Wednesday, September 30, 2015

HDP neden desteklenmeli ve neden HDP’li olmamalı? – İnönü Alpat

Başlıktaki iki soruya da herkesin kendi nam-ı hesabına cevabı vardır mutlaka. Nihayetinde etten-kemikten ve fikirden mütevellit insanlarız. Meselelerin farkındayız; meselelerin nasıl çözüleceğine dair şahsımıza münhasır fikirlerimizin olması doğal.
1 Kasım seçimlerine dair meselimiz, buna seçim siyaseti de denebilir, şudur: 1 Kasım seçimlerinde HDP’yi desteklememek nasıl bir yanlışsa, HDP’yi her derde deva görmek, asli mücadele örgütü ilan etmek, HDP’ye eklemlenmek dışında geride herhangi bir mevcudiyet bırakmamak da o kadar yanlıştır.
Şu noktayı geçtiğimizi farz ediyoruz: Topyekûn doğru ve yanlış yoktur. Dolayısıyla bırakalım CHP, HDP ve diğerlerini, kendi politik manzumemizi bile böyle bir noktadan teste tabi tutabilir, içimizi rahatlatacak kararlar alabiliriz.
Benim de imzacıları arasında bulunduğum “Saray yenilecek, halk kazanacak” başlıklı metinde yer alan seçimlerde HDP’yi destekleme çağrısını, alt etmekle yükümlü olduğumuz sorun bağlamında siyaseten iç rahatlatıcı bir atak olarak görebilir, mucitliğini Mao Zedung’un yaptığı “temel çelişki, baş çelişki, tali çelişki” gibi kavramlara dalarak, iç huzurumuzu teorik açıdan dayanaklı kılabiliriz.
Huzurluyuz. 1 Kasım seçimlerinde oyumuzu, büyük tehlikeyi görerek, HDP’ye vereceğiz.
Dört nedenle yapacağız bunu. Birincisi şudur: Bir partinin (HDP), genel merkezi de dahil onlarca bürosunun bir gecede yakılıp yıkılması ve egemenlerin aynı partiyi sistem tarafından onaylanan kulvara bile dahil etmemek için akla hayale gelmedik dalavereler düzenlemesi o partiyle dayanışmayı zorunlu kılar. Bırakalım iri iri lafları, asgari düzeyde demokrat olmak bile bunu gerektirir.
İkincisi şudur: 7 Haziran seçimlerinden beklediğini bulamayan egemenler, savaş üzerinden seçimleri kotarmaya çalışmaktadır. Hareket noktası Suruç Katliamı olmak üzere, Güneydoğu illerinde savaş hükmünü ilan etmiştir. Savaşı kimin başlattığının, kimin derinleştirdiğinin bir önemi yoktur. Savaş başlamıştır ve tarafların savaş “siyasetini” tereddütsüz hayata geçirmeye hazır olduğu açığa çıkmıştır. Bu çerçevede, savaşı değil, parlamenter siyaseti tercih ederek Meclis’e giren bir partinin, savaşın bizzat tarafı ilan edilip tecrit edilmesine karşı çıkmak gerekmektedir.
Üçüncüsü ise şudur: Bir ülkede, bırakalım genç, yaşlı, kadın, erkek sivil halkın katledilmesini eğer savaş, çocukların ölüm haberleriyle duyuluyorsa, o ülkenin genleriyle oynamak, emri verenleri tepe takla etmek boynumuzun borcu olmalıdır. İri iri laflara gerek yok. Cizreli çocukları düşünün ve verdiğiniz kararın doğruluğunu görün.
Dördüncüsü ise şudur: Lafı uzatmaya hacet yok. AKP’nin tek başına iktidar olamamasının biricik yolu, HDP’nin barajı aşmasından geçmektedir. 7 Haziran seçimleri bunun somut örneğidir. 7 Haziran’da AKP hem oy kaybına uğramış hem de HDP’nin barajı aşmasıyla parlamentoda güç yitimine uğramıştır. 400 vekil tartışmasına değinmek bile yersizdir.
Sosyalist solun bir kısmının, 7 Haziran’ı geçtik, önümüzdeki seçimde AKP’nin bütün stratejisini HDP üzerine kurduğu gerçeğine gözlerini kapatmasını, büyük tehlikeyi akla getirince ve hatta “il bazlı oy vermenin” sağlayacağı yarar üzerine akademisyenlerin kafa yorduğu bir dönemde, HDP’den ve “il bazlı hesaplardan” uzak durmasını anlamanın mümkün olmadığını ifade ederek ilk soruya verdiğim cevabı noktalayabilirim.
