Saturday, November 28, 2015

Tahir Elçi'yi kim öldürdü?

29/11/2015Murat YetkinOtopsi raporuna göre Elçi uzak mesafeden öldürülmüştü. Buradaki uzak mesafe, barut izi bırakmayacak kadar mesela bir kaç metreyi mi anlatıyor, yoksa gerçekten uzak mesafeden mesela dürbünlü tüfekle yapılan bir suikast atışını mı?

Ajansa düşen ilk fotoğrafını görür görmez “Ah!” dedim; “Ah! Hrant Dink gibi”...
Onun da cansız bedeni işte böyle yere yüzükoyun düşüp kalmıştı.
Tarih 28 Kasım 2015. Yer Diyarbakır’da tarihi dört ayaklı minarenin tam altı.
***
Elçi sıradan bir Baro Başkanı değildi; zaten Diyarbakır baro başkanılarının hiç biri değildir.
Son yıllarda görev yapanlar aynı zamanda birer insan hakları savunucusu oldukları için o göreve seçilmişlerdir.
Elçi de öyleydi. Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın Kurucular Kurulu üyesiydi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde kazandığı hak davaları vardı.
Geleneksel Kürt hareketinin önde gelen isimlerinden Şerafettin Elçi’nin akrabasıydı, ama yolunu siyaset değil insan hakları savunuculuğu olarak çizmişti. Yaşasaydı, yakında hakim karşısına çıkacaktı.
***
Elçi dün, kendisini haftalardır topun ağzına koyanlara inat, minarenin İslamın dört mezhebini temsil eden dört sütunlu kaidesinin yanında, habercilere bir metin okuyordu.
Az ötesinde PKK’nın hendekleri, önünde polis ve gazeteciler, çatışmada harap olan tarihi eseri gösteriyor ve diyor ki “Artık silah, çatışma, operasyon olmasın” buralarda.
O sırada ara sokağın yüz metre kadar ileride caddeye açıldığı yerden silah sesleri geliyor.
***
Onu korumakla görevli polisler ne olduğunu bilmedikleri bir olayın yönüne doğru ateş açmaya başlıyorlar.
Kameralar Tahir’i gösteriyor, ne yapacağını tam kestiremeden etrafına bakınıyor, onu korumakla görevli polisler yanıbaşında değil, mesela aralarına almak, hatta yere yatırıp hedef olmaktan alıkoymak gibi önlemler görünmüyor.
Biraz sonra bir karaltı geçiyor polislerin önünden. Bu defa dönüyor, şarjörlerini tazeliyor, koruma tedbirlerinin odağında bulunan Elçi’nin olduğu yöne doğru koşan o kişinin arkasından ateş etmeye başlıyorlar.
***
Görüntülerde bir sivil polisin, şarjör değiştiren arkadaşına “Dur, sakin ol” gibi bir el işareti yaptığı fark ediliyor.
Silah sesleri dinince bir kişinin yüzükoyun yerde kaldığı görülüyor.
Bir görgü tanığı diyor ki, aralarında açık renk ceket giyen bir tek Tahir Elçi vardı, bakıyorlar, o çıkıyor.
İlk haberleri birileri gerçekten hiç sıkılmadan, sanki Tahir Elçi polisle çatışırken öldürülmüş tonunda “Çatışmada öldü” diye veriyorlar.
***
Sonra bir haber daha: “Bir polis şehit oldu”. Ama o polisin o sırada orada olmadığı anlaşılıyor. Peki polis Ahmet Çiftaslan nerede şehit oldu ?
Bir süre sonra DHA güvenlik kameralarının görüntüsünü yayına veriyor. Bir taksi yanaşıyor. Şüphe duyan sivil giyimli polisler araca yaklaşıyor, Çiftaslan sağ ön kapıyı daha açarken araç içinden gelen ateşle yığılıp kalıyor.
Bir polis memuru daha yığılıyor,adı Cengiz Erdur; onun da hastanede kurtarılamadığı haberi akşam saatlerinde gelecek.
Polislere ateş açılan taksi ve arkasına yanaşan bir araçtan daha çıkan kişilerin hızla ara sokaklara daldığı görülüyor.
***
O sokaklardan birisi, Elçi’nin açıklamasını henüz bitirip, elindeki artık silah, çatışma ve operasyon istemediğini söylediği dövizleri minarenin dibine bırakmakla meşgul olduğu, basın açıklamasının yapıldığı sokak.
Ama işte o silah sesleri üzerine Elçi’yi görevli polislerin hiç beklemedikleri yönden gelen silah seslerine bakışlarını korumakla görevlendirildikleri Elçi’den çevirip,hedef gözetmeden karşılık vermeye başladıkları görüntülere yansımış.
Ve işte o andır zayıf esmer, zayıf, koyu renk giyimli bir gölgenin hızla polislerin önünden Elçi’nin olduğu yöne doğru hızla geçmesi ve polislerin de bu defa o tarafa dönüp ateş etmeye başlamaları.
***
DHA’nın daha sonra yayına verdiği karelerde o kişi görünüyor.
Peki, Elçi’nin katili gerçekten o kişi mi? Polisin, polislerin katili de o mu?
Olabilir, ama yine o fotoğrafta genel akışa aykırı olan bir durum daha var.
O şahsın elinde bir tabanca görünüyor ama, o tabancayı sol elinde ve namlusundan tutarak taşıyor, ateşe hazır olması gerektiği gibi kabzasından kavrayıp elini tetikte tutarak değil.
Dolayısıyla Elçi’nin ayaklarının dibinde bulunan tabancanın acaba o şahsın, ya da başkasının Elçi’yi vurup yere attığı tabanca olup olmadığı da kesin değil; en azından dün akşam saatlerine dek değildi.
***
Neden biliyor musunuz? Çünkü savcı ve polis olay yeri incelemesini yapamadı.
Otopsi raporuna göre Elçi (yazmak çok zor geliyor, tanışınca inanın daha da zor geliyor) ensesinden girip sol göz üstünden çıkan bir mermi yarasıyla uzak mesafeden öldürülmüştü.
Buradaki uzak mesafe, barut izi bırakmayacak kadar mesela bir kaç metreyi mi anlatıyor, yoksa gerçekten uzak mesafeden mesela dürbünlü tüfekle yapılan bir suikast atışını mı?
O da henüz aydınlanmadı, en azından dün gece aydınlanmamıştı.
Çünkü olay yeri incelemesi yapılamadığı için Elçi’yi öldüren mermi çekirdeği henüz bulunamamıştı.
***
Neden mi yapılamamıştı olay yeri incelemesi? Çünkü olayın hemen ardından Diyarbakır’ın Sur ilçesinde sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti ve PKK’nın şehir örgütlenmesi, mahalleye savcı, polis girmesine engel oluyordu.
Olay yeri incelemesine gelen savcı ve polislere saldırılmış, iki polis yaralanmış, geri dönmüşlerdi; olay yeri ise yeni atış ve patlamalarla daha da içinden çıkılmaz hale gelmişti.
Aklıma daha bir gece önce uçak yolculuğu sırasında karşılaştığımız, Diyarbakır’ın saygın ve sivil toplum hareketlerinin içinde bir işadamının söyledikleri geldi.
Onun da başı belaya girmesinden endişe ettiğim için isim vermeyeceğim, ama uzun uzun “Şu hendek siyasetinin” Diyarbakır’a ve HDP’ye ne kadar zarar verdiğini, “Ama işte adamların laftan anlamadığını” anlatıyor, “Bu iş bakalım ne zamana kadar sürecek” diye soruyordu.
***
Aslında Elçi cinayeti üzerine iki senaryoyu Başbakan Ahmet Davutoğlu, yanına Adalet Bakanı Bekir Bozdağ ve İçişleri Bakanı Efkan Ala’yı alarak yaptığı basın toplantısında bu iki ihtimali şöyle açıkladı:
.  “İki ihtimal söz konusu. Bu terör saldırısı (caddede polislerin vurulmasını kast ediyor-MY) sonrasında Sayın Tahir Elçi'ye dönük olarak bir suikast gerçekleşmiş olması. İkinci ihtimal ise teröristlerin saldırısı sonrasında ortaya çıkan ki 100 metre mesafede çift yönlü olarak da polisimizin de o kalabalığı koruma saikiyle teröristlere karşı ateş açması söz konusu, iki ateş arasında Sayın Tahir Elçi'nin hayatını kaybetmesi."
Her iki senaryoyu da çeşitlemek mümkün.
***
Örneğin eğer suikast var ise, ki Diyarbakır Barosu’ndan bir süre sonra Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Numan Kurtulmuş da öyle niteledi, suikasti yapabileceklerin listesi yabancı istihbarat örgütlerine dek uzanır.
Suriye iç savaşı nedeniyle bölgede zaten hiç eksikliği görülmeyen istihbarat örgütleri, şimdi Rusya ve İran ile yaşanan kriz nedeniyle daha da aktif durumdalar, eminim MİT bakıyordur bu boyutuna saldırının.
Diğer ihtimal de üzerinde durmaya da değer.
***
Acaba caddedeki olay ve Elçi’nin vurulması aynı saldırının parçaları mıydı? Yoksa aynı zaman diliminde aynı yerde vuku bulmaları, kaçan saldırganları o sokağa dalmasıyla mı ikisini bağlantıladı?
Aynı saldırının parçasıysa o sokağa dalan saldırgan mı katletti Elçi’yi?
Yoksa Davutoğlu’nun dediği gibi “iki ateş arasında” mı kaldı? Davutoğlu’nun bu ifadesi, Elçi’nin hedef alınmamış bir atışla dahi olsa, herhangi bir saldırgan kadar, polisin silahından çıkan bir mermiyle de öldürülmüş olması ihtimalini içermiyor mu?
***
Burada devletin Andaolu Ajansı’nın olayın hemen ardından verdiği bir haberdeki cümlesini hatırlamak gerekiyor. Cümle şu:
· “Diyarbakır'ın Sur ilçesinde PKK'lı teröristlerce ateş açılması sonucu çıkan çatışmada Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi hayatını kaybetti.”
Sosyal medya da bu cümle “AA Elçi’yi PKK’lılar öldürdü” diye yorumlandı; oysa AA’nın saatler önce söylediği, Davutoğlu’nun resmi açıklamada ortaya koyduğu ihtimalin sanki kesinmiş gibi ifadesi.
Acaba Elçi’nin –kasdi olsun olmasın- polis tabancasından çıkan mermiyle öldürülmüş olduğu ihtimalini mi kast etti Davutoğlu?
Daha ayrıntılı resmi açıklama gelmeden bu sonuca varmak doğru olmaz belki; ama doğru çıkarsa hükümetin bunu izah etmesi kolay olmaz; ümit edelim doğru değildir, Elçi’nin ölümü onu korumakla görevli kişilerin elinden olmamıştır.
***
Öyle olsun, olmasın, eldeki verilerle muhtemelen polislerin katilini bulmak, Elçi’nin katilini bulmaktan daha kolay olur; en azından kamera kayıtları, mermi çekirdekleri, takip süreci gibi unsurlar ortada.
Elçi’nin katili bulmak da zor, sonrasını kestirmek de.
Vedat Aydın’ı hatırlayalım, hani o hep Demokles’in kılıcı gibi başımızın üzerinde sallandırılan “90’lara döneriz” söyleminin en önemli öznelerinden Vedat Aydın’ı..
***
Halkların Emek Partisi (HEP) Diyarbakır İl Başkanıydı. Daha önce Ankara’da İnsan Hakları Derneği kongresinde Kürtçe konuştuğu için hapis yatmıştı.
5 Temmuz 1991’de kendilerini jandarma istihbaratı (JİTEM) olarak tanıtan sivil giyimli kişilerce evinden kaçırıldı, 7 Temmuz’da cansız bedeni bulundu.
Cenaze törenine katılanlarla polis arasında gerilim çıktı, polisin açtığı ateş ile resmi rakamlara göre üç kişi öldürüldü. Doksanların doksanlar olmasında Vedat Aydın’ın öldürülmesi ve cenaze töreninde olanların büyük payı vardır.
***
Tahir Elçi’nin Diyarbakır’daki cenaze töreni olağanüstü koşullarda yapılacak.
Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu, Türkiye’nin her yerinden baro başkanlarını Diyarbakır’a çağırdı.
Pek çok sivil toplum kuruluşu Diyarbakır’a temsilcilerini gönderiyor.
Orada Elçi’nin katil ya da katillerinin bulunması talebi de mutaka dile getirilecek.
***
Tabii bir Elçi’yi öldüren mermi, onu sıkan elin sahibi var, bir de Elçi’yi haftalardır hedefe koyan, adeta öldürülmesine davetiye çıkaranlar.
Dün ibretle izledik onlardan kimilerini... Daha önce Tahir Elçi’ye saldırdıkları sosyal medya mesajlarını, yazılarını nasıl alelacele silmeye çalıştıklarına, “Zaten aslında PKK’ya karşıydı” diye çark etmelerini filan ibretle izledik.
Ama kime anlatacaksınız? Yoktur utanmaları, vicdanları hiç yoktur.

