Monday, January 28, 2013

Ütopyalar ve Toplumsal Cinsiyet




They cannot represent themselves; they must be represented.”.
(Karl Marx, The Eighteenth Brumaire of Louis Bonaparte)

Milliyetçilik üzerine sayısız incelemenin çoğu, onun siyasi ve ideolojik yönü üzerine yoğunlaşmıştır. Bu yaklaşımda, erkek bakış açısının toplumsal cinsiyete gereken önemi vermeyişinin de payı olsa gerek.
Ben bu yazıda daha çok, biyolojik, sosyo-tarihsel ve kültürel gelişmelere, buna bağlı olarak milliyetçiliğin ırkçı ve cinsiyetçi, yani toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklanan yönüne vurgu yapmak istiyorum. Bu vurguyu yaparken, ağırlıklı olarak ulus ve ulusun inşası süreçlerinde kadınların toplumsal cinsiyeti üzerine inşa edilen siyasetlere yer vereceğim. Bu yaklaşımımın nedeni, bir kadın olarak yaşadığım ve algıladığım, okuduğum bilgi ve deneyimler sonucunda milliyetçi taşkınlığın ve genel olarak militarizmin, ağırlıklı olarak erkeklerin deneyim ve ustalığı alanına girdiğini düşünüyor olmamdır. Cynthia H.Enleo’nun sözleriyle özetlersek: “Milliyetçilik tipik olarak erkekleştirilmiş hafızadan, umutlardan doğmuştur.”
Toplumsal cinsiyet eşitsizliği, yaşanılan tarihi dönemin sosyo-ekonomik, siyasi ve etnik yapısından ayrı düşünülemez. Örneğin, bugünün Britanya’sında, tek bir kadınlık durumundan söz edebilir miyiz? Konuya daha sonra da değineceğim gibi, siyah kadınlara biçilen kadınlık durumuyla, beyaz kadınlarınki farklıdır.
18 ve 19. yüzyıl sömürgeci Avrupa tarihi, hemen hemen her alanda kadınlara uygulanan ayrımcı ve cinsiyetçi siyaset ve anlayışların hakim olduğu bir dönemi kapsar. Kadınların, cins olarak, ekonomik, sosyal ve politik alandan, esas olarak toplumsal alandan dışlandıkları bir dönemdir bu.
O günkü orta-sınıf, beyaz heteroseksüel, maskülin erkek kimliği sömürgeci Batı’yı temsil ederken, edilgen, ikincil, feminin kadın kimliği de Doğu’yu temsil eder. Bu perspektiften baktığımızda feminin ve maskülin kadın ve erkek normlarının daha iyi anlaşılacağı kanısındayım. Bir başka deyişle, toplumsal egemenlik ilişkilerine göre belirlenen toplumsal cinsiyetin oluşturulması sürecinde, sömürgelerde uygulanan ırkçı politikalarla, içte kadınlara uygulanan cinsiyetçi, sosyo-politik, ekonomik ve biyolojik ayrımcılığın arasında derin bir bağ vardır.
19. yüzyılın cinsiyetçi erkek anlayışına göre, kadınlar fiziksel ve ruhsal olarak zayıf ve kırılgandır. Dolayısıyla, erkeklere ait alanlardan uzak kalmalı, geleceğin nesillerini yetiştirmeli ve ulusun, ailenin onurunu temsil etmelidir. Oysa o günün Britanya’sında, işçi sınıfından kadınların yaşadığı gerçeklik, orta sınıf kadınlara biçilen rolden çok farklıdır. On binlerce işçi kadın ev içi hizmet sektöründe ağır koşullarda çalışmaktadır.
Kadınlar doğaları gereği “zayıf, duygusal, irrasyonel” oldukları için, politika ve eğitim de dahil, akıl, irade gücü ve yetenek gerektiren kamusal yaşamdan genelde dışlanmışlardır. Ayrıca, maddi ve manevi güç gerektiren bu tür alanlarda kadınlar erkeklerle boy ölçüşmeye kalktıkları takdirde, “kadınlık cazibelerinin” yok olacağı endişesi de vardır bu cinsiyetçi zihniyetin arkasında. “Bilimsel” verilerle de desteklenir bu yaratılan pasif kadınlık durumu.
Sanayi devrimi ve onun getirdiği sosyal, ekonomik gelişmeler sonucunda, erkeklerle aynı iş kollarında daha az ücretle çalışan kadınlar aynı sendikal haklardan ve eğitim olanaklarından yararlanmak isteyince, karşılarında hep, sistemin cinsiyetçi ideolojisiyle beslenen ayrımcı anlayışları bulmuşlardır.
Kadınların hak talepleri üzerine yürütülen tartışmalar sırasında, birçok ünlü yazar, sendikacı, düşünür, kadınlar aleyhinde tavır koymuştur. Bugünkü Labour Party-İşçi Partisi’nin esinlendiği, düşünür, yazar, eleştirmen, Oxfordlı J. Ruskin, “yasa yapıcısı” olarak erkeklerin, kadınları, günah ve tehlikelerden koruduklarını iddia etmiştir. Ruskin, edebiyat, tarih, sosyoloji ve mimari konularında ne kadar derinse, o günkü beyaz-Viktoryan İngiltere’sinin, ırkçı, cinsiyetci ve sömürgeci siyasi ve kültürel anlayışları çerçevesinde de o kadar sığdır.
O dönemin Britanya İmparatorluğu’nun sömürgeci ve ırkçı politikalarıyla, içerde, kadınlara uygulanan, cinsiyetçi politikalar arasındaki paralelliğe gelince.
Korumacılık ve “esirgeme” adı altında uygulanan bu politika ve anlayışların arkasında, kadınları ve kolonileri sömürme ve idare etme, yani hakimiyet düşüncesi yatmaktadır. Batılı beyaz erkek, kadınlar konusunda olduğu gibi, sömürgeler konusunda da benzeri söylemleri ileri sürmüştür. Afrikalılar, Malezyalılar, Hintliler vb. doğaları gereği, akıl ve bilgi gerektirecek işleri yapacak kapasitede değildir. Yaratıcı duyu ve yetenekleri gelişmemiştir. Siyaset biliminden anlamazlar. Medeniyete ulaşmaları için, Batılı adamın “kurtarıcı”lığına ve “koruyucu”luğuna muhtaçtırlar.
