Tuesday, August 27, 2013

Hindistan'da Gazetecilere Tecavüz de Ediyorlar...

Tüm dünya medyasında yer aldı: “Hindistan’da, gazeteciye beş kişi tecavüz etti...”(..........)
Öyle demeyin ama...
Beterin beteri var...
Bizim durum yine de iyi...

*

Beğenmiyor adam manşeti...“O nasıl manşet öyle?.. Böyle gazetecilik mi olur?.. O haberi öyle mi verecektin?..” diyebiliyor gazeteye...
Çüş...
Bize değilse bile “basın özgürlüğüne” tecavüz etti mi, etmedi mi?..

*

Alıştılar da...
Biraz daha geçsin, size puntoları da söyleyecekler:“Şöyle sekiz sütuna, yandan aşağıya doğru, lopik puntolarla, şimşir italik karakter... Sayın genel başkanımızın o muhteşem ve bulunmaz konuşması sağ üst köşede... Resim çerçeveli, en aşaaa yarım sayfa...”
*

Yapmazsan?..
Hindu...

*
Manşetin nasıl olması gerektiğini söyleyen iktidarın bakanına “Biz vatanı severiz” gibi yanıt ver istersen...
Sen boş ver vatanı...
Mısır’daki, Suriye’deki Müslüman Kardeşler’i seveceksin...
Daha da açıkçası; sevdiklerini sevecek, kızdıklarına kızacaksın...
Yoksa hani...

*

Kabahat kimde?..
Aslında gazete okumayı bile sevmeyen, iş bağlamak için gazete sahibi olan patronda değil...
O patron...
Gerici devrime yalakalık, yandaşlık yapa yapa... Türkiye’nin başına gelenleri okurlarından gizleye gizleye... Basın tarihinin en utanç verici dönemini sineye çeke çeke... Gazetecilik yapmak isteyen genç meslektaşlarını ağlata ağlata... Sonunda gazetesinin benzin istasyonlarında bedava dağıtılmasını “tiraj” diye okurlarına yutturan “editör”e sormalı...
Gazetenin nasıl olacağını sana söyleyen üçüncü sınıf siyasetçide mi kabahat?..

*

Sonuçta...
Teslim olmuş, saygınlığını ve güvenilirliğini yitirmiş, okurun artık reddettiği bir medyada en “büyük patron” iktidarsa...
Parti sözcüsü kazma editördür...


*

Benim ise kafam Hindistan’da...
Kurban olayım kader...
O kadar da değil yani...
25 Ağustos 2013 - Cumhuriyet

Thursday, August 22, 2013

Denge

Ece Temelkuran



Denge

insanın da eşyanın da huylusu güzel. Huyu olacak. O kapı ancak şöyle açılacak, tutup çekerek, tek sen açabiliyor olacaksın. Bu sehpa ancak şuraya dayanınca düzgün duracak, çünkü vaktiyle onu öyle kanadı kırık bırakan bir şey olmuş olacak, unutmak istemediğin bir şey. Bu fincanın muhakkak bir küçük kırığı olacak ağzında, hep ayarlaman gerekecek içerken. O çantanın bir cebi delik olacak, hep aklında tutman gerekecek hangisiydi. O paltonun cebinde bir mürekkep izi olacak, dalgın bir günün, açık unutulmuş bir kalemin hatırası. Koltukların kollarında bir çocuğun resim çalışmaları olacak, elbette sabit kalemle yapılmış. O ayakkabı burnunda, bir gün öfkeyle atılmış bir tekmenin mührünü taşıyacak.


Belalı...

Huyu olacak, izi olacak. Eşyanın da insanın da. İnsan dediğin de yani mesela, şu krem rengi koltuk takımları gibi olmayacak. Belalı olacak. Kadını da erkeği de. Hayır, "arıza" değil, lüzumsuz tiyatrolu, hezeyanlı değil. Öyle bir moda var şimdi, genç kadınlar bilhassa "arıza" oluyor filan, çok havalı gibiymiş gibi falan. Öyle değil. Gerçek bir iz olacak. Gerçek bir iz olduğunda çünkü, saklamak istersin, tıpkı palto cebindeki mürekkep izi gibi. Kaçınmak istersin, tıpkı fincanın ağzındaki kırık gibi. Öyle yani, bir tuhaf, değişmez huyu olacak insanın. Yara izi olacak mesela, muhakkak. Kadını da erkeği de. Tıpkı palton, fincanın ve eski sehpan gibi, insanı da işe yaradığı için değil, o huyu bir tek sen bildiğin için seveceksin. O kapıyı bir tek sen açabildiğin, o kapıdan içeri girebildiğin gibi.

