Thursday, December 27, 2012

Kara Kedi mi ,Kunta Kinte mi ?



Akın Üner
Drama Köprüsü köşemizin televizyon versiyonu, Cuma akşamları Yerel Klas TV’de yayınlanıyor. Her ne kadar uydudan izlenebilme olanağı olmasa da bir hayli izleyicisi olduğunu sevinerek görüyoruz. Hatta İlyasköylü bir dostumuz, “Sizi izlemek için Cuma akşamı uydu anteninin fişini çekip normal anteni takıyoruz” bile dedi. Haliyle mutlu oluyoruz bunları duydukça...
Yılbaşından önceki son Drama Köprüsü’nün konuğu Samsun’un Tekkeköy İlçesine bağlı Çinik Beldesine iskan edilmiş bir mübadil aileden gelen Refika Dural Hanımefendi idi. Atalarından duyduğu masal tadındaki öyküleri kendi hayal gücü ile yoğurarak gerçekten ilginç kitaplar kaleme alan bir yazar Refika Hanım... “Zübeyde Hanım ve Dudu Ninem” isimli kitabında, Atatürk’ün annesi ile kendi koca ninesinin çocukluk arkadaşı olduklarını anlatan Refika Dural’ın yeni kitabı “Karakedi” yakında okuyucuyla buluşacak.

DEBRELİ HASAN
Refika Hanım, Çinikli Karakedi sülalesinden geliyor. Bu aile lakabının ise Debreli Hasan türküsünde sözü geçen Kara Kedi’den geldiğini söylüyor.
“At martiniyi bre Debreli Hasan, dağlar inlesin... Drama Mapusunda Kara Kedi dinlesin” diyor ya meşhur türkümüz... İşte o Kara Kedi, büyük dedemmiş diyor. Öykünün buraya kadar olan kısmını inandırıcı bulduğumu söylemeliyim. Çünkü Kara Kedi sülalesinin kökleri Kavala ili, Sarışaban kazasının Çayleyik köyüne kadar iniyor. Çal Dağları’nın zirvelerindeki bu eski Türk köyünün insanları mücadeleci ruhları ve mertlikleriyle bilinir. Gözlerini budakdan esirgemezler, doğru bildiklerini sonuna kadar savunurlar. Bu özellikleri, dördüncü kuşak gençlerde bile aynen görünüyor. Genetik demek ki!
Gerek Türk mübadiller, gerekse mübadele ile Sarışaban civarına giden Rum mübadiller ile yapılan sözlü tarih çalışmaları da ismi Hasan olan bir çete liderinden (çete ya da bizimkilerin deyimiyle kaçaklar) söz ediliyor. İhtimal ki Debreli Hasan türküsü çok daha eski ve türküde sözü geçen Debreli Hasan, bu Hasan değil. Ama şurası açık ki Çayleyik dağlarında kaçaklık yapan Hasan ve çetesi, bu türkünün en yeni varyantlarından birisine kaynaklık etmiş gibi görünüyor.
Refika Dural’dan dinlediğimiz türkü varyantında, diğer bölgelerde pek bilinmeyen bir dörtlük göze çarpıyor:
 Balton’un mağazaları bre Hasan, doksan direkli...
Doksan kişinin içinde yine sen yürekli.
At martiniyi Debreli Hasan, dağlar inlesin,
Drama mapusunda Hasan, dostlar dinlesin.

Balton, muhtemelen Kavala’da tütün tüccarı olan bir levanten olsa gerek... Kimbilir, Hasan ve çetesinin Balton’un mağazalarıyla ne alıp veremediği vardı?
Refika Hanım’ın bu noktaya kadaki iddialarına benim diyeceğim yok, ama bundan sonra söyledikleri bir hayli tartışmalı görünüyor. Refika Hanım’a bakılırsa, Karakedi ile Debreli Hasan aynı kişilermiş çünkü.

Diyor ki:
“Benim büyük dedemin adı da Hasan imiş. Türküyü Debreli Hasan diye değil, de bre hasan diye okumak lazım. At martinini de bre Hasan, dağlar inlesin. Drama Mapusunda dostlar dinlesin diyor. Yani, aslında söyle bre Hasan demek isteniyor türküde. Hasan, Debreli filan değil, yukarı Çayleyik Mahallesinden Karakedi Hasan’la aynı kişidir.”
Refika Hanım, Karakedi Hasan’la ilgili çok net bilgiler veriyor: Annesinin adı Hasiye imiş. Emine isimli bir kadınla evliymiş. Karısının annesi Cemne (Cemile olsa gerek) ve karısının babasının adı Adem’miş. Ona Kara Kedi lakabını veren kişinin sonradan Melek ismini alan bir Rum kızı olduğunu da söylüyor. Bu Rum kızın desteği ile bir sandığın içinde mübadele gemilerine gizlice binmiş. Hamile olan eşi de sandığın üzerine yatakta gidiyormuş gibi yerleştirilmiş. Böylece Yunan adli takibinden kurtularak Samsun’a mübadele edilmiş. Ancak Samsun’da “zehirli ishal” tabir edilen bir hastalığa yakalanmış ve çok yaşayamadan vefat etmiş. Mezarı bugün 100. Yıl Bulvarı’ndaki hamamın arkasında kalan tarihi mezarlıktaymış. Ancak kuvvetli bir sel sonrası kayma olmuş, daha sonra yol ve hamam yapılırken diğer mezarlarla beraber onun mezarı da kaybolup gitmiş. Kara Kedilerin şimdiki Sümerbank’ın karşısında kalan ve bir zamanlar Yağma Bakkalı’nın olduğu yerdeki bir Rum konağına iskan edildiği, ancak bildikleri meslek olan tütüncülüğü yapabilmek adına Çinik taraflarına gittiklerini öğreniyoruz. Bu tercihlerinde evin içinde gördükleri ve öldürülemeden kaçıp kaybolan bir yılanın da etkisi olmuş.
 ***
Kara Kedinin hikayesi budur diye noktayı koyduğumu sanıyordum ki televizyon programından sonra Belediyeevlerinden iki vatandaş beni Samsun Mübadele Derneği’nde buldular. Onların Kara Kedi hikayesi bambaşka!
Kendilerinden izin almadığım için isimlerini buraya yazmayacağım; ancak bu dostlar mübadele ile geldikleri halde esasen zenci kökenli, Afrikalı bir soydan geliyorlar. Osmanlı’nın doğu Afrika’da hakimiyetinin olduğu dönemde bir biçimde Türkiye’ye getirilmişler. Sonra da Kavala civarına yerleşmişler.
Onların hikayesine bakılırsa, Kara Kedi aslında bir zenci imiş. Kara sıfatı da teninin renginden geliyormuş. Kedi gibi çevik, iri yarı ve güçlü kuvvetli bir adammış. Debreli Hasan’ın da sağ koluymuş...Refika Hanım’la Zenci kökenli mübadil kardeşlerimizin birbiriyle çok farklı iki Kara Kedi hikayesinin bir tek ortak noktası var: Kara Kedi mübadele ile Samsun’a gelmiş ve çok az yaşadıktan sonra ölmüş. Mezar yeri olarak da aynı yer tarif ediliyor...
Ah, ah... Şu Mübadele Derneği 20 sene önce kurulsaydı da şu hikâyeleri o zaman kayda alsaydık ne iyi olurdu değil mi?
 Gel de hayıflanma birader!