Aynı dönemde, Fransız yazar ve politikacı, Alphonse de Martine, Osmanlı topraklarını ziyaretinden sonra, söyle yazmıştır: “Başıbozuk milletler topluluğu...Yönetici, yasa, güvenlik yok... Batının işgalini bekliyor sabırsızlıkla sığınmak için...”
Bu mantığa göre, bir tarafta rasyonel ve maskülin olanı temsil eden Batı, diğer tarafta ise, irrasyonel, feminin, ikincil olan Kuzey Afrikalılar, Orta Doğulular ve kadınlardan oluşan ve “kurtarılmayı” bekleyen “ötekiler” dünyası vardır.
Batılı emperyalist sömürge kültüründe ( bu kültürün yaratıcılarının hemen hemen hepsi erkektir) ressam, yazar ve gezginlerin iştahını kabartan konulardan birisidir ötekilerin cinselliği. Bu “Orient” dünya, genellikle, harem ve gizemli peçeli kadın imgeleriyle karakterize edilir. İrrasyonel ve aşırı duygusal, anlaşılması zor, iletişim kurulamayan bu dünyaya karşı aşağılamanın yanında, gizli bir hayranlık da vardır. Ama bu kadar. Bu gizli hayranlığın ötesinde, içte kadınlara karşı uyguladıkları cinsiyetçi önyargıları, oryantal ötekiler dünyasına da, üstelik bu kez sömürgeci bir horgörüyü de ekleyerek uygularlar. Ötekilerin de toplumsal cinsiyeti, edilgenliği temsil eden kadındır.
Yazılı, sözlü ve görsel sanatların birçoğunda, bu konu sıklıkla işlenmiştir. Flaubert, Kızıl Deniz’de nasıl zevkle yüzdüğünü anlatırken, “...sanki binlerce sütlü memenin üstünde yatıyor gibiydim...” ifadesini kullanır.
Burton’un “Thousand and One Nights” adlı eseri, pornografik imajlarla doludur. ‘Oriental’, cinsel ihtirası, gizemi ve anlaşılmamayı simgelediği kadar, öteki olmanın da ifadesidir. O günkü Avrupa kültüründe, şu terimler, belli cinsel çağrışımlar için kullanılır: seraglio figure, Turkish beatuties ( kadın kalçaları) Asiatic ideas (cinsel ihtiras).
Bu yapıtların çoğu, kulaktan dolma bilgilerle, çeşitli cinsel fantaziler üretir. Örneğin, Cezayirli bir dansçı kızın, tüm “Orient” dünyayı sembolize eden erotik bir yıldız olarak işlenmesi gibi. Çoğumuzun malumu olduğu üzere, bu “sanat eseri” tablolarda, yarı çıplak harem kadınları birbirleriyle sarmaş dolaş eğlenirken, bir dudağı yerde, bir dudağı gökte, siyah bir harem ağası onlara gözcülük ederken resmedilir. Kısacası, bu iç gıcıklayıcı oryantalizm, sırf cinsel fantazileri beslemek için kullanılmaz, öteki’nin karşısındaki Batılı kimliği (erkek kimliği) oluşturmak, onu sınamak ve pekiştirmek için de kullanılır. Peçenin arkasındaki ne olduğu belirsiz Kuzey Afrikalı, Mısırlı ya da İstanbullu gizemli bir “yaratığı” keşfetmek, ona sahip olmak ihtirasıyla, yeni bir sömürgeyi keşfetmek ve sahip olmak arzusu arasında bir bağlantı olduğu açıktır.
Elbette bugünkü toplum yapısında, kadın ve erkek kimliklerinin aynı olması beklenemez. Çünkü, her dönemin ve her toplumsal yapının farklı sosyo-ekonomik ve siyasi koşulları vardır. Kadın ve erkeklik kimlikleri de bu yapının içinde şekillenir.
Ne var ki, sömürgeci, yayılmacı ve militarist anlayışların pek fazla değişmediğini, hatta yüz yıl arayla da olsa benzeri siyasetleri uyguladığını söyleyebiliriz. Son Afganistan ve Irak işgallerinde eski milliyetçi ve ırkçı politikaların tekrarlandığına tanık olduk. Afganlı ve Iraklı ötekilere “demokrasi” ve “refah” taşıyan ve Afganlı kadınları dini bağnazlığın elinden kurtarıp özgürleştirdiğini iddia eden aynı saldırgan, milliyetçi, cinsiyetçi anlayış değil midir... “Kurtarıcı” erkek, sonunda “kurtardığı” kadının sahibi olur. Umberto Eco, ilk Körfez Savaşını, ereksiyon olmuş bir penisle tasvir ederken aynı gerçeği ironik bir şekilde vurgulamıştı.
Milliyetçi ideoloji, kadınları, ulusun oluşum ve gelişim süreçlerinde kullandığı gibi, toplumun militarizasyon sürecinde de kullanır. Hepimizin sıklıkla işittiğimiz, günlük hayatımızda öylesine kullandığımız terimlerdir anavatan, toprak ana ve yavru vatan. Namusunun ve şerefinin korunması gereklidir anavatanın! Tıpkı kadın gibi. Bu anavatanı koruyacak olanlar da, esasen ulusu temsil eden erkek milletidir. Erkek, vatanı savunan askerle özdeştir. Paul Theroux bu durumu şöyle ifade ediyor: “‘Erkek gibi davran’ ifadesi bana bir küfür gibi geliyor. Bu ifade, ‘aptal ol, duygusuz ol, itaatkâr ol, asker ol ve düşünme!’ anlamına geliyor.”