Sentez

Hayat kocaman bir şey, ha? Ne dersiniz? Aslında kocaman. İçinde Kraliçe Elizabeth var, Che var, milyonlarca ölmüş insan var, trilyonlarca kahraman, katrilyon macera. Senin bir önemin yok yani, yaptığın yanlışların ise yok değerinde ehemmiyetsiz. Ama sonra küçük şeyler var işte, minnacık izler, eşyanın ve insanın izleri. Hayat bu akıl almaz büyük ile gözle zor görünür küçüklük arasında bir denge. O büyüklüğü akılda tutup o küçük şeyleri görebilmekle ilgili bir "sentez".

Bir denge var. Apaçık yaşadıklarımızla sadece bizim bildiklerimiz arasında bir denge. Herkesin izlerken kederli diye düşündüğü senin büyük filminde sadece senin gördüğün küçük bir sahne. Diyelim ki bir kedinin daldan düşmüş çiçekle oynayıp oynayıp sonra dönüp giderken çiçek kendini takip edebilirmiş gibi şüphelenip şüphelenip geri dönüp bakması gibi komik bir an. Kimsenin görmediği gülüşünle herkesin gördüğü ağlamalar arasında bir yerdesin sen. Ama birazcık daha kendi gülüşünde...

Bilmezler

Kimse bilemez. Evet evet kimse bilemez. En yakınındaki bile. Senin dengen nerede kuruluyor, göremez. Çok başarısız, çok hüzünlü, çok zor görünen hayatında sadece senin küçük, görünmez gülümsemelerinden, kendine yaptığın aptalca şakalardan oluşan ve senin aslında yürümeni sağlayan dengeyi kimse göremez. O çiziklerle dolu koltuğu niye cilalatmadığını... O kapıyı niye tamir ettirmediğini... Niye hala o fincan, niye hala o palto, niye hala o ahmak adam/kadın... Bilmezler, bilmesinler de zaten. Çünkü hayat seni kimsenin görmediği bir yerde. Hayat, bir huy. Bir iz. Hassas bir denge. Ayakkabının burnunda bir tekme izi.

Düşünüyorum da, bir yerden bakıldığında her şey güzel aslında. Sadece senin bildiğin bir yerden ama...

Tuesday, August 20, 2013

Ne kadar efsunkar imişsin ah ey didar-ı iktidar

Alptekin DURSUNOĞLU
Ne kadar efsunkar imişsin ah ey didar-ı iktidar
Mısır’da 25 Ocak-11 Şubat 2011 tarihleri arasında tüm kesimleri Tahrir’de toplayan da 30 Haziran 2013’te Adeviye ve Tahrir şeklinde bölen de aslında aynı faktördü: Grupsal güç ve iktidar tutkusu.