Sunday, November 22, 2015

Bir ‘yemin’ ettim ki dönemem…

murat sevinc kelleMURAT SEVİNÇ
Bir memleket nasıl hem bu denli yavan, hem bu denli yorucu ve hem de bu denli heyecan dolu olabilir! Oluyormuş demek ki…
Yıllar önce, SBF’ye diplomatik yabancı dil dersine gelen çok sevdiğim emekli diplomat bir büyüğümüz vefat etmişti. Yaşını başını almış bir hocamızın vefat haberi aldığında ağzından çıkan ilk sözcüklerin, ‘Türkiye’den kurtuldu’ olduğunu hatırlıyorum. Bir yanıyla ne kadar yadırgatıcı, nahoş. Diğer yanıyla, ne denli içten bir tepki.
Türkiye ve dünyada olup bitenler üzerine az çok kafa yoran insanlara, yaşamlarının bir anında bu vahim yargıyı dillendirten bir yer Türkiye. İstanbul trafiğine benziyor topraklarımız. Belki dikkatinizi çekmiştir, İstanbul’da yaşayanlar trafik için ya ‘tıkalı’ ya da ‘akıyor’ tabirlerini tercih ediyor. Çünkü trafik hiçbir zaman ‘açık’ değil. Tümüyle ‘durmak’ ile ‘çok yavaş ilerlemek’ arasında bir yerlerde, her Allah’ın günü deliliğin sınırlarında geziniyor milyonlarca insan. Yapmaya çalıştıkları tek şey ‘bir yerden bir yere ulaşabilmek’ üstelik. Hepsi bu!
‘Yemin krizi’ adı verilen durum bunları düşündürdü. Çünkü 24 yıl öncesinde de yaşanmıştı. 1991 seçimleri ardından yemin eden Leyla Zana o yemini ettiği gün doğan çocuklar, bugün doktora aşamasında! Zana (ve arkadaşları) SHP çatısı altında girmişti TBMM’ye ve günün koşullarında son derece cesur bir iş yapıp Kürtçe ifadeler sarf etmişti. Tabii kıyamet koptu. Sonrasında yemin tekrar edildi vs…
O gün, o yeminin, o biçimde yapılmaması gerektiğini düşünen Kürt milletvekilleri de vardı; bunu herkes biliyor. Ben de yıllar sonra bizzat dinledim o vekillerin birinden. Ancak kendi aralarında anlaşamamışlardı. Bugün olduğu gibi. Her neyse, ‘açık’ olmayan ama tümüyle ‘tıkalı’ da olmayan Türkiye siyaseti, arada bir ‘akıyor’ işte. Hiç olmazsa bugün ‘saldırmaya’ kalkan olmadı!
Konuya dair son derece ‘sıkıcı’ bir anayasa değerlendirmesi yapmak isterim. Kısaca:

Öncesi

Nasıl olsa hiç kimse umursamıyor, bu nedenle sık yinelemekte yarar var! 2015’in 1 Kasım tarihinde yapılan seçim, demokratik bir seçim değildi.
‘Demokratik’ sıfatı, ‘seçim’in ayrılmaz parçasıdır. Daha açık ifadeyle, 2015 yılında bir seçimin ‘seçim’ olarak adlandırılabilmesi için, ‘demokratik’ ilkelere uygun yapılmış olması ‘zorunludur.’
Kasım seçimleri pek çok açıdan Haziran seçimlerinden dahi vahimdi. O meşhur 1946 seçimleri, şimdikinin yanında kırk kere zemzemle yıkanmış kabul edilebilir. Seçimler eşit koşullarda yapılmadı. Kamu kaynakları iktidar partisi lehine kullanıldı. TV’ler iktidar partisi ve devlet başkanı lehine olağanüstü orantısız yayın yaptı. Devlet başkanı taraf oldu. Muhalefet partileri serbestçe çalışamadı. Bir muhalefet partisi miting dahi yapamadı. Faili henüz açıklanmayan bombalar patladı. Toplum bizzat iktidar sözcüleri tarafından ‘beyaz Toros’larla tehdit edildi. Haziran’da HDP’ye oy veren milyonlarca seçmen ‘şerefsiz’ ilan edildi…
Saymakla bitmez. Bir kez daha: Türkiye’deki hiçbir anayasa/kamu hukukçusu bu seçimleri, arsızlık/yüzsüzlük yapmadan demokratik seçim başlığı altında anlatamaz. Bu kadar. Neyse ki memleketimiz arsız yazar yekûnu açısından hiçbir ‘sıkıntı’ yaşamıyor. İçimiz rahat…
Önemli olan şunu iyice anlayabilmek: Seçimlerin ‘serbest, eşit ve adil’ yapılması gerekliliği anayasal ve yasal zorunluluktur.
İktidar temsilcileri anayasal ve yasal zorunluluklara uymadı. Ve ne yazık ki 1950’den beri görev yapan, demokrasimizin ‘emniyet supabı’ YSK olan biteni izledi. HDP seçimlerin iptali için YSK’ye başvurdu. YSK bu haklı başvuruyu reddetti. Ret gerekçesi açıklayıp yayınlamadığı için, neden reddettiğini bilemiyoruz. Ama henüz alıklaşmadığımızdan, bu faslı şu varsayımla noktalayalım: YSK’nin yüksek yargıdan gelen yedi üyesi, Kasım seçimlerinin demokratik olmadığının farkında elbet. Buna mukabil YSK, farkında olduğu, görüp bildiği gerçeği söylerse ‘iptal’ tartışması gündeme gelecek. Ancak ‘Hayır, seçim ilkelerine bir aykırılık yoktur’ demeyi de kendine yakıştıramaz. Bu nedenle ‘Geçiştiriyor.’
Hukuken ‘açıklama yapmamak’, insani açından ‘insanların yüzüne bakamamak’ ile eşdeğer. Yüksek yargıdan gelen koskoca yedi yargıç. Bu durumda bize düşen, ‘Geçmiş olsun’ demek. Yazık.

Yemin aşaması

Demokratik olmayan seçimlerin resmi sonuçları açıklandı. Ardından olağan prosedür başladı. Önce yemin edilecek. Anayasa’da düzenlenen milletvekili yemini (md.81), ‘göreve başlamak’ için bir önkoşul. Kişi, seçildiğine dair tutanak kendisine verildiği andan itibaren milletvekili sıfatına sahip. O andan itibaren dokunulmazlığı var. Ancak TBMM’de görev yapabilmesi için yemin etmesi gerekiyor.
Yemin metninin içeriği, sözcükler şu bu… Hepsi tartışılır, itiraz edilebilir. Ama o itirazların anlamlı olabilmesi, örneğin metnin değiştirilmesi için bir öneri sunabilmesi de, öncelikle yemin edilmesine bağlı.
Bu tümüyle biçimsel bir ‘zorunluluk’ ve başkaca memleketlerde de farklı yöntemler var. Oralardaki vekiller de kendi kurallarına uyuyor. Obama ikinci kez seçildiğinde ABD Anayasa Mahkemesi (Yüce Mahkeme-Supreme Court) Başkanı ilk törende kendisini yanlış yönlendirince, yeminini bu kez Beyaz Saray’da yinelemek zorunda kaldı.
Bunlar biçimsel zorunluluklar. Keyfe bağlı değil. Vekil seçilen kişi, kürsüye ‘yalnızca’ yemin etmek için çıkar ve ‘başkaca bir söz söylemeden’ yemin metnini okuyarak kürsüden ayrılır. Bugün Deniz Baykal’ın mealen ‘Yeminden önce bir şeyler söylemesi anayasa aykırı değil, hatta besmele ile başlaması daha da sağlamlaştırır’ demiş olması, Baykal’ın fantezi dünyasının ürünü. O kürsüde bulunmasının tek nedeni ‘hayatta kalması/sağlıklı beslenmesi’ olan Baykal, son 50 yılını hizipçilikle geçirdiğinden sanırım artık sağlıklı düşünemiyor. Bu yöntemle, ‘yalnızca’ ama ‘yalnızca’ yemin metnini okumak için kürsüye çıkması gereken vekillerin her birinin, örneğin muhtelif dualar ya da sloganlarla başlamasının önünü açmış oldu. Kriz yokluğu çekiyorduk, hayırlı olsun!
Mensubu olduğu hareket nedeniyle ömrünü büyük haksızlıklara maruz kalarak geçiren, 1994’ün Mart ayında TBMM’de açıkça linç (sözlü!) edilerek dokunulmazlığı kaldırılıp alelacele yargılamanın ardından (arkadaşlarıyla birlikte) yıllarca cezaevinde kalan Leyla Zana, bu kez yemin metnindeki bir sözcüğü değiştirdi. Türk yerine ‘Türkiye’ ifadesini koydu. Siyasal açıdan yürekten katıldığım bir tavır. Anayasa’daki zaman zaman ırkçılığa varan etnik ifadeler sorunu bir an önce hallolmalı. Ancak halihazırdaki yemin metni de, ‘olduğu gibi’ okunmalı! Değiştirileceği güne dek.
Bir tavra siyasal olarak katılmak mümkün. Bu ‘katılma’, hukuksal açıdan yapılması gerekeni görmeyi engellemediği sürece. İki düzey birbirine karıştırıldığında, AKP’lilerin hukuka bakışlarıyla arada pek bir fark kalmıyor: ‘Beğenmedim, uymuyorum!’

Yemin sonrası

Hâl böyleyken, halen bir ‘vekil’ olan Zana, göreve başlayamadı. Yeniden okumayacağını açıkladı.
Sonuç:
1. Zana TBMM çalışmalarına katılamayacak (oy verme, komisyonlar vs.).
2. HDP’nin Meclis’teki ‘görev alabilecek’ üye sayısı, durup dururken bir kişi azalmış oldu.
3. Muhtemelen milletvekilliğinin düşmesi gerektiğini savunanlar olacak. Çünkü Anayasa’nın 84.maddesine göre, ‘Meclis çalışmalarına özürsüz veya izinsiz olarak bir ay içerisinde toplam beş birleşim günü katılmayan milletvekilinin milletvekilliğinin düşmesine…’ genel kurulca karar verilebiliyor. Bu durumda ya vekilliğin düşürülmesi gündeme gelecek ya da bildiğim kadarıyla ilk kez yaşanan bu sorun, ‘görmezden’ gelinecek. İhtimal dahilindedir.
4. Zana’nın ‘temsil’ için, seçmenler tarafından TBMM’ye gönderilmiş olması, sorunun hiç kuşkusuz hem ‘oy verenler’ hem de partinin üye sayısı gücü açısından, ‘parti içinde’ tartışılmasına neden olacak. Ancak bunun Anayasa’yla ilgisi yok.

Ezcümle

Sanırım bu memleketin yöneteni, siyasetçisi artık bir konuda karar vermek ve bunu yurttaşa ilan etmek zorunda: Türkiye’nin bir anayasası ve yasaları var mı yok mu?
Soru saçma, farkındayım. Ama bu sorunun yanıtına göre, biz sıradan, basit, vasat ve ölümlü yurttaşlar da, yurttaşlık görevlerimizi yerine getirip getirmemeye karar verebiliriz.
Örneğin parlamenter sistemi buzdolabına kaldırdığını söyleyen, dilediği kurala uyup dilediğine uymayan bir devlet başkanına, ‘Ben de vergi mevzuatını buzdolabına kaldırmak isterim, çok ağır bu vergiler, ödemek gelmiyor içimden’ ya da ‘Askerlik mevzuatından hiç hazzetmiyorum, gidilmesin askere’ diyebilme hakkımız var mı? Örneğin bu satırların yazarı, ‘İdarenin yansızlığı ilkesini anlamsız buluyorum, hazzetmediğim öğrenciler dersime girmesin lütfen, onlara diploma da verilmemeli’ diyebilir mi, diyemez mi?
Yasalara ‘beğendiğimiz’ için mi yoksa ‘bağlayıcı’ oldukları için mi uyuyoruz?  Yurttaşlık görevlerini yerine getirmeye çalışmak, siyasal bağlara yönelik bir uzlaşmadan mı yoksa akılsızlıktan mı kaynaklanıyor? Türkçesi; ‘Bizler yurttaş mıyız yoksa hıyar mı?’
Herhalde bu basit ve sığ soruların yanıtlanması gerekiyor. Aksi halde, anayasa ve yasaların istenildiğinde askıya alındığı, en basit anayasal ilkelere dahi uyulmadığı, yemin metninde bir sözcüğün değiştirilmesinin krize neden olduğu ancak o metni ‘doğru’ okuyanların her Allah’ın günü yeminini çiğnemesinin olağanlaştığı bir memlekette yaşamaya mahkûm oluruz. Olduk da nitekim. Bu mahkûmiyete, ‘Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığı’ diyoruz.
Bizi yönetenlerden, yaşamımıza dair karar alan o ‘büyük beyinler’den ya da onların şarlatanlığını yapanlardan biri çıksın ve genç bir insana, şu memlekette kuralara uymanın, dürüst yurttaş olmaya çaba harcamanın ‘erdem’ olduğuna dair tek bir gerekçe göstersin. Tek bir gerekçe. Fazla değil.
Memleketin haline uygun bir anayasal/hukuksal yorumla bitsin yazı: La havle…