Şaşırtıcıdır ki, bunca kutsanan anavatan, yeri geldiğinde yerle bir edilir. Vatanı korumak ve parçalatmamak adına Kürt köyleri yakılıp viran edilebilir. Aynı, namus cinayetlerine kurban edilen kadınlar gibi, “uğruna feda olunan” topraklar insansızlaştırılır, yaşama alanı olmaktan çıkarılır. Ağızlarını açtıklarında vatanseverlikten dem vuranların sıkıya düştüklerinde yaptıkları ilk şey, istilacı ile işbirliği yapmak ya da ülkenin kapılarını istilacıya açmaktır. Aynı, namustan fazla söz edenlerin sıkıştıklarında karılarını sokağa attıkları gibi. Orduların gerçek görevi, vatanı savunmak değil, içerde halkları bastırmaktır. Tarihte yabancı istilasına karşı direnen ordu örneği çok azdır. Hitler, Fransa başta olmak üzere Avrupa ordularını birer ikişer günde bertaraf etmiştir.
Diğer yandan, ulusal kurtuluş hareketleri de, kadınların geniş katılımına ihtiyaç duyduğu için bir yandan kadını yüceltirken, bir yandan da onlara erkek imajı kazandırmaya özen gösterir. Cezayir, Sri Lanka ve PKK de dahil, ulusal hareketlerin içinde, cephede ve cephe gerisinde yer alan çok sayıda kadın vardır. Bu kadınlar, ellerindeki silahla ve aldıkları “sorumluluklarla” erkeklerden farksız bir biçimde tasvir edilirler.
Yine de kadınların toplum içinde inisiyatif almalarını sağlayan bir yanı vardır ulusal mücadelelerin. Oy hakkı elde etmek, eğitim ve çalışma hayatı ve siyasette bir ölçüde yer almak. Örneğin İngiltere’de kadınların oy hakkını elde etmeleri ancak 1. Dünya Savaşı sonunda, erkeklerden çok sonra olmuştur. Yakın geçmişte uluslaşan ülkelerde kadınlar erkeklerle aynı zamanda oy hakkını elde etmiştir. Bu, onlara eşit vatandaş haklarını kazandırmasa da, objektif durum budur. Ne var ki, ulusal mücadelede erkekleşerek belli ölçüde inisiyatif ve özgürlük kazanan kadının doğurganlığı kısa sürede yeniden ön plana çıkartılır. Musa Anter, Kürt kadınını şöyle tanımlar: “Kürt kadını kocasının karısı, çocuklarının annesi ve de toplumdaki ekonomik ilişkilerin canlı bir ortakçısıdır (...) Kürt kadınına kaç çocuğun var diye sorulduğunda, sayının 5-6’dan aşağı olması, şerefli bir kadın için aşağılayıcı bir durumdur.”
Kadınların cinselliği üzerinden yapılan “milli tasarruflar”, sadece savaş ve toplumun militarizasyonu dönemlerini kapsamıyor. Aşağıda göreceğimiz gibi, nüfus ve aile planlaması adı altında sınıfsal bir boyutu da içinde barındırıyor.
1990’ların sonunda, Brezilya’da, gecekondu mahallelerinde, kadınların rahmi zorla alınarak kısırlaştırma yoluna gidilmiştir. Bu proje, Dünya Bankası fonlarıyla desteklenmiştir. Kısırlaştırılan birçok kadına, rahimleri alınacağı ve ömür boyu çocuk doğuramayacakları söylenmemiştir. Birçok kadın bu operasyonlar sırasında sakatlanmıştır. Kadınların kısırlaştırılmasına harcanacak fonlar, pekâlâ o gecekondu mahallelerinin su, elektrik, yol gibi temel ihtiyaçlarına, yoksul halkın yaşam standartlarının yükseltilmesine harcanabilirdi. Oysa Brezilya Devleti, yoksulluğu yok etmek yerine, kadınların doğurganlığını yok etme yoluna gitmiştir.
1990’lı yıllarda, Britanya’da, depo provera, artık sağlığa zararlı olduğu bilinmesine rağmen, bir doğum kontrol metodu olarak siyah ve göçmen kadınlara verilmekteydi. İsrail, Filistinli kadınlar üzerinde kısırlaştırma politikasını halen sürdürmektedir. Amerika da dahil yirmi dört devlet, 1910-1930 yılları arasında kısırlaştırma yasası çıkartmıştır. Amerika’da, göçmenleri hedef alan öjenik hareketin çıkışı, İngiltere ile aynı döneme rastlar. Sosyal Darwinizmden güç alır öjenik hareket. Daha sonra Nazi Almanyası yaygın bir şekilde uygular benzeri bir ırkçılığı. Nazilerin pratiğinde de görüldüğü gibi, öjenik hareketin çıkış nedeni, devletin ırkçı ve cinsiyetçi uygulamaları ile, ulus, devlet, milliyetçilik arasında hep bir ilişki vardır.
Devletlerin kadınların bedeni üzerinden geliştirdikleri nüfus planlama politikalarının bir yanı kısırlaştırmaysa, diğer yanı da doğurganlığın körüklenmesidir. Kadınların doğurganlığı, milliyetçi ideolojiler tarafından hep yüceltilir. “Cennet anaların ayağı altındadır” deyişiyle anneliği yücelten anlayış, bir başka yerde, “kadının karnından sıpası, sırtından sopası eksik olmamalı” diyerek erkek şovenizmini dışa vurur.
Atatürk, Cumhuriyet Türkiye’sinin aile yapısını şekillendirirken, “Türk kadınının en büyük görevi analıktır” derken, devletin en küçük birimi olarak düşündüğü aile ve ailedeki kadının rolüne vurgu yapma gereği duymuştur. Ailenin istikrarsızlığı, altüst oluşu, toplumun istikrarsızlığından bağımsız düşünülemez. Ailenin, kültürel ve ahlâki şekillenmesi, korunması, kısacası gardiyanlığı kadınlara sunulan en büyük görevdir. Bu, savaş-barış zamanlarının değişmez politikasıdır.
Ne yazık ki, belli zamanlarda “vatanın analarının” da bu milliyetçi taşkınlığın içinde yer aldığını görmekteyiz.