‘Arap Baharı’ adı verilen bölgesel değişim süreci, başlangıç dönemlerinin aksine artık hem içeride hem de uluslar arası alanda ayrışma ve çatışma üretiyor.
İçeride, birbirinden çok farklı grupların yarım yüz yıllık diktatörlükleri devirmek için sergilediği dayanışma da, eski rejimlerden umudu kesen uluslararası aktörlerin ‘Bahar devrimcilerine’ ayırt etmeksizin verdiği destek de geçmişte kaldı.
‘Arap Baharı’ adı verilen sürecin amiral gemisi olan Mısır’da şu an yaşanan gelişmeler hem içerideki aktörlerin hem de uluslararası tarafların davranışlarındaki bu değişimin sebeplerine ilişkin önemli ipuçları sunuyor.
Mısır’da 25 Ocak-11 Şubat 2011 tarihleri arasında tüm kesimleri Tahrir’de toplayan da 30 Haziran 2013’te Adeviye ve Tahrir şeklinde bölen de aslında aynı faktördü: Grupsal güç ve iktidar tutkusu.
Mübarek’in yol haritasıyla kurulan devrimci düzen
25 Ocak Devrimi’ndeki dayanışmanın, çoğulcu, sivil ve demokratik bir düzen kurmak ve Mısır’ı jeopolitiğinin dayattığı tarihsel liderlik rolüne kavuşturmak için değil, ne pahasına olursa olsun iktidara ulaşmak için sergilendiği, siyasi süreçler sırasında ortaya çıktı.
Aslında İhvan, iktidar endeksli bir stratejiye sahip olduğunun mesajını daha devrim sırasında vermiş, Hüsnü Mübarek’in istifasından bir hafta öncesine kadar rejimle müzakereye oturmaktan[1] çekinmemişti.
Çünkü dönemin ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Mübarek yönetiminden ulusal diyalog görüşmelerinde İhvan’ın dışlanmamasını istemiş; İhvancılar da henüz umut kesilmeyen Mübarek yönetiminin kuracağı muhtemel yeni yapıya uyumlu davranacağını göstererek iktidar pastasına ortak olmak istemişti.
Mübarek yönetiminin sokakları kontrol altına almaktaki başarısızlığı ve meydanların tepkisi, sebebiyle müzakere masasından kalkıp sokaklara ağırlık vermeye mecbur kalan İhvan, Mübarek’in istifasından sonraki süreçlerin Mübarek’in Savunma Bakanı Muhammed Hüseyin Tantavi tarafından kurulmasına itiraz etmedi.
Halbuki, yeni siyasi süreçlerin Mübarek’in istifa açıklamasında ortaya koyduğu yol haritasına göre değil, hiç değilse sivillerin de katıldığı bir kurul aracılığıyla belirlenmesi gerektiğine ilişkin öneriler getirilmişti.
Örneğin 25 Ocak Devrimi’nin siyasi aktörlerinden Muhammed el-Baradei, Mübarek’in yol haritasına tepki göstererek biri asker ikisi sivil olmak üzere üç kişilik bir cumhurbaşkanlığı konseyi kurulmasını ve geçici hükümetin ülkeyi bir yıl içinde seçimlere taşımasını önermişti.[2]
Ancak ülkenin serbest seçimlere götürülmesini stratejik hedef olarak benimseyen İhvan, örgütlüğünden ve toplumsal desteğinin gücünden kaynaklanan özgüvenle ordunun kurucu rolüne itiraz etmedi.
Ömer Süleyman’la müzakere masasına oturacak, Hüsnü Mübarek’in ‘yol haritası’ çerçevesinde orduyla yeni siyasi süreçte işbirliği yapacak kadar içerideki güç odaklarına karşı esnek ve uyumlu bir politika izleyen İhvan, dışarıdaki güç odaklarını da ihmal etmedi.
25 Ocak Devrimi’nden sonra meclis seçimlerine katılacağını; ancak cumhurbaşkanlığına aday göstermeyeceğini açıklayan İhvan, açıkça Batı’ya güven vermeye çalışmıştı; ancak meclis seçimlerinde elde ettiği başarıdan kaynaklanan özgüvenin İhvan’ı karar değiştirmeye[3] ve iktidar pastasının tamamına sahip olmaya heveslendirdiği görüldü.
İktidar tutkusu İhvan’la sınırlı değil
Elbette grupsal iktidar tutkusu, sadece İhvan’la sınırlı değil. Seçilmiş bir yönetimi devirmek için ordu darbesine sığınan diğer devrimci grupların da en az İhvan kadar iktidar tutkusuyla hareket ettiği görülüyor.
Katar’ın maddi, Türkiye’nin siyasi desteğini gerekçe göstererek İhvan’ı ‘yabancıların maşası’olmakla suçlayan muhaliflerin Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Kuveyt’in darbeye verdiği maddi desteğe herhangi bir itirazı bulunmuyor.
Öte yandan İhvan, demokratik değerlere sahip çıkmadığı için, darbe yönetimi ise kendilerini “terörle mücadeleden” alıkoyduğu için Batı’yı eleştiriyor.
Dolayısıyla iki tarafın da iktidardayken son derece uyumlu olmaya özen gösterdiği Batı’yı kendilerine yeterli destek vermediği için suçlaması ayrı bir garabet oluşturuyor.
Kaptanlık tutkusuyla gemiyi delmek
Halkın çoğulcu, sivil ve demokratik bir düzen kurma ve Mısır’ı jeopolitiğinin dayattığı tarihsel liderlik rolüne kavuşturma beklentisiyle yaptığı devrim, profesyonel siyasi aktörlerin iktidar tutkusu sebebiyle bölgenin amiral gemisi olan Mısır, iki yıl içinde iç savaşın eşiğine getirmiş bulunuyor.