Thursday, November 19, 2015

İşte IŞİD petrollerini satanlar: Barzani, Talabani, Erdoğan, İngiltere...

Nafeez Ahmed'in analizine göre Kürdistan'ın gaz ve petrol kaynaklarına tam manasıyla hakim olmaya çalışan ABD ve İngiltere IŞİD'in petrol kaçakçılığına göz yumuyor.

Nafeez Ahmed'in Middle East Eye ve Medium'da yayımlanan değerlendirmesine göre IŞİD'e karşı koalisyonun en büyük iki unsuru olan ABD ve İngiltere, bölgedeki önemli siyasi kaynaklara göre IŞİD'i dolaylı yoldan finansal olarak destekliyor. Ahmed'e göre ABD'li ve İngiliz petrol şirketleri bulanıklıklarla yüklü ve IŞİD'in karaborsa petrol satışlarını sağlayan jeopolitik üçgene aşırı derecede yatırım yapmış durumdalar.

Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) ve Türk askeri istihbaratının da IŞİD'in petrol kaçakçılığı faaliyetlerine destek verdiğinin belirtildiği analizde IŞİD'e zaman zaman bu odakların silah dahi sağladıkları bilgisi Kürt, Iraklı ve Türk yetkililere dayanılarak veriliyor.

Özellikle İKBY ile başlıca Kürt firmalarından birine petrol sağlamak üzerinden anlaşmalı olan İngiliz Petrol Şirketi "Genel Energy" firmasının IŞİD'in Türkiye'ye petrol satışlarında aracılık yaptığı iddia ediliyor. Bu firmanın bölgede doğrudan İngiliz Hükümeti'nin desteği ile bulunduğu bildiriliyor.

KÜRTLER, TÜRKLER VE GÖRMEYEN GÖZLER

IŞİD'in gelirlerinin ana kalemini petrol kaçakçılığı oluşturuyor. IŞİD, Suriye petrolünün %60'ını kontrol ediyor.

IŞİD'in dikkatlice kurulmuş bağlantılarla Türkiye ve İKBY aracılığıyla günde 45 bin varil petrol sattığı biliniyor. IŞİD'in bu petrolü piyasa fiyatının altında sattığı düşünülse bile 45 bin varil hacmindeki ticaret 3 milyon dolarlık nakit gelir anlamına geliyor.

Iraklı, Kürt ve Türk yöneticiler bu "kaçak" konusunda birbirlerini suçluyor. Bu başlığın Irak Merkezi Yönetimi ile IKBY arasındaki gerilim başlıklarından biri olduğu biliniyor.

KARMAŞIK İLİŞKİLER

IKBY ve Türk yetkililerin IŞİD'in petrol kaçakçılığına ilişkin her tür rolü şiddetle yalanlamakta, her iki hükümet de kaçakçılık operasyonlarına karşı önlem almakta. IKYB de kaçakçılık rotalarının belirlenmesi için ABD'li ve İngiliz yetkililer ile işbirliği içerisinde.

Öte yandan bütün bu önlemlerin etkisiz düzeyde olduğu yolunda veriler birikmekte.

Irak hükümetinden üst düzey bir kaynağa göre ABD'li ve Iraklı yetkililerin elinde,"kimi IKBY unsurlarının örtülü olarak karaborsada IŞİD'İn petrol satışlarına göz yumduğunu doğrulayan hatırı sayılır istihbarat" bulunuyor.

Irak hükümetinde yer alan üst düzey yetkililer ile temas halindeki Dava Partisi'nemensup bir kaynak, IŞİD'in Irak işgalinin, IKYB tarafından ilk başta bölgedeki kontrollerinin artırılması için bir olanak olarak gördüğünü belirtmiş. Bu bölgeler arasında ise, petrol zengini Kerkük ön plana çıkıyor.

IŞİD'in Kürt bölgesini kullanarak kaçakçılık yapmasına IKBY ve Peşmerge tarafından olanak sağlandığının bilgisine sahip olan Amerikalılar, bu konuda Bağdat hükümetine istihbarat sağlamış.

IKBY, ABD'nin baskılarıyla birlikte önlemleri artırsa da, kaçakçılığın hala devam ettiği belirtiliyor. IŞİD'in karaborsadaki petrollerinin satış gelirinden, IKBY'deki yönetici partinin, yani Barzani'nin Kürdistan Demokrat Partisi'nin (KDP) de faydalandığı iddia ediliyor.

IŞİD PETROLÜ VE ADANA

Aynı kaynaktan alınan görüşlere göre artan ABD basıncına rağmen Bağdat yönetimi de konuya gevşek bir yaklaşım sergiliyor.

Suriye ve IŞİD ile mücadele konusunda ikili oynadığı bilinen Türkiye'nin petrol kaçakçılığındaki rolüne dair birikmekte olan verilerden de bahsedilen yazıda, IŞİD'in kullandığı kaçakçılık zincirinin Türkiye'nin pek çok güneydoğu iline yayımış olduğu ve bu zincirin ucunun, petrol tankerleri için önemli bir liman olan Ceyhan limanının bulunduğu Adana'da sonlandığı belirtilmekte.

ABD HER ŞEYİ BİLİYOR

Iraklı kaynağa göre, ABD istihbaratı IŞİD ile Türkiye arasındaki petrol kardeşliğine ilişkin her faaliyeti biliyor.

Kaynak, ABD istihbaratının kaçakçılık operasyonlarının çoğunu dakikası dakikasına ayrıntılarıyla takip ettiğini ileri sürüyor.

Iraklı yetkili, ABD'nin bu istihbaratın bazılarını Irak merkezi hükümetine de ilettiğini kaydediyor. Kaynak, "Amerikalılar ne olup bittiğini biliyor" diyor.

TÜRKİYE'NİN ROLÜ

Yazara konuşan ve Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığı ile yakın ilişkileri olan bir kaynak da, IŞİD'in yükselişinde Türkiye'nin desteğinin merkezi önemde olduğunu kabul ediyor.

Türk kaynak, IŞİD'in Türkiye-Suriye sınırındaki kaçakçılık faaliyetlerinin "devasa"olduğunu söylerken, İslamcıları Türkiye'nin bölgedeki genişlemesinin bir parçası olarak gören Erdoğan ile Davutoğlu'unun tutumunun da bunu kolaylaştırdığını savunuyor.

Kaynak, Türkiye'nin IŞİD'in altyapısını yok etmeye çalışmadığını, yalnızca dikkatli bir şekilde saldırıldığını ileri sürüyor.

IŞİD'İN KAÇAKÇILIK HATTI

Geçen Mart ayında Maritime Security Review'da yayımlanan bir makaleye göre, IŞİD'in Türkiye'deki kaçakçılık ağı çok sayıda ili kapsıyor.

Bu kentler arasında Urfa, Hakkari, Siirt, Batman, Osmaniye, Gaziantep, Şırnak, Maraş, Adıyaman ve Mardin bulunuyor.

Kaçak petrolün son durağı ise, Ceyhan Limanı'na sahip olan Adana.

Makalede, Ceyhan Limanı'nın petrol ihraç hacmindeki ani yükselişlerle IŞİD'in zengin petrol yatakları civarına yaptığı saldırılar karşılaştırılmış. Sonuç; bunlar arasında pozitif bir bağlantı olduğunu gösteriyor.