Birinci Dünya Savaşı sırasında, Britanya’da oy hakkı için mücadele eden kadınlar, askerliğe gitmeyi reddeden erkeklere “korkaklığın” simgesi olarak beyaz tüy dağıtmakla, daha o zamandan yükselen milliyetçi isterinin ve savaşçı faşizmin habercisi olmuşlardır. Hitler, Goebbels’in karısı ve çocuklarını, örnek Alman ailesi olarak boşuna lanse etmemiştir. Naziler, Almanya’daki kadınların büyük çoğunluğunun desteğini almışlardır. Öyle ki, bir kesim Alman feministi dahi bu isteriye göğüs gerememiştir. Keza İtalya’da, birçok kadın, Mussolini’ye alyans ve bilezikleriyle birlikte oğullarını da sunmuşlardır. Diğer ideolojilerde olduğu gibi, faşizmde de vatan imajı ile ana imajı kaynaştırılmıştır. Nasıl ananın namusu ve şerefi kutsalsa, anayla özdeşleşen vatanın korunması da kutsaldır. Benzer bir şekilde, Stalin de, “sosyalist” vatan savunmasında aynı özdeşliği kurmuş, analığı ve aileyi yüceltmiştir. Üstelik Stalin’de analık, hem vatanı, vatanı savunacak askeri üretecek doğurgan kaynağı, hem de yüksek üretimi temsil eder.
Vatan, millet ve aile, her ulusun temel direkleridir. Bu nedenle, milliyetcilerin ve politikacıların vazgeçilmez propaganda alanlarıdır.
Aile ideolojisini yalnızca faşist devletler değil, (Nazi Almanyası örneğinde olduğu gibi: kadın-çocuk-mutfak üçlüsü) tüm ulusal devletler aile-vatan kavramına özel bir önem atfetmişlerdir. Bugünün ister “gelişmiş” kapitalist olsun, ister kendisine sosyalist desin tüm ülkeleri çekirdek aileyi örnek ve evrensel olarak kabul eder.
Gerçekten böyle midir durum? Aile de toplumlar gibi değişkendir. Resmi, çekirdek ailenin dışında var olan aile örnekleri görmezden gelinir. Evli olmayan anne örneğinde olduğu gibi. Oysa lezbiyen-gay çiftlerden oluşan aileler, bekâr baba ve çocuklardan oluşan aileler, arkadaşlardan oluşan aileler, tek tek bireylerden oluşan aileler, yaşlılardan oluşan aileler, çocuklu, çocuksuz birçok aile örneği vardır gerçek toplumda.
Sonuç olarak, aile evrensel olmadığı gibi, annelik de evrensel bir ideolojiyle tanımlanamaz. Annelik, kadının herhangi kimliğinden birisidir. Kurumsal anneliği kutsayan sistem, ne yazık ki, onu ödüllendirmez. Dünyanın birçok yerinde evli olmayan anneler, hâlâ gelir dağılımının en alt kesiminde yer aldıkları gibi, siyasi, ekonomik ve toplumsal alanlarda da temsil düzeyleri düşüktür.
Devlet, o kadar göklere çıkardığı anneliği ve onun getirdiği maddi-manevi sorumluluğu ailelerin sırtına yıkarak kendini kurtarmaya çalışır. Öte yandan, rekabetçi-acımasız dış dünyanın karşısında, aile sığınılacak, “sıcak” bir yuvadır. Özellikle göçmen ve siyah kadınlar için. Irkçı ve milliyetçi baskı karşısında ister istemez aileye sığınılır. Zorba bir devlete karşı Filistinlilerin aileyi savunmaları ve kadınları çocuk doğurmaya teşvik etmeleri de bu noktadan bakıldığında anlaşılır bir şey olmalı.
Yakın geçmişte, İngiltere’de yaşayan Kosovalı kadınların yaşamlarını içten gözlemleme olanağım oldu. Çoğu bekâr kadınlardı ve erkek arkadaş bulmakta sıkıntı çekiyorlardı. Çünkü, içinde yaşadıkları gettonun dışından bir “yabancıyla” birlikte olmaları hoş karşılanmadığı gibi, dışlanmalarına da neden olabiliyordu. Oysa Kosovalı erkekler için aynı kural söz konusu bile değildi. Kadınlar, bu dışlanmayı göze alamadıklarından, “evde kalmış” kız sayısı çoktu o günlerde bu toplumun içinde. Kısacası, kadınların cinselliklerinin üzerindeki baskı yöntemleri değişse de, baskıyı yapanlar değişmiyor. O günlerde ulusal bağımsızlık mücadelesi veren Kosovalı vatansever erkekler, kendi kadınlarının bedenlerini de “yabancılardan korumaya” çalışıyor olmalıydılar.
Oysa korunulması gereken tek şey vardı, o da bizzat koruyucunun kendisiydi. Aynı, belli topraklar üzerinde yaşayan insanların kendilerini öncelikle vatanseverlerden korumaları gerektiği gibi.

