ahvali Beyanındadır’ bölümünde şunu hatırlatır: “Küfür ile dünya durur, zulüm ile durmaz.” Ve durmadı.


Monday, December 14, 2015

Devlet Yasaklar Devlet Aklar

Yasak; bazen yasalar ya da yönetmelikler, bazen toplumsal kurallar, 
bazen de din ya da ahlak gibi kurumlar tarafından, bir yerde ya da bir topluluk
 içerisinde yapılmasına izin verilmeyen şey. 
Kimi zaman yazılı kimi zaman da sözlü olan; yaptırımı bazen hafif bazen de sert olan;
 ama dayanağını her zaman bir iktidar kurumundan alan engel.
Yasaklamak; yukarıda sıralanmış farklı gerekçeler sebebiyle, bir kimse tarafından gerçekleştirilmek istenen bir eylemin, başka bir kimse ya da topluluk tarafından engellenmesi hali.
Modern devlet teorisi, insan haklarını “kişi hak ve özgürlükleri” olarak tanımlar; devlete de -kendini temellendireceği anayasa ve çıkardığı yasaları ile- bu özgürlüklerin korunması görevini biçer. Aynı teori “başkalarının haklarının korunması amacı”yla yasakları da savunur. Oysa devlet, birazdan aşağıda detaylandırılacak olan yasakların bizatihi kaynağıdır.
Yine teorisyenler, yasakları çiğneyenlerin -devlete karşı suç işleyenlerin- cezalandırılması işlevini, yani adaletin tesisi rolünü yine devlete biçer. Hukuk devleti teorisiyle devletin tüm kademelerinin ve kurumlarının hukuk ile bağlı olduğu ve devletin de suç işlememe yükümlülüğü olduğu savunulsa da, aslında devlet doğası itibariyle tam bir suç makinesi ve suçluları aklama müessesesidir.
Devlet Aklar1
Devlet Yasaklar
Özgürlüklerin koruyucusu ve adaletin sağlayıcısı olduğu iddia edilen devlet, yasaklar. Kendinden olmayan, ona biat etmeyen ya da varlığını kabul etmeyen herkesi ve her şeyi yasaklar.
Devlet; zaten hakkı olanı isteyen, “esnek” sömürü koşullarına ve patronların kar hırsına karşı mücadele edenleri engeller. Daha insani koşullarda çalışmayı, kıdem ve ihbar tazminatını, sendikayı engeller. Engele uymayan olursa, işten attırmanın yolunu açar. Devlet, sömürüye karşı direnen işçilerin örgütlenmesini yasaklar.
Bir duvara afiş asmayı, sokakta bildiri dağıtmayı, bir meydanda basın açıklaması yapmayı yasaklar. Yürüyüş düzenlemeyi, stand açmayı, slogan atmayı yasaklar. Pankart açmayı ya da duvara yazı yazmayı da elbette… Devlete göre; düşündüğünü anlatmak ya da senin düşündüğünü başkalarının görmesini sağlamaya çalışmak yasak. Eğer uyulmazsa, para cezasına da, gözaltısına da, tutuklamasına da hazır olmak gerekir.
İçinde yaşadığımız gerçeklikte, düşünmemeli ya da düşündüğünü asla belli etmemeli. Çünkü devletin buyurduğuna göre, iktidarı eleştirmek, buna dair bir yazı kaleme almak ya da yalnızca konuşmak da yasak. Tahir Elçi gibi düşündüğünü dile getirmek ya da yine tıpkı onun gibi aslında failleri son derece meşhur olan kayıpların peşine düşmek, engellenir. Çünkü; devletin suçlarını ortaya çıkarmak yasak!
Savaşın talan ettiği topraklardan bir umutla kaçıp, hiç bilinmeyen bir coğrafyada yaşama tutunmak neredeyse imkansızdır. Açıkça konuşulmasa da, “umuda yolculuk”ların son durakları aslında ortadadır. Bu durak bazen ıssız bir sahil kenarı, bazen savaştan beter toplama kampları, bazen birer hapishaneye dönüşen geri gönderme merkezleridir. Devlet bir savaş coğrafyasından kaçışı da, yeni bir yaşam umudu için yürümeyi de engeller. Yaşamak için, devletlerin savaşından kaçmak da yasak.
Kadınlar için boşanmak da, kürtaj da, tacizciden ya da tecavüzcüden hesap sormak da yasak. Devlet, kadını her daim görünmez kılar ve hep ‘erk’eğin gerisinde sinikleşmeye mahkum etmek isterken; erkeği kollar, kadını yok sayar. Çünkü bir kadın olarak yaşamak da, yaşamak için direnmek de yasak.
Kesilen elektrik sebebiyle bahçede ateş yakıp yemek pişirmek, evde kalan son yiyeceklerin de tükenmesiyle yan komşuya gitmek yasak. Çünkü sokağa çıkmak yasak. Devlet Kürdistan topraklarında ilan ettiği olağanüstü hallerle sokağa çıkmayı engeller. Katillerden korunmak için sokak başlarına kazılan hendekleri, keskin nişancılardan korunmak için sokak aralarına gerilen bezleri engeller. Çünkü Kürdistan’da var olmak da, özgürlük için direnmek de yasak.
Devlet Aklar
Devlet Aklar
Devlet, yaptıklarını çoğu zaman gizler; işbirlikleri, kirli pazarlıkları, ortaklıkları ayyuka çıkmasın diye. Aksi olduğunda, yani bilinmemesi gereken bir durumun açığa çıkması söz konusu olursa ya da kendi çıkarları için yaptığı işbirliklerinin tehlikeye düşmesi ihtimali açığa çıkarsa; devlet aklar.
Daha fazla kar hırsıyla göz göre göre ölüme yollanan, bir rezidansın en üst katında ya da bir madenin en karanlık dibinde yaşamını yitiren işçilerin ardından katilleri aklar. Çoğu zaman kaza diyerek yaşamını yitiren işçiyi suçlar ya da kader diyerek yaşamını yitirenlerin ardında kalanları bu ölüme ikna etmenin yollarını arar; şehit der, cenazesini bayraklara sarar… Devlet; Marmara Park AVM’de, Ermenek’te, Soma’da, Torunlar’da ve daha sayılamayacak kadar çok olan işçi katliamlarında yaptığı gibi; her zaman patronları aklar.
Devlet, karşısında mücadele edenleri sinikleştirmek için türlü yola başvurur. Korkutmaya çalışır, gözaltına alır, işkence eder, tutuklar. Bu şekilde sindiremediklerini ise katleder. Katlettiği her bir kimsenin ardından ise türlü bahaneler sıralayarak, yaşananı meşrulaştırmaya çalışır. Zaman aşımlarıyla, meşhur olan failleri; bizatihi düzenlediği ‘güvenlik yasa’larıyla, ‘vur emrini’ verdiği polislerini; beyaz toroslarla terör estiren özel birliklerini; Esedullah Timleri’ni aklar… Devlet, gecenin bir vakti girdiği bir evde, doğudan hedef alınarak katledilen kadınların, Dilan’ın, Dilek’in, Günay’ın… katillerini, “çatışma çıktı, kendini savundu” diyerek aklar.
“Kaçakçı değil, terörist” diyerek Roboski’nin, “Güvenlik önlemi alınmasını kendileri istemedi” diyerek Suruç’un, “Güvenlik zaiyatı yok” diyerek Ankara’nın faillerini, yani aslında doğrudan kendini aklar devlet. Kürdistan’da yaşanan sayısız katliamda, köy yakmada, zorla göç ettirmede suçu sözde ‘terör’de bulur ve yaratıcısı olduğu bir talan sürecinde kendisini aklar.
Adına kimi zaman namus, kimi zaman ahlak der. Bahanesini kimi zaman “erkeklik gururu” kimi zaman “ağır tahrik” sayar; kadın katillerini aklar. Nefreti körükleyen ve nefret suçunu pekiştiren yasalarıyla eşcinsel ve trans bireylere yönelik şiddeti ve cinayeti meşrulaştırır. Şiddet uygulayanı, taciz edeni, katledeni aklar.
Devlet, 17-25 Aralık Operasyonları’nda milyarlar çaldıkları açığa çıkan bürokratlarını, yolsuzlukları ayan beyan ortaya çıkan bakanlarını, belediye başkanlarını, milletvekillerini aklar. Ayakkabı kutularına sığmayacak kadar çok çalan hırsızlarını, açığa çıkan rüşvet kayıtlarında isimleri geçenleri “Bu, siyasi bir algı operasyonudur, dış mihrakların oyunudur” diyerek aklar.
IŞİD çetelerine gönderdiği tırlar dolusu silaha ‘insani yardım’ diyerek; aynı çetelere asker olarak katılan eli kanlı katilleri Suriyeli mülteciler olarak servis ederek; yaptığı petrol anlaşmalarını ve para yardımlarını ‘muhaliflerle’ kurulan ilişkiler diye lanse ederek; devlet, Suriye Savaşı’ndaki rolünü aklar. IŞİD’e verilen lojistik destek ‘kararlı dış politika’ olur; atılan bombalar, yapılan operasyonlar ve katledilen halk ‘teröre karşı mücadele’…
Devlet, beraber iş tezgahladığı şirket patronlarını, finans zenginlerini, harici ve dahili kapitalist dostlarını aklar. Vergi kaçırmada, devlet arazilerinin peşkeş çekilmesinde, kara para aklamada elinden geleni ardına koymaz. Ağaoğulları, Zarrablar ve niceleri aklanır. Devlet, geçmişte beraber iş tuttuğu, daha nice işler tutacağı Ergenekoncuları, Balyozcuları aklar.
İşte, toplumsal düzeni inşa ettiği iddia edilen; hak ve özgürlüklerin kaynağı ve koruyucusu olarak yutturulmaya çalışılan devlet budur. Devlet yasaklamak üzerine kuruludur; yasaklara karşı özgürlüğü için mücadele edenleri susturmak ve yıldırmak için ezer, katleder.
Adaletin sağlayıcısı ve koruyucusu diye yutturulmaya çalışılan devlet, tam da adaletsizlik üzerine kuruludur. Varlığı adaletsizliğin devamına bağlıdır, bu yüzden de adına ‘adalet sağlamak’ dediği her şey, esasen adaletsizliğin, baskının ve sömürünün devamlılığını sağlamaktır. Bunun için kullandığı araç ise, pisliklerini aklamaktır.
Meclisi, kabinesi; polisi, savcısı, mahkemesiyle bir bütün olarak devlet yapılanması işte bu iki amaç için vardır: Yasaklamak ve aklamak.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 30. sayısında yayımlanmıştır.