Thursday, December 20, 2012

Ölü Kovalamaca...

 
 
Elin ölüleri bu kadar gezmez...
Diyelim ki Özal...
Ne zaman televizyonu açsam askerlerin omzunda gidiyor...
Adli Tıp, TÜBİTAK, Cumhurbaşkanlığı Denetleme Kurulu, savcılık, oradan TBMM Araştırma Komisyonu...
Bırakmadılar yatsın...
*
Uçağa binenler bile oldu...
27 Mayısın ertesi sabahı mezarına giden müritleri Said Nursinin çıkıp gitmiş olduğunu gördüler...
Bir rivayete göre Akdeniz üzerindeyken bu sefer denize atladı...
*
27 Mayısın liderlerinden 4üncü Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel ölünce Anıtkabir içindeki devrim şehitleri kısmına gömüldü...
20 sene kadar sonra Yanlış yere gömdükdediler...
1988’de çıkartıldı...
Devlet mezarlığına geçti...
*
Yani gömüldüğü yerde yatan yok...
Neyse ki Ecevit...
Devlet Mezarlığına gömüldükten sonra burası iyi değildiye tutturdular, başka bir yer bulundu, arazi tahsisi yapıldı, proje çizildi...
Tam gidecekti...
Zor tuttular...
*
Menderes...
Zorlu...
Polatkan...
Önce cenazelerinin gitmesine izin verilmedi...
İmralıya götürüldüler...
24 yıl sonra oradan alınıp Truva gemisine bindirildiler... Asıldıkları gün başını kaldırmayan on binlerin katılımıyla Vatan Caddesindeki anıt mezara geldiler...
*
Nâzım...
Kurban olurum...
Belki milletini iyi tanıdığı için kendisivasiyetyazmıştı:
Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü,
ölürsem kurtuluştan önce yani,
alıp götürün
Anadoluda bir köy mezarlığına gömün beni...
*
Tüm bunlar niçin?..
Bir memlekete sinmiş ikiyüzlülüklerin, kaypaklıkların, ihanetlerin, yalakalıkların, dönekliklerin, düzenbazlıkların mezarlara yansımasıdır...
Kaypak kafa sindikçe, korktukça... Ya da devir değişip de şarlatanlığı tuttukça... Yaşayanlar yetmez, ölüleri oradan oraya taşırlar...
Duruma göre...
*
Gezen mezarlar, içindekileri değil, bir tıyneti anlatır bize...
Ölülere bile uzanır hinlik...
Rahat bırakmazlar, rahmetli yerinde dursun......
Gezip durur...
Bırakmıyorlar, bari ölenler kurtulsun...

Wednesday, December 19, 2012

Bay Fıs...

Biber gazı olmadan devlet güzel idare edilemiyor...
Talepleri karşılamak için ağzını açan oldu mu?..
Fısss...
*
O zaman insanlar iktidardan fazla bir şey istemiyorlar...
Akıllarında tek talep kalıyor:
Limon...
*
Diyelim ki adalet istiyor birisi...
Bağırıyor orta yerde...
Fısçı yaklaşıp gözüne fısyaptı mı, isterseniz sorun:
Bir talebin var mı?..”
Limon...
*
Bay Fısın kendisi dahi sokağa çıkmak mı istedi?..
Fıs lazım...
Fısçıyı gönderiyorlar önce:
Bay Fıs sokağa çıkacak, aman ha yolu aç, ilerlemesini sağla, kötü niyetlileri uzaklaştır, ağzını açan olursa sustur... Hadi koçum ortalığı bir fıssa boğ da Bay Fıs yol alabilsin...
*
Halk da alıştı biber gazının fıssına...
Herkesin fıs konusunda bir fikri var aşağı yukarı:..
Üzerine limon sıkacaksın biraz, limonsuz gitmiyor yani...
En güzel gaz fıslaması Taksimde olur...
Gaz olmadan da olmuyor sanki... Eskiden gazı fıslamak yoktu, ha bire darbe oldu başımıza...
Valla şu Bay Fısın fısı gibi ben görmedim...
*
İleri demokrasinin parfümü gibi diyelim...
*
Kömür, nohut almaya alışmış olanlar, ilk zamanlar Biber sıkıyorlar haberini duyunca poşeti alıp koştular Bize de biber diye...
Sayıları fazla geldi...
Fısladılar...
Limonları da gitti...
*
Talebi olanlara Bay Fısın yanıtıdır...
Adam gibi ücret isteyen memura... Kadro isteyen öğretmene... Ürününe sahip çıkmaya kalkan çiftçiye... Ücretsiz eğitim isteyen öğrenciye... Deresini vermek istemeyen çevreciye... Doktora, hemşireye, eczacıya, hukukçuya, gazeteciye, aydına, yaşlıya, gence, kadına, çocuğa...
Ağzını açana...
*
Başka türlü Türkiye idare edilemiyor...
Mesela anayasayı iptal edin, Meclisi kapatın, bakanlıkları kilitleyin, diplomasiyi kaldırın, kurumları, kavramları, hukuku, yargıyı, demokrasiyi yok sayın...
Bir şey olmuyor...
Ama fısı kaldırın...
Sorun çıkıyor...
Nitekim yukarıdakilerden hiçbirisi yok...
Fıs sayesinde ağzını açabilen var mı?..
Yok...
Basıp yürüyor Bay Fıs...