Uluslar arası aktörlerin müdahalesinin henüz sınırlı ve dolaylı olması sebebiyle hala iç barış fırsatının canlı olduğu Mısır’da siyasi bir çözüme varılamaması durumunda etkileri sadece Mısır’la sınırlı kalmayacak bölgesel felaketler yaşanabilir.
Mısır toplumunu şimdilik ikiye bölen mevcut şartların devam etmesi, sadece yerelde güvenlik ve istikrar sorunları yaratmakla kalmıyor, harita değişikliklerini de ihtimal dışı bırakmayan ciddi bölgesel bunalımlar yaratma potansiyelleri taşıyor.
1- Yeni bölgesel kamplaşma: Mısır’da 30 Haziran sonrası süreç, Suriye konusunda oluşan uluslar arası ve bölgesel kombinasyonu parçalamış gözüküyor. Suudi Arabistan liderliğindeki Körfez ülkelerinin inisiyatif kazandığı yeni düzende Katar’ın oyun dışı bırakılması ile Türkiye’ye sadece ‘gurur verici yalnızlık’[4] düşüyor. Türkiye ve Katar’ın Arap Baharı ile birlikte İhvan üzerinden kurmaya çalıştığı bölgesel düzen projesinin çöktüğü, 30 Haziran sonrası yeni düzenin Körfez ve Batılılar tarafından belirleneceği anlaşılıyor. Arap Baharı öncesinde ve esnasında ihtilaflı tüm taraflarla görüşebilmeyi haklı bir şekilde dış politika başarısı olarak gören Türkiye, hiçbir bölgesel denklemde etkili olamamasını kendince ‘ahlaki’ ve ‘vicdani’ gerekçelerle açıklamaya ve bundan kendine ‘onur’ çıkarmaya çalışıyor.   
2-Filistin sorunu: Hamas’ın Katar ve Türkiye tarafından Direniş ekseninden uzaklaştırılması, Filistin’deki geleneksel direnişçi-müzakereci (Hamas-el Fetih) bölünmüşlüğünün direniş gruplar arasında da yayılmasına neden oldu.
Elbette Hamas’ın Türkiye ve Katar’la birlikte olarak direnişçi tutumunu sürdüremeyeceği açıktı; ancak Katar’ın mali, Türkiye’nin de siyasi desteği ihmal edilemeyecek kadar cazip görünüyordu. Direnişçi rolünü sürdürebileceği lojistiği ise İhvan’ın yönettiği Mısır’dan temin etme şansı söz konusuydu.
Ancak Mısır’da 30 Haziran sonrası oluşan yeni denge, Hamas’ı Türkiye ve Katar’ın götürmek istediği barış müzakerecisi aktör statüsünden bile uzaklaştırabilecek şartlar yaratmış bulunuyor.
Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Mısır’daki yeni yönetimi desteklediğini açıkça ortaya koymasına rağmen Hamas, Mısır konusunda tarafsız olduğunu ispat etmeye çalışmak zorunda kalıyor.[5]    
Öte yandan Sina’da oluşan güvenlik sorunlarından dolayı Mısır yönetiminin suçlamalarına maruz kalan Hamas, Gazze’de hem Mısır yönetiminin hem de güvenlik sorunları yaratan selefi-cihatçı grupların baskısı ile karşı karşıya bulunuyor.
3- Sina sorunu: Hüsnü Mübarek’in devrilmesinden hemen sonra güvenlik sorunlarının yaşanmaya başlandığı Sina yarımadası, barındırdığı selefi-cihatçı gruplar sebebiyle Gazze, İsrail ve Mısır açısından bir problem odağı olarak ortaya çıkıyor.
Güneyinde adı konmamış bir özerkliğin var olduğu[6] belirtilen Sina’nın tıpkı coğrafyası gibi toplumsal dokusu yönüyle de Mısır’a adeta pamuk ipliğiyle bağlı olduğu öne sürülüyor.
Mısır’da iç savaş şartlarının sürmesi durumunda yaklaşık 60 bin kilometrekarelik yüzölçümü ve çoğunluğunu Mısır yönetimiyle ciddi problemleri olan bedevilerin[7] oluşturduğu 250 bin nüfusuyla Sina’nın özerklik talebinin gündeme gelebileceği belirtiliyor.
Kendi içinde yaratacağı istikrar sorunları bir yana, özerklik meselesinin Gazze’yi, İsrail’i ve Mısır’ı doğrudan etkileyecek Sina’nın Mısır’a yönelik muhtemel bir uluslar arası müdahaleye kapı olabileceği gözüküyor.
Mısır’daki soruna siyasi çözüm bulunamaması, iç savaş şartlarının sürmesi ve daha şimdiden çok büyük güvenlik sorunlarına kaynaklık teşkil eden Sina’nın özerkliği senaryosu, bölgedeki siyasi haritayı nasıl etkiler?
Birkaç yıl önce söylense komplo teorisi olarak nitelenebilecek senaryoların bugün gerçeklik kazandığını örneğin Katar’ın Arap Birliği adına İsrail’le Filistin arasında toprak takası önerdiğini göz önünde bulundurarak başka bir komplo teorisiyle cevap aranabilir mi?
Örneğin Mısır’daki iç savaş ve bölgesel güvenlik sorunlarının artması, Mısır ordusunun Camp David sebebiyle özel bir durum arz eden Sina’da yetersiz kalması, buraya yönelik bir uluslar arası müdahaleyi tüm tarafların talebi haline getirebilir.
Bu, senaryonun muhtemel kısmı… Komplo teorisine dayalı esas soru ise şu:
Toprak takasının kapsamı biraz daha genişletilerek Gazze’nin Sina’ya, Batı Şeria’nın ise Ürdün’e bağlanmasına dayalı yeni bir çözüm planı önerilirse buna kim itiraz eder? Bahar yorgunu Arap ülkeleri mi? Bahar operasyonları yapan Körfez ülkeleri mi? Batı mı? İsrail mi?
Filistinlilerin müzakereci kanadının bu planı da müzakere edebilecekleri ortada, geriye sadece direniş grupları ile İran kalıyor. Onlar da zaten tüm ‘barış planlarına’ itiraz etmiyor mu?
   