Thursday, December 10, 2015

Karin Karakaşlı yazdı: Bugün katiller daha pervasız, failler daha karanlık, sorumlular daha rahat


"Cezasız kalan her cürüm bir diğerinin tetikledi. Bugün artık katiller daha pervasız, failler daha karanlık, sorumlular daha rahat. Hakikat daha uzak"

Agos gazetesi yazarı Karin Karakaşlı, bu haftaki yazısında Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi ve Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink'in katledilmesinden hareketle "devlet ve hakikat" konusunu yazdı. 
Yazısında "Cezasız kalan her cürüm bir diğerinin tetikledi. Bugün artık katiller daha pervasız, failler daha karanlık, sorumlular daha rahat. Hakikat daha uzak" diyen Karakaşlı "Oysa kimi insanları kaybettiğimizde biz bir candan da fazlasını kaybederiz. Bir kez daha hakikatimizden oluruz. Biraz daha tahammülsüz, biraz daha hırslı. Çünkü devam etmek gerekir. Kalanlar için mücadele, hakkıyla var olmak adınadır. Her iki cinayetin esas sorumlularının ortaya çıkarılması için verilen savaş aslında hakikat arayışı. Yalanların altında boğulmayalım, kendimiz kalalım, sahici olalım diye" tespitini de yapıyor.
İşte Karakaşlı'nın "Hakikat korkusu" başlıklı yazısı: 
Hakikatten korkan bir devlet aygıtından daha korkunç çok az şey vardır. Hayat, ne yazık ki bizi sürekli bu gerçekle yüzleştiriyor. Ve bundan sebep, günlük hayatımız da giderek koca bir yalana dönüşüyor. Günün adını ve ismimi sürekli tekrarlama ihtiyacım bundan.
Diyarbakır Barosu Başkanı, insan hakları savunucusu avukat Tahir Elçi’nin katledilişi, korku kaynaklı vahşetin boyutlarını bir kez daha gözler önüne serdi. Kurşunlara hedef olan Diyarbekir’in simgelerinden Dört Ayaklı Minare'nin korunması, savaş alanına dönen şehir başta olmak üzere Kürt coğrafyasındaki devlet zulmünün durması için mücadele eden Tahir Elçi, minarenin önünde ensesinden vuruldu.
Biz bu sahneleri Hrant Dink cinayetinden biliyoruz. Hedef gösterme, yargı yoluyla kıskaca alma, basın yoluyla linç etme ve nihayetinde cinayet…  Her iki ismin hakikati haykırmak ve toplumla, halkla paylaşmak konusundaki bitmek bilmez mücadelesini biliyoruz. Bugün Ermeni Soykırımı konuşulur hale geldiyse, azınlık vakıfları mülkleri kısmen de olsa iade ediliyor, ırkçılık ve milliyetçilik için ses yükseltilebiliyorsa, bunu büyük ölçüde Hrant Dink’in duruşuna borçlu olduğumuzu, 90ların dehşet saçan kontrgerilla katliamları, köy yakmaları, işkenceleri, zorla kaybetmeleri konularında da Tahir Elçi’nin adalete ve hakikate adanmış hayatının nasıl belirleyici olduğunu biliyoruz.
Cezasız kalan her cürüm bir diğerinin tetikledi. Bugün artık katiller daha pervasız, failler daha karanlık, sorumlular daha rahat. Hakikat daha uzak. Sokağa çıkma yasağı ilan edildiğinde yeni bir katliamın, ablukanın, öfke ve nefretin gelmekte olduğunu biliyoruz. Bizden de bu zulüm eşliğinde günlük hayatımızı sanki hiçbir şey olmamışcasına sürdürmemiz bekleniyor. Anmalarda bile tazyikli su ve biber gazına maruz kalıyoruz. Öyle ya, hiçbir şey olmamış ki, daha doğrusu onlar nasıl aktarmışsa öyle olmuş. Ölenler, sakat kalanlar, travmadan çıldıranlar herkes hakikatinden ediliyor. Ve biz, tanık olanlar, bir zamana ve mekâna ortak olanlar, yalanın en büyüğüne dönüşüyoruz.
Bundan daha onur kırıcı bir işkence olmasa gerek. Bir gün aynanın önüne geçtiğimde yüzümü görememekten korkuyorum.  Aklımı kaçırmaktan. Sözün sınırlarını aşan öfke ve isyanla ne yapacağımı bilemiyorum. “Katil devlet hesap verecek” çığlığı boğazımda takılıyor. Verilen hesap sadece istatistiki ölüm rakamlarından ibaret. Çünkü devletin canları yok, çünkü devlet için ölüler sadece
Oysa kimi insanları kaybettiğimizde biz bir candan da fazlasını kaybederiz. Bir kez daha hakikatimizden oluruz. Biraz daha tahammülsüz, biraz daha hırslı. Çünkü devam etmek gerekir. Kalanlar için mücadele, hakkıyla var olmak adınadır. Her iki cinayetin esas sorumlularının ortaya çıkarılması için verilen savaş aslında hakikat arayışı. Yalanların altında boğulmayalım, kendimiz kalalım, sahici olalım diye.
İranlı Şarkıcı Mahsa Vahdat'ın insanın içine işleyen Ha Leyli(Ah Leyla) şarkısı o hakikati kendine itiraf dünyaya ilan edenlerin mabedi meyhanelere uğrar. Bazen hakikati söylemek o kadar zordur ki, cesaret veren bir şeyler, birileri gerekir.
Allaha şükür, meyhane kapısı açık!
Onun kapısına hacetim için geldim
Meyhane kapısı açık,
Ve bu bir mecaz değil, bir hakikattir!
Hakikat zaten mecaz değildir. Ekmek ve sudur. Nefes ve dokunuştur. Gözdür, eldir. İnançtır, umuttur. Yaşama sebebi, katlanma gerekçesidir. Lâl dil çözülür, içindeki cerahati akıtır. Suyun temizleyemeyeceği kadar arınır.
Bu uzun, son bulmayacak bir hikâyedir,
sonu olmayacak, sonu olmayan bir hikâyedir
Mecnunun gam yükü, Leylanın saçının kıvrımındandır
Mahmut'un yüzü Ayaz'ın ayağının altındadır
Hey leyli, hey leyli hey leyli
Sırrımızı gayrilere anlatmadık ve anlatmayız
Sırlarımızın mahremimiz olan dost'a anlatırız
Ah leyla, Ah leyli hey
Hakikat aşktır. Sevdana halel getirmemektir. Koşuldan, zamandan, mekândan bağımsız sevginde ısrar etmektir. Elbette sebat etmektir. Korksan bile vazgeçmemektir. Başka türlüsünü bilmemektir. Aynan olanla yüzleşmektir. Yalvarırken alçalmamak, hiçbir şeyden yüksünmemektir. Ekseninde dönenirken kendi merkezinde kalabilmektir. Teslim olmaktır. Sırt üstü kendini bırakabilmektir.
Böyle tutunuyorum hakikate. Mücadele edecek gücüm kalsın diye. Kendimi kaybetmeyeyim, bütün o canlara kıyanları tek tek teşhir edeyim diye. O gülen gözlerin hepsine bir ömür bakabileyim diye. Yalanlar sapır sapır dökülsün diye. Çıplaklık; saklayacak şeyi olanı korkutsun, kalan sağlar benim olsun diye. Sağ kalan herkes gerçekten yaşasın diye. 
Tarih: 2015-12-10 17:05:44

Saturday, November 28, 2015

Tahir Elçi'yi kim öldürdü?

29/11/2015Murat YetkinOtopsi raporuna göre Elçi uzak mesafeden öldürülmüştü. Buradaki uzak mesafe, barut izi bırakmayacak kadar mesela bir kaç metreyi mi anlatıyor, yoksa gerçekten uzak mesafeden mesela dürbünlü tüfekle yapılan bir suikast atışını mı?