Sunday, December 16, 2012

Taraf’ın misyonunu itiraf ediyorum

Demiray Oral

 
Sene 2007, mevsim sonbahardı.
Gazeteci bir arkadaşım aradı, kendisi hayatını Atatürk ilkeleriyle savaşmaya adamış, bölücü, irticacı, liberal, solcu ve cemaatçi bir şahsiyetti.
Soros’un adamlarına dağıttığı özel kriptolu hattan konuşmaya başladık.
Sevinçle anlatmaya başladı, “Ahmet Altan, Alev Er ve Yasemin Çongar TSK ile Atatürkçü şahsiyet ve kurumları bitirmek, memleketi parçalayıp Kürt devleti yaratmak, kalan parçaya da şeriat getirmek için bir gazete çıkaracaklar” dedi.
Göbek atmaktan fırsat bulduğum anda “aman aman pek sevindim” diyebildim.
Emperyalist çevrelerden beslenen bütün gazetecilerin şu anda gazetenin Kadıköy’deki yerine akın ettiğini, benim de gitmemi söyledi.
Telaşlı bir sevinç içinde hemen yola çıktım.
Kapıdan girince daha önce vatan hainliği amaçlı çeşitli nümayişlerden tanıdığım birkaç gazeteciye rastlayıp Ahmet Altan ve Alev Er’in odasını sordum.
Odaya çıktığımda Ahmet Altan yalnızdı, bana neden geldiğimi sordu. Çıkacak gazetede çalışmak istediğimi falan geveledim.
Yüzüme bakıp, “Ee başka” dedi.
Hepsi bu, deyince kapıyı gösterdi.
Tam kapıdan çıkarken Alev Er’le karşılaştım, beni daha önceden tanıyordu ve iş görüşmemin ters gittiğini anlayınca bana gizli AB, ABD, Soros, cemaat dövmemi Ahmet Altan’a göstermemi öğütledi.
Ben de gizli dövmemi saklamak amacıyla uzattığım saçlarımı toplayıp ensemdeki işareti gösterdim.
Bunun üzerine Ahmet Altan hemen dolabından bir Fransız kırmızı şarabı çıkarıp ikram etti ve kadeh tokuştururken “Seni köşe yazarı yaptım” dedi.
Tam, peki para nereden gelecek diyecek oldum ki kapıdan içeri eş tarafından CIA ajanı olan Yasemin Çongar girdi. Sorumu o cevapladı: “Cumhuriyeti yıkana tadar mecburen sefilleri oynuyor numarası yapacağız ama merak etme, memleketteki her şeyi sattırıp ihalelerden komisyon alacağız, ayrıca bütün dış mihraklardan cukkalanacağız.”
O esnada duvardaki plazma ekranda Soros belirince içim iyice rahatladı. Onları Soros’la baş başa bırakıp haber merkezine indim ki gazetenin kapısında bir kargaşa yaşandığını fark ettim.
Elinde kocaman valiziyle bir genç içeri girmek istiyor, güvenlikçiler izin vermiyordu. Kapıya yaklaşınca genç adamın “Misyon bu kapağın altındadır” diye bağırarak bavulu gösterdiğini gördüm.
Baktım onun da gözlerinde çağdaşlıktan tiksinen, ortaçağ karanlığına dönmek isteyen aynı ifade vardı, hemen içeri girmesine yardımcı oldum.
Bavulu bir dolaba kilitledikten sonra önce gazete olarak hep birlikte Sevr’i hortlatmak için kadeh kaldırdık, ardından Cuma namazına gittik...
O günden bu yana beş sene geçti.
Bu beş senede TSK ve Atatürkçü kurumlar hapı yuttu, Kürt devletinin eli kulağında, memleketin kalanını Cemaat ve AKP ele geçirdi.
Yani biz sağ, ABD, AB, Soros, Cemaat, PKK selamet.
Vaziyet böyle olunca, bizim cin gibi ulusal medya hemen keşfetti ya, “Taraf’ın misyonu bitti”malumunuz.
Biz de zaten geçen gün gazetede “Misyonumuz bitti, şimdi ne yapacağız” diye kös kös oturuyorduk, ki ekranda yine Soros belirdi.
Ve “Eğer kabul edersen Ahmet...” diye başlayan yeni bir görev verdi.
Konuşmanın tamamını duyamadım ama anladığım kadarıyla “Gelin Taraf’ı falanca yerde de çıkarın” deyip, parçalanacak yeni bir memleketi işaret etmiş.
O sebeple biz yeni misyonlarımız için bir yandan yeni yerlere yelken açıyoruz ama bir yandan da burada duruyoruz.
Zaten Ahmet Abi de giderken “Serv’i hortlatmadan peşimden gelmek yok” diye tembihledi. Hem sizi alçaklığın medyasal tarihiyle baş başa bırakır mıyız hiç...

Wednesday, December 12, 2012

"Dostlar"ın "ahlaksız" ahlakçılığı, Rusya’nın "ahlaklı" çıkarcılığı


Alptekin DURSUNOĞLU
"Dostlar"ın "ahlaksız" ahlakçılığı, Rusya’nın "ahlaklı" çıkarcılığı
Suriye’deki süreç, “Dostların” değil, Rusya’nın çözüm modeline göre şekillenseydi, “Dostlar” “akan kan, sızlayan vicdan ve ahlak” söylemi üzerine kurdukları stratejik çıkarlarını kaybederdi; ancak kazanan Suriye ve bölge olurdu.