Monday, August 19, 2013

'Gestapo 2013'...

 
Adolf Hitler’in 1933’te iktidara gelişinden hemen sonra kurulan “Gestapo” - tam adıyla “Geheime Staatspolizei” yani “Gizli Devlet Polisi” - Nazi Almanyası’nın en güçlü polis örgütü ve Nazi diktatörlüğünün de en önemli temel taşlarından biriydi. Hitler’in sağ kolu ve “Reich MareşaliHermann Göring tarafından 1933’te kurulan bu birim, 1945 Mayısı’nda resmen son bulana kadar gerek Almanya’da gerekse Avrupa’nın Nazilerin egemenliğindeki bütün bölgelerinde herkes, ünlü tarihçi Rupert Butler’ın deyişiyle, “Gestapo tarafından ziyaret edilebileceği korkusuyla yaşadı.”

“Gestapo”nun girmediği ve sızmadığı makam ve mekân, izlemeye ve sorgulamaya alamayacağı kurum ve kişi yoktu. Bunun için herhangi bir suçun işlenmesi veya kanıt bulunması gerekmiyordu ve aranmıyordu. Zaten gerek Almanya’da gerekse Nazi işgali altındaki öteki bütün ülkelerde açıkça Führer’den yana olmayan, ona en ufak bir eleştiri yönelten bütün kişi ve kurumlar “potansiyel suçlu” ve “vatan haini” sayıldıklarından, “Gestapo”nun yetkileri de sınırsızdı. Ortada bir suç bulunmasa bile, geliştirilen işkence ve baskı yöntemleri sayesinde her türlü “işlenmemiş suç”un kanıtını sağlamak çok kolaydı.“Gestapo”nun en duyarlı ve dikkatli olduğu kurumların başında ilkokuldan üniversiteye kadar bütün eğitim kurumları geliyordu. Daha Hitler iktidara gelmezden önce, 1930 yılında oluşturulmasına başlanan ve 14 yaşından itibaren bütün Alman gençlerini kapsamayı hedefleyen “Hitler Gençliği” (“Hitlerjugend”) adlı örgütün de yardımıyla “Gestapo”, eğitim kurumlarında gençleri her an izliyor; ana babaları, en yakınları, hocaları, öğretmenleri, sınıf arkadaşlarını ve komşuları da dahil olmak üzere, açıkça Hitler’den ve Nazilerden yana olmayan herkesi derhal “yetkililere” ihbar etmeyi öğrencilere birincil vatanseverlik görevi olarak belletiyordu. Bu arada aynı görev, “sakıncalı” gördükleri öğrencileri açısından bütün hocalar ve öğretmenler için de bir yükümlülüktü. Böylece daha yeniyetmelik yaşlarında bulunan birkaç kuşak Alman genci, en ideal vatanseverliğin yolunun ancak böyle bir “muhbir kimliği”nden geçebileceği bilinciyle yetiştirildi.
Savaşın bitiminden Nazilerin
“korku imparatorluklarının” yıkılmasından sonra, damarlarına yıllar boyu muhbirliğin o korkunç zehrinin akıtılmış olduğu kuşakları bu zehirden arındırabilmek çok, ama çok zor oldu.
Ülkemizde tam da yeni bir eğitim yılının hazırlıklarının yapıldığı şu günlerde, ne demek istediğimi bilmem anlatabildim mi?