Makalenin yazarları, kanıtların henüz "yetersiz" olduğunu söyleseler de, IŞİD petrolünün dünya pazarına Ceyhan'dan dağıtıldığına ilişkin güçlü kanıtlar olduğunu düşünüyorlar.

Yazarlar, ABD ve müttefiklerinin IŞİD'in petrol taşıdığı tankerleri, "yerel insanları provoke edeceği" gerekçesiyle vurmadığını, bu nedenle kaçakçılığın devam ettiğini vurguluyorlar.

KÜRDİSTAN VE IŞİD

Geçen Ekim ayında, eski bir IKBY milletvekili Burhan Raşid, Kürdistan yöneticilerini IŞİD'e finansman ve silah akışını kolaylaştırmakla suçlamıştı.

Raşid'in iddiasına göre, Erbil'deki bir siyasi parti, IŞİD militanlarına silah ve mühimmat veriyor ve karşılığında petrol alıyordu.

Kürdistan başsavcısı, Raşid'in iddialarını araştırmak yerine ona karşı gizli bir soruşturma başlattı. Ancak Ocak ayında, IKBY İçişleri Bakanı ile Doğal Kaynaklar Bakanı'nın başında bulunduğu bir komite, Raşid'in iddialarını büyük oranda doğruladı.

Komite'nin nihai raporuna erişen parlamento kaynaklarının Rûdaw'a aktardığına göre, KDP ile birlikte Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) ve Peşmerge yetkilileri de bu yasadışı ticarete bulaşmıştı.

NOKAN GRUBU VE KYB

Ancak en sonunda, IKBY yönetimi ile yakın ilişkileri olan petrol şirketi Nokan Grubu'nun IŞİD petrolünün satışını kolaylaştırdığı ortaya çıktı.

İddiaya göre, IŞİD'in kontrolündeki Beyci'den yola çıkan rafine edilmiş petrol, Nokan'ın paravan şirketi olan Meer Soma'nın sahibi olduğu ya da işlettiği tankerlerle Kerkük'e ya da Kürdistan'a götürülüyordu.

Nokan Grubu ise, KYB ile bağlantılı. Şirketin, Süleymaniye'deki KYB ofisinden yönetildiği iddia ediliyor. Şirket, yolsuzluk ve kayırmacılık iddialarıyla biliniyor.

The Nation'da yayımlanan bir araştırmaya göre, Kürdistan'daki en karlı şirketler, özellikle de inşaat sektöründe faaliyet gösterenler, Barzani ya da Talabani'ye ait.

Celal Talabani'nin şu anda IKBY Başbakan Yardımcısı olan oğlu Kubad Talabani, bir zamanlar IKBY'nin ABD temsilcisiydi. Büyük oğlu Pavel ise, Süleymaniye'de bulunan IKBY'nin anti-terör timini denetleyen isim.

İşte bu Pavel'in baldızı Şanaz İbrahim Ahmed, KYB'nin İngiltere'de medya ilişkilerinden sorumlu ismi. Şanaz aynı zamanda Nokan'ın mali işlerinden de sorumlu.

İNGİLTERE BAĞLANTISI

Nokan'ın sahip olduğu Bayzan Rafinerisi'nde ise, İngiliz devleti ile güçlü bağlara sahip bir şirket çalışıyor.

O şirket, 2011 yılında Türk şirketi Genel Enerji ile İngiliz şirketi Vallares Plc'nin birleşmesinden oluşan Genel Energy. Şirketin başındaki isim, BP'nin eski CEO'larından Tony Hayward.

IŞİD'e yardım ettiği iddia edilen kurumlarla çalışmak konusundaki tutumları sorulduğundaysa, Genel Energy Sözcüsü Andrew Benbow, "Bunlar, bize değil de IKBY'ye sorulması gereken sorular" cevabını verdi.

Kaynak: Haber Sol

Thursday, November 12, 2015

1 milyon dolar ederindeki ‘Türk yurttaşlığı,’ Kürtler ve binlerce kayıp yaşam…

 