Geçtiğimiz haftanın Türk dış politikasını ilgilendiren en önemli gelişmesi, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Türkiye ziyareti oldu.
Ancak resmi ağızlar ve ana akım medya, Putin’in ziyaretinin ikili ilişkiler boyutuyla değil, Suriye politikalarına yansıyan boyutuyla ilgilendiler.
Türkiye’deki resmi ve gayri resmi çevreler, başından beri Suriye sorununun dış müdahale ve şiddetle değil, siyasi diyalogla çözümlenebileceğini savunan Rusya’nın, Putin-Erdoğan görüşmesinden sonra “doğru yolu” bulduğunu ima etti ve “ağız değiştirdiğini”[1] öne sürdü.
Onlara göre Putin’in İstanbul’da “Suriye’nin avukatı değiliz”[2] demesinden ve "Biz, bu sorunu hem insani açıdan hem diğer açılardan görüştük. Suriye'deki olaylarla ilgili pozisyonlarımız birbirine benziyor. Suriye'nin geleceğiyle ilgili pozisyonlarımız aynı ama 'Suriye'nin geleceği hangi metotlarla oluşturulabilir?' bu konuda farklılıklarımız söz konusu. Sayın Başbakan'la gerçekleştirdiğimiz görüşmeler sırasında yeni fikirler üretildi. Biz bu fikirler üzerinde çalışacağız."[3] şeklindeki açıklamalarından Rusya’nın “ağız değiştirdiği” ya da en azından “Putin’in İstanbul’daki sözleriyle Esad’sız bir geçiş dönemine yeşil ışık yakabileceği”[4] sonucu çıkıyordu.
Müttefikini her an satabilen Rusya algısı
Rusya’nın dış politika davranışıyla ilgili çok sık dile getirilen bir yoruma göre Ruslar uluslar arası meselelerde Amerika’ya karşı önce bir süre direniyor, böylece pazarlık marjını yükseltiyor ve ardından da çıkarları doğrultusunda direncinden vaz geçerek pazarlık masasına oturuyor. Dolayısıyla Suriye konusunda da Amerika’ya karşı direnen Rusya, çıkarlarını garanti edecek şartların oluşması durumunda direncinden vazgeçip Suriye konusunda pazarlığa oturacaktır.
Elbette her ülke gibi Rusya’nın Suriye politikasını ulusal çıkarla üzerine bina ettiği de başta İran’ın nükleer programı olmak üzere birçok meselede, bu yorumu destekleyen tutum değişikliklerine gittiği de doğrudur. Dolayısıyla Rusya’nın da en az diğer ülkeler kadar şartlardaki değişime göre Suriye politikasında değişikliğe gitmesi ihtimal dahilindedir.
Ancak Putin’in Erdoğan’la görüşmesi sırasında “Suriye’nin avukatı olmadıklarını” ve Moskova ve Ankara’nın Suriye’deki olaylarla ilgili pozisyonlarının benzer olduğunu söylemesi, Rusya’nın Suriye politikasını değiştirdiğine dair bir delil olmaktan son derece uzak gözüküyor.
Çünkü;
1- Rusya’nın Suriye politikasını değiştirmesine gerekçe teşkil edecek hangi yeni şartların oluştuğu, Moskova’nın Suriye’deki çıkarlarını hangi gelişmelerle garanti altına aldığı ya da hangi zorlayıcı sebebin Moskova’yı politikasını değiştirerek süreci en az zararla atlatma düşüncesine sevk ettiği belirsizdir.
2- Rus yetkililerin Erdoğan’la görüşmeden önce de benzer açıklamalar yaptığı bilinmektedir. Örneğin Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov 1 Kasım’da (2011) Moskova’nın Beşşar Esed’i ve Şam yönetimini değil Suriye halkını desteklediklerini[5] söyledi. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin 1 Haziran’da “Suriye’de hiç kimseyi desteklemediklerini”[6] vurguladı. Yine Dışişleri Bakanı Lavrov, hem de Cenevre toplantısından iki gün önce “Rusya’nın Suriye’deki rejimin de Beşşar Esed’in de yakın dostu olmadığını”[7] dile getirdi.
Amerika ve müttefiklerinin Suriye konusunda muhalifleri, hatta silahlı grupları desteklemesine ve bunu da açıkça dile getirmelerine rağmen Rusya’nın Suriye’de herhangi bir tarafı desteklemediğini sürekli vurgulamak zorunda kalması, Suriye üzerine oynanan uluslar arası oyunda kullanılan argümanların niteliğinden kaynaklanıyor.
Amerika ve müttefiklerinin, Suriye üzerindeki stratejik hedeflerini “insani ve vicdani” argümanlarla gizlemesi ve sorunu “ahlaki” boyutlar üzerinden bir psikolojik savaş aracı haline getirmesi, Rusya’yı Suriye konusunda stratejik çıkarları arka plana iten ihtiyatlı bir dil kullanmaya mecbur ediyor.
Bununla birlikte Rus yetkililer, gerektiğinde Suriye üzerinden kendilerine yöneltilen psikolojik savaş ataklarına “edepsiz”[8] kelimesini kullanacak ölçüde sert cevaplar vermeyi de ihmal etmiyor.
Gücün mantığı ve “Dostların” kendilerini ofsayda düşüren Suriye politikası
Amerika ve müttefiklerinin Suriye konusunda oluşturduğu “Dostlar Grubu”, Suriye’deki sorunu bir “insan hakları” ve “demokrasi” sorunu; çözümü ise Şam yönetiminin devrilmesi olarak ortaya koydu.
“Dostlar’ın” soruna ve çözüme ilişkin yaptıkları bu tanım, siyasetin ve diplomasinin inceliklerinden değil, gücün mantığından kaynaklanıyordu; nitekim “insan haklarına”, “demokrasiye”, “vicdani ve ahlaki” pozisyonlara yaptıkları vurgular, sadece medya ile yönlendirilmeye elverişli halk yığınları üzerinde etkili olabilirken reel siyaset alanında kendilerini çelişkiye düşürmekten başka bir şeye yaramadı.
Nicelikleri ve uluslar arası alandaki güçleri sebebiyle şu an belirsiz gibi gözükse de “Dostların” soruna ve çözüme ilişkin yaptıkları tanımların kendilerini şu açılardan çelişkiye düşürdüğü söylenebilir:
1- “Dostlar” Suriye sorununa ilişkin “devrime” dayalı çözümleriyle kendilerini taraf haline getirmiş; dolayısıyla da bir iç sorunu, uluslar arası bunalım haline getirmekle kalmamış, uluslar arası bunalıma dönüştürdüğü bu sorunda hakem rolü oynamak için gerekli asgari şart olan “tarafsızlığı” kaybetmiş oldu.
2- Sorunun bir tarafı olarak muhalifleri örgütleyen ve onlara iktidar vaat eden “Dostlar”, muhalifleri ülkelerine karşı yabancılarla işbirliği yapan “hainler” konumuna düşürdü, Şam yönetimi ile muhalifler arasındaki diyalog zeminini ortadan kaldırarak Suriye’de barışçıl demokratik dönüşümü baltaladı. Dolayısıyla da Suriye’yi soruna ilişkin yaptıkları “demokrasi ve insan hakları” temelli çözüm hedefinden uzaklaştırdı.
3- Suriye’ye yönelik müdahalelerini “masum kanı akmasın” ve “şiddet dursun” argümanları üzerine bina eden “Dostlar”, muhalifleri silahlandırarak ve Şam yönetimine karşı açık bir vekalet savaşı başlatarak kendilerini, sürekli vurguladıkları “ahlaki ve vicdani” pozisyondan tamamen uzaklaştırmış oldu.
Çünkü "Dostlar", başlangıçta yönetimden kaynaklandığını iddia ettikleri tek taraflı şiddeti, muhalifleri silahlandırıp şiddete teşvik ederek çift taraflı hale getirmiş oldu, Suriye’yi iç savaşa sürükledi ve kan gölüne çevirdi.
Rusya’nın çıkarcılıkla suçlanan “ahlaki” pozisyonu
Rusya’nın Suriye konusunda “akan kan ve sızlayan vicdan” söylemini dillerinden düşürmeyen “Dostlar” tarafından “ahlaki” değil “çıkarcı” bir pozisyonda olmakla suçlandığı biliniyor.
Ancak Rusya, sadece “Dostlar” kadar stratejik çıkarlarını esas alan bir politika izlemekle birlikte, “kan, vicdan ve ahlakilik” argümanlarına dayalı psikolojik savaş araçlarını kullanmakta yetersiz kasa da gücün mantığına değil, siyasi inceliğe dayalı tutumuyla Dostların aksine “ahlaki” bir pozisyon kazanmayı başardı. Çünkü;
1- Rusya, sorunu Şam’ın, muhaliflerin demokratik değişim talebine direnmesinden kaynaklanan bir “iç sorun”; çözümü ise muhaliflerle Şam yönetiminin uzlaşması olarak tanımladı. Suriye’ye özgü bu iç sorunun uluslar arası müdahalelerle bunalıma dönüştürülmemesi gerektiğini vurguladı.
2- Rusya, “Dostların” aksine hem Şam yönetimiyle hem de muhaliflerle temas halinde olarak kendini açık bir taraf haline getirmedi; dolayısıyla “Dostların” aksine muhtemel bir siyasi çözüm sürecinde hakem pozisyonunu yitirmedi.
3- Dış müdahaleye ve şiddete karşı çıkarak Şam yönetimiyle muhalifleri diyaloga ve siyasi çözüme çağırdı. Örneğin Şam yönetimini, siyasi çözüm öneren Annan planına; hatta geçiş hükümeti  öneren Cenevre mutabakatına razı etti.
Kukusuz Suriye’deki süreç, Rusya’nın değil, “Dostlar”ın öngördüğü çözüm modeline göre gelişti.
“Dostların” çözüm modeli, yarattığı şiddet zemini sayesinde yönetimi güvenlik temelli politikalar uygulamaya cesaretlendirdi, demokratik değişimi imkansız hale getirdi ve Suriye’yi altyapısını tahrip eden bir iç savaşa sürükledi.
Suriye’deki süreç, “Dostların” değil, Rusya’nın çözüm modeline göre şekillense, şiddet dursa, muhaliflerle Şam yönetimi siyasi diyalog başlatsa, Cenevre mutabakatı çerçevesinde bir geçiş hükümeti kurulsa ve bu hükümet de ülkeyi uluslar arası gözlemcilerin de denetimine açık bir seçime taşısaydı ne kaybedilirdi?
Şüphesiz “Dostlar” “akan kan, sızlayan vicdan ve ahlak” söylemi üzerine kurdukları stratejik çıkarlarını kaybederdi; Rusya çıkarlarını koruduğu için, Suriye halkı demokratik haklarına kavuştuğu için ve bölge de barış içinde kaldığı için kazanmış olurdu.
Birkaç sene öncesine kadar tüm dış politika başarısını herkesle görüşebilmesiyle, bölgedeki nüfuzunu da dış müdahaleye karşı bölgeci tutumuyla izah eden Ankara'nın kazancı nerede araması gerektiğini yeniden düşünme vakti gelmedi mi?


