Thursday, August 30, 2012

AYDIN(LAR) VE AYDINIMSI(LAR)[*]


 
  “Alev, başka şeyleri aydınlattığı kadar aydınlatmaz kendini.”[1]
 
Dört yanın “aydınımsı(lar)” diye ifade edilebilecek bir yabancılaşma/ deformasyon tarafından kuşatıldığı kesitte, Demba Moussa Dembélé’nin, ‘Samir Amin: Ezilen Hakların Sömürülen Sınıfların Organik Aydınları’[2] başlıklı yapıtı, “dünya aydın bakışı”nın yanıtı gibidir sanki…
Ahmet Altan’ın, “Aydın, ‘bir görev’ olarak üstlenmez değiştirmeyi,” türünden ahkâm kestiği günlerde, Nobelli yazar Günter Grass, 4 Nisan 2012 tarihli ‘Süddeutsche Zeitung’da ‘Söylenmesi Gereken/ Was Gesagt Werden Muss’ başlıklı “nesir-şiir”ini yayınlıyordu.
Üzerine kıyamet koparılan Grass’in “nesir-şiir”i, İsrail’in atom gücünün her türlü denetim dışında kalarak zaten sallantıdaki dünya barışına tehdit oluşturduğunu dikkat çekip, tabuyu kırmakla kalmıyor; aynı zamanda da Almanya’nın atom başlıklı füzeler fırlatma yeteneğine sahip altıncı denizaltıyı da İsrail’e vererek sorumluluğa ortak olduğu eleştirisini dillendiriyordu…

Söylenmesi gerekenleri söylemek, “değiştirmek” için değilse nedir ki?

Sunulanla yetinmeyip hâkim söylemin dışına, karşısına çıkmak, iktidara meydan okumak, “soru(n) çıkarmak”, aydının üstlendiği bir görevdir her daim…
Tam da bu noktada “Entelektüel” ya da “Aydın” konusunda Edward Said’in altını çizdikleri tüm netliğiyle karşımızdadır:
“Entelektüel bireyin hangi partiye yakınlık duyarsa duysun, hangi ülkeden gelirse gelsin ve kendini aslen nereye bağlı hissederse hissetsin, insanların çektiği acılar ve yaşadığı baskılar konusunda belli doğruluk standartlarından şaşmaması gerektiğini söylemeye çalıştım. Nabza göre şerbet vermek, konuşulması gereken yerde susmak, şövenist kabadayılıklara, tantanalı döneklik ve günah çıkarma törenlerine rağbet etmek bir entelektüelin kamusal rolüne en çok gölge düşüren tavırlardır. (...) Entelektüel mümkün olduğunca geniş bir halk kesimine seslenir (onları küçümsemez), bu kesim onun doğal muhatabıdır.”[3]
“Karanlık zamanlarda entelektüelin mensup olduğu milletin diğer üyeleri ondan, o milletin yaşadığı acılara tanıklık etmesini, onun adına konuşup onu temsil etmesini isterler genellikle. Bence entelektüelin görevi krizi evrenselleştirmek, belli bir ırkın ya da ulusun çektiği acıları daha geniş bir insani bağlama oturtup bu deneyimi başkalarının acılarıyla ilişkilendirmektir…
Bugün entelektüel bir amatör olmalıdır; toplumun düşünen ve ilgili bir üyesi olmak için kişinin, ülkesine ve iktidarına; ülkesinin kendi yurttaşları ve diğer toplumlarla ilişki kurma tarzına dair en teknik ve profesyonelleşmiş faaliyetlerini bile özünde yatan ahlâki meseleleri gündeme getirmeye yükümlü olduğunu düşünen biri…”[4]
“Entelektüelin bir görevi de insan düşüncesini ve insanlar arası iletişimi kıskacı altına alan klişeleri ve indirgeyici kategorileri kırmaktır…”[5]
Bunlar böyle olmasına böyledir de; söylendiği kadar kolay olmayıp, müthiş giriftlikten de malûldür…
Çünkü “XIX. yüzyıl sonlarında Emile Zola, Dreyfuss davasında Fransa’nın ve Avrupa’nın altını üstüne getirmişti,” diyen Metin Çulhaoğlu “Geleneksel aydının sonu”ndan söz ederken, ekler: “Geleneksel aydını tüketen asıl dinamik, günümüz kapitalizminin ‘ara’ ve ‘üst’ duruşlara zemin tanımayan kesin saflaştırıcı zorlamalarıdır: Ya bir ‘dinozor’ olarak gerçekleşmesi mümkün olmayan şeyler peşinde koşacaksın ya da günümüzün realitesini kabul edip bunun biraz daha olsun düzelmesi için çalışacaksın…”
Sürdürülemez kapitalizm “geleneksel aydın”ın yerine düzen(sizliğ)in “organik aydınımsı(ları)”nı ikameye çalışıyor.
“Çağımızın Tipik Aydın Portresi” olarak nitelenebilecek “durum”un tezahürüne ilişkin Nuray Mert şöyle bir tablo çizer:
“Güçlü ve tekçi iktidarlar, ‘savaş’, ‘olağanüstü hâl’ ortamları, eleştirel sesleri kısar, sindirir. Kimisi korkar, kimisi ‘memleketi ben mi kurtaracağım?’ yılgınlığına düşer, kimisi ‘ben işime bakarım gerisi beni ilgilendirmez’ der, kimisi ‘hazır rekabet ortamı lehime işliyor, benim düşünce mücadelesi ile yenişemediğimi hazır iktidar susturuyor, bundan iyisi Şam’da kayısı’ sevinci ile meydana çıkar. Hepsini anlarım. Ben gidişin bu yönde seyredeceği kaygısını yıllar önce ifade ettim.
Her şeye rağmen, şimdilerde beni en çok rahatsız eden, bu gidiş içinde bazılarının ‘zamanın ruhuna göre davranmak’ çabalarını örtbas etmek için cinlik yaparak, çok dolaylı yollar icat etme telaşları…”

“Nasıl” mı? “Kimler” mi?

AKP şakşakçısı neo-liberal “aydınımsı(lar)” kategorisindekiler! (Eski “Mükremin”den, Mehmet Metiner’e veya Nagehan Alçı’dan Rasim Ozan Kütahyalı’ya...)
Tam burada anımsatmadan geçmeyelim: 11 Eylül’den sonra bir ‘neo-con’ hâline gelen; önce Afganistan müdahalesinin sonra Irak işgalinin ateşli bir savunucusu olan; Ekim 2003’te Vanity Fair dergisinde, “Bugün Irak’ta olan askeri bir işgal değil toplumsal ve siyasal bir devrimdir” diye yazan eski Troçkist Christopher Hitchens için Nuray Mert, “Çağımızın tipik aydın portresi” notunu düşer.
Seksenli yıllardan bu yana, hep tartışmalı pozisyonlar alan Hitchens, 1979 seçimlerinde bile, içten içe Thatcher’ın kazanmasını istediğini sonradan itiraf etmişti. Ardından, farklı sol çevreler ile bizim de tanıdık olduğumuz, çatışma, çekişme ve daha doğrusu sataşma süreci devam etti.
Yani “aydınımsı(lar)” kategorisi, neo-liberal realiteyle (iktidar ile) organik bağı olan bir konumdur.
Ki bu da Edward Said’in, “XX. yüzyılda entelektüeller ya da entelijansiya -fikirleri karşılığı para alan yöneticiler, profesörler, gazeteciler, bilgisayar ya da hükümet uzmanları, lobiciler, allameler, sendikalı köşe yazarları, danışmanlar- adı verilen genel bir gruba ait olan insanların sayısındaki artışla birlikte, insan artık bağımsız bir ses olarak entelektüel birey var olabilir mi diye sormak zorunda kalıyor,”[6] diyerek altını çizdiği, “paranın uysallaştırdığı entelektüeller”[7] veya bir “papağan söylemi” meselesidir…
Ancak Enis Batur’un, itirazındaki üzere: “Papağan söylemi gerçekleştirenleri aydın kategorisine sokamayız, düşüncesindeyim: Bağımsız bireydir aydın; kendisine yakın görüşlere sahip olanlara da, taban tabana zıt görüşlerin sahiplerine de mesafeyle bakar, ama diyalog kurmaktan kaçınmaz. Gene de, asıl mesafesi iktidarlaradır: Muhalifliği öne çıkmayacaksa, aydına aydın niteliğini yakıştıramayız.”
Hem iktidarın eteğine yapışıp, hem de aydın olunamazsa da, neo-liberal kesit “aydınımsı(lar)” kategorisini devreye sokmuştur…
Bu saptamamıza Woody Allen’in, “Aydınlar mafya gibidir; sadece kendilerinden olanları öldürürler,” sözüyle karşı çıkılmamalıdır. Çünkü onlara itirazımız, onlarla farklı olduğumuz için değil, onların iktidarla farksız oldukları, konumlandıkları içindir…
“Hiç vazgeçmedi”[8] diye anılan “Aslan Başer Kafaoğlu gibi düşünmeyebilir; “Kitapları rehberimiz oldu,” diyen Oktay Ekinci’nin saptamalarına katılmayabilirsiniz…
Ancak, Arslan Başer Kafaoğlu’nun iktidarla arasındaki mesafe ve mücadeleye itiraz edemezsiniz…
Ya Yıldırım Türker’in, “Onun cesaretine, hakikâte olan sadakatine her zamankinden çok ihtiyacımız var,” dediği Mehmet Ali Aybar?
Anımsayın: Mehmet Ali Aybar, Amerika’nın Vietnam’daki savaş suçlarını sorgulamak için kurulan Russel Mahkemesi’nin başkanlığını yapmış, Vietnam’da Direniş’in efsanevi komutanı Nguyen Vo Giap’a, tanık olduğu yakışıksız bir olay üstüne “Şunu bir kere daha anladım ki insan sosyalizm için değil, sosyalizm insan içindir” demekten çekinmemişti O…
Dedikleri doğru bulunur ya da yanlış, ancak bu, iktidarı hiçe sayan aydın tavrıdır.
Nihayet kızı Serpil Güvenç’in, “Babam hep şöyle söylerdi: Paris komünü 70 küsur gün sürdü, Spartaküs hareketi bir hafta sürdü, ama Sovyetler Birliği 70 küsur yıl sürdü. Dolayısıyla yeniden bir toplumsal dönüşüm olup da emekçiler iktidar olduğu zaman yüzlerce yıl sürecek, inancımı kaybetmem için hiçbir neden yok, derdi. Babam hiç inancını kaybetmedi”; eşi Şekibe Çelenk’in, “Halit’i tanıdığımdan beri en başta gelen özelliği, inancından, düşüncesinden bir gün dahi taviz vermeden aynı çizgide bugüne kadar ilerlemiş olması,” diye tanımladıkları Halit Çelenk…
Yani Oral Çalışlar’ın, “O bizim yalnızca siyasi davalardaki savunucumuz değil, başımızın her sıkıştığında başvurduğumuz bir büyüğümüzdü. Her zaman yanımızdaydı”; İhsan Çaralan’ın, “Halit Çelenk, her 10 yıla bir genç kuşak karşılık gelir dersek, beş kuşak gençliğin ve son 50 yılın devrimcilerin avukatı ve ‘Halit Abisi’dir,” dedikleri O…

Görüşlerine katılın, katılmayın O bir aydındır…

Zikrettiklerimin hiçbirinin görüşlerini paylaşmayan birisi olarak, onların aydın tavırlarına bir itirazım yok…
Bu konuda V. İ. Lenin’in, Rosa Luksemburg’a ilişkin benzetmesinden hareketle, görüşlerine katılmadığım onlar için “Kimi zaman alçaktan uçsalarda, mücadeleleri sarp kayalarda geçmiştir,” diyebilirim.

“Bunlardan neden söz ediyorum” mu?