Gelelim ikinci soruya. İkinci soru karmaşık ve açıkçası daha zor. Bu nedenle kendi nam-ı hesabıma sade bir cevap vereceğim.
Güncel ihtiyaç ve sorunların yakıcılığını, Kürt hareketi temsilcilerinin Gezi İsyanı, 17-25 Aralık, 4+4+4 ile ilgili söylediklerine ve benzeri tavırlarına heba etmeyecek, “müzakere süreci/ Dolmabahçe mutabakatı/ savaş”, “Tayyip beyin başkanlığını destekleriz/ seni başkan yaptırmayacağız/savaş” gelgitlerine kafayı fazlaca takmadan sosyalist solun gerçekliği ve solun asıl ihtiyacı üzerinde iki çift laf edeceğim.
Bizim amentümüz bellidir. Farkındayım, amentümüze bakıp “hala bu kafa mı” diyenler çıkacaktır. Lakin kapitalizm, faşizm, emperyalizm ve gericilik karşıtlığından vazgeçme, herhangi birini önemsiz gibi gösterme, tali olarak değerlendirme şansımız yoktur. Başsız, gövdesiz, kolsuz, kanatsız kalacağımız aşikârdır. Böyle bir sol isteniyorsa, taliplilerinin kimler olduğu herkesin malumudur.
Bizim solumuz açıktır. Anadolu ilericiliğinin temel kabulleri, THKP-C’den bu yana geleneğimizin ayırt edici özelliği olagelmiştir. “Sayımızın azlığına, düşmanın çokluğuna bakmadan”  geleneği sürdürme ısrar ve kararlılığımız kendimize nasıl bir gelecek vadettiğimizin de emaresi sayılmalıdır. Yani lafın özcesi, kuyruğumuzu dik tutmaya devam edeceğiz. Bunu yaparken, amentümüzü programımızın başköşesinde oturtacak, değerlerimize kalbimizin en anlamlı köşesinde yer açacak, devrimci bir halk hareketi yaratma, sosyalist bir ülke kurma hedefinin peşinde koşacağız.
İhtiyaç bu çünkü: Sosyalist Türkiye’yi inşa edeceğiz. “Varamasam da yolunda ölürüm” diyen karıncanın öyküsü, öykümüzdür.
Aksi ne varsa, ne önerilirse solun varlık nedenini tarumar edeceği açıktır.
Etnik ve din temelli iktidar ve güç savaşlarının bölge ülkelerindeki solu ne hale getirdiğini bizzat yaşayarak gören bir kuşağın buna izin vermeyeceğine olan inanç, Kürt hareketinden sosyal demokratlara kadar dışımızdaki toplumsal güçlerle dönemsel, taktiksel ilişkilerin olabileceğine dair özgüveni de açığa çıkaracaktır. Seçimlerde HDP’yi desteklemenin bu özgüvenin ifadesi olarak görülmesi, yani desteğin ötesinde anlam yüklenilmemesi, bizlere amentümüzün ışığından ayrılmadan, olası gelişmeler karşısında sakinliği elden bırakmadan değerlendirme ve siyaset yapma şansı doğuracaktır ki, solun buna muktedir olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Amentüsü “radikal demokrasi” olanla, amentüsü “devrim ve sosyalizm” olan iki farklı gücü, hangi tılsımlı değnek bir araya getirebilir? Soru budur ve bizim cevabımız bellidir: Örneğin çekin alın altımızdan temel yapı taşlarımızdan antiemperyalizmi, bir başka sarsıntıya hacet kalmadan evimiz başımıza yıkılır.
Kırk fırın ekmeği, açık faşizm ve iç savaş günlerinde yemiş bir geleneğin takipçisi olarak bizlerin,  bir başka toplumsal-siyasal gücün belirleyiciliği altına girmeyeceği bilinmelidir.
Bunun dışında ne yaşanırsa yaşansın, solu, daha önce de ifade edildiği gibi “garnitür” konumunda bırakacaktır ki buna kimsenin gönlü razı değildir.
Halkımızın tabiriyle; “yazıktır, günahtır.”