Tuesday, December 11, 2012

“İntikam, aşağılanmış benliklerin silahıdır.”


Osmanlı’nın En Ünlü İçoğlanı 1442 yılında Osmanlı payitahtı Edirne, Sultanı ise Fatih’in babası İkinci Murat’tı. Eflak Prensi Vlad Besarab, o yıl kardeşi Prens Güzel Radul’la (Radu cel Frumos) birlikte babaları Ejderha Vlad (Drakula) tarafından Osmanlı Sultanı’na rehin olarak Edirne Sarayı’na gönderildiğinde, sadece 11 yaşındaydı.
İki rehin prense E

dirne’deki sarayda çok iyi davranıldı, ilerde Osmanlı’ya hizmet eğitimini de Sultan Murat’ın “içoğlanı” kadrosunda aldılar…

Ama Sultan’ın gözdesi Vlad’dı. Öyle ki genç prens sakalı bıyığı çıkıp “içoğlanı” kadrosundan emekli olunca; İkinci Murat kendisine 6 yıl süreyle duyduğu şefkatin karşılığını da cömertçe ödedi. 1448’de 17 yaşına basan Vlad’ı voyvoda unvanıyla bezeyip yanına bir ordu kattı ve Eflak tahtını fethe gönderdi.

***

Ama Osmanlı sultanları, her ne kadar aşk ile iş ilişkilerini birbirine karıştırsalar da enayi sayılmazlar… İkinci Murat da pek sevdiği Prens Vlad’ın kendisine bizzat verdiği “içoğlanı” eğitimine hoşlanarak mı, yoksa dişlerini sıkarak mı katlandığından pek emin değildi. Vlad’ı Eflak’a voyvoda gönderirken, kardeşi Güzel Radul’u rehin tutarak Osmanlı’ya bağlı kalmasını sağlama aldı.

Ne var ki Vlad Besarab, önce velinimetinin ordusuyla alıp iki ay sonra yitirdiği, ardından tekrar oturduğu Eflak tahtına iyice yerleşip, kaidesini artık güvencede hissettiği an… Rehin kalan kardeşi Radul’u gözden çıkararak Osmanlı’ya isyan bayrağını çekti.

Artık 31 yaşındaki Eflak Voyvodası Vlad’ın başkaldırdığı payitaht İstanbul olup, sahibi de “enfiye kutusunda kurutulmuş gül yaprakları koklamayı pek seven” Fatih Sultan Mehmet’ti.

***

Prens Vlad, 1462 başından itibaren İstanbul’dan gelip de karşısında sarığını çıkarmayı reddeden tüm elçi ve ulakların sarığını kafalarına çiviyle çaktırdı. Tuna boylarına ordu kaldırıp 30 binden fazla Osmanlıyı kazığa geçirdikten sonra Eflak ve Boğdan’da Romence “Kazıklı” anlamına gelen Tepeş lakabını aldı.

Osmanlıcada ise çocukluğunda maruz kaldığı tacize gönderme yapan Kalleş, İbne, Süzgeç, Götveren lakaplarıyla ya da Kazıglu Bey diye anılıyordu. (Kaynak: Matei Cazacu, “Prens Drakula’nın Tarihi”, Droz, 1988)

Çoğu Batılı tarihçinin uzun zaman anlam veremediği bu lakaplardan özellikle dördüncüsü, Almanca sanılıp yüzyıllarca “Gotveren” diye söylendi!

Fatih Sultan Mehmet, babasının eski gözdesinin uçan kaçan Osmanlı’dan kazıkla çıkardığı “içoğlanlığı” hıncını öğrenince gazaba gelip, Eflak Voyvodası Vlad Tepeş’e karşı düzdüğü ordunun başına kimi geçirdi biliyor musunuz? İçoğlanıyken aldığı eğitime sadakat gösteren rehin kardeşi, Güzel Radul’u…

***

Osmanlı ordusu Eflak’ı aldı, Güzel Radul 15 Ağustos 1462’de voyvodalık tahtına oturdu ama, kazıkçı kardeşini ele geçiremedi. Vlad Tepeş, sığındığı Macarlar tarafından esir alındı. 12 yılın sonunda serbest bırakıldığında, yine Eflak’a dönüp 1476’ya kadar voyvoda olarak hüküm sürdü. Aralık ayında Osmanlı ordusuyla girdiği savaşta öldürüldü ve 300 askeri kazığa geçirilirken, Vlad’ın kesilen kafası Fatih Sultan Mehmet’e gönderildi.

Ama Vlad Tepeş’in ardında bıraktığı kazıklı ve kanlı efsane, 1897 yılında Bram Stoker’a, kurgusal romanı Drakula’daki ölümsüz kont, ancak kalbine kazık çakılarak yok edilebilen vampir karakterini esinledi. Romanya’nın Transilvanya bölgesi, Francis Ford Coppola başta olmak üzere romanın sinemaya uyarlandığı pek çok filmle birlikte dünyada Kont Drakula’nın ülkesi olarak tanındı.

‘G’ NOKTASI

Dünyadaki hiçbir imparatorluk tarihinde, Osmanlı Sarayı’ndaki kadar beşik cinayeti işlenmemiş, hiçbir imparator ve kral, Osmanlı sultanları kadar çok oğul katletmemiştir. Hatta Batılı saraylarda veliaht olmasın diye oğul ve kardeş katli parmakla gösterilecek kadar azdır. Çünkü hiçbirinin tekeşli evlilik dışı ilişkileri ve metres sayısı; odalık, cariye, nikâhlı nikâhsız eşle dolup taşan Osmanlı haremi kadar kalabalık olmayıp, peydahlanan çocuk sayısı da sultanlarınki kadar yüksek değildir. Biseksüel ve pedofil egemen sayısı da öyle…

2012 yılında Osmanlı tarihindeki tahta rakip oğul ve kardeş katlini vacip kılan uygulamayı “Devleti böldürmemek için akılcı bir yöntemdi” diye sunmak, gericiliğin vahşi zihniyetidir. Günümüz Türkiye’sine dayatılan genel cehalet ve özel “tarih karartması” da, zaten “Down sendromlu” olması arzulanan halkın, “Yahu İngiltere İmparatorluğu’nda tahta rakip oğul ve kardeş katli vacip değildi. Acaba Osmanlı’dan daha uzun sürmeyi, hem de bölünmeden nasıl başardı” diye sorgulamaktan bile aciz kılmaktadır.

Muhteşem Yüzyıl dizisine saldırmaktan “kardeş katli” yasasının övülmesine, topluma yutturulmaya çalışılan Osmanlı güzellemesinin tamamı, çokeşliliği sorgulatmamak ve hatta yakın tarihte yeniden geçerli kılmak için yapılmaktadır.

“İntikam, aşağılanmış benliklerin silahıdır.”

ALICE BRUNEL ROCHE

9 Aralık 2012
Mine G. Kırıkkanat
Cumhuriyet

Saturday, December 8, 2012

Tekbir..