Bugünün “aydınımsı(lar)” kategorisinin ne olduğunun altını çizmek için…

Onlar her gün ekranlarda fondötenli yüzleriyle aynı cümleleri kurup, iktidarın papağanlığını üstlenip; “aydın(lar)ın aydın olma” ölçütlerini yerle yeksan ederlerken; vicdansızlığın da en net örneklerini sergilemişlerdir.
Özellikle “eski(yen) solcular”dan oluşan bu kategori, “geçmişleri”ni ranta tahvil ederken; hepimize Nobel alan ilk tiyatro yazarı Dario Fo’nun, ödülden sonra yaptığı bir söyleşideki, “Burjuvazinin sözcüsü olmaktansa, proletaryanın köpeği olurum,” saptamasını anımsatır…
Robert Frost’un, “Ormanda iki ayrı patika vardı ve ben en az ayak izi olanını seçtim. İşte, farklılık budur,” uyarısının altını çizerek tekrarlıyorum: Soru(n), onlardan farklı olmamızdan çok, onların iktidardan farklarının, iktidara karşı olmalarının söz konusu olmayışıdır…
Nihayet ‘Taraf’lı, ‘Zaman’lı, ‘Radikal’li sairlerin bugünü olsa da, gelecekleri yoktur ve asla da olmayacaktır!
7 Haziran 2012 18:35:28, Ankara.

Tuesday, August 28, 2012

Bu kez de İsrail adaleti ezip geçti!

İsrail mahkemesi, 2003'te bir gösteri sırasında İsrail'e ait bir buldozer tarafından ezilerek öldürülen Amerikalı barış eylemcisi Rachel Corrie'nin ailesinin orduya açtığı davayı reddetti.

Bu kez de İsrail adaleti ezip geçti!




İsrail 'in kuzeyindeki Hayfa bölgesindeki mahkemenin hakimi Oded Gerşon, ordunun ve buldozeri kullanan İsrail askerinin ihmalinin söz konusu olmadığı sonucuna vardığını belirtti. Gerşon Corrie'nin ölümünün ardından İsrail ordusu tarafından açılan soruşturmanın gerektiği gibi yürütüldüğünü söyledi. Rachel Corrie, Gazze'de Filistinlilere ait evleri yıkan bir buldozerin önüne geçerek yıkıma engel olmaya çalışmış ve aracın paletleri altında hayatını kaybetmişti. Corrie ailesi, 23 yaşındaki kızlarının kasten ve yasadışı şekilde öldürüldüğü ve İsrail hükümetinin olayla ilgili güvenilir bir soruşturma yürütmediği gerekçesiyle Hayfa'da İsrail devletine ve ordusuna karşı sembolik tutarı olan 1 dolarlık tazminat dava açmıştı. 

İsrail Mahkemesi'nin kararını açıklamasının ardından basın açıklaması yapan Avukat Ebu Hüseyin, Corrie'nin ölümünün cezasız kalmasını adaletin açıkça çiğnenmesi olarak niteleyerek, "Rachel Corrie, Gazze'deki adaletsizliği ve yıkımları tamamen barışçıl bir şekilde protesto ederken öldürüldü. Mahkeme bugün verdiği kararla, sivillerin hayatını tehlikeye atan yasadışı uygulamalara resmen onay vermiş oldu. Karar, kurbanı çarpık gerçeklere dayanarak suçlamaktadır" dedi. 

Corrie davasının gerçeğe ve adalete ulaşmak için çetin bir savaş olduğunu belirten Ebu Hüseyin, güçlü delilleri karartan İsrail Mahkemesi'nin uluslararası hukukun temel prensiplerini çiğnediğini ifade etti. Avukat Ebu Hüseyin, mahkemenin adaleti inkar ettiğini ve İsrail ordusunun, insan haklarının sistematik bir şekilde ihlal edilmesinden sorumlu olduğunu belirtti. (AA)

Sunday, August 26, 2012

MİLLİYETÇİLİK(LER) CENDERESİNDEN KURTULABİLMEK


 Sibel Özbudun

“Tüm insanlar aynı sözleri kullanırlar
ama birbirlerini anlamazlar.”[1]
 
Sosyal bilimcilerin büyük çoğunluğunun, en azından Frederick Barth’dan bu yana, etnik grupları, ama daha da önemlisi, çoğunlukla kendilerini “kurgulayabilecekleri” bir model oluşturan “ulus”ları ezelden ebede süregiden, organik, uyumlu, bütüncül kendilikler olarak görme alışkanlığından kurtularak, “ulus”u bir “kurgu”, bir “imalat”, bir “tahayyül” olarak görmeye başladığı biliniyor. Bu kurgu/imalat/tahayyül özgül bir tarihsel çağda, özgül bir coğrafyada karşımıza çıkarak kısa süre içinde tüm yeryüzüne yayılır: Hanedanların dağılarak yerlerini “ulus-devletler”e bıraktıkları XVIII. yüzyıl sonları Avrupa’sı.
Birbirleriyle birincil ilişki kurma, tüm yaşamları boyunca yüzyüze gelme olanağından fiziki olarak yoksun, genellikle imparatorluk bakiyesi, dağınık, etnik, dilsel ve dinsel açıdan heterojen topluluklardan kendini “kaderde, tasada, kıvançta ortak” bir “ulus” olarak tahayyül etmelerini sağlamak, “kurucu irade”nin uzun soluklu, ısrarlı ve genellikle hem havuca hem de sopaya dayanan çabalarını gerektiren bir serüvendir. Ve en etkin ideolojik silahı, milliyetçilik”tir.
Aslını soracak olursanız, “Milliyetçilik” sınırları savaş ya da diplomasiyle çizilmiş, adına “ulus-devlet” denilen siyasal birimde yaşayan bireylerin kendilerini vergi verme, zorunlu çalışma, seferberlik, savaş benzeri her türden özveriyi gönüllü olarak yüklenmelerini sağlayacak sihirli formüldür, ve ulusun kurucu sınıfı burjuvazinin icadı/imalatıdır.
(Devletlerin) “uluslar”ın(ın) kuruluşu çoğunlukla, her durumda emekçi halkların kanı ve canı üzerinden yürütülen (iç ya da dış) savaşları izlediğinden, ister yenik, ister muzaffer tarafta olsun, savaş bitkini, evini, barkını, sevdiklerini yitirmiş insancıkları ezelden ebede var kalacak şanlı bir ulusun evlatları olduklarına inandırmak ve böyle davranmalarını istemek, zorlu bir iştir. Silah, yerini kaleme bırakmıştır artık: şairler, yazarlar, tarihçiler, akademisyenler, gazetecilerin, siyasetçiler, sanatçılar ve ideolojik bagajları yüklü diğer aydınlar sahnededir artık. “Millet”i imal etmek, bir ekip çalışmasını gerektirmektedir.
Bu ekip, önce “dil”i yaratmakla yükümlüdür. Dili yaratmak, teb’anın konuştuğu yerel lehçelerden birini standardize edip, emperyal elitlerin diline karşı, başat/ulusal dil’e dönüştürmektir. Bu dili “ulus”a benimsetmek ise, “ulusal basın”ın görevi olacaktır.
Dili tarih izler. Yüzyıllardır kendi mitoslarından, efsanelerinden, “yerel tarih”lerinden başkasını tanımamış dağınık cemaatleri “kucaklayacak” bir “ulusal tarih”i yazmak için tarihçiler, yaymak için de eğitim kurumları göreve koşulur bu kez…
Bu öykünün yabancısı değiliz. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “ulus”unun imali farklı bir hat izlememiştir. İşin ilginç yanı, kurucu kadrolar, gerçekleştirdiklerinin bir “yapıntı” olduğunun bilincinde olduklarını sık sık suyüzüne çıkan lapsus’larda ifade etmektedirler. “Türkler pozitif bulgularla bilimsel gerçeklerle Turan gerçeğini yaratabileceklerdir,” (abç) demektedir örneğin, I. Türk Tarih Kongresi katılımcılarından Samih Rıfat, daha 1918’de.[2] “…Osmanlı siyasetinin ve zihniyetinin tasfiyesi mevzubahis olduğuna göre daha başka, yıpranmamış, tenkitten uzak kalmış, biraz da dasitâni ve mitolojik bir tarihe ihtiyaç vardı,”[3] diye tevil eder Ekrem Akurgal da…
Dil ve tarih de yetmez; “ulus”un “kültür”ü de çeşitli unsurları seçilip standardize edilerek ulusun bütününe mal edilmelidir. Bunun için de “Halkbilim” araştırmaları, sözel ya da “maddi” halk kültürü üzerine yapılan derlemeler (türküler, deyişler, atasözleri, inançlar, geleneksel tıp uygulamaları; ama aynı zamanda giysiler, el sanatları, motifler, danslar, oyunlar, vb.) ile, yöresel, hatta etnik farklılıkların üzerinden atlanarak tekil bir ulusal potada yeniden üretilecektir. Böylelikle, Alevî-Kürt-Çerkes-Boşnak-Arap-Pomak-(hatta Ermeni-Rum vb) farklılıklarının üzerinden atlayan bir “Türk Folkloru” dağarcığı (Türk mutfağı, Türk el sanatları, Türk halk oyunları, “türkü”ler vb.) oluşturularak yerel farklılıkların üstesinden gelen bir “ulusal kültür” tesis edilecektir…
Hemen vurgulamalı: Buraya kadar özetlenenler, işin “kültürel” yanı. Ekonomi politiğinde, “ulus” formasyonunun olmazsa olmazı ulusal bir pazara sahip bir “millî” sermayedir kuşkusuz… Ve T.C. pratiğinde bu sermaye ağırlıklı olarak, uzun ve acılı soykırım/tehcir/mübadele süreçleriyle likide edilen Osmanlı gayrımüslimlerinin menkul ve gayrımenkûl varlıklarına el konulmasından oluşmuştur.
Aslına bakılırsa, bu, “kültür” ile “ekonomi politik”in ilginç bir kesişim momenti, yok edilen ya da gönderilen gayrımüslimler yerine XIX. yüzyılın harap olmuş Balkan ve Kafkas coğrafyasından getirilmiş Müslüman nüfusu, Anadolu’daki Müslümanlarla kaynaştırıp bir “ulus” imal edebilmeyi olanaklı kılan arkaplandır. Ermenilerden ve Rumlardan (sonraları bunlara Yahudiler de katılacaktır) gasp edilenler, yeni “Türk”lere (Anadolu’da yaşayan Türkmenler, Kürtler, Araplar, Lazlar vs. ile Balkan ve Kafkas göçmenleri: Çerkesler, Gürcüler, Arnavutlar, Boşnaklar vb.) dağıtıldıkça, berikiler için “Türk” kimliği daha kabul edilebilir olmuş gözükmektedir. Şu hâlde pek azının ataları Orta Asya kökenli olan, önemli bir kısmının anadili de Türkçe olmayan T. C. Devleti “yurttaşlar”ının kendilerini “yurttaş” olarak algılamalarında iki sürecin etken olduğunu öne sürebiliriz: İlki bu kanlı “sermaye birikimi”nin küçük ölçekli de olsa paydaşı kılınmış olma… ( “Varidatı” arasında “Rumlardan kalma bir bağ”, “Ermenilerden edinilmiş bir taş ev”, hatta bir “Ermeni büyükanne” olmayan kaç aile vardır ki?) İkincisi ise, yüksek dozajlı ideolojik müdahaleleri içeren asimilasyon süreçleri… [İlginçtir: Cumhuriyet’in kuruluşunu çevreleyen yıllarda “Türk”lerin arasındaki “kültürel” ortaklık, din (İslâm), kısmen de Osmanlı kültürel çevresine dahil olmalarından ibarettir. Şu hâlde Türkiye’nin “Türkleştirilmesi”nin ironik bir biçimde “Türkçülük”ten çok, İslâm ve Osmanlılık’la bağlantılı olduğunu söyleyebiliriz… Ne ki, rejim tesis olur olmaz, Osmanlı’nın tüm izleriyle birlikte toplumsal bellekten silinmesi, İslâm’ınsa Türkleştirilerek devlet denetimi altına alınması çabaları yoğunlaşacaktır.] Hatta müdahalelerin “ideolojik” düzlemden “fiilî” düzleme tahvili de sık sık sözkonusu olmuştur: Füsun Üstel (2004: 186-206) Türk Ocakları’nın 1926’da toplanan Üçüncü Kurultay’ına, “Türklüğü kabul eden bazı unsurların kendi dillerini konuşmakta ısrar ettiklerini” vurgulayıp “Türkçe’den başka bir dille konuşanların cezalandırılması yönünde bir yasa yapılmasını” talep eden; “Osmanlı’dan beri uygulanan yanlış uygulamalar sonucu Kocaeli’de Çerkeslerin, Kütahya’da ise Boşnakların iskân edildikleri bölgeleri adeta bir ‘Bosna-Hersek’e dönüştürdüğünü belirterek hükümeti uyarmak gerektiğini” öne süren; Doğu Anadolu’daki Türk aşiretlerin Kürtleşmesinden yakınan; “azınlıklar olarak kabul edilen Çerkes, Boşnak vb. unsurların topluca yaşamalarının engellenmesini, hatta ulusal dillerini, giysilerini dahi kullanmalarına karşı çıkılmasını” isteyen; gayrımüslimlerin ticaretteki konumlarını eleştiren; “isminde yalnız bir Türk ünvânı yazılmış olan bir çok ecnebî inşâat şirketlerinin, tüm işlerinde Türk ustalarını tercih etmelerinin sağlanmasını” talep eden… önergeler ile Kürtlerin asimile edilmesi gereğine yönelik yorumların birbirini izlediğini aktarır.[4]
Her durumda, “havuç ve sopa” politikalarının birlikte işlediği koşullarda, ulusal “halita”, kâh ırk, kâh “hars” söylemlerinin ön plana çıktığı, “muhacir” müslüman “konuk”ların (bu “konukluk” durumu Balkan göçmenlerinin yoğun yaşadığı bölgelerin hâlâ “muhacir mahallesi” olarak adlandırılmasından bellidir!) anadillerini unutmaya “teşvik” edildiği, kültürel dışavurumlarının ya millî bir “folklor” içerisinde mas edildiği, ya da kültürel çeşitliliğimize değgin bir “hoşluk” olacak kertede sakıncasız bir kalıntıya tahvil edildiği bir türdeşliğe dek işleyebildi.
Ama yakın dönemde yaşadıklarımız, bize hiçbir asimilasyonun, tam, kusursuz ve geri dönüşsüz olmadığını, olamayacağını gösterdi.
Çoğumuz, hoyrat bir vurdumduymazlıkla büyükanne ve büyükbabalarımızın tesviye edildiği tornadan artakalanların keşfine koyulduk. Büyük ebeveynlerin sohbetlerinden akılda kalan birkaç sır sözcük, sandıktan çıkıveren “Çerkes işi” eprimiş kadife yelek, dağ köyündeki çocukluk evinden hatırlanan o yersiz akordeon, paskalyada boyanan yumurtaların bir çocuk eğlencesinden farklı anlamlara sahip olabileceği fikri, mahalle arkadaşlarıyla oynanan oyunlardaki tekerlemenin kimi sözcüklerinin Gürcüce olduğunun keşfi…- özenle temizleyip yapbozun eksik parçalarının yerine yerleştiriyoruz… Ve Cumhuriyetin ilk yıllarında biçimlendirilip bizlere ilkokuldan bu yana belletilmiş tarihten çok daha farklı, çok daha çeşitlenmiş bir tarih şekillenmeye başlıyor gözlerimizin önünde… Başka bir vesileyle ifade ettiğim gibi, “cin şişeden çıkıyor”…[5]