murat sevinc kelle
MURAT SEVİNÇ
AKP’li bakanın konut satışını artırmak için sunduğu öneri, bizlere Kürt sorununun önemli başlıklarından biri olan ‘yurttaşlık tanımı’ üzerine düşünmek için, derslerde okutmaya değer ‘eşsiz’ bir fırsat sunuyor. Bilindiği gibi ekonomi bakanı, konut satışını artırmak için yabancılara satılacak pahalı daireler karşılığında ‘yurttaşlık’verilebileceğini, bu uygulamanın başka ülkelerde de olduğunu açıkladı.
Türkiye’de 80 yıldır büyük acıların çekilmesine, 30 küsur yıldır binlerce insanın ölmesine neden olan Kürt sorununun çözümü bağlamında tartışmalı konulardan biri, ‘yurttaşlık tanımı’na getirilen itirazlar. Konu, bir yanıyla ‘Bu devirde nasıl böyle bir sorunumuz olabilir?’ dedirtecek kadar yavan, diğer yanıyla binlerce yurttaşın canını yitirmesine neden olacak kadar vahim.
Tek köken değil, aynı yurttaşlık
Devleti kurtarmak…
Hak edilmesi gereken Türklük
Asıl çarpıcı olan…
Bağlar kalum
Aynen ‘kahraman bedelli Türk askeri’ gibi
Anayasa’nın 66.maddesi ‘Türk vatandaşlığı’ başlığını taşır. Hükmün ilk fıkrasına göre, ‘Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.’ Dolayısıyla anayasaya göre Türkiye’de yaşayan Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Çerkezler, Lazlar vb. Türk’tür.
Buradaki ‘Türk’ sıfatı, hükmün lafzından da anlaşılabileceği gibi herkesin tek bir etnik kökenden geldiği değil, herkesin ‘aynı’yurttaşlık sıfatına sahip olduğu anlamında kullanılır. Anayasa benzer ifadeler içerdiği gibi, bazı maddelerinde Türklüğe yurttaşlık tanımının çok ötesinde yer verir. Türklük, Cumhuriyet’in ilk anayasası 1924 metninde de yer almış ve örneğin bugün temel haklar olarak adlandırılan hak demeti, 1924 Anayasası’nın beşinci kısmında ‘Türklerin kamu hakları’ başlığı altında düzenlenmişti. Buradaki ‘Türklerin’ ifadesi de ‘yurttaş’ anlamındaydı.
Buna mukabil, günümüzde tartışılan bu açmazın sorumlusu da yine 1924 Anayasası. O dönemde seçilen sözcükler de göründüğü kadar masum değil. Öncelikle şunu hatırlatmakta yarar var: 1924 Anayasası’nın yurttaşlık tanımı bugünkünden çok daha başarılı. 1924 Anayasası’nın 88. maddesine göre, ‘Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese Türk denir.’ Eski Türkçe haliyle, ‘…Türk ıtlak olunur.’
Demek ki 1924 metni ‘Türk’tür’ yerine, daha uygun olarak ‘Türk denir’ ifadesini tercih etmişti. Bu tanımda ırkçı bir eğilim olduğu kanısında değilim. Ancak maddenin kabulü sırasında TBMM’de yapılan tartışmalara bakıldığında söz konusu kanıyı korumak pek mümkün değil.
Söz konusu tanım, açıkça başta Ermeniler olmak üzere Gayrimüslimleri ‘dışarıda’ bırakmak ya da daha doğru bir ifadeyle‘onları Türklük sıfatına layık görmemekle’ ilişkili. Gerekçesi şu: Malumunuz, ‘Türklük’ bilinci 19’uncu yüzyıl milliyetçilik akımından ilk etkilenenlerden Yunanlıların yaklaşık 100 yıl ardından ortaya çıktı. Osmanlı’da Türklük, çevrelendiği diğer unsurlar ve millet sistemi (Gayrimüslimler) nedeniyle şimdiki gibi gündemde değildi. Hatta Osmanlı düşünce yaşamının canlandığı yılların ‘Devleti nasıl kurtarırız?’ kaygısında asıl vurgu çoklukla (örneğin Namık Kemal’de olduğu gibi) İslam’a yapılıyordu.
Türklük, büyük ölçüde Balkan savaşları sonrasında diğer kimliklerden fazlaca umut kalmadığında gündeme geldi. İttihatçılar tarafından, elde kalan her ne varsa bir arada tutmanın yolu olarak, imparatorluğun kurucu unsuru ya da bir diğer değişle‘evlad-ı fatihan’ sıfatıyla vurgulanır olmuştu. Türk Yurdu Cemiyeti’nin kuruluşu 1911, Türk Ocakları’nın kuruluşu 1912’ydi. Tabii tüm bu tercihlerin İttihatçıların 1908 II. Meşrutiyet ardından bir ‘ulusal burjuvazi’ yaratma işine giriştikleri döneme denk gelmesi rastlantı değil. ‘Tersaneler, fabrikalar, vapur, tren Türkündür; Ey Türkoğlu işte senin orasıdır vatanın’ sözleri, İttihat ve Terakki’nin ideologu Ziya Gökalp’e aittir!
Mustafa Kemal ve kurucu kadro, 1924 Anayasası’na dek Türklüğe pek vurgu yapmadı. İki önceki yazıda anlatmaya çalıştığım gibi, 1921 Anayasası’nda bu sözcük geçmiyordu. Buna mukabil Cumhuriyet’in ilk anayasası 1924’ün görüşmelerinde konu gündeme geldi ve yukarıda naklettiğim tanım benimsendi. Görüşmelerde Meclis üyeleri, Osmanlı kimliği yerine ne konulacağı, tebaanın nasıl adlandırılacağı üzerinde durur. Türkçesi: Bu toprakta yaşayanlara ne denilecekti?
Meclis’e gelen ilk metinde, ‘vatandaşlık bakımından’ ifadesi yer almıyordu. Buna iki temel itiraz yöneltildi ki bu yazı bağlamında bizi ilgilendiren, ikincisi. Vekillere göre, ‘milli mücadelenin sıcaklığı hala hissedilirken herkese Türk denilecek olması’olacak iş değildi. ‘Lisan ayrılığı, mektep ayrılığı ve devlet ayrılığı’ güden unsurlara, Türklük sıfatı uygun görülemezdi.
Anlayacağınız, vekillerin çoğu Türklüğün ‘hak edilmesi gerektiği’kanısındaydı. Gelibolu mebusu Celal Nuri, ‘Bunlara eğer Türklük sıfatını vermeyecek olursak ne diyeceğiz’ sorusunu yönelttiğinde, Genel Kurul salonunda ‘Türkiyeli’ sesleri yükseldi. Hatta Konya mebusu Naim Hazım bu yönde bir değişiklik önergesi de verdi ancak kabul edilmedi. Sonunda Suphi Bey, ‘vatandaşlık bakımından’ ifadesi eklenmesini önerince, sorun çözüldü.
Demek ki şu iki saptamayı yapmak olanaklı: 1. 1924 Anayasası’ndaki vatandaşlık tanımının gerekçesi, ‘içimizdeki İrlandalılara (!)’ Türklüğün ‘layık’ görülmemesiydi. 2. Buna mukabil ‘Türk denir’ ifadesi, hiç kuşkusuz bugünkünden daha başarılı bir düzenlemeydi. Yurttaşlık tanımı, 1961 Anayasası’nda bugünkü tartışmalı şekle büründü.
Özet ve sonuç: Anayasa’daki tanım daha çok tartışılır nasıl olsa. Biri ‘Türkiyeli’, diğeri ‘Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı’, beriki‘Türk’tür’ der. Sonunda iyi kötü bir çözüm bulunur. Ancak şu aşamada asıl çarpıcı olan, ekonomi bakanının 500 bin-1 milyon dolar arası bir meblağa yurttaşlık verilebileceğini açıklaması.
Doğru, başkaca ülkeler de var bunu yapan. Sorun şu ki Türkiye’de Kürtler henüz bu denli yüzeysel görünen bir konuda dahi Türkleri, partileri, müesses nizamı ikna edememişken, yere göğe sığdırılamayan ve Türk milliyetçilerince neredeyse kutsal ilan edilen bir ‘sözcüğün’ ederi, birkaç yüz bin dolar. Kapitalizm, hele ki milliyetçi-muhafazakâr riyakârlığıyla hemhal olunca daha da matrak hale geliyor. Adam ‘Ben Türk değilim kardeşim, ne diye bana zorla Türk diyorsun’ dediğinde canını çıkarıp sonra parayı bastırana o ‘sıfat’ı hediye etmek…
Malum Eski Türkiye’de yurttaşlık, örneğin Hitler’den kaçıp Türkiye’de yıllarca öğrenci yetiştiren çok değerli kimi biliminsanlarına verilmişti ve o haliyle ‘anlamlı/değerli’ bir semboldü. Gel gör ki ‘Cilalı Türkiye’de geçer akçe bambaşka.
Aman yanlış anlaşılmasın, daire karşılığı yurttaşlık tedarikine karşı filan değilim. Kapitalistler birbirini sevdiyse, bize ‘he’ demek düşer! Sonuçta ben de, bu yazıyı okuyacak olanlar da nasıl bir sistemde yaşadığımızın farkındayız. Ayrıca Batı demokrasilerinde de bir miktar mal mülk sahibi olmadan eşit (seçebilir ve seçilebilir) yurttaş kabul edilebilmek hayli zaman aldı. Demokrasinin beşiği İngiltere’de ‘eşit oy’a geçiş tarihi 1948’dir. Öncesinde kimi İngilizlerin birden çok oy hakkı vardı. Demem o ki kapitalizm, mülkiyet, yurttaşlık ve temsil arasındaki bağlar malum.
Bu satırların yazarı için yurttaşlık, Kanada, Belçika yurttaşlıklarından daha değerli ya da değersiz değil. Hasbelkader burada doğmuşum, Türk diyorlar. Norveç’te doğmuş olsaydım da sabah akşam ‘Neden Türk yurttaşı değilim, bu ne azap böyle Rabbim’ diye gözyaşı dökmezdim sanırım. Mesele, iş milliyetçilikle göz boyamaya geldiğinde, yurttaşlık gibi tarihsel yükü olan bir takım ‘olgular’a sıkı sıkıya sarılıp para kazanmak söz konusu olduğunda o yurttaşlığın ‘ederi’ni hesaplayan zihniyetin hali pür melali.
Aynen ‘kahraman bedelli Türk askeri’ vakasında olduğu gibi. Bir yandan şehit edebiyatıyla yoksul insanları sömürüp diğer yandan Anayasa’da ‘vatan hizmeti’ olarak tanımlanan askerliği ‘uygun bedel’e bağlamak. Vatan hizmetinin son ederi 18 bin TL idi yanılmıyorsam. Bir öncekiler ise yaklaşık iki kat daha vatanseverdi, 30 bin ödemişlerdi…
Kapitalizmin, Türkiye’deki haliyle ‘müteahhit kapitalizmi’nin, dolara tahvil edemeyeceği hiçbir şey yok kuşkusuz. Eğer bakanın önerisi bir gün yasalaşırsa ‘Türk yurttaşlığı’nın’ da ‘eder’i belirlenmiş olur.
Bu sistemin doğası gereği, her şey mümkün mertebe alınıp satılır. Yeter ki Kürtler, Aleviler, ezilenler bir hak talebinde bulunmasın; aman ha! Onlar ‘hak’ dediğinde iş değişir, aslında olmayan o çizgiler birden bire kızarır, hiçbirinin ciddiye almadığı en bayağı‘prensipler’ ortaya saçılır, marşlar okunur, linç ve savaş başlar. Peşi sıra, binlerce gencin cenazesi…
Kapitalistin imanlısını izlemesi de pek eğlenceli diyeceğim ama değil ne yazık ki…

