Wednesday, August 22, 2012

Mike Gonzalez: Kitle hareketleri silahlanınca

İngiliz marksist tarihçi Mike Gonzalez'e göre, silahlı mücadele, bazen devlet baskısına karşı tek olası yanıt olabiliyor.
 
Birçoklarına göre, toplumsal başkaldırılar silahlandığı an yanlış bir yöne saparlar. En ufak "militarizasyon" işareti, bir ayaklanmanın trajik bir iç savaşa dönüşünün göstergesidir. Öfkeden çok acıyla, isyanın yolunu kaybettiği ve artık önceliğin akan kanı durdurmakta olduğu tartışılır. Keşke isyancılar barışçıl kalıp "vahşete" başvurmamış olsalardır.
Fakat bu düşünce tarihten doğmamıştır. İsyanlar nadiren bilinçli stratejik bir planla silahlanır. Her kapitalist devlet, en son anda güce başvuracağı gerçeğine güvenir -İtalyan devrimci Antonio Gramsci'nin dediği gibi, "demir yumruk yumuşak eldivende saklanır". Normal şartlarda ön planda olan yumuşak eldivendir, egemen sınıflar meşruymuş gibi yönetirler. Ancak devlet tehdit edildiği an devreye demir yumruk, devletin baskı araçları girer.
Mesela 1973'te, Şili'de işçi sınıfı devletin varlığını sorgulayan, tehdit eden kurumlar ve yapılar kurdu. Karşılık vahşiydi. Devletin baskı aracı ordu, işçi sınıfına karşı tam anlamıyla bir operasyona girişti ve general Pinochet darbeyle gücü eline geçirdi. Pinochet "içimizdeki düşman" ile savaştığını söylüyordu -var olan kurumları tehdit eden herkesle. Bir sonraki onyıl çerisinde Margaret Thatcher, İngiltere'deki maden işçilerine karşı devlet mobilize edilirken aynı lafı kullanmıştı.
Yani geçtiğimiz günlerde Beşar Esad "dış mihraklara" karşı kimyasal ve biyolojik silah kullanacağını söylediğinde, aynı retoriğin biraz daha abartılısını sergiliyordu.
Savunma
Eğer kapitalizmin bize karşı silah kullanacağını biliyorsak, hareketin kendisini nasıl savunacağı sorusunu bir kenara itemeyiz. Bugün Suriye'de başlayan barışçıl kitlesel hareketin kendisini silahlandırma sebebi, devletin katliamcı tutumudur.
Bu, otomatik olarak yenilginin reçetesi değildir. Devletlerin ellerinde bulunduğu çeşitli silahlar, her zaman kitlesel hareketleri durdurmak için yeterli olmaz.
Tarihte birçok örnek, kısa süre için de olsa, mücadelelerin devletin lehine gitmeyebildiğini göstermiştir. Bu mücadeleler, 1871 Paris Komünü'nden Rus devrimine, 1936 İspanya Devrimi'nden günümüzdeki Arap Baharı'na kadar uzar.
Her döneme ait özel sebeplerle, sıradan insanlar düzenle daha fazla yönetilmeyi reddetmişti. Kitlesel hareket bu noktada başlar, Suriye'de olduğu gibi. Bu sırada birçok yeni güç ve fikir ortaya çıkar.
Paris Komünü'nde, işçi sınıfı şehrin duvarlarının içinde yeni bir dünya kurmaya başlamıştı. İlk işçi hükümetini kurmuşlardı, her an yerlerinden edilebilecek temsilciler seçerek.
Ancak aynı zamanda kendilerini hem kendi kapitalist devletlerinden hem de Prusya devletinin işgalci ordusundan korumak zorunda kalmışlardı. Bunu yapmak için Ulusal Muhafız birliklerini kurdular. Bu bir ordudan fazlasıydı -aynı anda hem orduydu hem de işçi sınıfının bir örgütüydü hem de devlet idi.
Komünün problemi çabuk bir şekilde silahlanmış olması değildi. Karl Marx'ın sözleriyle "Silahlandırılmış Paris demek, silahlı devrim demekti". Tam tersineParis Komünü silahlandığı için değil, silah kapitalist devleti ve orduyu doğrudan karşısına almadığı için yenilmişti.
İspanya İç Savaşı buna diğer bir örnektir. Cumhuriyetçi hükümete karşı askeri darbenin liderleri, 1936 Temmuz'unda savaşı birkaç gün içerisinde bitireceklerinden emindiler. Ancak iç savaş 3 yıl sürdü.
Milisler
Durumu değiştiren milis güçlerin direnişiydi. Orduya kıyasla çok daha az silahları vardı. Ancak onları profesyonel askerlere karşı ayakta tutan, mücadeleye olan inançları ve kolektif kararlılıklarıydı.