Televizyonda tekbir sesi duyunca...
Hah...
Demek ki ya vuruyor, ya kesiyor...
*
Öldürdükleri insanları lahana gibi bir kamyonete doldurdular, dünya televizyonlardan izledi...
Karoserinden kan aka aka...
Bir çukurun başına getirdiler, parçalanmış cesetleri ellerinden, ayaklarından çekerek çukura attılar, yine üst üste...
Üzerlerine birer Esad fotoğrafı bıraktılar, ki ölenler arada bir bakıp suçlarını unutmasınlar...
Bir işemedikleri kaldı...
Dozer, toprağı üstlerine örttü...
Tekbir getirip gittiler...
*
Birisini haindiye öldürmüş, uzun bir halatla ayaklarından motosikletin arkasına bağlamış, cadde ve sokaklarda sürüklüyorlar, yine dünya izliyor...
Arkasında kandan bir iz kalıyor...
Sürüklendikçe giysileri çıkıyor üzerinden...
Belki bin kişi arkasından koşuyor, cep telefonları ellerinde resmini çekiyorlar...
Zafer ne de olsa...
On adımda bir hep birlikte tekbir getiriyorlar...
*
Bir roket attılar önceki gün...
Tekbir ile...
Okulu vurdular...
25 çocuk parçalanarak öldü...
Canlı kurtarılanlardan bir kız çocuğu korku ile ellerine bakıyordu, elleri yoktu çünkü artık yerinde...
*
Tekbir Allahın adı...
Allah belanızı versin...
*
Tekbir dillerinden düşmüyor...
Kesiyorlar, tekbir ile...
Boğazlıyorlar, tekbir ile...
Vuruyorlar, tekbir ile...
Öldürüyorlar, tekbir ile...
*
Dinleri yücelten inananlarıdır...
Müslümanlığı tüm medeni dünyanın gözünde korku, dehşet, vahşet haline getirdiler tekbir getire getire...
*
Kim destekliyor bunları hacı?..
Silah, bomba, mayın, havan, roket, kurşun verenler, bizdeki tekbirciler... O savaş malzemeleri ile pamuk ekilmediğini biliyorlar...
Cinayetin sponsorluğu bir bakıma...
Vahşete finansörlük...
*
Hiç vicdanları yok...
*
Oy verin siz...
Tekbir çarpacak sonunda...


Saturday, December 1, 2012

Suriye'de İslamcı çeteler tarihi yağmalıyor

Suriye'de İslamcı çeteler tarihi yağmalıyor
Suriye’deki silahlı İslamcı çetelerin heykel yıkarken çekilen görüntüleri dün medyada yer aldı. Bu saldırılar ilk kez gerçekleşmiyor. İslamcı gruplar pek çok ülkede, heykel, kilise, cami, müze ayırd etmeksizin her türlü insanlık mirasına saldırıyorlar.
Dün Suriye’deki El Kaide ve ÖSO üyesi silahlı çetelerin bir heykeli yıkarken çekilen görüntüleri soL’da yer almıştı. Tekbirler eşliğinde gerçekleştirilen eylem, Türkiye, Katar, Suudi Arabistan gibi ülkelerce desteklenen radikal İslamcı grupların ilk eylemi değil. Daha önce Suriye dahil, Mali, Libya ve Bahreyn gibi pek çok ülkede, İslamcı gruplar tarihi eserlere dönük saldırılar gerçekleştirmişti. Saldırılara hedef olan mekanlar arasında müzelerin dışında tarihi kilise ve camiler gibi kutsal sayılan mekanların bulunması da dikkat çekiyor.
Suriye’de kilise ve camiler yakılıyor
Suriye’de ÖSO militanlarının ve El Kaide bağlantılı grupların bu tür eylemlerinin başında tarihi kiliselere yönelik saldırılar geliyor. Zira terör saldırılarından en çok etkilenenler arasında ülkede yaşayan Hristiyanların da bulunduğu sır değil. Geçtiğimiz aylarda çatışmaların Humus kentinde yoğunlaşmasının ardından, kentte bulunan ve dünyadaki en eski kiliselerden biri sayılan Um el Zinar Kilisesi’nin silahlı muhalif gruplarca yıkıldığı ortaya çıkmıştı. Yine Humus’ta bulunan tarihi Büstan el Divan Kilisesi’ne bu süreçte büyük zarar verilmiş ve bina kullanılamaz duruma getirilmişti. Tarihi kiliselere yönelik bir diğer saldırı, Halep’teki Ermeni mahallesinde bulunan Surp Kevork Ermeni Kilisesi’ne yapılmıştı. 29 Ekim tarihinde kundaklanan kilise, neredeyse tamamen yanarak büyük hasar görmüştü.

Ancak Suriyeli “muhaliflerin” tarihi eserlere yönelik saldırıları heykeller ve kiliselerle sınırlı değil Geçtiğimiz Ekim ayında Halep’teki tarihi Emevi Camisi’nin Suriye ordusu tarafından yakıldığı iddia edilmiş, ancak daha sonra ortaya çıkan görüntülerle birlikte, caminin İslamcı ÖSO militanları tarafından tahrip edildiği anlaşılmıştı.
Camilere yönelik saldırılar özellikle savaş propagandası için malzeme olarak kullanılıyor. Bugüne kadar Suriye ile ilgili haberlerde Esad'a bağlı güçlerin "camileri bombaladığı" iddiaları yandaş basın tarafından sık sık dile getirilmiş ve benzer biçimde Başbakan Erdoğan tarafından hep siyaset malzemesi yapılmıştı. Ancak geçtiğimiz aylarda, gerek Suriye’de ve gerekse Mali, Libya ve Bahreyn gibi ülkelerde bulunan pek çok tarihi ve kutsal mekana yönelik saldırıların bizzat İslamcı örgütlerce gerçekleştirildiği ortaya çıktı.

Yağmalanan tarihi eserler ve “putkırıcılık”
İslamcı grupların tarihi eserlere yönelik saldırıları yalnızca “tahrip etmek” amacıyla yapılmıyor. NATO bombardımanından aldıkları destekle Libya’da iktidarı ele geçiren İslamcı gruplar geçen sene, Trablus’daki Ulusal Cumhuriyet Müzesi’ni yağmalamış ve pek çok eseri kaçırmıştı. O günlerde bir açıklama yapan UNESCO, koleksiyoncuları Libya’dan gelen tarihi eserlere dair dikkatli olmaları konusunda uyarmak zorunda kalmıştı. Libya Ulusal Müzesi, neolitik dönemden, Berberiler, Fenikeliler, Garamantlar, Yunanlar, Romalılar ve Bizanslılar dönemlerinden kalma çok değerli eserlere ev sahipliği yapıyordu.

Suriye de yağma ve tarihi eser kaçakçılığından nasibini alıyor. Geçtiğimiz Eylül ayında Time dergisinde yer alan bir haberde, Suriye-Lübnan sınırında tarihi eser karşılığı silah ticareti yapıldığına yer verilmişti. Aryn Baker imzalı haberde, Suriye’de bulunan altı UNESCO Dünya Mirası bölgesinin de hasar gördüğü ve buradan ve müzelerden yağmalanan eserlerin, Suriyeli muhalif gruplarca silah satın almak üzere sınır bölgelerdeki karaborsada cüzi fiyatlarla satıldığı belirtilmişti. Suriye’de yağmalananlar arasında milattan önce 8. Yüzyıl’dan kalma Arami tanrı heykelleri, Roma dönemi heykelleri, erken dönem Hristiyan ikonaları, Antik dönemden kalma Yahudi kaseleri, antika Kuranlar dahil pek çok tarihi eserin bulunduğu ifade ediliyor.