Sunday, November 8, 2015

Suriye Kokteyli Ceyda Karan


Memleket ahalisinin savaş korkusunu körükleyip otoriter tek parti rejimini sağlama aldıran tekrar seçimin, dış politikadaki tezahürleri de iç açıcı değil. En başta silaha bürünmüş siyasal İslamcılıktan mustarip olup, Türkiye’de seküler damarın başarısını arzulayan Suriyeliler açısından… 
Tebriklere bakın göreceksiniz... Rusya’nın denkleme girmesiyle sersemlemiş cihatçı Selefilerin ezici çoğunlukta olduğu silahlı gruplar, AKP zaferinden pek memnun. Moralleri tavan yapmış, tebrik beyanatlarını esirgememişler. Kimlerden oluştuğu meçhul cılız ÖSO, Nusra ve ideolojik açıdan farksız Ahrar üş Şam’ın başını çektiği Fetih Ordusu ile Suriye İhvan’ı dahil 15 grup, Erdoğan ve AKP hükümetinin “Suriye devrimine desteğinden hiç ödün vermediğini” belirterek, seçim başarısıyla güçlenerek bölgeye “istikrar taşıyacağı” kehanetinde bulunmuşlar. Aksi “nankörlük” olurdu...
Viyana bildirisinden mevzuya bakın, rahatlarsınız. En başta 1. maddedeki “Suriye’nin seküler karakteri” vurgusu var. Ve 6. maddede “IŞİD ile BMGK tarafından terörist olarak tanımlanmış gruplara ilaveten katılımcıların üzerinde uzlaştıkları gruplaryenilgiye uğratılmalı” bahsi… Yani Ahrar ve türevlerinin çözüme yanaşsalar “sekülerolacaklarını”, IŞİD’e yanaşsalar “yok edilecekleri” sonucuna varabilirsiniz. Bildirinin uygulanabileceği kanaatindeyseniz Türkiyemize bunları “sekülerleştirmek” düşecek demektir. Peki, Türkiye’yi yönetenlerin Suriye kriteri “sekülerlik” olsa, sahadaki tek seküler güç olan YPG/YPJ’ye farklı bakması icap etmez mi?
İncirlik’e, IŞİD’in hava gücü bulunmadığından kime karşı olduğu aşikâr havadan havaya füze atabilen F15C’ler konuşlandırılması yahut YPG’ye silah yardımında “ayak sürüyen” beyanlar eşliğinde 20-30 ABD özel kuvvetler danışmanı gönderilmesi; Rusya’nın Suriye’nin kuzeyindeki de facto uçuşa yasak bölgesine karşı yeni hamlelerin habercileri. 
Akla elbette Türk ordusunun Selefi cihatçıları “ılımlılaştırma/sekülerleştirme” retoriği eşliğinde “güvenli bölge” kurmaya mı soyunacağı geliyor...

***
“Ne menem bir devrim”, “ne menem bir demokrasi” sorusu abes elbette. İki ay önce “ılımlı yok” diyen Batı medyası, işe Rusya ile küresel/bölgesel rekabet girdiğinden beri “isyancı” tanımına jet hızıyla döndü. Türkiye’de de malum trend berdevam. Her derde deva IŞİD virüsü ile Kürt alerjisi kokteyllenirken, gasp ettikleri Halep ve İdlib’de şeriat yönetimi kuranların “Suriye’de demokrasi arzu edenler” diye lanse edilmesi vaka-i adiyeden.
***
Yine de bardağın dolu tarafına bakalım. “Ilımlı cihatçılar”, “IŞİD cihadından” şu açılardan ayrılıyorlarmış: Suriye’de demokratik seçimlerin sonuçlarına saygı göstereceklermiş. Büyük güçlerin bir şekilde “Esad’lı” öngördükleri geçiş sürecine, 8. maddesinde “Suriye’nin geleceğine Suriye halkı karar verecektir” yazılan 30 Ekim tarihli Viyana bildirisini ekleyin; üstüne Le Figaro’nun “Suriyelilerin yüzde 70’inin Esad’ı desteklediği” anketi doğruysa eğer, buna da saygı gösterirler belki. Sonra, diğer din ve mezhepleri tanımaya hazırlarmış. Söylemin kibrini boşverin, bu azınlıklara “soykırıma girişilmeyeceği” demekse, pek hayırlı. Sonra “küresel cihatyerine kendilerini Suriye ile sınırlıyorlarmış”. Eh Batı da Rusya da rahat nefes alabilir!
***
Vekâlet savaşının sürdüğü Suriye’de işin ideolojisini tırmalamaya gelmiyor. “Ilımlı cihatçılar” rejimi devirseler, icabında “Meksika tipi başkanlık sistemi” de kurarlar. Rusya yüzünden IŞİD’le elbirliği ederlerse, ne yaparız! Kaygımız bu. 
***
Geçelim. Topu aldatmaca. Sahada bir tarafın üstünlüğü belirmeden diplomatik çözüm beklemeyin. Türkiye’de İslamcılığın tekrar seçim zaferi, memlekette Kürtler içinde ayrımı körükleme eşliğinde sınırın ötesinde seküler YPG/YPJ güçlerine “İslamcılık” sopası demektir. Dışişleri Bakanı Feridun Sinirlioğlu’nun geçen hafta Erbil’de sağ/ muhafazakâr Barzani yönetimine manidar desteği eşliğinde, Rojava’daki PYD’ye baskı talebiyle IŞİD’e karşı askeri eylemin eli kulağında olduğunu söylemesini not edin...

Friday, November 6, 2015

Rus Vietnam'ı mı?