Ajansa düşen ilk fotoğrafını görür görmez “Ah!” dedim; “Ah! Hrant Dink gibi”...
Onun da cansız bedeni işte böyle yere yüzükoyun düşüp kalmıştı.
Tarih 28 Kasım 2015. Yer Diyarbakır’da tarihi dört ayaklı minarenin tam altı.
***
Elçi sıradan bir Baro Başkanı değildi; zaten Diyarbakır baro başkanılarının hiç biri değildir.
Son yıllarda görev yapanlar aynı zamanda birer insan hakları savunucusu oldukları için o göreve seçilmişlerdir.
Elçi de öyleydi. Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın Kurucular Kurulu üyesiydi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde kazandığı hak davaları vardı.
Geleneksel Kürt hareketinin önde gelen isimlerinden Şerafettin Elçi’nin akrabasıydı, ama yolunu siyaset değil insan hakları savunuculuğu olarak çizmişti. Yaşasaydı, yakında hakim karşısına çıkacaktı.
***
Elçi dün, kendisini haftalardır topun ağzına koyanlara inat, minarenin İslamın dört mezhebini temsil eden dört sütunlu kaidesinin yanında, habercilere bir metin okuyordu.
Az ötesinde PKK’nın hendekleri, önünde polis ve gazeteciler, çatışmada harap olan tarihi eseri gösteriyor ve diyor ki “Artık silah, çatışma, operasyon olmasın” buralarda.
O sırada ara sokağın yüz metre kadar ileride caddeye açıldığı yerden silah sesleri geliyor.
***
Onu korumakla görevli polisler ne olduğunu bilmedikleri bir olayın yönüne doğru ateş açmaya başlıyorlar.
Kameralar Tahir’i gösteriyor, ne yapacağını tam kestiremeden etrafına bakınıyor, onu korumakla görevli polisler yanıbaşında değil, mesela aralarına almak, hatta yere yatırıp hedef olmaktan alıkoymak gibi önlemler görünmüyor.
Biraz sonra bir karaltı geçiyor polislerin önünden. Bu defa dönüyor, şarjörlerini tazeliyor, koruma tedbirlerinin odağında bulunan Elçi’nin olduğu yöne doğru koşan o kişinin arkasından ateş etmeye başlıyorlar.
***
Görüntülerde bir sivil polisin, şarjör değiştiren arkadaşına “Dur, sakin ol” gibi bir el işareti yaptığı fark ediliyor.
Silah sesleri dinince bir kişinin yüzükoyun yerde kaldığı görülüyor.
Bir görgü tanığı diyor ki, aralarında açık renk ceket giyen bir tek Tahir Elçi vardı, bakıyorlar, o çıkıyor.
İlk haberleri birileri gerçekten hiç sıkılmadan, sanki Tahir Elçi polisle çatışırken öldürülmüş tonunda “Çatışmada öldü” diye veriyorlar.
***
Sonra bir haber daha: “Bir polis şehit oldu”. Ama o polisin o sırada orada olmadığı anlaşılıyor. Peki polis Ahmet Çiftaslan nerede şehit oldu ?
Bir süre sonra DHA güvenlik kameralarının görüntüsünü yayına veriyor. Bir taksi yanaşıyor. Şüphe duyan sivil giyimli polisler araca yaklaşıyor, Çiftaslan sağ ön kapıyı daha açarken araç içinden gelen ateşle yığılıp kalıyor.
Bir polis memuru daha yığılıyor,adı Cengiz Erdur; onun da hastanede kurtarılamadığı haberi akşam saatlerinde gelecek.
Polislere ateş açılan taksi ve arkasına yanaşan bir araçtan daha çıkan kişilerin hızla ara sokaklara daldığı görülüyor.
***
O sokaklardan birisi, Elçi’nin açıklamasını henüz bitirip, elindeki artık silah, çatışma ve operasyon istemediğini söylediği dövizleri minarenin dibine bırakmakla meşgul olduğu, basın açıklamasının yapıldığı sokak.
Ama işte o silah sesleri üzerine Elçi’yi görevli polislerin hiç beklemedikleri yönden gelen silah seslerine bakışlarını korumakla görevlendirildikleri Elçi’den çevirip,hedef gözetmeden karşılık vermeye başladıkları görüntülere yansımış.
Ve işte o andır zayıf esmer, zayıf, koyu renk giyimli bir gölgenin hızla polislerin önünden Elçi’nin olduğu yöne doğru hızla geçmesi ve polislerin de bu defa o tarafa dönüp ateş etmeye başlamaları.
***
DHA’nın daha sonra yayına verdiği karelerde o kişi görünüyor.
Peki, Elçi’nin katili gerçekten o kişi mi? Polisin, polislerin katili de o mu?
Olabilir, ama yine o fotoğrafta genel akışa aykırı olan bir durum daha var.
O şahsın elinde bir tabanca görünüyor ama, o tabancayı sol elinde ve namlusundan tutarak taşıyor, ateşe hazır olması gerektiği gibi kabzasından kavrayıp elini tetikte tutarak değil.
Dolayısıyla Elçi’nin ayaklarının dibinde bulunan tabancanın acaba o şahsın, ya da başkasının Elçi’yi vurup yere attığı tabanca olup olmadığı da kesin değil; en azından dün akşam saatlerine dek değildi.
***
Neden biliyor musunuz? Çünkü savcı ve polis olay yeri incelemesini yapamadı.
Otopsi raporuna göre Elçi (yazmak çok zor geliyor, tanışınca inanın daha da zor geliyor) ensesinden girip sol göz üstünden çıkan bir mermi yarasıyla uzak mesafeden öldürülmüştü.
Buradaki uzak mesafe, barut izi bırakmayacak kadar mesela bir kaç metreyi mi anlatıyor, yoksa gerçekten uzak mesafeden mesela dürbünlü tüfekle yapılan bir suikast atışını mı?
O da henüz aydınlanmadı, en azından dün gece aydınlanmamıştı.
Çünkü olay yeri incelemesi yapılamadığı için Elçi’yi öldüren mermi çekirdeği henüz bulunamamıştı.
***
Neden mi yapılamamıştı olay yeri incelemesi? Çünkü olayın hemen ardından Diyarbakır’ın Sur ilçesinde sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti ve PKK’nın şehir örgütlenmesi, mahalleye savcı, polis girmesine engel oluyordu.