Radikal İslamcı grupların tarihi eserlere dönük saldırıları bunlarla sınırlı değil. Özellikle Selefi gruplar, camiler dahil her türlü tarihi esere dönük kin dolu açıklamalar yapmaktan ve fırsat olduğunda bu mekanları tahrip etmekten çekinmiyor. 2001 yılında Afganistan’daki Buda heykellerine saldıran zihniyet, şimdilerde kendini Mali, Libya ve Mısır gibi ülkelerde gösteriyor. Geçtiğimiz haftalarda Mısır’daki Selefilerin lideri, Büyük Sfenks ve piramitlerin “put” oldukları gerekçesiyle yıkılması gerektiğini söylemişti.


Sunday, November 25, 2012

Ne iç savaş ne içişe müdahale



FEHİM TAŞTEKİN

Irak'ta merkezi hükümetin ayakları üzerine dikeldikçe Kürtlerle bir hesaplaşmaya girmesi kaçınılmazdı...

Yüzleşme günü gelip çattı: Başbakan Nuri Maliki tartışmalı bölgelerde peşmerge hâkimiyetini bitirmek için Dicle Operasyonlar Komutanlığı’nı kurup bölgeye birlikler sevk etmeye başlayınca taraflar tam tekmil savaş moduna girdi. Fiilen bağımsız devlet gibi davranan Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Amerikan işgalinin sunduğu fırsatla Kerkük’ün yanı sıra 6 yerde organize Peşmerge güçleri sayesinde fiili bir üstünlük elde etmişti. Suriye’de iç savaşın tarafı oluveren Türkiye, Irak’ta da bir yanda Kürtlerle stratejik ortaklık, diğer yandan düne kadar ‘Kürtlere verdirtmem’ dediği Kerkük ve Bağdat’la yaşanan gerilimli süreç yüzünden çok nazik bir duruma düştü.

Irak Meclisi Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı Dr. Humam Hamudi ile İstanbul’da kritik gelişmeleri hasbıhal ettik. Hamudi Irak yelpazesinde Türkiye’ye en yakın duran Şii El Hekim grubundan. Maliki gibi Hamudi de Türkiye’nin ‘buyurgan’ bir üslupla Irak’ın iç meselelerine karışmasının iki ülke arasındaki gerilimin temel kaynağı olduğunu, Kürtlerle stratejik ortaklığın da buna tuz biber ektiğini düşünüyor.

‘Merkezin hakkı’
Hamudi, Dicle Operasyonlar Komutanlığı’nın merkezin tartışmalı bölgelerde hakimiyet sağlama girişimini “Ülke yönetiminin kendi toprakları üzerinde denetim sağlaması kadar doğal bir şey olamaz” diye savunup ekliyor: “Terör nedeniyle hükümet tartışmalı bölgelerle ilgilenemiyordu, daha önce orada Amerika ve peşmerge vardı ama şu anda merkezi hükümet orada olmak istiyor. Kuzey Irak hükümeti sanki biz onların içişlerine karışıyormuş gibi bir hava estiriyor. Nisanda seçim var. Buralarda Türkmen, Arap ve Kürtler birlikte yaşıyor. Eğer etnik bir grubun gücü oralarda olursa nezih bir seçim yapılamaz. Halk hem peşmergelerden şikayetçi. Halkın güven içinde oy kullanabilmesi için merkez orada olmalı.”

Kürtlerin fiili bir durum yarattığı doğru ama sonuçta tartışmalı bölgelerde nüfus sayımı ve referandum öngören anayasanın 140. maddesini uygulamayan da Maliki’nin kendisi. Haliyle Kürtler sorunun kaynağında Maliki’yi görüyor. Ama Hamudi bu tespiti reddediyor:

“140. madde siyasi bir çerçevede yazıldı. Teknik ve kanuna uygun değildi. Referandumla ilgili görüş birliği olmalı, çünkü ihtilaflı bölgelerin sınırları belli değil. Yasada ulusal mutabakat isteniyor. Bu tek başına Maliki’nin çözebileceği bir iş değil. Ulusal uzlaşıya ulaşılamadı.”

Mezhepsel yakınlaşma
Hamudi, bizzat Meclis Başkanı Usame Nuceyfi’den arabuluculuk istediğini ve görüşmeler sonucu kalıcı çözüm bulununcaya dek hem Irak hem peşmerge güçlerinin yer alacağı müşterek bir yönetim formülünde uzlaştıklarını söylüyor. Ancak biz bunları konuşurken Dicle gücünün Kerkük’e yığınak yaptığı, Kürt lider Mesut Barzani’nin de kardeşi Sihat Barzani’nin başında olduğu birliği tank ve toplarla birlikte kente gönderdiğine dair haberler geliyordu. Krizin Sünni-Şii yakınlaşmasına yarıyor olması ise yol açtığı tek olumlu sonuç. “İlk kez bir Sünni Kürtlerle arabulucu oluyor. Bu iyi bir şey” diyen Hamudi, Sünni-Şii düşmanlığının yavaş yavaş tersine döndüğünü söylüyor: “Bazı bölgelerde Sünni kitleler (Maliki’nin grubu) Kanun Devleti ile işbirliği yapmaya meyilli.”

Bu yakınlaşmada federalizme karşı Maliki’nin merkeziyetçi politikaları etken. Sadece Sünniler değil Kerkük’teki Türkmenler de Maliki’ye meylediyor.

‘Talabani neden devre dışı?
Bu kriz sırasında Erbil ile Bağdat arasındaki gerilimi hem Irak’ın cumhurbaşkanı hem de Kürdistan Yurtsever Birliği’nin (KYB) lideri sıfatıyla düşürmeyi başaran Celal Talabani’nin rolü de merak konusu. Kürtlerin zaman zaman “Kürdistan’ı değil Irak’ı tercih ediyor” diye iğnelediği Talabani’nin neden arabulucu olamadığı sorusuna “Çünkü Cumhurbaşkanı sorunun bir parçası oldu. Tuz Hurmatu’da peşmerge ile Irak güçleri arasında çıkan çatışma Talabani’nin adamlarından birinin yüzünden yaşandı. O da taraf haline geldi” yanıtını veriyor. Tabi Talabani’yle ilgili övgüsünü de eksik etmiyor: “Genel anlamda Talabani Iraklı gibi duruyor, herkese eşit davranıyor. İlişkileri ve uzmanlığı sayesinde Irak’ta eşi az bulunur bir lider. Bu sadece benim değil tüm Iraklıların düşüncesi.”

‘İran’ın etkisi yok’
Dicle gücünün kurulmasında İran’ın teşviklerinin etkili olduğu iddiasını hatırlatıp Tahran’ın nüfuz çabasını soruyorum. “Bunun İran’la hiçbir ilgisi yok. Irak’ta mozaik bir yapı var. İşgal sırasında her grup kendisine göre dışarıdan destekçiler arıyordu. Bir grup ABD’ye, bir grup Suudi Arabistan’a bir Grup Türkiye’ye bir grup İran’a sırtını dayıyordu. Ama şimdi güvenlik durumu giderek iyileşiyor, ekonomi düzeliyor, petrol üretimi günlük 3 milyon varile ulaştı. Bu gelişmeler sayesinde içerde şöyle bir bilinç oluştu: ‘Sıkıntılarımızı kendi içimizde halledelim. Dış güçlere dayanmak faydasız.’ İçeride eskisinden daha iyileşme var, aşırı Sünni gruplar El Hekim ve Maliki grubuyla işbirliği yapmak istiyorlar. Bu gelişmelerin İran’la bir alakası yok” diyor.