Monday, September 28, 2015

Zayıflığın Zorbalığı


Bugün her yerde zayıflıkla karşılaşıyoruz. 
Zayıfız ya da sanki farklı görünmekten korktuğumuz için böyle davranıyoruz.
Artık kendine güvenmek; kendisi ya da başkaları veya başka şeyler hakkında bilgi sahibi olmak modaya uygun değil. Eski moda, çoğu zaman da zevksizlik olarak görülüyor. Artık birşeyleri iyi yapmak için çaba harcamıyoruz ve bununla demek istediğim yapmayı seçtiğimiz şeylerin hiç bir maliyeti olmaması gerektiğine inanıyoruz. Mantığa aykırı ve üstünkörü bir şekilde, ayrıntılara dikkat göstermeden yapıyoruz. Elbette bu zayıflıkla tamamen övünmüyoruz, ama bunu arkasına gizlenecek bir tür siper olarak kullanıyoruz.
Böylece hızla yayılan bu yeni mitin köleleri haline geliyoruz. Burada yapmak istediğimiz -zayıflığın kılık değiştirmiş halinden başka bir şey olamayan- “iktidar” hakkında konuşmak değil, fakat daha ziyade bu durumu açıklığa kavuşturmaktır. Bu,  değerlerin tahrip edilmesi ve hem yaşamak hem de düşmanlarımıza saldırmak üzere elde etmememiz gereken araçların çarpıtılması meselesidir. Bugünün hakim modeli kaybedendir; vazgeçmek, mücadeleyi terk etmek ya da sadece hız kesmektir. Bu eğilimin sürmesini görmekte iktidar yapısı her türlü çıkara sahiptir. Neredeyse hiç bir surette düşünmüyor ve yetersiz akıl yürütüyoruz, çeşitli bilgilendirme kanallarından çıkan mesajlara pasif bir şekilde boyun eğiyoruz. Tepki göstermiyoruz.
Budala ile pul koleksiyoncusunun ortasında bulunan bir kişilik inşa ediyoruz. Çok az anlıyor, yine de çok fazla biliyoruz: yararsız dağınık şeyler kalabalığı, cep ansiklopedisi bilgisi.
Bir aptal ya da cahil olmaya, kaybedenler olmaya hakkımız olduğuna inandırılıyoruz.
İktidarın mantığına ait olan verimli bir model olarak düşünülen verimliliği hasmımıza terk ettik. Ve bu doğruydu, kaçınılmazdı bir kere. Eğer bu sınıf düşmanına zarar verme sorusu olsaydı işe devamsızlık ve çalışmaya karşı olmak haklı olurdu. Fakat artık bu davranışı içimize attık ve oyuna geri dönmek isteyen bizim düşmanımız.  Hatta kendimize ve istediğimiz şeylere rağmen pes ettik.
Ve böylece doğu felsefesini yakalayan kelebeğe, alterrnatif ürünlere ve düşünme biçimlerine, çok az yararı olan ve keskinliğini kaybetmiş şeylere döndük yüzlerimizi. Dişlerimizin dökülmesini beklemek yerine, bizzat kendimiz teker teker söküyoruz onları. Artık mutlu ve dişsiziz.
İktidarın laboratuvarları bizler için yeni vazgeçiş modelleri programlıyor. Sadece bizler için tabii ki. Kazanan azınlık için, model hâlâ saldırganlık ve fetihtir. Artık isyanlarda ve kontrol altına alınamayan başkaldırılarda başıboş kalmasına izin verilen kanlı, zorlu barbarlar değiliz. Hiçbir şeyin felsefecilerine, eylem şüphecilerine, yılgına, züppeye dönüştük. Dilimizi ve beynimizi büzüştürdüklerini hâlâ idrak edemedik. Artık başkalarıyla iletişim kurmak için herhangi bir şeyi zar zor yazıyoruz. Artık zar zor konuşuyoruz. Televizyondan ve sporun bayağılıklarından, iletişimi kolaylaştırıyor gibi görünürken gerçekte alçaltan ve hadım eden baraka-tarzı gazetecilikten yapılmış güdük bir lisanla kendimizi ifade ediyoruz.