Olay yeri incelemesine gelen savcı ve polislere saldırılmış, iki polis yaralanmış, geri dönmüşlerdi; olay yeri ise yeni atış ve patlamalarla daha da içinden çıkılmaz hale gelmişti.
Aklıma daha bir gece önce uçak yolculuğu sırasında karşılaştığımız, Diyarbakır’ın saygın ve sivil toplum hareketlerinin içinde bir işadamının söyledikleri geldi.
Onun da başı belaya girmesinden endişe ettiğim için isim vermeyeceğim, ama uzun uzun “Şu hendek siyasetinin” Diyarbakır’a ve HDP’ye ne kadar zarar verdiğini, “Ama işte adamların laftan anlamadığını” anlatıyor, “Bu iş bakalım ne zamana kadar sürecek” diye soruyordu.
***
Aslında Elçi cinayeti üzerine iki senaryoyu Başbakan Ahmet Davutoğlu, yanına Adalet Bakanı Bekir Bozdağ ve İçişleri Bakanı Efkan Ala’yı alarak yaptığı basın toplantısında bu iki ihtimali şöyle açıkladı:
.  “İki ihtimal söz konusu. Bu terör saldırısı (caddede polislerin vurulmasını kast ediyor-MY) sonrasında Sayın Tahir Elçi'ye dönük olarak bir suikast gerçekleşmiş olması. İkinci ihtimal ise teröristlerin saldırısı sonrasında ortaya çıkan ki 100 metre mesafede çift yönlü olarak da polisimizin de o kalabalığı koruma saikiyle teröristlere karşı ateş açması söz konusu, iki ateş arasında Sayın Tahir Elçi'nin hayatını kaybetmesi."
Her iki senaryoyu da çeşitlemek mümkün.
***
Örneğin eğer suikast var ise, ki Diyarbakır Barosu’ndan bir süre sonra Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Numan Kurtulmuş da öyle niteledi, suikasti yapabileceklerin listesi yabancı istihbarat örgütlerine dek uzanır.
Suriye iç savaşı nedeniyle bölgede zaten hiç eksikliği görülmeyen istihbarat örgütleri, şimdi Rusya ve İran ile yaşanan kriz nedeniyle daha da aktif durumdalar, eminim MİT bakıyordur bu boyutuna saldırının.
Diğer ihtimal de üzerinde durmaya da değer.
***
Acaba caddedeki olay ve Elçi’nin vurulması aynı saldırının parçaları mıydı? Yoksa aynı zaman diliminde aynı yerde vuku bulmaları, kaçan saldırganları o sokağa dalmasıyla mı ikisini bağlantıladı?
Aynı saldırının parçasıysa o sokağa dalan saldırgan mı katletti Elçi’yi?
Yoksa Davutoğlu’nun dediği gibi “iki ateş arasında” mı kaldı? Davutoğlu’nun bu ifadesi, Elçi’nin hedef alınmamış bir atışla dahi olsa, herhangi bir saldırgan kadar, polisin silahından çıkan bir mermiyle de öldürülmüş olması ihtimalini içermiyor mu?
***
Burada devletin Andaolu Ajansı’nın olayın hemen ardından verdiği bir haberdeki cümlesini hatırlamak gerekiyor. Cümle şu:
· “Diyarbakır'ın Sur ilçesinde PKK'lı teröristlerce ateş açılması sonucu çıkan çatışmada Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi hayatını kaybetti.”
Sosyal medya da bu cümle “AA Elçi’yi PKK’lılar öldürdü” diye yorumlandı; oysa AA’nın saatler önce söylediği, Davutoğlu’nun resmi açıklamada ortaya koyduğu ihtimalin sanki kesinmiş gibi ifadesi.
Acaba Elçi’nin –kasdi olsun olmasın- polis tabancasından çıkan mermiyle öldürülmüş olduğu ihtimalini mi kast etti Davutoğlu?
Daha ayrıntılı resmi açıklama gelmeden bu sonuca varmak doğru olmaz belki; ama doğru çıkarsa hükümetin bunu izah etmesi kolay olmaz; ümit edelim doğru değildir, Elçi’nin ölümü onu korumakla görevli kişilerin elinden olmamıştır.
***
Öyle olsun, olmasın, eldeki verilerle muhtemelen polislerin katilini bulmak, Elçi’nin katilini bulmaktan daha kolay olur; en azından kamera kayıtları, mermi çekirdekleri, takip süreci gibi unsurlar ortada.
Elçi’nin katili bulmak da zor, sonrasını kestirmek de.
Vedat Aydın’ı hatırlayalım, hani o hep Demokles’in kılıcı gibi başımızın üzerinde sallandırılan “90’lara döneriz” söyleminin en önemli öznelerinden Vedat Aydın’ı..
***
Halkların Emek Partisi (HEP) Diyarbakır İl Başkanıydı. Daha önce Ankara’da İnsan Hakları Derneği kongresinde Kürtçe konuştuğu için hapis yatmıştı.
5 Temmuz 1991’de kendilerini jandarma istihbaratı (JİTEM) olarak tanıtan sivil giyimli kişilerce evinden kaçırıldı, 7 Temmuz’da cansız bedeni bulundu.
Cenaze törenine katılanlarla polis arasında gerilim çıktı, polisin açtığı ateş ile resmi rakamlara göre üç kişi öldürüldü. Doksanların doksanlar olmasında Vedat Aydın’ın öldürülmesi ve cenaze töreninde olanların büyük payı vardır.
***
Tahir Elçi’nin Diyarbakır’daki cenaze töreni olağanüstü koşullarda yapılacak.
Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu, Türkiye’nin her yerinden baro başkanlarını Diyarbakır’a çağırdı.
Pek çok sivil toplum kuruluşu Diyarbakır’a temsilcilerini gönderiyor.
Orada Elçi’nin katil ya da katillerinin bulunması talebi de mutaka dile getirilecek.
***
Tabii bir Elçi’yi öldüren mermi, onu sıkan elin sahibi var, bir de Elçi’yi haftalardır hedefe koyan, adeta öldürülmesine davetiye çıkaranlar.
Dün ibretle izledik onlardan kimilerini... Daha önce Tahir Elçi’ye saldırdıkları sosyal medya mesajlarını, yazılarını nasıl alelacele silmeye çalıştıklarına, “Zaten aslında PKK’ya karşıydı” diye çark etmelerini filan ibretle izledik.
Ama kime anlatacaksınız? Yoktur utanmaları, vicdanları hiç yoktur.