* * *

Şurası kuşku götürmez; monolitik bir ulus tasarımı (“ne mozaiği lan, beton, beton!” özdeyişi hâlâ akıllardadır!), yalnızca saldırgan bir milliyetçilikle desteklenebileceği için, salt“ulus”un mensuplarına değil, insanlığa zarardır. Unutmuşluklarımızın, bastır(ıl)mışlıklarımızın gerisinde çok kan, çok gözyaşı olduğu, bilinçaltımızın çatlaklarından su yüzüne çıkıyor. Her unut(uruld)uğumuzla biraz kendimizi yitirdiğimiz de öyle.
Milliyetçilik denilen mikroptan arınabilmek ise, farklılığı, çeşitliliği zenginlik sayan, ondan beslenen ve onu besleyen yeni bir kardeşleşme tasarımını gerektiriyor. Herkesin özgürce ve dilediği kadar Kürt, Laz, Çerkes, Arap, Gürcü, Boşnak, Pomak, Türkmen… olabildiği, kendi kültürünü “ötekiler” ile paylaşarak geliştirdiği, eşitlikçi, paylaşımcı bir kardeşleşme tasarımı.
Sermaye temelli bir serüven olan “milliyetçilik”in tersine, böylesi bir tasarım emek temeline yaslanabilir ancak… Çünkü “temellük” ve “temerküz” sermayenin ahlâkı ise eğer, “paylaşım” ve “paylaşarak çoğalma”, emeğin ahlâkıdır. Ve emeğin (ulusal ya da küresel) bir “Pazar”a değil, bütün kültürel ve biyolojik çeşitliliğiyle, yeryüzüne ihtiyacı var…

6 Nisan 2012 16:27:02, Ankara.
 N O T L A R
[*] Jineps, Nisan 2012…
[1] Octavio Paz.
[2] B. Ersanlı Behar, İktidar ve Tarih, Türkiye’de ‘Resmî Tarih’ Tezinin Oluşumu (1929-1937). Afa Yayıncılık, İstanbul 1992, ss.141-143.
[3] akt. Ersanlı Behar, a.y. s.125.
[4] Füsun Üstel, İmparatorluktan Ulus-Devlete Türk Milliyetçiliği: Türk Ocakları (1912-1931). İstanbul İletişim Yayınları, 2004:186-206.
[5] Sibel Özbudun, “Cin Şişeden Çıkarken”, Tiroj, Ocak-Şubat 2010, sayı 42, ss.29-31. http://www.yeniperspektif.com/ newsdetail.asp? NewsID=2498

Friday, August 24, 2012

Gözbebeğine parmağını sokmak

23 AĞUS 2012
Her şey gözlerimizin önünde olup bitiyor, ama hiçbir şey gözbebeklerimize dokunmuyor. Bırakın gözbebeklerini, hiçbir şey tenimize bile dokunmuyor. Birbirinin gözbebeklerine dokunan Güney Amerika’da yaşayan Capuchin maymunlarını izledim bir TV belgeselinde. Topluluk üyeleri aralarında yakınlık kurmak için birbirlerinin gözbebeklerine parmaklarının uçlarıyla dokunuyorlardı. Acı dolu bir deneyim olsa da dostluğun dokunsal bir özellik olduğunu, üstelik en çok sakındığımız organımıza dokunmayı içerdiğini hatırlamamız için hayvanlardan öğreneceğimiz çok şey var. Çitlerle çevrili yerleşik bedenlerimizin bir zamanlar göçebe bir mekâna sahip olduğunu da öğreniyoruz hayvanlardan. Nüfus edebilen ve nüfus edilebilir bedenler.

KENDİMİZE YARATTIĞIMIZ ‘BEN’LER
Aydınlanma çağının filozofu Voltaire’in 1759’da yayınladığı Candide adlı yapıtındaki tavsiyesine uyduk çokça, etrafımızı geçirgen olmayan çitlerle çevreleyerek kapalı ‘bahçe-ben’ler yarattık kendimize. Ne diyordu Voltaire:  “Il faut cultiver notre jardin”, yani herkesin bahçesini işlemesi gerekir. Cennet bahçesi de dâhil tüm dillerde bahçe anlamına gelen sözcüklerin kökenine baktığımızda çitlerle çevrili toprak parçası anlamına geldiğini unutmayalım. İçeride mutlak huzurun, dışarıda ise mutlak karmaşanın hüküm sürdüğü bir bölünme yaratıyor bahçenin çitleri. Uyumlu, huzurlu bahçe-benlerimizin içinde yerleşik bir hayat sürüyoruz, etliye sütlüye karışmadan. Başkalarının parmak uçları gözbebeklerimize değmesin diye iyice gömülüyoruz bahçenin derinliklerine. Hiçbir şey içimize işlemiyor, içeriye sızamıyoruz.

"ŞİMDİ NEREYE GİRİYORUZ?"
Böyle Buyurdu Zerdüşt’te “Tanrı Öldü!” diye yazmıştı Nietzsche. Yuhanna İncili’ne göre İsa bir bahçıvandır, birlikte okumak gerekir bu deyişi. Bahçıvanın ölümü çitlerle çevrili bir benliğin de ölümü aynı zamanda. Nietzsche’nin bu deyişini yorumlayan Klossowski, Tanrı’nın ölümü ve benin çözülmesiyle, kişisel kimliğin kayboluşu arasındaki bağı ortaya çıkarır ve Tanrı’nın ölümünün kendi kendisiyle özdeş olan, bütünsel benliğin de ölümünü olduğunu söyler. Tanrı öldüğünde ben çözülür ve buharlaşır. Bahçıvan öldüğünde özenle ekip budadığımız, dikenli tellerle çevirdiğimiz bahçe-benlerimiz dağılıp gider. Gözümüz gibi sakındığımız bahçemizin içinde yabani otlar, hiç tanımadığımız bitkiler ve hayvanlar çoğalır. Tüm yaşam bir yeğinlik dalgası olarak içimizden akıp gider, tüm imkânları isteyeceğimiz, sayısız ötekilere dönüşeceğimiz bir içkinlik düzlemi belirir önümüzde. “Şimdi nereye gidiyoruz? Bütün güneşlerden uzağa mı? Durmadan düşmüyor muyuz? Öne, arkaya, sağa, sola, her yere düşmüyor muyuz?” diye yazıyordu Nietzsche Böyle Buyurdu Zerdüşt’te. Çitleri dağılmış benliklerimizin göçebeleştiğinden söz ediyordu.
“Biz uzun süre şu alternatife esir kaldık” diyor Deleuze, ‘Güç İstenci ve Ebedi Dönüşe Dair Sonuçlar’ yazısında (Issız Ada ve Diğer Metinler içinde, Çev. Ferhat Taylan, Bağlam Yayıncılık) : “Ya bireyler ve kişiler olacaksınız ya da farkların silindiği anonim bir zemine katılacaksınız. Oysa biz birey-öncesi, kişisiz tekillikler dünyasını keşfediyoruz. Bunlara ne kişilere ne bireylere ne de farksız bir zemine gönderme yapıyorlar. Birinden diğerine geçen, çalan ve uçan, zor kullanan, taçlanmış anarşiler oluşturan, göçebe bir mekânda oturan, hareketli tekillikler bunlar. Sınırlar ve çitler uyarınca, sabit bir mekânı yerleşik bireyler arasında paylaştırmakla, açık bir mekânı çit ya da mülkiyet olmaksızın tekillikler arasında paylaştırmak arasında büyük bir fark vardır. Şair Ferlinghetti dördüncü tekil şahıstan bahsediyor: konuşturmayı denememiz gereken bu.”

GÖZBEBEKLERİMİZE YENİDEN DOKUNMAK
Dördüncü tekil şahıs, yaşamı boylu boyunca kat eden bir duygulanım dalgasıyla mülkiyetsiz, sınırsız bir düzlüğe varıyor.  “Devrimin bugünkü problemi, bürokrasisiz bir devrimin problemi, tekilliklerin, etkin azınlıkların mülkiyetsiz ve çitsiz, göçebe bir mekânda girecekleri yeni toplumsal ilişkilerdir” diye ekliyor Deleuze. Bedenlerimizi çevreleyen çitlerin ve mülkiyetin olmadığı bu göçebe mekânda gözbebeklerimize dokunmayı yeniden keşfederiz belki de.
Rahmi Ogdul

Wednesday, August 22, 2012

Mike Gonzalez: Kitle hareketleri silahlanınca

İngiliz marksist tarihçi Mike Gonzalez'e göre, silahlı mücadele, bazen devlet baskısına karşı tek olası yanıt olabiliyor.
 