19 Ağustos 2013 - Cumhuriyet

Saturday, August 10, 2013

Beyoğlu Emniyet Müdürlüğü yanında: Erkek öldürdü, polis seyretti, medya akladı

Bir kadın nasıl öldürülür? Dün Beyoğlu Emniyeti’nin yanında işlenen kadın cinayetini polis seyretti, medya ise polisin sorumluğunu örttü. Polis 1o dakika boyunca süren saldırıya müdahale etmemişken polisin, katili “kıskıvrak” yakaladığını yazan gazeteler, haberlerinde erkek şiddetini/cinayeti “gerekçelendirdi”. Gezi direnişçilerine “anında” müdahele eden, direnişçi kadınlara yönelik cinsel saldırıları sistematikleştiren polisin cinayete ortak olan tutumu haberlere konu olmadı

Dün akşam  (9 Ağustos)  saat 18.55 civarında Beyoğlu Emniyet Müdürlüğü hemen yakınındaki  Ömer Hayyam Durağı’nın yanında bir erkek bir kadını bıçaklayarak öldürdü.
Sendika.Org’nin “Beyoğlu Emniyeti’nin yanında bir kadın bıçaklandı, polis seyretti” başlığı ile henüz saldırıya uğrayan kadının yaşamını yitirdiğine dair bir bilgi olmaksızın yaptığı haberde İstiklal Caddesi’nde ve Tarlabaşı’nda her tür eyleme anında müdahale eden polisin 10 dakika boyunca emniyet’in yanı başında  süren erkek şiddetine, bıçaklama saldırısına neden müdahale etmediği soruluyordu.
Ana akım medya ise bugün  erkek şiddeti ile yaşamını yitiren B.B’nin ölüm haberini şiddeti meşrulaştıran/gerekçelendiren ve kadın cinayetinde polisin sorumluluğunu aklayan bir biçimde verdi. Doğan Haber Ajansı, Cihan Haber Ajansı kaynaklı haberlerde medyanın kadın cinayetlerinde nasıl erkek egemen dile yaslandığının bir  örneği daha açığa çıktı.
Erkek şiddeti ve cinayet meşrulaştırılmaya çalışıldı
Haberlerde katil kocanın ifadesine dayanarak cinayet gerekçelendirildi. Bir kadının yaşamını elinden alan bir erkeğin ifadeleri,  kadın cinayeti için  herhangi bir “geçerli bir sebep” olabilirmiş gibi haberin kaynağı haline getirildi. Kıskançlık, “kızgın koca” gibi ifadelerle katil erkeğin “öldürme motivasyonu” öne çıkarıldı, sinir krizi, cinnet getirme gibi kavramlarla makulleştirildi.
Seyreden polis “kıskıvrak yakalamış” medyadan polise aklama
Sendika.Org’nin dünkü haberinde de vurgulandığı gibi Beyoğlu Emniyet Müdürlüğü’nden polislerin hemen yanı başında bir erkek tarafından en az 10 dakika boyunca şiddet gören ve bıçaklanan bir kadını korumak, saldırganı durdurmak için müdahale etmemesi ana akım medyanın haberlerinde belirtilmedi.
Haberlerde B.B’nin katilininin “yakalanması”,  “Koca kaçmak isterken Asayiş Büro Ekiplerinden bir komiserin olay yerinden rastlantı sonucu geçmesi üzerine kıskıvrak yakalandı” cümleleri ile verildi. Bu şekilde haberlere koca şiddetinin meşrulaştırılmasının yanına seyrederek adeta cinayete ortak olan polisin aklanması da eklendi. Oysa saldırgan polisin değil vatandaşın müdahalesi ile durdurulmuştu.Polis artık hareketsiz yerde yatan B.B için yine vatandaşın çağırdığı ambulans saldırı alanına gelirken olay yerine gelmişti.
agustos-kadin-cinayet-tarla
Medyada “olay yerinden ilk görüntüler” başlığı ile açılan fotoğraf galerilerinde ise polisi “görev başında gösteren” olay yeri inceleme çalışmaları fotoğrafları servis edildi.
iceri-tarlabasi-bicak
Oysa saldırıya dakikalarca şahit olan ve saldırgana müdahale etmeye çalışan herkes Beyoğlu Emniyeti’nden polislerin yaklaşık 30 saniyede saldırı bölgesine ulaşabilecekken tüm seslenişlere rağmen saldırıyı durdurmak için hareket etmediğini gördü.
Sendika.Org

Tuesday, August 6, 2013

Silivri ve 'Asrın Rüyası!'