Sunday, November 22, 2015

Bir ‘yemin’ ettim ki dönemem…

murat sevinc kelleMURAT SEVİNÇ
Bir memleket nasıl hem bu denli yavan, hem bu denli yorucu ve hem de bu denli heyecan dolu olabilir! Oluyormuş demek ki…
Yıllar önce, SBF’ye diplomatik yabancı dil dersine gelen çok sevdiğim emekli diplomat bir büyüğümüz vefat etmişti. Yaşını başını almış bir hocamızın vefat haberi aldığında ağzından çıkan ilk sözcüklerin, ‘Türkiye’den kurtuldu’ olduğunu hatırlıyorum. Bir yanıyla ne kadar yadırgatıcı, nahoş. Diğer yanıyla, ne denli içten bir tepki.
Türkiye ve dünyada olup bitenler üzerine az çok kafa yoran insanlara, yaşamlarının bir anında bu vahim yargıyı dillendirten bir yer Türkiye. İstanbul trafiğine benziyor topraklarımız. Belki dikkatinizi çekmiştir, İstanbul’da yaşayanlar trafik için ya ‘tıkalı’ ya da ‘akıyor’ tabirlerini tercih ediyor. Çünkü trafik hiçbir zaman ‘açık’ değil. Tümüyle ‘durmak’ ile ‘çok yavaş ilerlemek’ arasında bir yerlerde, her Allah’ın günü deliliğin sınırlarında geziniyor milyonlarca insan. Yapmaya çalıştıkları tek şey ‘bir yerden bir yere ulaşabilmek’ üstelik. Hepsi bu!
‘Yemin krizi’ adı verilen durum bunları düşündürdü. Çünkü 24 yıl öncesinde de yaşanmıştı. 1991 seçimleri ardından yemin eden Leyla Zana o yemini ettiği gün doğan çocuklar, bugün doktora aşamasında! Zana (ve arkadaşları) SHP çatısı altında girmişti TBMM’ye ve günün koşullarında son derece cesur bir iş yapıp Kürtçe ifadeler sarf etmişti. Tabii kıyamet koptu. Sonrasında yemin tekrar edildi vs…
O gün, o yeminin, o biçimde yapılmaması gerektiğini düşünen Kürt milletvekilleri de vardı; bunu herkes biliyor. Ben de yıllar sonra bizzat dinledim o vekillerin birinden. Ancak kendi aralarında anlaşamamışlardı. Bugün olduğu gibi. Her neyse, ‘açık’ olmayan ama tümüyle ‘tıkalı’ da olmayan Türkiye siyaseti, arada bir ‘akıyor’ işte. Hiç olmazsa bugün ‘saldırmaya’ kalkan olmadı!
Konuya dair son derece ‘sıkıcı’ bir anayasa değerlendirmesi yapmak isterim. Kısaca:

Öncesi

Nasıl olsa hiç kimse umursamıyor, bu nedenle sık yinelemekte yarar var! 2015’in 1 Kasım tarihinde yapılan seçim, demokratik bir seçim değildi.
‘Demokratik’ sıfatı, ‘seçim’in ayrılmaz parçasıdır. Daha açık ifadeyle, 2015 yılında bir seçimin ‘seçim’ olarak adlandırılabilmesi için, ‘demokratik’ ilkelere uygun yapılmış olması ‘zorunludur.’
Kasım seçimleri pek çok açıdan Haziran seçimlerinden dahi vahimdi. O meşhur 1946 seçimleri, şimdikinin yanında kırk kere zemzemle yıkanmış kabul edilebilir. Seçimler eşit koşullarda yapılmadı. Kamu kaynakları iktidar partisi lehine kullanıldı. TV’ler iktidar partisi ve devlet başkanı lehine olağanüstü orantısız yayın yaptı. Devlet başkanı taraf oldu. Muhalefet partileri serbestçe çalışamadı. Bir muhalefet partisi miting dahi yapamadı. Faili henüz açıklanmayan bombalar patladı. Toplum bizzat iktidar sözcüleri tarafından ‘beyaz Toros’larla tehdit edildi. Haziran’da HDP’ye oy veren milyonlarca seçmen ‘şerefsiz’ ilan edildi…
Saymakla bitmez. Bir kez daha: Türkiye’deki hiçbir anayasa/kamu hukukçusu bu seçimleri, arsızlık/yüzsüzlük yapmadan demokratik seçim başlığı altında anlatamaz. Bu kadar. Neyse ki memleketimiz arsız yazar yekûnu açısından hiçbir ‘sıkıntı’ yaşamıyor. İçimiz rahat…
Önemli olan şunu iyice anlayabilmek: Seçimlerin ‘serbest, eşit ve adil’ yapılması gerekliliği anayasal ve yasal zorunluluktur.
İktidar temsilcileri anayasal ve yasal zorunluluklara uymadı. Ve ne yazık ki 1950’den beri görev yapan, demokrasimizin ‘emniyet supabı’ YSK olan biteni izledi. HDP seçimlerin iptali için YSK’ye başvurdu. YSK bu haklı başvuruyu reddetti. Ret gerekçesi açıklayıp yayınlamadığı için, neden reddettiğini bilemiyoruz. Ama henüz alıklaşmadığımızdan, bu faslı şu varsayımla noktalayalım: YSK’nin yüksek yargıdan gelen yedi üyesi, Kasım seçimlerinin demokratik olmadığının farkında elbet. Buna mukabil YSK, farkında olduğu, görüp bildiği gerçeği söylerse ‘iptal’ tartışması gündeme gelecek. Ancak ‘Hayır, seçim ilkelerine bir aykırılık yoktur’ demeyi de kendine yakıştıramaz. Bu nedenle ‘Geçiştiriyor.’
Hukuken ‘açıklama yapmamak’, insani açından ‘insanların yüzüne bakamamak’ ile eşdeğer. Yüksek yargıdan gelen koskoca yedi yargıç. Bu durumda bize düşen, ‘Geçmiş olsun’ demek. Yazık.

Yemin aşaması

Demokratik olmayan seçimlerin resmi sonuçları açıklandı. Ardından olağan prosedür başladı. Önce yemin edilecek. Anayasa’da düzenlenen milletvekili yemini (md.81), ‘göreve başlamak’ için bir önkoşul. Kişi, seçildiğine dair tutanak kendisine verildiği andan itibaren milletvekili sıfatına sahip. O andan itibaren dokunulmazlığı var. Ancak TBMM’de görev yapabilmesi için yemin etmesi gerekiyor.
Yemin metninin içeriği, sözcükler şu bu… Hepsi tartışılır, itiraz edilebilir. Ama o itirazların anlamlı olabilmesi, örneğin metnin değiştirilmesi için bir öneri sunabilmesi de, öncelikle yemin edilmesine bağlı.
Bu tümüyle biçimsel bir ‘zorunluluk’ ve başkaca memleketlerde de farklı yöntemler var. Oralardaki vekiller de kendi kurallarına uyuyor. Obama ikinci kez seçildiğinde ABD Anayasa Mahkemesi (Yüce Mahkeme-Supreme Court) Başkanı ilk törende kendisini yanlış yönlendirince, yeminini bu kez Beyaz Saray’da yinelemek zorunda kaldı.
Bunlar biçimsel zorunluluklar. Keyfe bağlı değil. Vekil seçilen kişi, kürsüye ‘yalnızca’ yemin etmek için çıkar ve ‘başkaca bir söz söylemeden’ yemin metnini okuyarak kürsüden ayrılır. Bugün Deniz Baykal’ın mealen ‘Yeminden önce bir şeyler söylemesi anayasa aykırı değil, hatta besmele ile başlaması daha da sağlamlaştırır’ demiş olması, Baykal’ın fantezi dünyasının ürünü. O kürsüde bulunmasının tek nedeni ‘hayatta kalması/sağlıklı beslenmesi’ olan Baykal, son 50 yılını hizipçilikle geçirdiğinden sanırım artık sağlıklı düşünemiyor. Bu yöntemle, ‘yalnızca’ ama ‘yalnızca’ yemin metnini okumak için kürsüye çıkması gereken vekillerin her birinin, örneğin muhtelif dualar ya da sloganlarla başlamasının önünü açmış oldu. Kriz yokluğu çekiyorduk, hayırlı olsun!
Mensubu olduğu hareket nedeniyle ömrünü büyük haksızlıklara maruz kalarak geçiren, 1994’ün Mart ayında TBMM’de açıkça linç (sözlü!) edilerek dokunulmazlığı kaldırılıp alelacele yargılamanın ardından (arkadaşlarıyla birlikte) yıllarca cezaevinde kalan Leyla Zana, bu kez yemin metnindeki bir sözcüğü değiştirdi. Türk yerine ‘Türkiye’ ifadesini koydu. Siyasal açıdan yürekten katıldığım bir tavır. Anayasa’daki zaman zaman ırkçılığa varan etnik ifadeler sorunu bir an önce hallolmalı. Ancak halihazırdaki yemin metni de, ‘olduğu gibi’ okunmalı! Değiştirileceği güne dek.
Bir tavra siyasal olarak katılmak mümkün. Bu ‘katılma’, hukuksal açıdan yapılması gerekeni görmeyi engellemediği sürece. İki düzey birbirine karıştırıldığında, AKP’lilerin hukuka bakışlarıyla arada pek bir fark kalmıyor: ‘Beğenmedim, uymuyorum!’

Yemin sonrası

Hâl böyleyken, halen bir ‘vekil’ olan Zana, göreve başlayamadı. Yeniden okumayacağını açıkladı.
Sonuç:
1. Zana TBMM çalışmalarına katılamayacak (oy verme, komisyonlar vs.).
2. HDP’nin Meclis’teki ‘görev alabilecek’ üye sayısı, durup dururken bir kişi azalmış oldu.
3. Muhtemelen milletvekilliğinin düşmesi gerektiğini savunanlar olacak. Çünkü Anayasa’nın 84.maddesine göre, ‘Meclis çalışmalarına özürsüz veya izinsiz olarak bir ay içerisinde toplam beş birleşim günü katılmayan milletvekilinin milletvekilliğinin düşmesine…’ genel kurulca karar verilebiliyor. Bu durumda ya vekilliğin düşürülmesi gündeme gelecek ya da bildiğim kadarıyla ilk kez yaşanan bu sorun, ‘görmezden’ gelinecek. İhtimal dahilindedir.
4. Zana’nın ‘temsil’ için, seçmenler tarafından TBMM’ye gönderilmiş olması, sorunun hiç kuşkusuz hem ‘oy verenler’ hem de partinin üye sayısı gücü açısından, ‘parti içinde’ tartışılmasına neden olacak. Ancak bunun Anayasa’yla ilgisi yok.