Onlar, bir devleti korumak için değil, toplumlarının dönüşümünü devam ettirmek için, işçi demokrasisi ve sosyal adalet üzerine kurulu bir devrim için savaşıyorlardı.
İspanya'daki trajedinin sebebi, işçilerin faşistlere karşı silahlanması değil; tam tersine, silahları bırakmaya zorlanması olmuştur.
Komünist Parti ve diğerleri, direnişin demokratik kitle organlarını, silahlarını kapitalist iktidarı korumaya ant içmiş bir hükümete teslim etmeye zorlamıştır.
Bugün Suriye'de buna benzer ateşkes çağrıları yapılmakta. Ancak bu zamanda ve bu koşullarda, bu, hareketin silahsızlandırılması demektir. Bu da hareketi devletin barbarca intikamına maruz bırakacaktır.
Şunu anlamalıyız ki, tehdit altındaki bir devletin vahşete başvurması bir zayıflığa işarettir. Karşı karşıya kaldığı krizin ve meydan okumanın seviyesini gösterir.
Elbette bu, silahlı mücadeleyi bir strateji olarak öneriyoruz anlamına gelmiyor. Devrimleri ve kaydedilen ilerlemeleri korumak temel önem arz eder. Sınıf olarak en büyük gücümüz ne silahlar ne de sokaklardır. Ancak bir sınıf olarak en büyük silahımız tüfekler değil, hatta sokaklar dahi değil, üretim üzerindeki kolektif denetimimizdir.
Sonuç olarak devrim, gücün yöneten küçük bir elit kesimden geniş kitlelerin eline geçmesi demektir. Bu sadece bir silahlı çatışma değil, günlük yaşamın tamamen değişmesidir.
Bir devrim, orduyu nasıl safına çekebilir?
Kapitalist bir devleti malup etmek istiyorsak, ordu meselesi kritik bir sorundur. Gördüğümüz gibi ordu, tehdit altında olan bir devletin son savunma mekanizmasıdır.
Sol genellikle devrim başladığında ordunun bölüneceğine ve sıradan askerlerin subaylarına karşı geleceğine güvenir. Bu gerçekten de böyle olur, ancak otomatik olarak değil.
Her savaş gücü, çok büyük ağırlıkla işçi sınıfından oluşur. Afganistan'daki İngiliz ve Amerikan askeri kayıplarına kısa bir göz atmak ve bu insanların geçmişleri, bu konuda çok az şüphe bırakır. Bir subayın ölmesi nadir bir olay olmakla birlikte, akşam haberlerinde geniş yankı bulur.
Ancak ordu içerisinde örgütlenmek, bir işyerinde örgütlenmek kadar basit değildir. Orduya katıldıktan sonra bir zorla telkin süreci söz konusudur. Alman devrimci Karl Liebknecht'e göre, modern militarizm "halkı kendilerine karşı silahlandırır, işçileri baskı aracına dönüşmeye zorlar". Ona göre, askerler, "kendi sınıflarının, yoldaşlarının, arkadaşlarının, ebeveynlerinin, kardeşlerinin ve çocuklarının düşmanı ve katilleri; kendi geçmişlerinin ve geleceklerinin katili" hâline gelirler.
Hollywood filmlerinin gösterdiği gibi, acemi erler kırılır, aşağılanır, fiziksel ve psikolojik olarak kendi dünyalarından ve sınıflarından yalıtılırlar.
İdeolojik olarak hepsi, her şeyden önce devleti dış güçlere karşı korumak üzere hazırlanırlar. Yüzleri zaman içinde değişir ama her zaman "öteki"dir; ister Soğuk Savaş Rusya'sında olsun ister Arap Bahar'ında.
Ancak her ordu aynı zamanda, Gramsci'nin dediği gibi, devletin "demir yumruğunu" sistem tehdit edildiği takdirde kendi halkına karşı da kullanmaya hazırlanır.
Bu, hiçbir umut olmadığı anlamına gelmez. Sonuç itibariyle asıl mesele, devrimcilerin devletin savaş makinesini askeri olarak yenilgiye uğratması değildir. Durum bu olsaydı, devrimcilerin kazanma şansı düşük bir ihtimal olurdu.
Bizim farklı silahlarımız, fikirlerimiz var. Kitlesel bir isyanda bütün askerlerle savaşmak zorunda değiliz, onları ikna etmeye odaklanabiliriz.
Eğer ordu bölünürse, bu, sınıfımızın güçlü politik örgütlerinin askerleri onlara farklı bir gelecek önererek kazanmasıyla olacaktır.
Mike Gonzalez