Emine Özkaya
25 Ağustos 2007



Kaynakça:

Ayşe Gül Altınay, (der) Vatan Millet Kadın, İstanbul, İletişim, 2000.
Cynthia H. Enloe, Ethnic Conflict and Political Development, 1986: Does Khahi Become You?The Militarization of Women’s Lives, London, Pandora Press,1988.
Dorothy Thomson, Class, Gender and Nation, London, Verso, 1993.
John Freely, Insıde the Seraglio, Penguin Books,2000.
Mary Davis, Sylvia Pankhurst: Radikal Politik Mücadelede Geçmiş Bir Hayat, çev, Emine Özkaya, Versus, 2006.
Susan Mendus & Jane Rendall, (der) Sexuality & Subordination, London, Routledge, 1989.
Yiorgos Kalogeras &Domna Pastourmatzi, (der) Nationalizm & Sexuality: Crises of Identity, Thessaloniki, Aristotle University, 1996.

Wednesday, January 23, 2013

Sevgili Tezer


Sana bu gecikmiş mektubu yazmaya oturduğumdan beri belleğime bir fotograf gibi kazınmış...

YILDIRIM TÜRKER
Türkiye / 30/08/2008

Sana bu gecikmiş mektubu yazmaya oturduğumdan beri belleğime bir fotograf gibi kazınmış olan o görüntüden
kurtulamıyorum. Üstünden on yıllar geçmiş. Ankara’dayım henüz. Edepsizcesine gencim. Hayat, sanki her
köşebaşında pusu kurmuş, bana serüvenler hazırlıyor. Yüreğim ağzımda geziyorum sokaklarda. Bir gece, neden çağrılı olduğumu hatırlayamadığım bir evde... Birkaç kişiyiz. Önden giriyorum. Salona adımımı attığım anda bir film karesine sızmışlık duygusu. Boş salonda, geniş kanepede tuhaf bir kedi uyumuyla oturan ince, sarışın bir kadın.
Nedense o an; seni ilk gördüğüm an belki de yakalayabildiğim tek an. Sonrası hep izini sürmek oldu. Pavese’nin izini sürdüğün gibi.
Sen Zürih’e giderken yazışmaya karar vermiştik. Belki bir kitap yaparız sonra, demiştin. Ama olmadı. Notlarından birinde diyorsun ki, “Özlem duygusu bende giderek ölüyor. Ancak çok sık gördüğümü ya da ölenleri özlüyorum.
Ardından ‘Kalanlar’ adıyla basılan kitabında en yoğun şiddetle hissettiğim cümlelerinden biri bu oldu. Sana yazamadım. Sen de yazmadın. İşte ben seni şimdi çok özlüyorum.
Seni özledikçe unutuyorum. Gün günden sisler içinde yitip gidiyorsun. Bellek yitimi gibi. Seni unutuyorum.
Yazdıkların, senden bağımsız metinlere dönüşüyor. O an korkuyla fark ediyorum, onları yazan insanı hiç tanımamışım gibi merak ettiğimi. Yazdıklarını yeniden okurken, onları yazan yazarı, insanı, kadını, tanımadığım o kişiyi kafamda kurarken yakaladığım oluyor kendimi. Sarışın, ince bir kadın kuruyorum. Yine güzel, yine şaşırtıcı boğuk bir sesle
kesik kesik konuşup sigaralar içen bir kadın. Kendimi yakaladığım zaman senin yazdıklarına ne kadar benzediğini düşünüyorum.
Seni hatırlamak, gitmek gibi bir şey. Belki hep ‘gitmek’i yazdığın için. Can yakıcı.
Bir yanıyla da yük atar gibi, ama her şeyi terk ederken dahi durmadan dönüp ardına bakan insanların gidişi gibi. Bir daha hiç geri dönmeyenlerin gidişi gibi.
‘Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde, ‘Pazar günleri... Şimdilerde... sokak aralarından geçerken... gözüme picamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim... evlerin pencere camları buharlanmışsa... odaların içine asılmış çamaşırlar görürsem... bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa,
radyolardan naklen futbol maçları yayınlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek... isterim hep” yazan, çoktan gitti.
“Bir ana ve babadan olma değilim... Doğumum bile bir kökünden kopma idi. Köklerimi hiç aramadım. İçerisinde severek yaşayabileceğim arka dünyalardan kopma köklerim olabilirdi. Annem ve babam gibi, tüm kentler, ülkeler, günler, geceler, her gökyüzü de yabancı kaldı bana” diyordun notlarında.
Şimdi şu dünyayla barışmışların çağsamayla andığı o korkunç sıkıntıyı, o orta sınıf cehennemini, kendine hiç acımadan, bir tek sen yazdın. Kuşağının, sınıfının, bütün güdük oyunların mızıkçısıydın.
Çocukluğunun geçtiği yerlerde gezindim birkaç kez. Çelebi Apartmanı’nı aradım. O yangın mahallelerini aradım. Saat kulesinin önündeki alandan kalkan otobüslere bakıp seyahat edenleri gıptayla seyreden, içinden ‘bir gün uzak dünyaları ben de tanıyacağım’ diye geçiren o küçük kızı aradım durdum. O eski yangın mahalleleri bütün şehir gibi
değişmişti. Oysa o can sıkıntısı, o küçük kız çocuklarının üstüne basan hayat olduğu gibi sürüyordu.
Öğretmenleri, doktorları, babaları ve polisleriyle üstüne saldıran dünya seni acıttıkça yazdın. Yazı, sana hep acı verdi.
Yazarken adeta fiziksel bir acı çektiğini anlatmıştın bana. Yazıyı sorguladın. Sözcükler sana hiçbir zaman yetmedi.
Ama onlardan başka sığınacak yerin yoktu.
Seninle uzun uzun deliliği konuşmuştuk.
Hep dünyanın kıyısından sarktın.
Elektriğin sağaltıcı gücüne büyük inanç besleyen iktidara çarptın. Yenilmedin. Hep kendin oldun. Sonuna dek kendini ‘buzda bir balık’ gibi hissettin. Hep,
‘bağımsızlık, özgürlük, uyum sağlamak zorunda olmamak’dı özlemin. Kısa yaşadın. Hayatından olağanüstü bir güzellik
kaldı geriye. Şimdi sana ancak Pavese için yazdıklarını tekrarlayabilirim: Tezer Özlü; “Bu kahrolası yeryüzünün büyük yalnızı. 
Seni ne denli seviyorum..