Gazetelere bakarken kanım dondu. “Silivri’de karar günü” haberi, ana akım medyada dün neredeyse kibrit kutusu büyüklüğüne indirgenip, sayfanın en altına saklanmıştı…
Manşetler bir merkezden atılmış gibi aynıydı:
“Tarihi yolculuk”, “Boğaz altından ilk tren geçti”, “Boğaz’da tarihi an: 4 dakika”…
Fotoğraflar, tek elden servis edilmiş gibi gene bir örnekti; tüm gazetelerin tepesinde Başbakan
Erdoğan’ın makinist kompartımanındaki pozu yerleştirilmişti: Başbakan, yeraltında, zifiri karanlık bir tünelde yol alan bir treni sürüyor.
Şef makinist fotoğrafının yanı başında da şu sözler dikkat çekiyor:
“Erdoğan, yapımı 1860’da gündeme gelen ‘Asrın Rüyası’ Marmaray’ın ilk sürüşünü yaptı!”
Tam dedim, bu, eğer
“tramvay” değilse.. “tren demokrasisinin” resmidir!
Diğer deyişle Gezi’nin penguen skandalının başka versiyonuyla karşı karşıyayız…

Sözün bittiği yer
Tarihi duruşmanın karar gününde; ülkenin tüm büyük gazeteleri; manşette sadece rejim propagandası, hatta rejim propagandası da değil, “şef makinist propagandasına” yer ayırabilmiş…
Rastlantıya yer bırakmayacak şekilde, her şey günü ve saatiyle belli ki çok önceden inceden inceye hesaplanmış…
Gazetecilere, rektörlere, profesörlere, generallere.. akıl hafsala almayan yüzyıllık cezalar, ağırlaştırılmış müebbetler yağarken;
“Asrın Rüyası” şapkadan çıkartılıyor ve kamuoyuna toz pembe “1860’tan beri düşlenen hayal gerçekleşiyor!” propagandası pompalanıyor…
Silivri’de insanlar gaz bombasıyla tarlalarda kovalanır, davayı izlemek isteyenlere karşı insafsız barikatlar kurulurken; ana akım medya karanlıklarda yol alan
“tren demokrasimize” alkış tutuyor!
Bundan böyle ne dense boş.
Hukuk devletiymiş, basın özgürlüğüymüş… Bu kavramlarla bir şeyler söylemenin, bir şeyler anlatmaya çalışmanın artık anlamı kalmadı.
Sözün bittiği yerdeyiz.
Gazete manşetlerine çıkarılan
“fotoğraf”, bugün bize.. nerede ve nasıl bir tünelde yol aldığımızı dört dörtlük anlatıyor. Balbay’a 34 yıl 8 ay hapis!Drej Ali’ye 6 yıl!Başbuğ’a müebbet!
Yeraltı dünyasından
Sedat Peker’e 10 yıl!
İnsanın kalbi daralıyor. Nutku tutuluyor. İçi şişiyor.
Ergenekon iddianamesine, iddianamenin oluşturuluş biçimine, gizli tanıklara, savunma hakkına filan.. artık hiç girmiyorum.
Adalet, hukuk, insan hakları, en önemlisi de vicdanların bir gün bu tünelden çıktığını görmek, umarım hepimize nasip olur demekten başka şey gelmiyor elimden.

Monday, August 5, 2013

Polis devleti artık bir olgudur

Polis devleti artık bir olgudur

Merdan Yanardağ

merdan.yanardag@yurtgazetesi.com.tr
04 Ağustos 2013, 12:36

Ergenekon davasında sona gelinirken bu soruşturmanın başından itibaren yaşananların büyük bir hukuk skandalı olarak tarihe geçeceği kesindir. Kararın açıklanmasına iki gün kala, İstanbul Valisi Avni Mutlu, Silivri’ye seyahat edilmesini, sanık yakınlarının ve yurttaşların duruşmayı izlemesinin yasaklandığını açıkladı. Vali Mutlu bu yasağın “mahkemenin talimatı” olduğunu da ileri sürdü.