Fakat daha beteri hâlâ daha fazla birşey yapmak yönünde herhangi bir çaba sarfetmiyoruz. Kendi sorumluluğumuzu Üstlenmiyoruz. Çok kısa zamanlarda, fazla okumayıp çok az şey yapıyoruz. Bir miting, bir eylem burada ve orada ve biz yere kapandık, geberdik. Öte yandan saatlerimizi içerikten yoksun müzikleri, anlamadığımız dillerdeki şarkıları, fabrikayı, yarış arabalarını ve motosikletleri  taklit eden gürültüleri (anlamadan) dinleyerek harcadık. Kendimizi doğaya (artık ondan geriye ne kaldıysa) tefekküre dalarak kaybetsek bile gerçekte yürüyüşe çıkmıyoruz, fakat bu yürüyüş bize nüfuz ediyor. Kapitalizmin (yeni alternatif biçimi, elbette, önceki geçmiş biçiminden daha da kötü) bir duraklamadan sonra gerçeği söylediği ekolojik ya da naturalist modellerine, bayağılığa razı oluyoruz. Ama basitçe tefekküre dalmayı değil bağlılığı ve güçlü olmayı, saldırıyı ve mücadeleyi talep eden doğa ile gerçek bir ilişki kurma hakkında  hiçbir deneyimimiz yok.
Ve sakın bana kapitalistlerin saldırgan davranışlarına karşılık olarak ılımlı davranışlar geliştirmemiz gerektiğinden bahsetmeyin. Sermayenin ifade ettiği ya da Paris - Dakar yarışının katılımcılarının saldırganlığının ne olduğunu mükemmelen biliyorum. Benim bahsettiğim bu değil. Gerçekten her türlü saldırganlığı kastetmiyorum. Sözcükler yanıltıyor olabilir. Benim kastettiğim, gemi alev alev yanıp giderken kişinin zamanını boşa harcamak yerine eylem yapmasının zorunlu olduğudur.
Geniş kapsamlı değişikliklerin vuku bulduğuna ikna olduk veya olmadık. Ancak kapitalizm ve iktidar şimdiki hayatlarımızı altüst edecek,  kim bilir kaç on yıl sürecek bir dönüşüm geçiriyor. Eğer buna derinlemesine bir şekilde ikna olmazsak, o zaman rüyalarımızdaki kelebekleri, budizmin mitlerini, homeopatik ilaçları[1], Zen felsefesini, kaçış edebiyatını, sporu ya da bizi gramerden ve dilden makbul bir uzaklığa yerleştiren her ne ile eğleniyorsak onu yakalamaya devam edebiliriz.
Fakat eğer ilk varsayıma ikna olursak, bizi kölelere dönüştürmeye kararlı bir projenin, prensipte zincirlerimizi görme ihtimalinden bile yoksun bırakacak bir kültürel kölelik projesinin yürürlükte olduğuna ikna olmuşsak, o zaman müsamahaya veya mücadeleyi bırakma ya da engelleme eğilimine artık tahammül gösteremeyiz. Ve burada söylediklerimizin yalnızca arkalarında zaten devrimci bağları olan yoldaşlar için geçerli olduğu sanılmamalı ve şimdi yeşiller, turuncular, budistler ya da bu tür başka sürülerin içinde huzurlu bir şekilde otlayanlar için de geçerli. Kendilerinin hâlâ devrimci olduklarını fakat gün be gün fiziksel ve zihinsel bir kirlenmenin ilerlemesinin trajedisini yaşadıklarını düşünenlerden de bahsediyoruz.
Bu basit bir eylem çağrısı değil. Mezarlıklar bu tür çağrılarla dolu. Kapitalizmin laboratuvarlarında üzerine çalışılan şimdi mükemmel olması için uygulanan bir proje hakkında konuşuyoruz. Mücadele etme kapasitemizden yavaş yavaş ve acısız bir şekilde bizi uzaklaştırmayı hedefliyor. Bu proje sermayenin derinlemesine bir biçimde yeniden yapılanmasıyla el ele gidiyor. Bizimki gönüllülükle ya da anlamsız bir çığlığı sevip sevmemenizle ilgili bir çağrı değil. Bunun, sınırlı ve tahmini de olsa, etrafımızdaki dünyanın geçirdiği derin değişimleri anlamaya ufak bir katkı olmasını umarız.
Javiera Hernandez
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Homeopatik ilaçlar, bitki, mineral ve hayvansal maddelerin minimum dozda su ile seyreltilerek hazırlanmasıdır. Homeopati; vücudun kendi kendini tedavi edici yanıtlarının uyarılmasıyla vücudun kendi kendini iyileştirmesinin sağlandığı, herhangi bir kontrendikasyonu (kullanılmaması gereken durum) veya yan etkisi bulunmayan, doğal bir alternatif tıbbi tedavi şeklidir. Homeopatide kullanılan ilaçlar vücudun dengeleme mekanizmasını harekete geçirerek; semptomların çıkmasına neden olan kaynakları bertaraf eder ve bu sayede kendini iyileştirir.