Sina’da düşen Rus uçağının IŞİD tarafından yerden vurulmuş ya da içerden bomba ile patlatılmış olabileceği ihtimali Rusya’nın sadece kendi evinde değil her yerde hedef olabileceğini gösteriyor. Amerikalılar uydu görüntülerinden hareketle uçağın olduğu koordinatlarda içerden ya da dışardan patlamaya delalet eden bir parlama olduğunu söylüyor.
Kimi uzmanlar yerden omuzdan atılan füzeyle 30 bin fitteki uçağın vurulamayacağına işaret etse de akla ister istemez 2014’te Irak’ta IŞİD’in eline geçen Amerikan yapımı Stinger füzeleri geliyor.
Rusya’nın Suriye’de burnunun sürtülmesi elbette Amerikalıların da canına minnet.
CIA’in selefi cihatçılar üzerinden ne tür örtülü operasyonlar çekeceği bahse açık bir konu. Tam bu noktada Sovyetlere karşı Afganistan’daki Amerikan tuzağını hatırlatmakta fayda var. CIA’in Afgan mücahitlerini Sovyet müdahalesine karşı Stinger roketleriyle donattığı bilinen bir gerçek. Ama eski CIA Şefi Robert Gates, ‘From the Shadows’ adlı kitabında Sovyet çıkarmasından 6 ay önce Amerikan istihbaratının mücahitlere yardıma başladığını ifşa etmişti. Dönemin Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski de resmi tarihin CIA yardımlarının 1980’de başladığını kaydettiğini ama gerçekte Başkan Jimmy Carter’ın gizli yardım programını 3 Temmuz 1979’da imzaladığını teyit etmişti. Sovyet müdahalesinin başlangıç tarihi 24 Aralık 1979. Brzezinski mücahitlere Stinger göndermeleri nedeniyle asla pişmanlık duymadıklarını, bu yardımın Sovyet işgalini kışkırttığını, Afgan tuzağı sayesinde Rusların kendi Vietnam’ını yaşadığını ve nihayetinde çöktüğünü söylüyor.
Elbette Rusya, Suriye’de oyunu kendi kurgusuyla oynuyor. Ruslar Amerikalıların hiç de beklemediği bir zaman ve biçimde sahneye çıkıp Batı-Körfez koalisyonunun oyununu bozdu. Burada Rusları Suriye’ye çekmek için bir tuzak kurulduğundan söz edilemez. Durum Afgan kurgusundan çok farklı. Ama madem Ruslar oyuna dahil oldu o halde hedefe ulaşmasını önlemek için boş duracak değiller. O yüzden diyorum ki askeri çakışmaları önlemeye yönelik işbirliği kanalları açık olsa da Rusya’nın başına bir takım çorapların örülmesi ihtimal dahilinde. CIA ve Suudi istihbaratının sözde ‘ılımları’ silahlandırma bahanesiyle Rusya’ya karşı sahaya omuzdan atılan hava savunma sistemlerinden (MANPADS) sürmeleri şaşırtıcı olmaz.
Kaide’ye bağlı Nusra Cephesi lideri Muhammed Colani, Kafkasya’daki mücahitlere Suriye’deki operasyonlara misilleme olarak Rus sivil ve askerlerin öldürülmesi çağrısı yaptı.
Bu çağrı ne kadar karşılık bulur bilmiyoruz ama bildiğimiz şey Kafkasya’daki cihatçılarla Suriye’deki gruplar arasında bağların artan oranda geliştiğidir.
Ki Putin’in Suriye’ye müdahale gerekçelerinden biri de 2600’ü Rusya vatandaşı olmak üzere eski Sovyet bölgesinden 7 bin kişinin IŞİD ve Nusra gibi örgütlerin saflarına katılmış olmasıydı. Suriye sahnesinde Kafkasya bağlantılı savaşçılardan kimi IŞİD’e, kimi Nusra’ya katılırken kimi de doğrudan Kafkasya Emirliği’ne bağlı kaldı.
Tahminler kısa vadede Rusya ile hesaplaşmak için Kafkasya’dan daha fazla savaşçının Suriye’ye akacağı, uzun vadede ise bunların eve dönüp yeni cepheler açacağı yönünde.
Cund el Şam lideri Müslim Şişani, El Cezire Türkçe’ye verdiği röportajda “Koalisyon uçakları bir vuruyorsa Ruslar 10 vuruyor” diyerek Rusların ciddiyetini teslim ederken Kafkasyalı cihatçıların Rusya ile Suriye’de hesaplaşacağını söylüyor:
“Biz Çeçenya’da 2 bin kişi ile 200 binden fazla Rus askerine karşı çok zor şartlarda savaştık. Ruslarla kapanmayan bir hesabımız var. Onların Suriye cephesine gelmesi bir yandan bizi sevindirdi. Tüm Kafkas savaşçılar yarım kalan hesabı görmek için sabırsızlanıyor... Rus egemenliğinde yaşayan Müslümanlar bundan sonra daha fazla Suriye’ye akın edecektir. Önceleri Kafkas cephesinde ulaşım sorunu olduğu için o savaşa katılamayan kardeşlerimiz Allah’ın izniyle Suriye’ye bir şekilde ulaşacaklar ve Ruslara hak ettiği dersi burada verecekler.”
Birtakım ilave önlemler alınsa da Rusya zaten Kuzey Kafkasya’da hep alarmda. Çeçenya’da savaşın resmen bittiğinin ilan edildiği 2009’dan beri operasyonlar asla sona ermedi. Üstelik 2014 Soçi Olimpiyat Oyunları öncesi güvenlik şemsiyesi son derecede genişletildi ve olağanüstü hal çok da gevşetilmedi.
Rusya, Suriye’de Beşşar Esad yönetimine desteğini sürdürürken Kafkasya Emirliği’ne karşı operasyonun şiddetini arttırdı. İçişleri Bakanlığı’na göre 2015’in ilk 10 ayında Kuzey Kafkasya’da 1345 operasyon yürütüldü, 447 militan öldürüldü ya da tutuklandı.
Kavkazki Uzel’in derlemesine göre operasyonlarda 2011’de 750, 2012’de 700, 2013’te 529, 2014’te 341 kişi öldü. Yani düşük yoğunluklu bir savaş hali sürüyor.
Bu süreçte özellikle lider kadrosu hedef alındı. Kafkasya Emirliği lideri Doku Umarov 7 Eylül 2013’te, halefi Ali Ashab Kebekov 19 Nisan 2015’te, onun halefi Muhammed Süleymanov da 11 Ağustos 2015’te öldürüldü. Güçlü figürlerin sahneden çekilmesi Kafkasya Emirliği’nin havuzunu IŞİD ve Nusra’ya daha fazla açık hale getirdi. Fırsatı iyi değerlendiren IŞİD, hilafetin ‘Kafkasya Vilayeti’ni ilan etti.
Rusya, Suriye seferinden sonra da Kafkasya’da kimseye göz açtırtmıyor. Çeçenya’da 29 Ekim’de 17 kişi IŞİD üyesi oldukları şüphesiyle gözaltına alındı. 2 Kasım’da yine bazı kişiler gözaltı alındı. Gözaltına alınmak için ‘Selefi’ görüntüsü vermek yani ‘bıyıksız sakal’ bırakmak yeterli. Kafkasya’daki savaşçıların Suriye’ye kaymasının bir nedeni de bu tür operasyonların yoğun ve şiddetli olması. Bu haliyle Rusya evdeki savaşı uzak bir cephede sürdürmüş oluyor. Saldırı beklentisinin yüksek olduğu başkent Moskova’da da 11 Ekim’de Suriye’de IŞİD tarafından eğitildikleri öne sürülen bazı kişiler bir baskınla ele geçirildi.
Rusya’yı Suriye’ye müdahaleden dolayı ne tür bir bedel bekliyor? 1979-1989’daki Afganistan hezimetinin tekerrüründen kaçınmak için Rus siyasi aklının yeterince tetikte olduğunu sanıyorum. Yine de Rusya’yı bekleyen riskler ne kadar elimine edilebilir?
KAFKASYA NE DURUMDA?
Suriye’nin yansımalarına kafa yorarken yakın planda olan bir diğer yer kuşkusuz Kafkasya.
KAYIPLAR PUTİN’İ ETKİLER Mİ?
Beri tarafta Ruslar da uçak kazasından sonra Suriye’deki savaşa karışmanın mantığını sorgulamaya başladı. Bu tür bir bedelin Putin’i geri adım attırma ihtimali önceki pratiklere bakıldığında zayıf. Mesela Birinci Çeçenya Savaşı sırasında 1995’te Budennovsk kentinde Çeçenlerin 1500 kişiyi rehine aldığı eylem savaşın seyrini değiştirmiş ve sonunda Boris Yeltsin yönetimi, Çeçen-İçkerya Cumhuriyeti ile barış anlaşması imzalamak zorunda kalmıştı. İkinci Çeçenya Savaşı’nı durdurmak için rehine alma eylemi Beslan’da bir okulda tekrarlandığında Putin, talepleri reddedip 334 rehinenin canı pahasına operasyon yapmıştı. Putin’in Suriye operasyonu ile Rusların emperyal gururunun üzerindeki şalı kaldırırken belli kayıpları göze almış olması yeni Çar’ın siciline pek de ters düşmez.

Sunday, November 1, 2015

Gereği düşünüldü

02.11.2015 08:10
Sonuçlar gazetemizin manşetindedir. Tekrarlamayayım.
Aslında ortaya çıkan berbat tablo karşısında fazla söze de gerek yok.
AKP ve IŞİD ittifakı saldırısı altında bir seçim süreci yaşadık ve “demokrasi” diye avunuyoruz.
Ve AKP tek başına hükümet kuracak çoğunluğu “gasp” etti.
Seçim sonrası neler olacak? İstikrar olmayacak, sadece şiddet ve baskıyla faşizmlerini koyulaştıracak ve yaygınlaştıracaklar…
“1 Kasım 1922: Saltanatın kaldırılması. 1 Kasım 2015: Saltanatın kaldırılması” denklemini kuranlar için de bir hüsran.
Bundan böyle canhıraş şekilde “Kasım biiir, tekbiiir” diyecekler.
Ama saltanat faşizmi sevdalılarına biz de yine kendi kelimelerimizi tekrarlayacağız: Faşist, hırsız, katil, yalancı, ahlaksız… Çünkü bunlar birer hakaret kelimeleri değil, durum tespiti için kullanılması zorunlu kelimeler…
Rejim artık fiilen açık faşizme yöneldi.
Şurası kesin gibi: Fiilen değiştirdim dediği rejimi bundan böyle fiilen açık faşizmle, tek adam diktasıyla yönetmeye koyulacak. Sonuçlarını hesap etmez mi? Bakalım elindeki hesap sokaktaki hesaba uyacak mı?
Ve seçim sonuçları belli ki sadece Türkiye için değil aynı zamanda Ortadoğu için de bir sonuç (ya da başlangıç), Kürt sorunu değil artık Kürdistan sorunu söz konusu olduğunda “tek başına” iktidar yeter mi?
Seçim sonrasının provası zaten öncesinde “Her yer AKP her yer faşizm” diye anti-Gezi bir vahşetle sokağa döküldüklerinde yapılmıştı. Elbette “geçici ve gidici” görülen AKP şimdi tek başına hükümet, inşa ettikleri faşizm ve cemaatleştirdikleri cemiyet giderek vahşileşecek.
Tekrar altını çizelim:
Fiilen açık faşizm günleri bizleri bekliyor.
Ama biz de yine “beklersek” asıl felaket işte o zaman gelecek.
Çünkü her zaman bir “yarın” olur ve dolayısıyla “bugün” hep yarım kalır.
Kendi yarınlarımızı ve yarımlarımızı tamamlamak ve onların heveslerini yarım bıraktırmak şart…
Çünkü AKP faşizmi ve şimdi açık faşizmi henüz sözüm ona seçmen sayısının bile ancak yarısını temsil edebiliyor. Toplumun tamamını teslim almak o kadar kolay mı?
Gereği düşünüldü:
“Seçimler” de yapıldıysa, artık söz tamamen sokaklarda, görev açık faşizm karşısında kendimizi tamamlamakta…