Birçoklarına göre, toplumsal başkaldırılar silahlandığı an yanlış bir yöne saparlar. En ufak "militarizasyon" işareti, bir ayaklanmanın trajik bir iç savaşa dönüşünün göstergesidir. Öfkeden çok acıyla, isyanın yolunu kaybettiği ve artık önceliğin akan kanı durdurmakta olduğu tartışılır. Keşke isyancılar barışçıl kalıp "vahşete" başvurmamış olsalardır.
Fakat bu düşünce tarihten doğmamıştır. İsyanlar nadiren bilinçli stratejik bir planla silahlanır. Her kapitalist devlet, en son anda güce başvuracağı gerçeğine güvenir -İtalyan devrimci Antonio Gramsci'nin dediği gibi, "demir yumruk yumuşak eldivende saklanır". Normal şartlarda ön planda olan yumuşak eldivendir, egemen sınıflar meşruymuş gibi yönetirler. Ancak devlet tehdit edildiği an devreye demir yumruk, devletin baskı araçları girer.
Mesela 1973'te, Şili'de işçi sınıfı devletin varlığını sorgulayan, tehdit eden kurumlar ve yapılar kurdu. Karşılık vahşiydi. Devletin baskı aracı ordu, işçi sınıfına karşı tam anlamıyla bir operasyona girişti ve general Pinochet darbeyle gücü eline geçirdi. Pinochet "içimizdeki düşman" ile savaştığını söylüyordu -var olan kurumları tehdit eden herkesle. Bir sonraki onyıl çerisinde Margaret Thatcher, İngiltere'deki maden işçilerine karşı devlet mobilize edilirken aynı lafı kullanmıştı.
Yani geçtiğimiz günlerde Beşar Esad "dış mihraklara" karşı kimyasal ve biyolojik silah kullanacağını söylediğinde, aynı retoriğin biraz daha abartılısını sergiliyordu.
Savunma
Eğer kapitalizmin bize karşı silah kullanacağını biliyorsak, hareketin kendisini nasıl savunacağı sorusunu bir kenara itemeyiz. Bugün Suriye'de başlayan barışçıl kitlesel hareketin kendisini silahlandırma sebebi, devletin katliamcı tutumudur.
Bu, otomatik olarak yenilginin reçetesi değildir. Devletlerin ellerinde bulunduğu çeşitli silahlar, her zaman kitlesel hareketleri durdurmak için yeterli olmaz.
Tarihte birçok örnek, kısa süre için de olsa, mücadelelerin devletin lehine gitmeyebildiğini göstermiştir. Bu mücadeleler, 1871 Paris Komünü'nden Rus devrimine, 1936 İspanya Devrimi'nden günümüzdeki Arap Baharı'na kadar uzar.
Her döneme ait özel sebeplerle, sıradan insanlar düzenle daha fazla yönetilmeyi reddetmişti. Kitlesel hareket bu noktada başlar, Suriye'de olduğu gibi. Bu sırada birçok yeni güç ve fikir ortaya çıkar.
Paris Komünü'nde, işçi sınıfı şehrin duvarlarının içinde yeni bir dünya kurmaya başlamıştı. İlk işçi hükümetini kurmuşlardı, her an yerlerinden edilebilecek temsilciler seçerek.
Ancak aynı zamanda kendilerini hem kendi kapitalist devletlerinden hem de Prusya devletinin işgalci ordusundan korumak zorunda kalmışlardı. Bunu yapmak için Ulusal Muhafız birliklerini kurdular. Bu bir ordudan fazlasıydı -aynı anda hem orduydu hem de işçi sınıfının bir örgütüydü hem de devlet idi.
Komünün problemi çabuk bir şekilde silahlanmış olması değildi. Karl Marx'ın sözleriyle "Silahlandırılmış Paris demek, silahlı devrim demekti". Tam tersineParis Komünü silahlandığı için değil, silah kapitalist devleti ve orduyu doğrudan karşısına almadığı için yenilmişti.
İspanya İç Savaşı buna diğer bir örnektir. Cumhuriyetçi hükümete karşı askeri darbenin liderleri, 1936 Temmuz'unda savaşı birkaç gün içerisinde bitireceklerinden emindiler. Ancak iç savaş 3 yıl sürdü.
Milisler
Durumu değiştiren milis güçlerin direnişiydi. Orduya kıyasla çok daha az silahları vardı. Ancak onları profesyonel askerlere karşı ayakta tutan, mücadeleye olan inançları ve kolektif kararlılıklarıydı.
Onlar, bir devleti korumak için değil, toplumlarının dönüşümünü devam ettirmek için, işçi demokrasisi ve sosyal adalet üzerine kurulu bir devrim için savaşıyorlardı.
İspanya'daki trajedinin sebebi, işçilerin faşistlere karşı silahlanması değil; tam tersine, silahları bırakmaya zorlanması olmuştur.
Komünist Parti ve diğerleri, direnişin demokratik kitle organlarını, silahlarını kapitalist iktidarı korumaya ant içmiş bir hükümete teslim etmeye zorlamıştır.
Bugün Suriye'de buna benzer ateşkes çağrıları yapılmakta. Ancak bu zamanda ve bu koşullarda, bu, hareketin silahsızlandırılması demektir. Bu da hareketi devletin barbarca intikamına maruz bırakacaktır.
Şunu anlamalıyız ki, tehdit altındaki bir devletin vahşete başvurması bir zayıflığa işarettir. Karşı karşıya kaldığı krizin ve meydan okumanın seviyesini gösterir.
Elbette bu, silahlı mücadeleyi bir strateji olarak öneriyoruz anlamına gelmiyor. Devrimleri ve kaydedilen ilerlemeleri korumak temel önem arz eder. Sınıf olarak en büyük gücümüz ne silahlar ne de sokaklardır. Ancak bir sınıf olarak en büyük silahımız tüfekler değil, hatta sokaklar dahi değil, üretim üzerindeki kolektif denetimimizdir.
Sonuç olarak devrim, gücün yöneten küçük bir elit kesimden geniş kitlelerin eline geçmesi demektir. Bu sadece bir silahlı çatışma değil, günlük yaşamın tamamen değişmesidir.
Bir devrim, orduyu nasıl safına çekebilir?
Kapitalist bir devleti malup etmek istiyorsak, ordu meselesi kritik bir sorundur. Gördüğümüz gibi ordu, tehdit altında olan bir devletin son savunma mekanizmasıdır.
Sol genellikle devrim başladığında ordunun bölüneceğine ve sıradan askerlerin subaylarına karşı geleceğine güvenir. Bu gerçekten de böyle olur, ancak otomatik olarak değil.
Her savaş gücü, çok büyük ağırlıkla işçi sınıfından oluşur. Afganistan'daki İngiliz ve Amerikan askeri kayıplarına kısa bir göz atmak ve bu insanların geçmişleri, bu konuda çok az şüphe bırakır. Bir subayın ölmesi nadir bir olay olmakla birlikte, akşam haberlerinde geniş yankı bulur.
Ancak ordu içerisinde örgütlenmek, bir işyerinde örgütlenmek kadar basit değildir. Orduya katıldıktan sonra bir zorla telkin süreci söz konusudur. Alman devrimci Karl Liebknecht'e göre, modern militarizm "halkı kendilerine karşı silahlandırır, işçileri baskı aracına dönüşmeye zorlar". Ona göre, askerler, "kendi sınıflarının, yoldaşlarının, arkadaşlarının, ebeveynlerinin, kardeşlerinin ve çocuklarının düşmanı ve katilleri; kendi geçmişlerinin ve geleceklerinin katili" hâline gelirler.
Hollywood filmlerinin gösterdiği gibi, acemi erler kırılır, aşağılanır, fiziksel ve psikolojik olarak kendi dünyalarından ve sınıflarından yalıtılırlar.
İdeolojik olarak hepsi, her şeyden önce devleti dış güçlere karşı korumak üzere hazırlanırlar. Yüzleri zaman içinde değişir ama her zaman "öteki"dir; ister Soğuk Savaş Rusya'sında olsun ister Arap Bahar'ında.
Ancak her ordu aynı zamanda, Gramsci'nin dediği gibi, devletin "demir yumruğunu" sistem tehdit edildiği takdirde kendi halkına karşı da kullanmaya hazırlanır.
Bu, hiçbir umut olmadığı anlamına gelmez. Sonuç itibariyle asıl mesele, devrimcilerin devletin savaş makinesini askeri olarak yenilgiye uğratması değildir. Durum bu olsaydı, devrimcilerin kazanma şansı düşük bir ihtimal olurdu.
Bizim farklı silahlarımız, fikirlerimiz var. Kitlesel bir isyanda bütün askerlerle savaşmak zorunda değiliz, onları ikna etmeye odaklanabiliriz.
Eğer ordu bölünürse, bu, sınıfımızın güçlü politik örgütlerinin askerleri onlara farklı bir gelecek önererek kazanmasıyla olacaktır.
Mike Gonzalez

Tuesday, August 21, 2012

Lidere sadakat ve kişilik

19/08/2012

Çağdaş sosyal meselelerin üstesinden gelmek, geleneksel meşveretin de ötesinde, uzman bireylerin kolektif aklını gerektirir

Lidere sadakat ve kişilik



Kültürümüzde hakikate bağlılıktan ziyade, önder makamında olan kimseye bağlılık egemen. Böyle bir yaşam biçimi, dini tarikatlarda ve cemaatlerde ezelden beri mevcuttu. Günümüzde aynı geleneğin siyasete de bulaştığını görüyoruz. Bir devlet adamının veya siyasi parti liderinin, doğru yanlış her türlü tasarrufunu savunan, ne yapmışsa, ne söylemişse, bunu bir hikmet ve fazilete mebni kılan koca adamlar görüyoruz. Televizyon kanallarına çıkıp, cansiperane, liderlerinin en fahiş sözlerindeki gizli kalmış doğruları, en müstekreh tavırlarındaki estetik noktaları dile getirirler. Milyonları aydınlatırlar! Bu methüsena kervanına akademik unvanlı kimselerin de katıldığını görünce, artık dayanamadım. Tüm necip ruhları ve temiz vicdanları tedirgin eden bu çirkin tavrın ihtiva ettiği unsurları, gücüm yettiği kadar, açığa vurmak niyetiyle, bu yazıyı yazmayı gerekli buldum.

Hep doğru, hep doğru
İnsanlar doğru şeyler söylerler, doğru işler yaparlar. Doğru sözleri ve işleri takdir edilir. Aynı insanlar yanlış sözler söyleyebilirler, eğri işler yapabilirler. Yanlışları dile getirilir, eğri yaptıkları ilan edilir. Hiçbir insanın ömrü boyunca hatadan sakınması, devamlı isabetli düşünmesi, hep doğru işler yapması mümkün değil. İnsanın bedensel ve zihinsel donanımı da buna uygun değil. Ancak her söz ve eyleminde iyi niyet sahibi olabilir. Ama bu, ne bir sözün doğruluğunun ne de bir eylemin meşruiyetinin garantisi olabilir. Durum böyleyken, bir insan, ne kadar zeki ve akıllı olursa olsun, makamı ne kadar yükseklerde olursa olsun, hatadan vareste değildir. Tenkit ve düzeltmeye muhtaçtır. Tarihi şahsiyetler büyük övgü ve fevkalade sıfatlarla tasvir edilirler. Eğer hata ve zaaflarından söz edilmiyorsa, artık insan olmaktan çıkmış, bir üst mertebeye terfi etmişlerdir. İnsanüstü bir varlığa nasıl saygı duyacağımızı bilmediğimizden, artık onlar, biz, insan tarifi içinde kalan yaratıklar için bir anlam taşımazlar. Kısacası, zaafı ve hatası zikredilmeyen bir aziz, aziz olmaktan çıkar, insanüstü olduğu için erdemlilik vasfını da yitirir.
Bir insana yapılacak en büyük kötülük, onu, bazı vasıflarından dolayı, insanüstü bir mertebeye çıkarmaktır. Bu, aynı zamanda insanlığa da yapılmış büyük bir kötülüktür. Diktatörler ve despotlar, kendiliklerinden, zulmün ve cinayetlerin şampiyonu olmazlar. Onları zulüm ve cinayetlere sevk eden, etraflarını saran kişiliksiz meddahlardır. Yalan sözlerini doğru, çirkin eylemlerini güzel gösterirler. Her türlü sözlerini alkışlar, her tür buyruklarına boyun eğerler. Eğer başka bir dünyaya dirileceksek, diktatörlerin yalnız başlarına azap çekmediklerini, etraflarını saran çok sayıdaki aveneleriyle, azaba gark olacaklarına şahit olacağız. Erdemli bir toplumda despotlar ve zalimler üremez. Onlar, ancak neşv ü nemalarına uygun topraklarda gün yüzüne çıkarlar.
Diktatörler bireysel akıllarına güvenir. Diğer insanlardan daha akıllı olduklarına inanırlar. Her konuda ahkâm keserler. Çünkü diğerlerinden daha çok bilirler! Etrafındaki kişiliksiz zevat, bu düşünce ve fillerini tasdik ve tasvip eder. Halbuki şahsi sorunlarımızı çözmede bile aciz kalan bireysel aklımız, toplumun devasa meselelerini nasıl çözebilir? Toplumun hiçbir sorunu, istişari akla başvurmadan çözülemez. Hele çağdaş sosyal meselelerin üstesinden gelmek, geleneksel meşveretin de ötesinde, uzman bireylerin kolektif aklını gerektirir.
Milletine ve insanlığa hizmet eden devlet adamı mütevazı olur. Bu tevazu onun insan bilgisinden kaynaklanır. Bilgisi arttıkça hata yapma kuşkusu da artar. Düşüncesinin isabetli olup olmadığını, ilim ve tecrübe sahibi kimselere danışarak öğrenmeye çalışır. İlim insanı, devlet ricali karşısında eğilmeyen, doğruları pervasızca söyleyen kişidir. Devlet adamı, sırf bu vasfından dolayı ilim ehline saygı duyar. Dalkavuk tıynetli, sözde bilim insanı olan şarlatanları da, semtine yaklaştırmaz. Çünkü eleştiriye cesaretleri yetmediği ve şahsiyetleri elvermediği için, doğruyu yüceltmek yerine, korku ve menfaat saikasıyla, yanlışa evet diyeceklerdir.