Tuesday, September 22, 2015

Ermenileri düşman ilan etmenin dayanılmaz kolaylığı

Ferhat Kentel // Mail: ferhatkentel@gmail.com

2015-09-20 - 18:19:07        

 Dünyada ve Türkiye’de iktidar sahipleri ve onların etraflarında yuvalanan, iktidar diline hoparlör görevi gören “evet efendimci” takım, karışık insanlık hallerini basitleştirip, hedef oluşturmakta bazı beceriler geliştirmişlerdir. 
"Hitler’in politikalarında buna dair onlarca delil bulunur." En basiti, Nazizm 30’ların Almanya’sının ve Avrupa’sının karmaşık sosyal, ekonomik ve siyasal meseleleri karşısında Almanlara “tek bir düşman” sunarak, Yahudileri günah keçisi haline getirmiş; totaliter felaket sadece Yahudileri değil, milyonlarca insanı katletmişti. 
Tabii ki artık 1930’ların Almanyası'nda değiliz. Yepyeni toplumsal dinamiklerin ortaya çıktığı, hayal edilemez teknolojilerin devreye girdiği, ulus-devletin en azından zihniyet olarak ayakta duramadığı, ulus vatandaşlarının aynı anda birden çok düzeyde aidiyet yaşadığı ve aslında hem parçalandığı hem de yepyeni kimlik alaşımları yarattığı; hem korkunun hem umudun; hem riskin hem de yaratıcılığın seviye atladığı bir zaman dilimindeyiz. 

Ve böyle bir zamanda insanları tek bir düşmanla ikna etmeniz mümkün değil. En fazla, toplumun bir kısmını ikna edebilirsiniz belki ama başka bir yarısı da aynı şekilde bambaşka bir “tek düşman”a inanabilir örneğin. 

Galiba daha ziyade toplumsal değişimin, farklılaşmaların yoğunlaştığı zaman dilimlerinde entelektüel kapasitesi iyice düşen ya da entelektüel derinlikten zırnık hoşlanmayan devlet cenahı, düşmanı hemen tek bir hedef altında odaklaştırmaya çalışıyor. 

Türkiye’de bu konuda çoğunlukla Müslüman olmayan azınlıklar kolayca hedefe konuldu. Kaldı ki, Hıristiyan ve Yahudi azınlıklar günah keçisi olmanın ötesinde, “milli devlet” inşa etme yolunda, bizzat mallarına, topraklarına el konulacak, kolay lokma olarak görüldü. 

Bu günah keçileri bazen asılan bir başbakan, bazen üç devrimci genç, bazen onlarca sağcı-solcu genç oldu. Devlet, her zaman, toplumun korkan kesimlerindeki “asma” merakına tercüman oldu. 

Bazen Çingeneler linç edildi; bazen Kürdler, bazen hiçbir şeyden haberi olmayan Güney Koreliler devlet zihniyetli “sadık vatandaşlar” tarafından hedefe konup, “cezalandırıldılar” (!). 