Friday, January 18, 2013

Ona Adalet Borcumuz Var



19 Jan, 2013 Nasname - :
Her adımı söylenmeyenlerle ve şiddetle yüklü bir coğrafyada, gerçeklerden ve barıştan konuşmak cesaret ister. Belletilenleri değil hakikati, alışılanı değil yeni ve tedirgin edici olanı arayanlar tehlikelidir. Tehlikededir kan davasına, kardeş kavgasına bir son vermek isteyenler.
 Her adımı söylenmeyenlerle ve şiddetle yüklü bir coğrafyada, gerçeklerden ve barıştan konuşmak cesaret ister. Belletilenleri değil hakikati, alışılanı değil yeni ve tedirgin edici olanı arayanlar tehlikelidir. Tehlikededir kan davasına, kardeş kavgasına bir son vermek isteyenler.
Bu yaralı topraklara ekilmiş bir umut tohumu olan Agos’a ruhunu veren Hrant Dink, gözleriyle gördüğü tehlikelerin üzerine gitmekten kaçınmadı. Kaçınmadı, çünkü bunu, yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip olmanın bedeli olarak gördü.
İnsan evladının nihayetinde bir nefeslik canı var. Takdir-i ilahi, kader, alınyazısı, doğanın kanunu, adına her ne dersek diyelim, bu hayatın sonlu olduğu bilgisi, bizi, uzağına düştüğümüz insani özümüze bir nebze de olsa yaklaştırıyor.
O insani özün etkisiyle, yolumuzu kaybettiğimizde, içgörüsü yüksek olanlarımıza dönüyoruz umutla. Barışın ve adaletin yolunu gösterecek, yarınların sınavlarından geçebilmemizi sağlayacak anahtarları bize sunacak olan kadim bilgeliğe her daim ihtiyacımız var.
 Hrant Dink, bizler için, Anadolu insanının asırların imbiğinden damıttığı o bilgeliği temsil ediyordu. İşte bu yüzden, onyıllardır süren ve binlerce insanın hayatını kaybetmesine neden olan şiddetin nihayet sona erme ihtimalinin belirdiği şu günlerde, onun bizi bize yakınlaştıran insan sıcaklığını daha fazla özlüyoruz.
Böyle zamanlarda, onun bu ülke tarihinin bütün yükünü omuzlamışçasına, tüm dertlerimizin dermanını arayan çocuk saflığındaki ruhuna hep beraber ne kadar çok ihtiyacımız olduğunu hissediyoruz. Türkleri, Kürtleri, Ermenileri, hepimizi barıştıracak olan geleceğin hayalini gerçeğe dönüştürme arzusuyla nasıl yanıp tutuştuğunu anımsayıp dirençle doluyoruz bir kez daha.
Hrant Dink’in aramızdan alınmasından sonra sergilenen utanç verici hukuksuzluklar ise bu direnci köreltmiyor; aksine, adalet borcumuzu bize sürekli hatırlatan bir kamçıya dönüşüyor. Bu, hep beraber ödememiz gereken bir borç. Çünkü adaletin olmadığı yerde, kimse başı dik gezemez.

Thursday, January 17, 2013

PKK-Devlet Anlaşmasından Barış Ve Kardeşlik Çıkar Mı?


Berzan - Botî

Ateşkes ve PKK-Devlet anlaşması, barış ve kardeşliğe gidecek yolda önemli bir adım olacaktır kuşkusuz. Bu nedenle de bu adım desteklenmelidir. Barış ve kardeşliğin tesis edilmesinin kısa sürede olanaklı olmadığı gerçeği dikkate alınmalı ve acil olan ateşkes, çatışmaların sona ermesi gibi olaylara odaklanılmalıdır ilk olarak. Acil olanı (ateşkes, silahların susması v.s.) desteklemek, barış ve kardeşlik kavramlarını ihtiyatsız bir şekilde kullanma hakkını kimseye vermiyor.
Aynı kavramları kullandıkları halde anlaşamayan veya çatışan kesimlerin varlığı, kavramlarla kurulan ilişkinin sağlıklı olmadığını gösteriyor.
Hem egemen anlayışların hem de bu egemenliğe karşı mücadele edenlerin aynı kavramları kullanması, bir tarafın söz konusu ortak kavramı kullanırken gerçekliği bilinçli olarak çarpıttığının kanıtıdır.
TC gibi işgalci bir devletin bile demokrasi, barış, kardeşlik gibi kavramları sıkça kullanıyor olması, kavramlarla ciddi bir hesaplaşmayı gerektiriyor. Kavramlarla hesaplaşıp özüne uygun kullanılmasını sağlayamadığımız sürece yaşanan politik kargaşadan kurtulamayız.
Devlet gibi PKK de kavramlara istediği anlamı yükledi bu güne kadar. İşin üzücü tarafı ise, PKK’nin kavramlarla oynamasına Kürd politik çevrelerince gereken tepkinin gösterilmemiş olmasıdır. Zamanında gösterilmeyen tepki bugün sömürgecilerin elinde bir silah olarak Kürdlere karşı kullanılıyor.
Devlet-PKK arasında başlayan görüşmeler her iki güç tarafından da kavramsal bir oyun olarak karşımıza çıkacaktır; şimdiye kadar olduğu gibi…
Bu oyunda gerçeklikle örtüşmeyen ve gerçeklikte karşılığı olmayan “hak”, “özgürlük”, “kardeşlik” ve“barış” gibi kavramlarla avutulmamak/aldatılmamak için gerçekliği dillendirmek gerekiyor.
Görüşmelerin içeriğine ve olası sonuçlarına dair değerlendirmelerde bulunmadan önce iki temel kavram üzerinde durmak ve bu kavramları özüne uygun bir şekilde tanımlamak gerekiyor.
Hem devletin hem PKK’nin hem de okur-yazar kesimin en çok kullandığı ve görüşmeler süresince de en çok kullanacağı kavramlar barış ve kardeşlik kavramlarıdır.
Savaş-Barış Diyalektiği
Barış Nedir?
En yalın ve başka türlü yorumlanamayacak tanımıyla barış; savaşa neden olan koşulların ortadan kalkmasıdır!
Savaşın nedeni tartışma gerektirmeyecek kadar bellidir.
Neden, TC’nin Kürdistan’ı işgali ve sömürgeleştirmesidir!
Öyleyse barıştan söz edebilmek için Kürdistan’daki işgalin bitmesi ve Kürdlerin devletleşme hakkının elde edilmesi şarttır!
Bu gerçeklik; ateşkes, silahların susması veya PKK-Devlet anlaşması gibi konuların “barış” olarak sunulamayacağını gösteriyor…
Barış bir olgudur!
Ateşkes, çatışmanın bitmesi veya PKK-Devlet anlaşması ise sadece birer olaydır!
Olaylar ve olgular arasında bir bağ olsa da aynı şey değildirler!
Ateşkes veya PKK-Devlet anlaşması gibi olaylar barışı sağlamaz ama barışa giden yolda önemli bir işlev görebilir. Bu işlev, barış için daha sağlıklı ve daha uygun yolların bulunmasıdır…
Kardeşlik Ne Anlama Geliyor?
Hem gerçek (biyolojik) kardeşlik hem de toplumsal/politik kardeşlik, ekonomik-sosyal ve siyasal eşitliği öngörüyor.
Bu eşitlik, kardeşlerden birinin istediğinde ayrılma ve kendi yaşamını bağımsız sürdürme hakkını da güvence altına alıyor…
Kardeşlik; birlikte yaşamayı zorunlu kılmıyor, aksine günümüz koşullarında ayrılmanın kaçınılmazlığına işaret ediyor.
Sonuç olarak;
Barış ve kardeşlik kavramının özüne uygun olarak tesis edilebilmesi için, Kürdistan’daki işgalin sona ermesi ve Kürdlerin ayrı bir devlet kurma hakkının kabul edilmesi şarttır.
Ateşkes ve PKK-Devlet anlaşması, barış ve kardeşliğe gidecek yolda önemli bir adım olacaktır kuşkusuz. Bu nedenle de bu adım desteklenmelidir. Barış ve kardeşliğin tesis edilmesinin kısa sürede olanaklı olmadığı gerçeği dikkate alınmalı ve acil olan ateşkes, çatışmaların sona ermesi gibi olaylara odaklanılmalıdır ilk olarak.
Acil olanı (ateşkes, silahların susması v.s.) desteklemek, barış ve kardeşlik kavramlarını ihtiyatsız bir şekilde kullanma hakkını kimseye vermiyor.
Bu süreçte çözülecek bazı olayları barış ve kardeşlik diye tanımlayanlar/yutturmaya çalışanlar, barış ve kardeşliği engellemek dışında bir işe yaramayacaklardır ve sadece devlet politikalarına hizmet edeceklerdir.
Şimdiye dek kavramlarla hesaplaşmayan ve Devlet ile PKK’nin kavramlara (çıkarlarına uygun şekilde) yüklediği anlamı sorgulamayan Kürd politik çevreleri, bu kritik süreçte de aynı hataya düşmemelidir. Bu hatayı yapanlar, barış ve kardeşlik kavramlarını ne kadar sıklıkla kullansalar da, bu kavramların cellâdı olarak anılmaktan kurtulamayacaklardır. Kavramların cellâdı olmak aynı zamanda Kürdistan halkının geleceğinin de cellâdı olmak demektir…
Umarım Kürd politik çevreleri ve okur-yazarları bu defa kişilikli davranır ve gerçekliği dillendirme cesareti bulurlar; Devlet ve PKK tarafından içeriksizleştirilen kavramları gerçek anlamıyla kullanırlar…
Berzan BOTÎ