Ezcümle

Sanırım bu memleketin yöneteni, siyasetçisi artık bir konuda karar vermek ve bunu yurttaşa ilan etmek zorunda: Türkiye’nin bir anayasası ve yasaları var mı yok mu?
Soru saçma, farkındayım. Ama bu sorunun yanıtına göre, biz sıradan, basit, vasat ve ölümlü yurttaşlar da, yurttaşlık görevlerimizi yerine getirip getirmemeye karar verebiliriz.
Örneğin parlamenter sistemi buzdolabına kaldırdığını söyleyen, dilediği kurala uyup dilediğine uymayan bir devlet başkanına, ‘Ben de vergi mevzuatını buzdolabına kaldırmak isterim, çok ağır bu vergiler, ödemek gelmiyor içimden’ ya da ‘Askerlik mevzuatından hiç hazzetmiyorum, gidilmesin askere’ diyebilme hakkımız var mı? Örneğin bu satırların yazarı, ‘İdarenin yansızlığı ilkesini anlamsız buluyorum, hazzetmediğim öğrenciler dersime girmesin lütfen, onlara diploma da verilmemeli’ diyebilir mi, diyemez mi?
Yasalara ‘beğendiğimiz’ için mi yoksa ‘bağlayıcı’ oldukları için mi uyuyoruz?  Yurttaşlık görevlerini yerine getirmeye çalışmak, siyasal bağlara yönelik bir uzlaşmadan mı yoksa akılsızlıktan mı kaynaklanıyor? Türkçesi; ‘Bizler yurttaş mıyız yoksa hıyar mı?’
Herhalde bu basit ve sığ soruların yanıtlanması gerekiyor. Aksi halde, anayasa ve yasaların istenildiğinde askıya alındığı, en basit anayasal ilkelere dahi uyulmadığı, yemin metninde bir sözcüğün değiştirilmesinin krize neden olduğu ancak o metni ‘doğru’ okuyanların her Allah’ın günü yeminini çiğnemesinin olağanlaştığı bir memlekette yaşamaya mahkûm oluruz. Olduk da nitekim. Bu mahkûmiyete, ‘Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığı’ diyoruz.
Bizi yönetenlerden, yaşamımıza dair karar alan o ‘büyük beyinler’den ya da onların şarlatanlığını yapanlardan biri çıksın ve genç bir insana, şu memlekette kuralara uymanın, dürüst yurttaş olmaya çaba harcamanın ‘erdem’ olduğuna dair tek bir gerekçe göstersin. Tek bir gerekçe. Fazla değil.
Memleketin haline uygun bir anayasal/hukuksal yorumla bitsin yazı: La havle…



Thursday, November 19, 2015

İşte IŞİD petrollerini satanlar: Barzani, Talabani, Erdoğan, İngiltere...

Nafeez Ahmed'in analizine göre Kürdistan'ın gaz ve petrol kaynaklarına tam manasıyla hakim olmaya çalışan ABD ve İngiltere IŞİD'in petrol kaçakçılığına göz yumuyor.

Nafeez Ahmed'in Middle East Eye ve Medium'da yayımlanan değerlendirmesine göre IŞİD'e karşı koalisyonun en büyük iki unsuru olan ABD ve İngiltere, bölgedeki önemli siyasi kaynaklara göre IŞİD'i dolaylı yoldan finansal olarak destekliyor. Ahmed'e göre ABD'li ve İngiliz petrol şirketleri bulanıklıklarla yüklü ve IŞİD'in karaborsa petrol satışlarını sağlayan jeopolitik üçgene aşırı derecede yatırım yapmış durumdalar.

Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) ve Türk askeri istihbaratının da IŞİD'in petrol kaçakçılığı faaliyetlerine destek verdiğinin belirtildiği analizde IŞİD'e zaman zaman bu odakların silah dahi sağladıkları bilgisi Kürt, Iraklı ve Türk yetkililere dayanılarak veriliyor.

Özellikle İKBY ile başlıca Kürt firmalarından birine petrol sağlamak üzerinden anlaşmalı olan İngiliz Petrol Şirketi "Genel Energy" firmasının IŞİD'in Türkiye'ye petrol satışlarında aracılık yaptığı iddia ediliyor. Bu firmanın bölgede doğrudan İngiliz Hükümeti'nin desteği ile bulunduğu bildiriliyor.

KÜRTLER, TÜRKLER VE GÖRMEYEN GÖZLER

IŞİD'in gelirlerinin ana kalemini petrol kaçakçılığı oluşturuyor. IŞİD, Suriye petrolünün %60'ını kontrol ediyor.

IŞİD'in dikkatlice kurulmuş bağlantılarla Türkiye ve İKBY aracılığıyla günde 45 bin varil petrol sattığı biliniyor. IŞİD'in bu petrolü piyasa fiyatının altında sattığı düşünülse bile 45 bin varil hacmindeki ticaret 3 milyon dolarlık nakit gelir anlamına geliyor.

Iraklı, Kürt ve Türk yöneticiler bu "kaçak" konusunda birbirlerini suçluyor. Bu başlığın Irak Merkezi Yönetimi ile IKBY arasındaki gerilim başlıklarından biri olduğu biliniyor.

KARMAŞIK İLİŞKİLER

IKBY ve Türk yetkililerin IŞİD'in petrol kaçakçılığına ilişkin her tür rolü şiddetle yalanlamakta, her iki hükümet de kaçakçılık operasyonlarına karşı önlem almakta. IKYB de kaçakçılık rotalarının belirlenmesi için ABD'li ve İngiliz yetkililer ile işbirliği içerisinde.

Öte yandan bütün bu önlemlerin etkisiz düzeyde olduğu yolunda veriler birikmekte.

Irak hükümetinden üst düzey bir kaynağa göre ABD'li ve Iraklı yetkililerin elinde,"kimi IKBY unsurlarının örtülü olarak karaborsada IŞİD'İn petrol satışlarına göz yumduğunu doğrulayan hatırı sayılır istihbarat" bulunuyor.

Irak hükümetinde yer alan üst düzey yetkililer ile temas halindeki Dava Partisi'nemensup bir kaynak, IŞİD'in Irak işgalinin, IKYB tarafından ilk başta bölgedeki kontrollerinin artırılması için bir olanak olarak gördüğünü belirtmiş. Bu bölgeler arasında ise, petrol zengini Kerkük ön plana çıkıyor.

IŞİD'in Kürt bölgesini kullanarak kaçakçılık yapmasına IKBY ve Peşmerge tarafından olanak sağlandığının bilgisine sahip olan Amerikalılar, bu konuda Bağdat hükümetine istihbarat sağlamış.