Anlaşılan o ki, toplumun değişimle birlikte ürettiği ve standart ezberleri zorlayan entelektüel kapasite karşısında devlet en kolay ve en az ahlaki olan yoldan güç ilişkilerini korumaya çalışıyor. 

Eskinin standart devletinin başvurduğu, “Ermeni dölü”, “Hain Ermeni” gibi veciz ideolojik kalıplar yeniden devreye giriyor. 

Şimdilerde klasik devlet refleksinin en karikatürize versiyonunu AKP’nin saftoron görünümlü profesör elemanı Burhan Kuzu’dan dinledik örneğin… Yıllar sonra tekrar, soğuk siyasal makinanın bir parçası olan bu “hukukçu” (!), öldürülen PKK’lılarda sünnet incelemesi önermişti… 

Ama olay tabii ki sadece saftoronların “tespitlerinde” bitmiyor. 

Cizre’de polisler halka “Hepiniz Ermenisiniz” diye bağırırken, bir takım Nazi özentileri de Kurtuluş sokaklarında “Cizre Kürdlere; Kurtuluş Ermenilere mezar olacak” diye bağırıyorlar, bağırtılıyorlar… 

Şimdilerde AKP’nin ağzıyla konuşan devlet ya da devletin ağzıyla konuşan AKP’nin uzantıları geleneksel reflekslere sarılmış durumda. 

Dış düşmanlar, paralelciler, Geziciler, PKK’lılar, Ermeniler şeklinde arka arkaya bir takım “düşman” figürleri sıralandığı zaman, bu devlet dili meseleyi çözdüğünü zannedebilir. 

Ermeniler günah keçisi haline getirildikçe, Türklerin ne kadar “vergi vermeye meraklı”, ne kadar “askerden kaçmayan”, ne kadar “müşterilerini kazıklamayan”, ne kadar çok “namaz sırasında Allah’a teslim olmaktan başka şey düşünmeyen”, ne kadar çok “rüşvet yemeyen” yani öz itibariyle ne kadar çok “günahsız” insanlar olduğu ispat da edilmiş gibi olabilir herhalde… 

Ama her vesileyle araya “Ermeni” lafını sokanlar sadece Ermenilere karşı günah işlemiyorlar; düşünmenin kendisini dumura uğratıp, günah işliyorlar….