Friday, January 11, 2013

Haluk Gerger


YAZMAK...

Yıllar önce, bir CIA operasyonu sonucu Fujimori diktatörlüğü tarafından tutsak alınmış Komünist Partisi önderi Dr. Abimael Guzman’a uygulanan insanlık dışı tecridi kırma uğraşının bir parçası olarak uluslararası heyetlerle iki kez Peru’ya gitmiştim.  
Size başkent Lima’da yanımda oraları bilen dostla tanık olduğum bir sokak toplantısını anlatmak istiyorum. Bir genç, küçük meydandaki kuytuda etrafına toplanmış 20 kadar insana olabildiğince sessizce Parti’yi, yeni kararlarını, eylemlerini anlatıyordu. Biri, kimbilir bir işçi, Lima’ya göç etmiş köylü ya da işportacı, araya girmişti aniden: “Parti terör uyguladı halka, sağa sola bombalar konuldu...” Öfkeli sözleri adeta patlıyordu gecenin karanlığında. Genç, saygılı, ölçülü, soğukkanlı, “kuşkusuz Parti’nin de bu zorlu savaşta hataları oldu. Biz hatalarımızdan dersler çıkarıyoruz. Ama unutmayın ki, gerilla kıyafeti giymiş devlet güçleri ve korucular da yaptıkları pek çok katliamı Parti’nin üzerine yıktılar” diyerek bu türden bazı kıyımlardan örnekler vermeye başladı. Bir başkası ise şöyle itiraz etti bu sefer: “Bütün bunları halka anlatmalıydınız.” Genç adam buna da şöyle yanıt verdi: “Haklısınız. Parti’nin gazetesi varken bu nisbeten kolaydı, orada yazıyorduk ama gazete kapatılınca bu olanağı da yitirdik.”
İşte o sırada beni çok etkileyen bir başka itiraz geldi guruptan. Nisbeten yaşlıca biri, kendikendine konuşur gibi, yanıbaşımda neredeyse fısıldadı: “Neden duvarları kullanmadınız…”
“Neden duvarları kullanmadınız?..” Sıradan emekçinin gerçek bilgiye olan ihtiyacı ve onu her koşul altında bilgilendirme görevi ve sorumluluğu ancak bu denli etkili, özlü, yalın ifade edilebilirdi. 
Gerçekleri, gerekirse dağa taşa, yazmanın tarihsel sorumluluğu, yazma eyleminin yaşamsal önemi, bilgi ve haber edinme hakkının su kadar, ekmek kadar kutsallığı…
Yeniden yazmamı istediğinde arkadaşlar bu olayı hatırladım.
Sonra da kalemleri… Bana verilen kalemleri…
1995’te cezaevine görüşe gelen ve ayrılırken kalemini “sana bunu getirdim” diyerek veren ziyaretçim… Bochum’da “sen yeter ki yaz…” diyerek kalem tarayıcı hediye eden DHP’li dostum Veli… Bir telefon numarası yazmak için aldığım kalemini iade ederken “sende kalsın, daha iyi kullanırsın” diyen Devrimci Demokrasi gazetesi satan emekçi genç… Darmstadt’tan Türkiye’ye dönerken vedaya kalem hediye getiren Kürt öğrenciler… Kitabımı imzalatıp sonra da “lazım olur, bizim için de yazarsın” diye kalemini masada bırakan MLKP’li işçi…
Ve, 1999 yılında, ben ayrılırken, bu gazetenin, “bizi bırakma” diye yazan Kürt okuru...
Ve nihayet Kürtleri düşündüm... 
Yeni umutların enginliklerinde, binbir türden ölümcül tuzaklarla kuşatılmış, yola devam ediyor Kürtler. Geleceğin aydınlığına yürürken kara bulutlar üşüşüyor tepelerde. 
Düşündüm; değil mi ki, Kürtler her yandan kuşatılmış ve tehlikede...
O zaman akan sular durur.
Durmalı da...Durdu da...
Şimdi öyle zamanlar.
Akan suların durduğu, yüklerin bu sayfalarda da yeniden yüklenilmesi gereken zamanlar.  
Elimden başka ne gelir ki...
Her Cuma bu siperde buluşmak üzere...