‘ABD bir daha dönemez’
Peki bu krizde ABD’nin pozisyonu? ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın tartışmalı bölgelerin güvenliğini Amerikan ordusunun sağlaması önerisine de sıcak bakmadıklarını söylüyor: “Kürtlerle merkez arasında Amerika önceden aracıydı. Ama artık ulusal bir görüş birliği var: Kesinlikle kimse Amerikan askerlerinin Irak’a bir daha dönmesini istemiyor. Kürtler ‘ABD güçlerinin çıkmasında acele etmeyelim ama herkes gitmelerini istiyorsa bunu da kabul ederiz’ diyordu. O nedenle endişeniz olmasın ABD’nin Irak’ta yeri yok.”

Türkiye ile gerilimin asıl kaynağı
Kürt-Arap gerilimini konuşurken ister istemez mesele gelip Türkiye-Irak ilişkilerine dayanıyor. Hamudi, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Maliki’nin iç savaş çıkartacağına ilişkin endişelerini yersiz buluyor: “Iraklılar kötü tecrübeyi yaşadı, kimse iç savaştan yana değil. Hiç kimse bu tutumunu değiştirmedi. İç savaş olmayacak, gruplar arasındaki ilişkiler öncekiden kat kat sağlam ve güvenilir.”

Maliki’nin “Türkiye kendi iç sorunlarıyla ilgilensin” yönündeki yanıtına dair de şunu söylüyor: “Selam verene selam verirsiniz. Her ülkenin iç sıkıntıları vardır. Siz bir ülkenin içinde istikrarsızlık var derseniz o da size aynı şekilde yanıt verir. Türkiye ile ortak çıkarlarımız var. İlişkilerdeki sıkıntı kimsenin çıkarına değil. Ama birbirimizin içişlerine karışmamalıyız. Maliki diyalogun sürmesinden yana ama bir şartla: ‘İçişlerine karışılmamalı.’ Türkiye’nin son duruşu garibimize gidiyor. Türkiye açık bir görüşe sahipti, herkese aynı mesafedeydi, Irak’ta en fazla varlık gösteren ülke Türkiye idi. Ama birden bire duruş değişti. Bazı düşünceleri empoze eder gibi oldular. Gerçekçi olmayan tavırlar takındılar. Bu sıkıntılı duruma böyle gelindi. Türkiye’nin inanılmaz bir birikimi, uzmanlığı ve tarihi var. Böyle büyük bir ülkenin Arap Yarımadası’na bağlanmasına gerek yok.”

Maliki, “Erdoğan’ın ülkesinin özellikle mezhebi ve etnik çatışmalara yol açacağından korktuğumuz iç meseleleri üzerine yoğunlaşmalı. Artık Türkiye’yi bölge ülkelerinin sorunlarına sokmamalı, çünkü bu Türkiye’nin başına dert açar” demişti. “Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi’nin himaye edilmesi gibi sonradan eklenen gerekçeler bir yana Bağdat-Ankara hattındaki gerilimin asıl nedeni ne? Neden Maliki ABD güçleri çekilir çekilmez Türkiye’ye çıkıştı?” diye soruyorum. Hamudi’ye göre temel neden ‘Türkiye’nin taraf tutması’:

“Türkiye Irak’ın yapılanmasında çok büyük rol oynadı. Ama bazen ilişkiler iç içe derin olduğunda ülkelerin kendi çıkarlarını koruma hırsı bazen diplomatik kurallarına aykırı işleyebiliyor. Mesela Türkiye’nin bizden dolayı bir sıkıntısı varsa bunun diplomatik çerçevelerde dile getirmesini bekleriz. Çıkıp aleni bir şekilde basın yoluyla açıklamalara hiç gerek yoktu. Sıkıntı buradan başladı. Irak’ta Türkiye bütün gruplara eşit mesafedeydi. Ama bir yerden sonra beli bir kesimin tarafını tutmaya başladı.”

‘Türkiye’ye karşı tek silah ekonomi’
Bu gerilimde Türkiye’nin Kürtlerle geliştirdiği ilişkinin rolüne dair de “Sorunun kökeni Kürtlerle ilişkiler değil, (Kürtlerle ittifak) gerilimi sonradan alevlendirdi. Türkiye Irak’a tek bir devlet gibi davranmalıydı. Sadece bir grupla ilişkisini güçlendirmesi bizim parçalanmamıza sebep olacaktır. Şu an içerde ilişkilerimiz iyiye doğru gittiği için mevcut politika ilerde Türkiye için sıkıntıya dönüşebilir” diyor.

Türk şirketler petrol anlaşmalarından teknik nedenlerle mi yoksa siyasi bir kararla mı ihraç edildi? Bu soruya yanıtı çok net: “Türkiye’ye karşı kullanabileceğimiz tek silah ekonomi. Biz de bu baskıyı kullanıyoruz, gelip de şunu yapın bunu yapın diyerek içişlerimize karışmaması lazım. Nasıl Japonlar, Koreliler ekonomik çıkarlarına göre hareket ediyorsa Türkiye de öyle yapmalı. Bu Türk halkı ile değil Türkiye hükümeti ile olan bir problem. Karar siyasi bir karar.”

Hamudi meseleleri hal yoluna koymak için aylar önce TBMM’ye ziyaret teklifinde bulunduğunu, iki hafta önce teklifi yenilediğini ama kendilerine henüz bir tarih verilmediğini hatırlatırken “Ne zaman bir girişimde bulunsak bir takım açıklamalarla tekrar başa dönüyoruz” diyor.

‘İran’dan da silah alırız’
Irak’ın Rusya ile silah anlaşmasına ABD’nin neden ses çıkarmadığını soruyorum, yanıtta meydan okuma havası var:
“Amerikan silahları hem pahalı hem de geç teslim ediyorlar. F-16 alımı yapıldı, daha teslim edilmedi. Sadece bir cephede yer almak Irak’ın çıkarına değil. ABD’liler rahatsız olsalar da anlayışla karşılıyorlar. Silah kaynaklarının çeşitli olması gerekiyor. Rusya’dan da alırız İran’dan da. İsrail dışında herkese açığız. ABD gittikten sonra bizde açıkçası silah kalmadı. Pikaplar üzerindeki makineliler dışında silah yoktu. Teröristlerin bizden daha fazla silahı vardı. Savaş uçağına ihtiyacımız var, helikopter için Çeklerle anlaşma yapıldı.”

Kürtlerin İsrail’le milyarlarca dolarlık silah anlaşması yaptığına dair iddialarla ilgili de ellerinde bilgi olmadığını söylüyor. ‘Meclis olarak bu kadar kritik meselede bilgi sahibi olmamanız mümkün mü’ diye üsteliyorum, gülümseyerek “Bilmiyorum, size sormak lazım. Belki İsrail silahlarını Türkiye üzerinden almışlardır. İran yoluyla olmaz, Suriye üzerinden de olmaz, geriye bir tek Türkiye kalıyor” diyor.

Velhasıl Irak nice hamlelere gebe bir satranç tahtasını andırıyor. Buradaki sınav sadece Irak’ın değil Türkiye’nin de sınavı.