Saturday, September 19, 2015

Yürüyüş'ler ve politika


TOBB’nin, TÜSİAD’ın, MÜSİAD’ın başını çektiği ve Memur-Sen, Türk-İş, Hak-İş gibi Hükümete yakın konfederasyonların içinde olduğu 13 örgütün düzenlediği yürüyüş bugün Ankara’da yapılıyor.
Yapılan açıklamalara bakıldığında; önceki gün Diyarbakır’da Memur-Sen’i öne çıkararak yapılan, küçük bir topluluğun esnaf ziyareti ve karanfil dağıtımına indirgenen basın açıklamasıyla bitirilmek zorunda kalınan eylemiyle başlayan “teröre hayır” etkinlikleri adı altında düzenlenen Erdoğan-Davutoğlu’nun politikalarına ve amaçlarına destek veren gösterilerin, pazar günü Yenikapı’da yapılacak bir mitingle tamamlanacağı anlaşılmaktadır. Nitekim, İstanbul’da Erdoğan ve Davutoğlu’nun da katılacağı bu mitingi “Sivil Toplum Platformu” adındaki “gizli ve derin AKP”nin düzenleyeceği ilan edilmiştir. Böylece bu tür mitinglerin aslında AKP ve Hükümetinden bağımsız olmadığı, tersine AKP’nin seçim kampanyasına bağlanan etkinlikler olduğu böylece daha iyi anlaşılmaktadır. Ve bu etkinliklerde “bayrağın” öne çıkarılarak bir kez daha bölücülük sembolü olarak kullanılacağı açıkça görülmektedir.
Elbette Türkiye’de yürüyüşler sadece “devletçi sivil örgütler” ya da “derin AKP”nin “sivilleri” tarafından düzenlenmiyor. Tersine son günlerde amacı belli, söyledikleri ile yaptıkları ayrı olmadığı gibi bir düzenleyicisi de olmayan bir “yürüyüş” de gündemin üst sırasında yer alıyor. Aylardır, hatta yıllardır, büyük kentlerin varoşlarındaki viranelerin içinde yaşamaya zorlanan, ucuzdan da ucuz iş gücü olarak kullanılmaktan, dilenciliğe zorlanmaktan, itilip kakılmaktan bıktıkları gibi Ege Denizi’nde de boğulmak istemeyen mülteciler, otogarlarda toplanarak, engellenince de otobanlara düşerek Avrupa’ya gitmek için yürüyorlar. Genç yaşlı, hasta sağlıklı, kadın erkek, binlerce insan giderek artan soğuğa, sağanak yağmura, polisin barikatlarına rağmen yürüyorlar.
Aslında Akdeniz ve Ege Denizi’ni dolduran mülteci cesetleri üstüne basarak geçen mülteci akını öncü bölükleri Atlas Okyanusu’na dayandı.
Batı emperyalizminin dünyaya hükmetme stratejisinin ürünü olan “mülteciler” şimdi büyük kitleler halinde Avrupa’nın kapılarına dayanarak AB için sıcak ve çözümlenmesi acil bir sorun haline de gelmiştir. Ama bırakalım yüzünü Avrupa’ya çevirmiş milyonlarca mülteciyi, AB ülkeleri 200 bin mülteciyi bile kabul etmemek için birbirinin boğazına sarılmaktadır.
Erdoğan-Davutoğlu ikilisi de Suriye ve Irak’taki çatışmaları kızıştırıp bölgedeki terörist İslamcı örgütlerle girdiği ilişkilerle kendi eserleri de olan “mülteci sorunu”nu Avrupa’ya aktararak kendi sorumluluklarının üstünü örtmeye çalışıyorlar.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, dün bile yaptığı konuşmada, mülteci sorununun Esad rejiminin devrilmemesinden kaynaklandığını iddia ederek, duvara çarpan Suriye politikasında ısrar edeceklerini gösterirken, bir kez daha mültecilere Türkiye’nin sadece insani nedenlerle kucak açtığını söyledi.
Burada da bir soru ortaya çıkıyor:
“Peki, siz mültecileri bağrınıza bastınız da bu mülteciler neden hayatlarını tehlikeye atarak, Avrupa ülkelerinin sınırlarındaki onca rezilliği göze alarak Türkiye’yi terk etmek için kendilerini Ege’nin sularına ya da Macaristan’ın neofaşist hükümetinin dikenli tellerinin üstüne atıyorlar?”
Açık ki; Türkiye mülteci sorununu, gerçekte Suriye’de gerçekçi bir çözümle değil ama üstündeki ağırlığı Avrupa’ya aktararak hafifletmeye çalışıyor.
Ama bu yolun çıkmaz bir yol olduğu dört yıldan beri ortaya çıkmıştır.
Sermaye medyası ve hükümetler, sürekli bir “mülteci krizi”nden söz ediyorlar ve bu krizin de kendileriyle hiç ilgisi olmayan nedenlerden çıktığını propaganda ediyorlar.
Oysa ortada emperyalist politikalardan ve bölge gericiliklerinin çıkarlarını gerçekleştirme politikaları dışında bir “mülteci krizi” yoktur. Tersine mültecilerin ortaya çıkmasını kaçınılmaz kılan batı emperyalizminin (ve Rusya’nın) dünya hegemonyası politikalarıdır ve bu politikaları püskürtmeden, “mülteci sorunu”na nihai bir çözüm bulmak bir yana, bugünkü sayısı on milyonlarla ifade edilen mülteci akınını azaltmak bile olanaklı değildir.
Evet mültecilerin yaşamını kolaylaştırmak, onlarla dayanışma içinde olmak insanlık görevidir. Asıl olan ise mülteciliği ortaya çıkaran politikalara karşı mücadeledir; bundan önemlisi de herkesin kendi hükümetinin politikalarına karşı mücadele edebilmesidir. Yoksa Türkiyelilerin, Macaristan hükümetinin, Almanların, Fransız hükümetinin politikalarını eleştirmesi çok kolaydır!