Birey ve eleştiri
Demokrasinin egemen olduğu ülkelerde her birey, hak ve özgürlüklerden yararlanarak, kendine yeterli kişi olma şansına sahiptir. Akıl ve bilincini yetkin kıldığı için, yaşam serüveninde başka bir insanın rehberliğine ihtiyacı yoktur. Her insana saygılıdır, ama kimsenin izinden gitmez. Prensiplerle hareket eder, kimseyi taklit etmez. İnsanları, doğrulara ve etik kurala uygun hareket ettikleri müddetçe savunur, taraf olur. Yanlış söyleyen ve yanlış yapan, en yakını ve samimi dostu bile olsa, ona rıza göstermez, aksine itiraz eder. Bu tür bireylerin çoğunlukta olduğu bir toplumda karizma ve kahramanlık bir avantaj değildir. Bilim zihniyetinin ve akli değerlerin ağırlık kazandığı kültürlerde herhangi bir siyaset adamı, büyüleyici retorik ve etkileyici karizmasıyla büyük misyonlara getirilmez. Onun yegâne sermayesi, kapsamlı ve derin bilgi ve tecrübesiyle güvenebildiği, özgürce düşünebilen uzman kadrosudur. Bu sayede kendi ülkesinde ve dışarda olup biteni doğru okuyabilir. Küresel aklın bir organı haline gelebilir. Bu kapasitede değilse, olayları doğru algılayamaz. Küresel akıl ve bilincin organik bir parçası olamaz. O zaman hem kendisine hem de ülkesine zarar verir.

Siyaset olması için
Siyaset alanı, doğmalardan ibaret olan din ve deneysel hakikatlerden ibaret olan bilimden farklı olduğu için, hata ve yanılgıların en fazla yapıldığı bir alandır. Bu sahadaki doğrular, çoğu zaman kısmi ve belli bir zamanla sınırlıdır. Zıt düşünce ve iddiaların, diyalektik bir süreç içinde, üstünlük sağlayabileceği bir alandır. Ülkenin refahını ilgilendiren herhangi bir proje, ona zıt düşecek bir başka projeyle yarışmadığı müddetçe, sınavı geçmiş sayılmaz. Meşruiyeti muvazaalıdır. Böyle dinamik bir alanda fikirlerin, bilimsel doğrular ve dinsel dogmalar gibi lanse edilmesi, eleştiri ve çürüten karşı kanıtlara kapalı bırakılması, onu siyaset olmaktan çıkarır. Onun yerine, birilerinin kafasından çıkan düşünce ve planların dayatıldığı bir düzenek hakim olur.
Sonuç olarak, bir siyaset adamı, gerçekten ülkesine ve halkına hizmet etmek istiyorsa, kendisini her an hata yapabilir durumda görmesi gerekir. Yaptığı ve yapabileceği yanlışları, kendisine çekinmeden söyleyecek dostlar edinmesi gerekir. Bu adamın kalitesini, meddahlar ve geçim gailesiyle düşünmeye vakit bulamayan kitleler değil, çoğu zaman ona karşı olan akil kimseler belirler. Bu sebeple, her yaptığına doğru diyen dalkavukları, etrafından uzaklaştırması gerekir. Çünkü onlar, bu davranışlarıyla hem kendi kişiliklerini hem de liderin kişiliğini tahrip ederler. Ancak bundan doğan zarar, onlarla sınırlı kalmaz. Bundan tüm toplum zarar görür. Bu anlattıklarımızı şu kısa sözle özetleyebiliriz: Günümüz, bireysel aklın hükümranlığının bittiği bir gündür.

YASİN CEYLAN:  Prof. Dr., ODTÜ , Felsefe

Saturday, August 18, 2012

Kürt kendini yönetmesin

Türkiye'de Kürt sorununda şiddetin kurucu simgesi olmasında sorumluluğun hangi tarafta olduğunu belirlemeye çalışmak, yumurta-tavuk sorununa yanıt aramaya benziyor

'Kürt kendini yönetmesin'
Kürt meselesinin çözümsüzlüğünü Türklerin tutumu da belirliyor.




Sayısı giderek artan Türkiyeli Kürt, kendi seçtikleri Kürtlerin kendilerini yönetmesini, Kürt kimliğinin resmi alanda tanınmasını, Türkiye yurttaşı ama Kürt olarak ticaret, siyaset, kültürel faaliyet ve eğitim yapmak istiyor. Bunun bir milliyetçilik tezahürü olduğunu düşünebiliriz. İnsani özgürlük planında Kürdün Kürdü yönetmesinin münhasıran bir özgürleşme getirmeyeceğini hatırlatabiliriz. Bu ve benzeri tespit ve hatırlatmalar, büyük ölçüde doğru olmakla beraber, Kürt coğrafyasında yaşanan toplumsal-siyasal dinamiğin yönünü değiştirebilecek güce sahip değiller. Ayrıca sadece Irak ’ta, yakın tarihte Suriye’de değil, Türkiye ’de de Kürtler büyük bir sosyolojik ve siyasal dönüşüm yaşıyor. Birkaç yıldan beri değil, giderek artan bir ivme ile artık on yıllarla ifade edilen uzun bir dönemden beri, Türkiye toplumunun ortalamasında yaşananla paralel ama ondan görece daha büyük bir dönüşüm bu.

Toplumsal dönüşüm
Türkiye ’de Türk-Sünni çoğunluğun askeri-bürokratik vesayeti yıkıp doğrudan kendi temsilcilerinin iktidarı rejimini kurmaya başlaması, bu toplumsal dönüşümün önemli bir boyutu idi. Ama bu gelişme, toplumda Türk ve Kürt ayrışmasını da, sadece akan kanlar, maruz kalınan zulümler nedeniyle değil, belki bunlardan daha fazla hızlandırdı. Çünkü eski dönemde, yapılan haksızlıkların, işlenen ağır hak ihlallerinin, eziyet ve işkencelerin, saçma sapan yasakların sorumlusu olarak gözüken ve -büyük ölçüde gerçekten de sorumlu olan- bir devlet içi iktidar odağı vardı. Askeri-bürokratik güç merkezli bu iktidar odağı, siyaseti ve genel olarak toplumu yönlendirme kapasitesine sahipti. Dolayısıyla toplumsal muhalefetin tepkisi de, başta Kürt muhalefeti olmak üzere, bu güç odağına karşı yoğunlaşmıştı. İşkence yapan, yargısız infazları örgütleyen, “iç düşman” korkularını besleyerek olağanüstü rejimi ayakta tutan bu “derin devlet” yapılanması, aynı zamanda Kürtlerin asgari taleplerine hep “hayır” denmesinin de sorumlusu idi.
Son dört-beş yılda yaşananlar, bu devlet içi güç odağının büyük ölçüde tasfiyesine ve yerini Türk-Sünni çoğunluğun seçmen desteğini alanlara ve onların kadrolarına bırakmasına yol açtı. Toplumun ağırlıklı ortalamasını “onlar” değil, “bizimkiler” olarak gördüğü ve gücü artık gerçekten kendi elinde tutan bir iktidar ortaya çıktı. Kürt kimliğinin somut olarak tanınması yönünde birkaç adım attı. Ne var ki bunlar Türkler için çok büyük gözüken ama Kürtler için çok küçük adımlardı. Kürt sorununda çözücü etkileri hemen hiç olmadı. Çünkü artık sorunun asıl merkezini oluşturan kimlik tanınma eşitliği ve kendi kendini yönetme arzusunun önündeki engel, Kürt kimliği ağırlıklı siyasallaşan Kürtlerin gözünde devlet içi bir güç odağı değil, sandığa gidenlerin yarısının oyunu almış bir parti olmuştu. Dolayısıyla Türkiye ’deki Kürtlerin arasında giderek artan biçimde, sadece devletin değil, “Türklerin Kürtlerle eşitliği kesinlikle istemediği” algısı güçlenmeye başladı. Bu ise toplumsal ayrışmanın telafisi çok zor biçimde derinleşmesine yol açacak bir algıdır.

Daha ne istiyorlar?
Bu algının simetrik benzeri Türk çoğunluğun zihniyet dünyasında karşımıza çıkıyor. “Kürtçe televizyon, Kürtçe seçmeli ders, üniversitede Kürt dili ve edebiyatı bölümü… Daha ne istiyorlar? Biz verdikçe onlar daha fazla istiyor!” cümlesi günlük hayatta artık çok daha fazla ve en beklenmedik çevrelerde karşımıza çıkıyor. Kürt sorununun Türkiye ’de siyasal alanda ve müzakere yoluyla çözümünün önündeki en büyük engellerden biri, belki en derin engel olduğu için en önemlisi, “biz verdikçe daha fazlasını talep ediyorlar, Türkiye ’yi bölmek istiyorlar” algısı.
PKK ’nın Kürt kimliğinin tanınma taleplerini silahlı mücadele ve terör yöntemlerini de benimseyen bir şiddet politikası eksenine oturtmuş olması, Türk tarafında Kürt sorununun çok daha travmatik biçimde algılanmasını pekiştirdi. Diğer taraftan, Kürtlerin çok büyük bir kesimini de, gönülden benimsemese de, bu silahlı isyan hareketinin meşruiyetini sorgulama konusunda dilsiz bıraktı. PKK , oyun kurucu aktör olarak bu siyasal alanda hakimiyet kurdu. PKK ’nın şiddet ve siyasal tahakküm politikasıyla devletin şiddet ve tahakküm politikası birbirlerini karşılıklı besledi. Bugün geriye dönüp bu konuda ilk günahı kimin işlediğini aramanın sorunu çözme açısından faydası yok.