Monday, January 7, 2013

sıvasız evlerin ölü çocukları



Umur Talu 

Çokça, bir derviş gibi

17 Temmuz 2011 Pazar, 12:26:30 
Başbakan önceki gece Galata Mevlevihanesi’ndeydi…
Birkaç saat önce de, herkesin içini kavuran o alev alev şehitlerin cenazesi kalkarken “herkesin başbakanı” sıfatıyla konuşmuştu.
Elbet sözleri şiddetli olacak, tepkisi öfke dolacak, güvenlik ve mücadele adına yüksek sesle konuşacaktı.
Ama sorumluluğu, “terörle mücadele” kadar; askerlerin kolayca ölüme gitmesinin, yoksul çocukların bu kadar çok ölmesinin, bu topraklardan onca gencin dağa çıkmasının, halkın bir ötekine kin ve nefretle dolmasının, insanların tarihi kimlik sorunlarının kanamasının da önüne geçebilmek.
O yüzden…
Tamam bazen şahin olabilir ama, sık sık, Derviş de olabilmesi gerek.
Aynı yerde dönüp durmak için değil; ruhun huzuruna sabırla, sebatla, kardeşlikle erişmenin semazenlerinden olup gündelik haset ve fesadı da aşabilmek için.
***
Yoksa şu basit ama çok ağır soru kalır ortada:
10 bini “şehit” asker, polis, korucu ve vatandaş denen; 30 bini de “ölü ele geçirilen” veya “etkisiz hale getirilen” diye sunulan, ama sık sık “40 bin ölümüz” diye telaffuz edilen o sözde yuvarlak, ama kanlar içinde kocaman rakama, her rakamın bir insana tekabül etmesine iyice bakar…
40 bin ölü sonunda “Kürt sorunu vardır” diyebilirken…
13 yeni şehitte bu sorunun varlığını birden nasıl yok sayacağım, diye düşünür.
Ya da biz sorarız o soruyu; ona da kendimize de:
13 yeni şehidin acısıyla “Kürt sorunu yoktur” diyen siz…
40 bin ölüde nasıl “Kürt sorunu vardır” diyordunuz?
*** 
Her şey bir yana; yoksul bir ana, asker evladının bayrağa sarılı tabutuna sarılıp ancak Kürtçe ağıtlar ile feryat ediyorsa…
Terör sorunu da vardır, barış ve ölümlerin durdurulması sorunu da vardır, Kürt sorunu da vardır!
***
Milliyet’in dünkü ilk sayfası, bize sadece ismi, yaşı, bakışı ve seveninin gözyaşı ile şehitleri göstermedi; her şehidin hayat hanesini de gösterdi.
Birçoğuna bayrak asılı o yıkılmış hanelerin çoğu viranelerdi.
Burada defalarca yazıp telaffuz ettiğim üzere, yine “Sıvasız hanelerin ölü çocukları” idi.
Türk ya da Kürt, ekmek kokan, toprak kokan, yoksulluk kokan, acı kokan, ağıt kokan annelerin çocukları idi.
Sıvasız hanelerin boyasız annelerinin ölü çocukları idi!
***
Hepimiz elbet vicdan ve akıl borçluyuz o şehit çocuklara.
30 bin çocuğunu öyle böyle dağa vermiş, toprağa vermiş, mezarsız bilmiş “öteki” annelere de.
Eğer bazı analar da günahkârsa, hadi gidin taşlayın…
Yok, “Galip Dede”nin oradan bir “Derviş” de dönüyorsa kalbinizin bir yerinde; acının en orta yerinde, yangının en alev halinde dahi, hakikati, hakkaniyeti, vicdan ve aklın o çok elzem, çok mühim harmanını boş veremezsiniz.
O yüzden…
1984’te ilk baskından beri hükümetlerde olan; ilk ölüden 40 bin ölüye, 40 bin üstüne 13 şehit ve 7 “etkisiz hale getirilen”ê kadar “devlet” olmuş bir Çiçek, “Büyük Millet” kürsüsünden bizi cepheleşmeye davet edemez.
Önce sorumluluğunuzu idrak edeceksiniz; utancınızı bileceksiniz; ve hep birlikte o çocukların yasını tutacaksınız.
Sonra, bizi birbirimize (daha çok) kırdırmayacaksınız!
***
Bir de…
Sadece pusu kalleşliğiyle değil; kim bilir hangi bildik, bilmedik askeri, idari, siyasi hataların da ayaklarına zincir vurmasıyla, yorgun bedenleri kuru otlar arasında alevlere boğulan o yoksul çocuklar namına hiç kimse, İstanbul’da veya Ege’de, kendince savaş ilan etmesin!
Birçoğunuz, o “sıvasız evlerin ölü çocukları”nın canlısını; asttır, alttır diye zaten çok sevmemiştiniz, o bir yana da…
Öyle konserde şarkıya saldır; sokakta komşuna bindir; kasabada köşeye kıstır…
Ne o çocukların cesaretine yanaşabilir…
Ne yiğitliğe sığar, ne mertliğe gelir!
Esas cesaret ve yiğitlik…
Ölümlere, kine, nefrete, tahrike, oradan veya buradan iç savaş histerilerine rağmen; sıvasız evlerin tüm yoksul çocuklarının hayatını, hayatiyetini, haysiyetini savunmaktır.
Bazen, belki bir şahin gibi…
Çokça, bir derviş gibi!