IKBY, ABD'nin baskılarıyla birlikte önlemleri artırsa da, kaçakçılığın hala devam ettiği belirtiliyor. IŞİD'in karaborsadaki petrollerinin satış gelirinden, IKBY'deki yönetici partinin, yani Barzani'nin Kürdistan Demokrat Partisi'nin (KDP) de faydalandığı iddia ediliyor.

IŞİD PETROLÜ VE ADANA

Aynı kaynaktan alınan görüşlere göre artan ABD basıncına rağmen Bağdat yönetimi de konuya gevşek bir yaklaşım sergiliyor.

Suriye ve IŞİD ile mücadele konusunda ikili oynadığı bilinen Türkiye'nin petrol kaçakçılığındaki rolüne dair birikmekte olan verilerden de bahsedilen yazıda, IŞİD'in kullandığı kaçakçılık zincirinin Türkiye'nin pek çok güneydoğu iline yayımış olduğu ve bu zincirin ucunun, petrol tankerleri için önemli bir liman olan Ceyhan limanının bulunduğu Adana'da sonlandığı belirtilmekte.

ABD HER ŞEYİ BİLİYOR

Iraklı kaynağa göre, ABD istihbaratı IŞİD ile Türkiye arasındaki petrol kardeşliğine ilişkin her faaliyeti biliyor.

Kaynak, ABD istihbaratının kaçakçılık operasyonlarının çoğunu dakikası dakikasına ayrıntılarıyla takip ettiğini ileri sürüyor.

Iraklı yetkili, ABD'nin bu istihbaratın bazılarını Irak merkezi hükümetine de ilettiğini kaydediyor. Kaynak, "Amerikalılar ne olup bittiğini biliyor" diyor.

TÜRKİYE'NİN ROLÜ

Yazara konuşan ve Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığı ile yakın ilişkileri olan bir kaynak da, IŞİD'in yükselişinde Türkiye'nin desteğinin merkezi önemde olduğunu kabul ediyor.

Türk kaynak, IŞİD'in Türkiye-Suriye sınırındaki kaçakçılık faaliyetlerinin "devasa"olduğunu söylerken, İslamcıları Türkiye'nin bölgedeki genişlemesinin bir parçası olarak gören Erdoğan ile Davutoğlu'unun tutumunun da bunu kolaylaştırdığını savunuyor.

Kaynak, Türkiye'nin IŞİD'in altyapısını yok etmeye çalışmadığını, yalnızca dikkatli bir şekilde saldırıldığını ileri sürüyor.

IŞİD'İN KAÇAKÇILIK HATTI

Geçen Mart ayında Maritime Security Review'da yayımlanan bir makaleye göre, IŞİD'in Türkiye'deki kaçakçılık ağı çok sayıda ili kapsıyor.

Bu kentler arasında Urfa, Hakkari, Siirt, Batman, Osmaniye, Gaziantep, Şırnak, Maraş, Adıyaman ve Mardin bulunuyor.

Kaçak petrolün son durağı ise, Ceyhan Limanı'na sahip olan Adana.

Makalede, Ceyhan Limanı'nın petrol ihraç hacmindeki ani yükselişlerle IŞİD'in zengin petrol yatakları civarına yaptığı saldırılar karşılaştırılmış. Sonuç; bunlar arasında pozitif bir bağlantı olduğunu gösteriyor.

Makalenin yazarları, kanıtların henüz "yetersiz" olduğunu söyleseler de, IŞİD petrolünün dünya pazarına Ceyhan'dan dağıtıldığına ilişkin güçlü kanıtlar olduğunu düşünüyorlar.

Yazarlar, ABD ve müttefiklerinin IŞİD'in petrol taşıdığı tankerleri, "yerel insanları provoke edeceği" gerekçesiyle vurmadığını, bu nedenle kaçakçılığın devam ettiğini vurguluyorlar.

KÜRDİSTAN VE IŞİD

Geçen Ekim ayında, eski bir IKBY milletvekili Burhan Raşid, Kürdistan yöneticilerini IŞİD'e finansman ve silah akışını kolaylaştırmakla suçlamıştı.

Raşid'in iddiasına göre, Erbil'deki bir siyasi parti, IŞİD militanlarına silah ve mühimmat veriyor ve karşılığında petrol alıyordu.

Kürdistan başsavcısı, Raşid'in iddialarını araştırmak yerine ona karşı gizli bir soruşturma başlattı. Ancak Ocak ayında, IKBY İçişleri Bakanı ile Doğal Kaynaklar Bakanı'nın başında bulunduğu bir komite, Raşid'in iddialarını büyük oranda doğruladı.

Komite'nin nihai raporuna erişen parlamento kaynaklarının Rûdaw'a aktardığına göre, KDP ile birlikte Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) ve Peşmerge yetkilileri de bu yasadışı ticarete bulaşmıştı.

NOKAN GRUBU VE KYB

Ancak en sonunda, IKBY yönetimi ile yakın ilişkileri olan petrol şirketi Nokan Grubu'nun IŞİD petrolünün satışını kolaylaştırdığı ortaya çıktı.

İddiaya göre, IŞİD'in kontrolündeki Beyci'den yola çıkan rafine edilmiş petrol, Nokan'ın paravan şirketi olan Meer Soma'nın sahibi olduğu ya da işlettiği tankerlerle Kerkük'e ya da Kürdistan'a götürülüyordu.

Nokan Grubu ise, KYB ile bağlantılı. Şirketin, Süleymaniye'deki KYB ofisinden yönetildiği iddia ediliyor. Şirket, yolsuzluk ve kayırmacılık iddialarıyla biliniyor.

The Nation'da yayımlanan bir araştırmaya göre, Kürdistan'daki en karlı şirketler, özellikle de inşaat sektöründe faaliyet gösterenler, Barzani ya da Talabani'ye ait.

Celal Talabani'nin şu anda IKBY Başbakan Yardımcısı olan oğlu Kubad Talabani, bir zamanlar IKBY'nin ABD temsilcisiydi. Büyük oğlu Pavel ise, Süleymaniye'de bulunan IKBY'nin anti-terör timini denetleyen isim.

İşte bu Pavel'in baldızı Şanaz İbrahim Ahmed, KYB'nin İngiltere'de medya ilişkilerinden sorumlu ismi. Şanaz aynı zamanda Nokan'ın mali işlerinden de sorumlu.

İNGİLTERE BAĞLANTISI

Nokan'ın sahip olduğu Bayzan Rafinerisi'nde ise, İngiliz devleti ile güçlü bağlara sahip bir şirket çalışıyor.

O şirket, 2011 yılında Türk şirketi Genel Enerji ile İngiliz şirketi Vallares Plc'nin birleşmesinden oluşan Genel Energy. Şirketin başındaki isim, BP'nin eski CEO'larından Tony Hayward.

IŞİD'e yardım ettiği iddia edilen kurumlarla çalışmak konusundaki tutumları sorulduğundaysa, Genel Energy Sözcüsü Andrew Benbow, "Bunlar, bize değil de IKBY'ye sorulması gereken sorular" cevabını verdi.

Kaynak: Haber Sol