80-90’lılar
Türkiye ’de Kürt sorununda şiddetin kurucu simgesi olmasında sorumluluğun hangi tarafta olduğunu belirlemeye çalışmak, yumurta-tavuk sorununa yanıt aramaya benziyor.
Ortaya çıkış nedenleri ne ve bunların sorumluları kim olursa olsun, artık son otuz yılda yaşananların izinin silinmesi mümkün değil. Kırk sene önceye göre bugün Türkiyeli Kürtlerin tanınma talebinin vardığı seviye ve bunun yaygınlığı dikkate alınırsa, 1980-1990 doğumlu kuşakların giderek daha fazla önplanda olacağı önümüzdeki onyıllarda Türkiye ’de Kürt olarak yaşama ve çalışma talebinin çok daha güçleneceğini tahmin etmek zor olmaz.
Sorunun giderek derinleşerek bugünkü mecrasında yoluna devam etmesinin asıl sorumlusu, sonuçta kendilerini “Türk” olarak tanımlayanların, -bunların bir kısmı etnik köken itibarıyla Türk olmasalar da-, oluşturduğu çoğunluğun bugün iktidar üzerinde Kürtlerin eşit haklı yurttaşlık tanınması yolunda bir baskı unsuru olmaması. AKP ’nin bu konuda takındığı çözüm erteleyici tavrın arkasında, velev ki bu tavır Erdoğan’ın başkanlık seçimi hesaplarıyla ilgili olsun, “ Türkiye Türklerindir” bayrağı altında heyecanla yer alan büyük kitlenin “çözümsüzlük en iyi çözümdür” yaklaşımı ve “hele dur bakalım” refleksi var.
Bugün Türkiye ’de güç tamamen bir kişi ve bir mercii elinde toplandığı için, eskisinden daha güçlü ve etkili biçimde devam eden merkeziyetçiliğin önemli bir nedeni de, toplumun önemli bir kesiminde hakim olan “Kürt kendini yönetmesin!” arzusudur. Engellemeleri, yasaklamaları alkışlayan, bunlar yeterli olmadığı zaman “buradan gitsinler” diyerek sokağa dökülen bu geniş kitle, böyle yaparak ancak egemenliğinin, iktidarının tadına varıyor. Ama bu tadı sorunları çözmekte bulmuyor. Yasaklamakta, kısıtlamakta, “istediği kadarını ve istediği zaman verme”de buluyor. İktidardan böyle haz alıyor. Bu nedenle, Türkiye ’de Kürtlerin arasında giderek güçlenen, Türkiye Kürdistanı kurmanın yaşamsal bir gereklilik olduğu kanaatinin en güçlü kaynağı, bugün ortalama Türk vatandaşını temsil eden Türk Müslüman-muhafazakâr demokratların iktidarında da eşitlik içinde çözümün mümkün olmadığına inanmaya başlamalarıdır.

Wednesday, August 15, 2012

Allahım bizi dindar zalimlerden koru


 EZGİ BAŞARAN - ezgi.basaran@radikal.com.tr
15/08/2012

Hüda Kaya: Eğer Allah yeniden bir elçi gönderecek olsa bugünkü bu din anlayışına sahip olan Müslümanlara gönderirdi.

Allahım bizi dindar zalimlerden koru

Geçen perşembe akşamı Mazlum-Der’in ‘Roboski’ye Adalet’ için yürüyüşü vardı. Fatih Camii’nin avlusunda toplandılar. Önce iftar edecek, ardından dövizleriyle İtfaiye Parkı’na, Saraçhane’ye kadar yürüyeceklerdi.
Hüda Kaya da o grup içindeydi. 28 Şubat ve öncesinde başörtüsüne özgürlük istediği için hapse düşmüş, idamla yargılanmıştı. O dönemin örnek teşkil edecek mağdurlarından biriydi.
O gün ve o günden önce Roboski için adalet istiyordu. Herkesin bunu istemesi gerektiğini hatırlatıyordu. Daha doğrusu hatırlatacaktı. Caminin avlusunda ekmek arası sandviç ve ayranla iftarını etmekte iken nara sesiyle irkildi:
Burasi Fatih lan,
Kürdistan dedirtmeyiz
“Yürüyüş sırasında kullanacağımız dövizler ve Roboski şehitlerinin resimleri bulunan afişler caminin duvarına dizilmişti. Bir lokma bir şey yiyeceğiz, sonra dövizlerimizi alıp yürüyeceğiz. Öyle sanıyoruz. Bir anda avluya 6-7 adam doluştu. Burası Fatih lan, burada Kürdistan lafı ettirmeyiz diye bağırıyorlardı. Hayatımda hiç görmediğim büyüklükte sopalar ve satır benzeri bir bıçak vardı. Elimde ekmeğim, Mazlum-Der İstanbul Şube Başkanı Cüneyt Abi’nin yanına koştum. Ona bir şey olmasın diye. Çevremizi sardılar. Şalvarlı, sakallı bir adam ‘Ümmetin yolu Kürdistan’dan geçer’ yazılı dövizi alıp yırttı. Arbede başladı. Ben de o arada, ‘Siz tarih okuyun da Kürdistan’ın ne olduğunu öğrenin’ diye bağırıyorum. Sonuçta Mazlum-Der’li gençler olayı çok başarılı bir şekilde yatıştırmayı başardı. Tamam dağılıyoruz, sakin olalım diyerek. Adamlar söylene söylene, tekbirler getirerek gittiler. Ancak onlar gittikten sonra polis geldi. Şunu anladım ki Fatih özgür değil. Fatih Camii özgür değil.”
Saldırganlar bilinen kişilerdi ama...
Arbede sırasında Mazlum-Der üyeleri arasında yaralananlar vardı. Polise gidip şikâyetçi oldular. Elbette bir sonuç yok. Zaten Hüda Kaya bu olayın tuhaf bir organizasyonun ürünü olduğunu düşünüyor: “Aramızdan birileri olayı videoya almış. Sonradan izlediğimizde gördük ki bir polis telsizi sesi geliyor mütemadiyen. Yani olay cereyan ederken aslında sivil polisler aramızdaydı ve engel olmadılar. Üstelik sonradan öğrendik ki o 6-7 saldırgan esnaftan, tanınan, bilinen kişilermiş. Çünkü bir anda gidip koca bir Türk bayrağı tedarik ettiler. Onu da esnaf vermiş. Sonuçta bu olaya resmen göz yumuldu. Organize olarak. O günden beri ben de sosyal medyada tehditler, hakaretler alıyorum. En son e-mail adresim de bir biçimde iptal edildi. Herhalde birileri halletti. Şu anda erişimim yok. Ben bu olayın çok ciddi olduğunu düşünüyorum. Fakat şaşılacak şey, muhafazakâr basında tek bir satır haber olmadı. Sanki susma yemini etmişler. Roboski’ye adalet istedik diye şimdi biz suçlu olduk. Fitne çıkarıyormuşuz. Ben bir de Kürt olsaydım başıma neler geleceğini tahmin bile etmek istemiyorum.”
Allah terbiye için elçi gönderse İslam ümmetini seçerdi
Hüda Kaya çok tedirgin, çok keyifsiz, çok endişeli. Hiçbir dönem bu ülkenin ‘sahipleri’ olduğunu zannedenlerle anlaşamıyor. Burun buruna geliyor, itişmek zorunda kalıyor. En sade insan haklarını savunduğu için. Demek ki bu ülke böyle. Hüda Kaya’nın katiyen rahat hissedemeyeceği bir toprak parçası olmayı başarıyor:
“28 Şubat dönemlerinde bir gün böyle bir dua okuyacağımı söyleseler hayatta inanmazdım. Ama geçen akşam şöyle mırıldandım... Allahım bizi dindar zalimlere karşı koru, dedim. Bu dua yüreğimden nasıl döküldü şaşırdım.
Aylardır inanılmaz bir gerilim ve savaş dili var Türkiye’de. Mezhebi gerilim, etnik gerilim, bölgesel gerilim. Hepsi arttırılıyor. Başbakan’dan gazetecilere karşı tehdit geliyorsa Fatih’teki adamlara hiç şaşırmamak lazım. Tepeden başlayınca, halk da eline sopa alıp farklı düşünenlerin üstüne yürümeyi meşru görüyor. Başbakan benim izin vermediğim şeyleri yazamazsınız diyorsa mahallenin kabadayısı da hâkim biziz diye üstüme yürür. Doğaldır yani.”
“Benim gibi düşünen çok az dindar var” diyen Hüda Hanım’a sordum. Kaç çeşit dindar var?
“Sınıflandırma yapmak istemem ama şunu diyebilirim; eğer Allah yeniden bir elçi gönderecek olsa İslam ümmetine, bugünkü bu din anlayışına sahip olan Müslümanlara gönderirdi. Onları terbiye etmek için. Çok samimi söylüyorum. Bakın peygamberlere. Kendilerinin dindar olduğunu iddia eden sınıflara karşı gönderilmişlerdir. O dönemlerdeki din sınıfının bağnazlığını, yobazlığını alın getirin, bugünküne oturtun. Uyar. Müslüman bir isim ve etiketle cenneti garantilediklerini sanıyorlar, ne hikmetse. Dün başımızdaki zalimlere karşı mücadele ederken bugün zalimler kardeşlerimiz oldu. Ne acı. Ama gerçekten din inancı olanlar buna da karşı durmayı bilecektir. Ben yine Roboski diyeceğim. Çünkü yeryüzünde adaleti haykırabildiğimiz kadar varız. Benim inandığım din, kitap bunu söylüyor. Ben Kuran’la ne kadar tanıştıysam içimdeki tabuları o kadar yıktım.”

Tuesday, August 14, 2012

'Türkiyeli'yi çoook ararsın 'Türk' kardeşim

Her çözümü Türkiye içinde düşünen eskilerinin aksine, Türkiye artık yeni kuşak Kürtlerin kafasında bitiyor. Etnik Türk ulusalcılığınla, Kürtleri de etnik çözüm isteyen Kürt ulusalcısı yapmayı becerdin ya sonunda, bravo!

'Türkiyeli'yi çoook ararsın 'Türk' kardeşim
Tek dil, tek millet mottosu yıllarca dağa taşa yazıldı.




Almanya ’da üniversite asistanı Burak oğlumuz var, bir ileti yollamış: “Bizler anayasal vatandaşlık ve bireysel haklardan konuşurken Kürtler farklı şeyler söylüyorlar artık” diyor. Neşe Düzel’in 6 Ağustos Pazartesi günü Taraf’ta Devrimci Demokrat Kürt Derneği (DDKD) Başkanı İmam Taşçıer’le yaptığı konuşmayı kastediyor.
Taşçıer her şeyi dobra dobra söyleyerek kör gözümüzü açmaya çalışıyor. Diyor ki: “Nasıl Türkler kendilerini yönetiyorlarsa, Kürtler de kendilerini yönetebilmeli. Yönetim artık Ankara ’dan yapılmamalı. Bir Kürdistan parlamentosu olmalı. Bölgede Kürtçe, ikinci resmî dil ve eğitim dili olmalı. Nasıl Türk Tabipleri Birliği varsa, Kürt Tabipleri Birliği de olabilmeli. Kürdistan isimli siyasi partiler açılabilmeli. Bugün Kuzey Irak ’taki yapı, Türkiye için de Kürtler için de şu anda en uygun yapıdır.”

Coğrafi mi etnik mi
Neşe Düzel soruyor: “K. Irak modeli, etnik çözüm. PKK - BDP çizgisi olan ‘demokratik özerklik’ ise coğrafi temelde. Siz demokratik özerkliğe karşı mısınız?” Cevap: “ Irak ’ta ve Suriye’de bu gelişmeler yaşanırken, Türkiye ’de BDP ’nin ve PKK ’nin önerdiği ‘demokratik cumhuriyet’le sorunun çözülmesi mümkün değil. O tür özerklik Kürtlerin taleplerini karşılamaz. Kürtler Osmanlı’da yarı özerk, yarı federal yaşadılar.”
Dış örneklere tekrar döneceğiz de, “Osmanlı’da öyleydik” dediğin anda, tabii ki meseleyi “Kürtler ile Türkler İslam temelinde bir bütündür” diye hallediveren AKP ’yi kopyalamış oluyorsun. Tabii, Neşe Düzel bırakmıyor: “Çözümü ulusal yapıda görmek geleceğin dünyasıyla örtüşüyor mu?” Tercümesi: ‘Dünya mersine giderken siz tersine gidip, ulus-devlet kavramına dönmüyor musunuz?’ Hani, gazeteci olduğunu bir anlığına unutsa, şöyle tamamlayacak: ‘Ulus-devlet derken, ulusunu etno-dinsel bir bütün sayıp, asimilasyon ve/veya etno-dinsel temizliği tek ilke edinen devlet türünden bahsediyorum.’ Çünkü hakikaten Taşçıer’in yaptığı en hasından ulusalcılık, istediği de en hasından Kürt etnik ulus-devleti. Aynen, Kürtlere 90 yıldır tabldot verilmiş Türk ulus-devleti gibi…

“Türk” Tabipleri Birliği
Bizler bölücü “Türk” diktatörlüğünden ülkeyi kurtarmak için ulus-devlet’i itlaf etmeye çalışırken Taşçıer ulus-devlet istiyor da, çok dikkat, Düzel’in bu canalıcı sorusuna fazlasıyla öğretici bir cevap veriyor: “Kürtlerin kendi kendilerini yönetmeyi tatmaları gerekiyor. Kürtler bunu tatmadıkça hiçbir çözüm gerçekçi olmaz. Kürtler kendi kendini yönetmeyi bir kez tattıktan sonra masaya oturulur ve gerçekçi bir çözüm bulunur.” Tercümesi: ‘Bize siz Türkler böyle öğrettiniz, bizi siz bu hale getirdiniz. Nasıl şimdi Türk efendi ise, biz de Kürt’ün efendi olmasını istiyoruz. Bizim iyice bir tatmin olmamız gerekiyor önce.’
Düzel bir daha giriyor: “Mesela, AB hukukunu uygulayan bir Türkiye ’de Türk ve Kürt eşit olmaz mı?” Taşçıer cevap veriyor: “Bu eşitlik, ancak çok ileri demokrasilerde olabilir. Çünkü yasaları ne kadar değiştirirseniz değiştirin bu ülkede mantalitenin de değişmesi lazım. Yüzyıldır inkâr ve asimilasyon politikasının uygulandığı bir yerde sorun, eşit vatandaşlıkla birdenbire çözülmez. Bu yüzden, Kürtlere, kendisini yönetebileceği sınırları çizilmiş bir bölge lazım.”
Dinledin di mi “Türk” kardeşim, canım benim, hadi şimdi söyle bana, “Türkiyeli” tu kakaydı, değil mi? Vatana ihanetti, di mi? Yabancı dillere bile tercüme edilemeyecek kadar yapay terimdi ha? Al sana doğalını şimdi, daş gibi, ne yaparsın sen karar ver. Türkiye Tabipleri Birliği değil de Türk Tabipleri Birliği, öyle miydi canım. Al sana Kürt Tabipleri Birliği’ni de anla şimdi.
Taşçıer, Türklerin Türkiyesi’ne öyle bir ayna tutuyor ki, o kadar olur: “Vali gelecek Kürt olduğun için seni aşağılayacak, emniyet müdürü gelecek seni aşağılayacak, orada ise Kürtler valisiyle, emniyet müdürüyle kendi kendilerini yönetecek.” İşte bunun için ediyor yukarıdaki o kadar lafı, “Kürtlerin kendi kendilerini yönetmeyi tatmaları gerekiyor”u.

Kendi kendini tatmin
Daha nasıl söylesin? Ha canım, de şimdi bana, bu lafları en iyi sen anlıyorsun değil mi? Dağa taşa yazarız di mi “Önce Vatan” diye? Bağırırız di mi, “Ya Sev Ya Terk Et” diye? Doğudaki şehirlerin girişine ve çıkışına devasâ taklar kurarız di mi, “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” diye? “Tek Dil, Tek…” bilmemne dolu koca levhalar dikeriz her yere ve acayip tatmin ederiz kendi kendimizi di mi, Türkiyeli teriminden nefret eden “Türk” kardeşim?
İhtiyar babamın çok ağır konuşmak istemediği zaman söylediği gibi, Allah sana selamet versin. Türkiyeli’yi çoook ararsın sen. Ve artık biraz zor bulursun, çünkü her çözümü Türkiye içinde düşünen eskilerinin aksine, yeni kuşak Kürtlerin kafasında bitmekte artık Türkiye . Hem, içteki “TC = şiddet” ve “Türk = Hanefi Sünni Müslüman Türk” formülleri ittiği için silinmekte, hem de K. Irak ve K. Suriye örnekleri çektiği için. Seçmelik Kürtçe dersle falan sen biraz zor oyalarsın bu insanları artık.
Etnik Türk ulusalcılığınla, Türkiyeli Kürtleri de etnik çözüm isteyen Kürt ulusalcısı yapmayı becerdin ya sonunda, aferin sana be “Türk” kardeşim!
Not: Orgenerali “Tanırım iyi çocuktur” diyen, Başbakanı işkenceci polise “Bu arkadaşımızı yedirtmeyiz” diye sahip çıkan, İçişleri Bakanı “Havan mermisiyle yazının farkı yok” buyuran bir ülkenin vatandaşı olmaktan utanıyorum. “Utanan gider” de, hadi canım.

Monday, August 13, 2012

Yıldırım Türker, Radikal'den Ayrıldığını Doğruladı

bianet'e konuşan Yıldırım Türker, Radikal gazetesinden ayrıldığını doğruladı "Eyüp Can ile bugün yayınlanacak yazım üzerine anlaşmazlık yaşadık. Bu anlaşmazlığı karşılıklı çözemedik" dedi.
İstanbul - BİA Haber Merkezi
13 Ağustos 2012, Pazartesi

Yazar Yıldırım Türker, Radikal Gazetesi'nden "bugün yayınlanacak yazısı" nedeniyle ayrıldı.
bianet'e konuşan Türker, gazeteden ayrıldığını doğruladı ve şöyle dedi:
"Dün akşam Genel Yayın Yönetmeni Eyüp Can ile bugün yayınlanacak yazım üzerine anlaşmazlık yaşadık. Bu anlaşmazlığı karşılıklı çözemedik."
Türker, bundan sonra nerede yazacağı konusunu henüz düşünmediğini söyledi. Türker, gazetenin kuruluşundan itibaren Radikal'de yazıyordu.  (NV)

Stratejistler, Gazeteciler, Devlet Kaynakları


 
Yıldırım TÜRKER
İstanbul - BİA Haber Merkezi
13 Ağustos 2012, Pazartesi

Yıldırım Türker, Radikal'den Ayrıldığını Doğruladı

Hakikatle aramızda bin bir özenle örülen duvar üzerine ileride sosyolog, tarihçi ve arkeologların hayli kafa patlatacağı kanısındayım.

Memleketin devletle ilişkisinin bir süredir bütün ikna ediciliğini, bütün algı ve kayıt sistemlerini kaybetmiş, dünya açısından da raflarda çürüyecek bir serüven kitabına dönüşmüşlüğü can yakıcı bir aleniyet kazandı.

Öte yandan kaşındırıcı bir heyecan verdiğini de itiraf etmeli yeri gelmişken. Bir kere acılı olmakla birlikte yaşanması elzem bir yüzleşmeler yumağı ile karşı karşıyayız. Geçici suretler birer birer yırtılıyor; dolunay kuşağındayız ya, kurtadamlar kurda dönüşüyor, bedbin bitkinler uyuya kalıyor. Muhasebe yapmanın, gelir gider dökümleri çıkarmanın tam zamanıdır.

Düşünmeyi, tartmayı, dile getirerek tanzim etmeyi tekinsiz bir eylem olarak yaftalamayı sürdürüyor iktidar. Kendi önerdiği dil ise en ufak bir analitik noktalama taşımayan, şu kadarcık tutarlı olma çabası yansıtmayan bir silsile.

Türkçenin hayat yorumu, hiçbir dile tercüme edilemeyecek, ancak bu kültürü paylaşanlarca anlaşılabilecek ilkel bir kodlama sistemine dönüştü.

Şemdinli'de 20 küsur gündür süren savaş karşısında dilini dolaşıma sokabilen zevatın yaklaşımları, gelmiş olduğumuz iletişim düzeyini aşikar ediyor.

Taha Akyol ve onun gibi kimilerince sağın entelektüeli ilan edilmiş yorumcular, nesebi gayrı sahih stratejistler ordusundan beslenen köşe yazarları ve hükümet kaynakları, karşımıza zillerini takmış zafer çiftetellisiyle çıkıverdi. Kendilerine besbelli kimi devlet kaynaklarınca aktarılmış hikayeleri tarihi bağlamına oturtan öz yorumları olarak yansıttılar. PKK, Arap baharından mülhem bir ayaklanma başlatmak için Şemdinli'yi işgale kalkıştı. Ama halktan beklediği yüzü bulamayınca, şükür kahraman ordumuza ve PKK terörü altında inim inletilen halkımıza ki bu işgal hedefine ulaşamadı. Ulaşmak ne kelime yanaşamadı bile. Muzaffer ordumuza, savaşından bir mermi taviz vermeyen hükümetimize şükürler olsun.

Başlamadan bittiği için bayram ilan edilen günlerin toprakları.

Toplu bir delilik adeta.

Gerçeklerin karşısında başka yere bakıyor da görmüyormuş gibi davranmak için olmadık taklalar atan masal ülkesi ahalisine duyurulur. Evet. Şemdinli'ye giremiyorsunuz. Orada kimin ölüp kimin kaldığını da bilemiyorsunuz. Orası sizin için toptan bir sır ülkesi. Sizin orada yaşanan üstünde en ufak bir müdahaleniz olamaz. Bu işin çözümünü silahlı büyükler ellerine geçirmiş. Dolayısıyla koskoca bir ordu olarak bir aya yakın zamandır çapulcu denilegelen, sayısı birkaç yüzle ifade edilen PKK gerillalarına karşı savaşmaktasın.

İlk olarak, evet başbakanım, Fırat haber ajansından, bunun için bir de benden özür bekliyorsun ama, sözgelimi bir Özgür Gündem'den, Nuçe'den duyduklarımız, okuduklarımız var. Bizim ana akım basında yok sayılan bir iç savaş süregitmekte. Artık kaçınılmaz olduğundan, köylerinden kopartılmış vatandaşın kaymakam kapısı önünde toplandığını biliyoruz. Köylerine dönmek istiyorlar. Ama köyleri onlara kapalı. Köyleri gazetecilere de kapalı. Köyleri bütün dış dünyaya kapalı. Ne emniyet ne kaymakamlık, devletin hiçbir kurumu oradaki vatandaşa hizmet götüremiyor. O topraklar Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından arındırılıyor ve bu durumun ne zaman sona ereceği, nelere malolacağı bilinmiyor. Bildirilmiyor. Tenezzül gösterilmiyor.

Ama başarısız kalmış PKK için çocuklar gibi 'oh, oh' çekmemiz isteniyor.

PKK Şemdinli'yi işgal edememiş. Ne mutlu biz Türk milletine. Ama Şemdinli'nin köyleri, bir kısmı yakılarak boşaltılmış. Kimse o topraklara ayak atamıyor.

Kurtarılmış toprakların, boşaltılmış tampon bölgelerden farkı olmaz mı? Meğer o toprakları PKK işgal edememiş. Gitmesek de, görmesek de, o köyler bizim köylerimizdir...

Bu parçalı, hatta paramparça algı kendine olan, olması gereken uzak açıyı tamamıyla kaybetmiş muktedirler ve yandaşları tarafından hoyratça paylaşımımıza sunuluyor.

Suriye'de öyle, Şemdinli'de böyle.

Uludere'yi boşver, Suriye'ye bak. Şemdinli'den sana ne, Halep'i dinle.

Tutarlılık gayreti bile fuzuli geliyor efendilere. Tutarlı olma gayreti, ar ve edep duyguları muhaliflere, eziklere ve kaybedenlere yakışır zaten. Ne tenezzül buyuracaklar.

Körlükleri, karşılarındaki halkların körlüğüne inançlarından, sonsuz özgüvenlerinden kaynaklanıyor.

Devlet kaynaklarının servis ettiği burkulmuş mantık müsamerelerini, o kaynaklara biat edip gazetecilik, yorumculuk kisvesi altında okura ileten, bir kez daha devletine aracı ve kefil olan gazeteci müsveddeleri artık fütursuzca saçmalıyor.

Bu akıl fikir erozyonu sürer giderken dün Hürriyet'in manşeti, "Ona kalbimi açmıştım" idi. Emine Erdoğan'ı Suriye olayı çok yıkmış. "Dost olarak insanları kalbimize sokuyoruz. Esma Esad'a kalbimi açmıştım. Benim için büyük hayal kırıklığıdır" demiş.

Hürriyet'in bomba manşetine göre Emine Erdoğan, "Esma Esad asla kibirli değildir. Çok candan bir insandır. Ülkesinde demokratikleşme, çağdaşlaşma isteyen bir kadındı. O nedenle olup bitenlere bu kadar duyarsız kalmasına inanamıyorum" diyesiymiş.
 
Derdimi anlatabildim mi? (YT/YY)

Bu ülke sizi 34 yıldır öldürüyor, hatıranız önünde utanarak eğiliyoruz!


Doğan Akın

10.07.2012
Bu, kendisine aşkından gözleri kör olmuş ülke için bir kez daha utanma vaktidir. Bahçelievler’de silahsız yedi genci hunharca öldüren katillerden yakalanabilenler “Dünya Hukuk Günü”nde serbest bırakıldı!
Böylece, daha önce bırakılan diğer katiller ve uğursuzlarla Bahçelievler katliamı katillerinin durumu eşitlenmiş oluyor. Vatandaşını korumayan, katilini yakalamayan, yakaladığına hak ettiği cezayı veremeyen bir ülkenin icat ettiği adalet bu kadar oluyor demek ki: Katillere eşitlik!
İtalya’da Papa II. Jean Paul’ü “yaralamak”tan tam 19 yıl 1 ay cezaevinde yatan Mehmet Ali Ağca’nın Türkiye’de Abdi İpekçi’yi “öldürmek”ten ve işlediği gasp suçlarından sadece 10 yıl yatmasının yeterli görülmesinin dumanı tütüyordu ki Bahçelievler haberi geldi.
Peki, kim bu bırakılanlar, kimlerin canını nasıl aldılar, hatırlayalım.
Tarih, 9 Ekim 1978. Yer; Ankara’da Bahçelievler semti. Ülkücülerin “Reis”i Abdullah Çatlı’nın yaptığı plan akşam saatlerinde yürürlüktedir. Ekip, bölgeyi iyi bilmektedir. Zira, ülkücülerin “İdi Amin”i Haluk Kırcı, eylemden önce Bahçelievler’de keşif yapmıştır.
Ekip, 9 Ekim 1978 akşamı Bahçelievler 15. Sokak’taki 56 numaralı apartmanın önündedir. Hedef, 2 numaralı dairedir. Evet, 56 / 2. Bu numaradan koyarlar yapacakları işin adını; “5-6-2 / Tamam Reis!”
Kırcı kapıya gizlice kulak verir, içerde en az birkaç kişi olduğunu rapor eder. “Sürümden kazanacakları” bir grup olduğuna göre, eyleme geçilmesine karar verilir. Ercüment Gedikli “Dadaş Kahvesi”ne giderek destek için Ömer Özcan ve Duran Demirkan’ı bulur. Saat 22:00 sıralarında 56. Sokak’a geri dönülür. Demirkan sokakta, Özcan apartmanın önünde “gözcü” olarak bırakılır.

Silahsız öğrenciler önce bayıltıldı

“Reis” Çatlı da sokakta otomobilinin içinde beklemektedir. Haluk Kırcı, Ercüment Gedikli, Mahmut Korkmaz ve Kürşat Poyraz gizlice apartmana girerler. 2 numaralı dairenin kapısında silahlarını çekip, zili çalarlar. Birazdan aralanan kapıya yüklenirler, ellerinde silahlarla artık içerdedirler.
Evde, hepsi Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesi olan 5 üniversite öğrencisi vardır. Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik Bölümü öğrencisi Serdar Alten (23), Ankara Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi öğrencisi Hürcan Gürses (26), Ankara İktisadi ve Ticari Bilimler Akademisi Gazetecilik Bölümü öğrencisi Efraim Ezgin (23),  Hacettepe Üniversitesi İstatistik Bölümü öğrencileri Latif Can (20) Osman Nuri Uzunlar (20).

Baskın, gençler televizyon izlerken yapılmıştır. Cinayet ekibi biraz şaşırmıştır, zira öğrencilerin hiçbirinde silah yoktur!
Olsun, Reis planı yapmış, İdi Amin harekete geçmiştir artık. Öğrencilerin ellerini arkadan bağlayıp, yüzüstü yere yatırırlar. Ancak evdekilerin sayısı tahmin ettiklerinden çok olunca Çatlı’ya danışmaya karar verirler. “Bekleyin” der Çatlı ve birazdan elinde eter ve pamukla gelir. Öğrenciler, önce eter koklatılarak bayıltılırlar.
Bu sırada kapı çalınır. Zili çalanlar, yine TİP üyesi olan öğrenciler Faruk Erzan ve Salih Gevence’dir, arkadaşlarını ziyarete gelmişlerdir. Onlar da içeri alınır. İki-üç “komünist”i temizlemek için girdikleri evdeki öğrenci sayısı 7’ye çıkmıştır!

Çatlı’nın talimatıyla katliam başlıyor

Yine Çatlı’ya danışırlar. Çatlı’dan gelen talimat üzerine son gelen iki öğrenci, dışarıda bekleyen otomobile bindirilir. Yanlarına da Haluk Kırcı ile Kürşat Poyraz oturur. Farları yakılmayan araç Eskişehir yoluna doğru hareket eder ve bir süre sonra bir tarlanın yanında durur. Faruk Erzan ve Salih Gevence araçtan indirilir, 500 metre kadar tarlanın içine götürülür. Kırcı ve Poyraz silahlarını çekip, biraz önce arkadaşlarını ziyarete gelmiş iki genci, kafalarına ateş ederek öldürürler.
İki kişi tamamdır, ama işin büyüğü evdedir, hemen Bahçelievler’e dönerler. Plana göre evde bayıltılmış olanlar da ikişer ikişer Eskişehir yoluna götürülecektir. Önce yavaş yavaş uyanmaya başlayan Serdar Alten’i otomobile taşırlar. Ancak o sırada yoldan geçen bir polis aracı Çatlı’yı kuşkulandırır. Acaba, tarlada öldürdükleri iki öğrencinin cesedi mi bulunmuştur?
Bu kuşku üzerine plan değiştirir Çatlı, plan evin içinde icra edilecektir! Ama nasıl yapılacaktır bu iş? Aralarında tartışırlar. Pratik öneri İdi Amin’den gelir, yani Haluk Kırcı’dan. Bayıltılanlardan Osman Nuri Uzunlar’ı mutfağa götürür tel askıyla boğmaya çalışır. Ama hemen ölmez delikanlı, bu kez yüzüne var gücüyle havluyla bastırır ve boğar Kırcı.

Diğerlerini boğmak zor gelince...

Geride dört delikanlı daha vardır ve boğma işi biraz uzun sürmektedir. Bu kez Kırcı plan değiştirir. Tarladaki cinayette kullanılan silahı alır, ardından “Siz dışarı çıkın” der üç tetikçi arkadaşına. Ve odaya dönüp, elleri arkadan bağlı dört öğrenciye ateş açar.
Misyon tamamdır! Evlerinde televizyon izleyen 5 öğrenci ile onları ziyarete gelen 2 arkadaşları başarıyla katledilmiştir! Abdullah Çatlı otomobille binanın önüne gelir ve hep birlikte uzaklaşırlar.
Karşı binada oturan ve silah seslerini duyan iki polis, kapısını kırarak girdikleri dairede vahşetle karşılaşırlar. Ancak, gençlerden Serdar Alten ölmemiştir. Saldırganları tarif eder ve Hacettepe Tıp Fakültesi’ne kaldırılır.
Ekip, haberlerden bir kişinin ölmediğini duyunca Ankara’yı terk etmeye karar verir. Çatlı, memleketi Nevşehir’e, Kırcı da memleketi Erzurum’a gider. Bu arada ağır yaralı olan Alten savcıya ifade verir. Ülkücülerin saldırdığını, “Reis” diye hitap edilen biri olduğunu “34 PD” plakalı bir araca bindirildiğini anlatır. Alten 8 gün dayanacak ve o da 17 Ekim 1978’de hayatını kaybedecektir.

Çatlı yakalanır, ama İstanbul’a götürülüp bırakılır!

Polis önce aracı bulamaz. Ancak Nevşehir-Avanos yolundaki bir akaryakıt istasyonunda yapılan bir ihbar sonucu “34 PD 137” plakalı araç bulunur. Ancak 34 rakamı, aslında “06” olan plakanın üzerine kartonla yapıştırılmıştır. Nihayet, aslında “06 PD 137” olarak tespit edilen gerçek plaka, ülkücü Mustafa Mit’e ait çıkar!
Mustafa Mit, askeri savcı Enis Tunga’ya, aracın örgüt için alındığını ve (Ülkü Ocakları Derneği Genel Başkanı) Muhsin Yazıcıoğlu ile (yardımcısı) Abdullah Çatlı’nın kullanımına verildiğini anlatır. 
Abdullah Çatlı 8 Kasım 1978’de Adapazarı’nda yakalanır, ama Ankara değil, İstanbul Emniyeti’ne götürülür ve orada bırakılır!
Peki sonra?
Kısa cevap, bazılarını Kahramanmaraş katliamında da gördüğümüz bu katillerin “kahraman” olduğudur! İki kişi zaten yakalanamaz. Abdullah Çatlı, devletin emin adamı olarak çalışırken, malum, 3 Kasım 1996’daki trafik kazasında, yanındaki emniyet müdürü Hüseyin Kocadağ ile birlikte hayatını kaybeder. Evet Çatlı, sözüm ona aranmaktadır, ama yanında sadece emniyet müdürü değil, o sırada iktidarda olan DYP’nin Şanlıurfa Milletvekili Sedat Bucak da bulunmaktadır. Kaza yapan araç da, Urfa’da “korucubaşı” olarak bilinen Bucak’ındır.
Tansu Çiller’in “Başbakan Yardımcısı” olarak “Devlet için kurşun atan da, yiyen de bizim için şereflidir” diye sahiplendiği Çatlı, bu Çatlı’dır. Nazlı Ilıcak’ın, tekrar siyasete kazandırmaya çalıştığı Çiller de, bu Çiller’dir.

Firari katilin nikâh tanığı Vali Ağar

Peki İdi Amin? Sözüm ona idama mahkûm edilir, ama iki kez “yanlışlıkla” tahliye edilir! O yanlış tahliyenin ardından aranırken, yani firardayken Erzurum’da anlı şanlı bir düğün yapar. Firari katilin nikâh tanığı, o sırada Erzurum Valisi olan Mehmet Ağar’dır!
Uzatmayalım... Abdi İpekçi’nin katili Ağca’nın Maltepe Askeri Cezaevi’nden asker desteğiyle kaçırılmasının ardından Abdullah Çatlı’nın evinde saklandığını, sonra Çatlı’nın memleketi Nevşehir’e gönderildiğini... O sırada, sonradan Susurluk skandalı ve Ergenekon çetesi kahramanı olan, eski Özel Harekât Daire Başkanı İbrahim Şahin’in de Nevşehir Emniyeti’nde çalıştığını... Katiller için sahte pasaport matbaası gibi çalışan Nevşehir Emniyeti’nin pasaport bölümünde bir süre sonra yangın çıktığını, bütün evrakın yok edildiğini... Devlet görevlisi-siyaset-mafya ilişkilerini ortaya döken Susurluk skandalından sonra, emniyetin sözüm ona aradığı Abdullah Çatlı’nın, Emniyet Özel Harekât Daire Başkanı İbrahim Şahin ile halay çekerken fotoğraflarının ortaya çıktığını... Halaya, Ömer Lütfü Topal cinayetine karışan özel harekâtçı polislerin de eklendiğini...  Çatlı’ya Mehmet Ağar imzalı ruhsatlar, belgeler verildiğini uzun uzun anlatıp canınızı sıkmayalım.
Onlar kahraman bu ülkede. Hocalar, öğrenciler, gazeteciler, yazarlar, çevreciler ise “terörist” olarak içerde.
Tarih için, “ne oluyorsa başka türlü olamadığı içindir” yorumu da yapılır.
Sahiden öyle midir?
Sahiden, bir ülke, adalet yerine rezalete bu kadar yazgılı olabilir mi?
Ne diyelim şimdi?
Serdar’a, Hürcan’a, Efraim’e, Latif’e, Osman’a, Faruk’a, Salih’e ne diyelim?
“Değişen bir şey yok, bu ülke sizi 34 yıldır öldürüyor” mu diyelim?
Ne diyelim?
“Hatıranız önünde utanarak eğiliyoruz” mu diyelim?
Ne diyelim?..