Öncelikle belirtelim ki, “Türk milleti adına” yargılama yaptığı belirtilen mahkemeler aleni yargılama yaparlar. Yasalarla belirlenmiş çok özel durumlarda gizlilik kararı verilebilir. Usul hukukuna göre, kararlar sanıkların ve sanık vekillerinin yüzüne karşı okunmak zorundadır.

Belli ki önceden verilmiş bir karar var ve bu karar Vali Mutlu’ya iletilerek tedbir alınması talimatı verilmiş. Yasağı koyan AKP Hükümeti’dir. Gezi Direnişi’nden sonra kimyası bozulan AKP Hükümeti, her türlü toplumsal eylemden korkuyor. Silivri’ye yarın yüzbinlerce yurttaşın gitme olasılığı karşısında yeni bir “Gezi sendromu” yaşamak istemiyor. İktidar bu nedenle her geçen baskı ve devlet terörünün dozunu arttırıyor.

Dün Aydınlık Gazetesi ile Ulusal Kanal çalışanları ve yöneticilerinin evlerine baskın düzenlendi. Çok sayıda gazeteci arkadaşımız gözaltına alındı. Yeter artık diyoruz. İktidardan ve güç odaklarından bağımsız birkaç gazete ve televizyon var. Onlar da polis zoru ile susturulmak isteniyor. Buradan bütün yurttaşlarımıza bu kurumlara, gazete ve televizyonlara sahip çıkmaya çağırıyorum.

Son on yılda oluşturulan liberal efsane çöküyor. Hani şu AKP iktidarının askeri vesayete son verdiği, hatta "muhafazakar bir devrimin" gerçekleşmekte olduğu (ne demekse) ve dolayısıyla Türkiye'nin demokratikleştiği yolundaki yaygın efsane büyük bir yalana dönüşmüş durumda... Türkiye'de rejim, hızla dinci-faşizan bir polis devletine dönüşüyor.

Diğer taraftan bugüne kadar AKP iktidarına kayıtsız şartsız destek veren liberal cephede son günlerde bir çözülme gözlemleniyor. Demokratikleşme yolunda hukukun bile gerektiğinde çiğnenebileceği görüşünü savunacak kadar şirretleşen bu liberal güruhun kimi mensupları, "acaba" diye soruyorlar; "askeri vesayetten kurtulalım derken “dinci bir ek parti diktatörlüğüne mi gidiyoruz?"

Galiba öyle!

Ama bu çevreler daha yakın zamana kadar Türkiye'nin "sivil faşizme" ya da "İslamo-faşist" bir dikta rejimine doğru gittiği şeklindeki görüşleri, en hafif deyimle abartılı buluyorlardı.

Onlar için önemli olan askeri vesayet rejiminin yıkılmasıydı. Gerisi teferruattı...

Gidişattan utangaç şekilde şüphe etmeye başlayan bazı liberal yazarlar -ki bunlar AKP iktidarı için toplumsal rıza üretiminde önemli bir rol oynamıştı- olan bitene itiraz etmeye başlayınca diğerleri tarafından hemen Ergenekoncu ilan edildiler. Küçük bir farkla... Onlar "soft Ergenekoncu" idi.

Ne var ki, Türkiye solunda bile, daha dün birlikte oldukları arkadaşlarını, politik ve felsefi sicillerini çok iyi bildikleri grupları ya da partileri sırf olan biteni farklı değerlendiriyorlar diye darbeci, Ergenekoncu, Genelkurmay'ın adamı/partisi diye insafsızca ve utanmazca suçlayanların olduğu bir ortamda, liberal mahallede "soft Ergenekoncu" olmak açık bir kayırma diye de yorumlanabilir.

* * *

Gelelim şu “vesayet” kavramına… Vesayet hukuki bir kavram, "koruma" ve "himaye" gibi anlamları var. Politikanın diline aktarılan "vesayet" kavramının "askeri" nitelemesiyle birlikte Türkiye'de bir karşılığının olduğu açık. TSK'nın Cumhuriyet'in kurucu kuvveti ve modernleşme projesinin öncüsü olmaktan gelen sistem içindeki ağırlığı nedeniyle, koruması ve himayesine aldığı, millet adına milli çıkarları ve tehditleri belirlediği, toplum adına düşündüğü, doğruyu belirlediği vb. biliniyor.

TSK'nın bu gücü Soğuk Savaş boyunca daha da arttı. Kurucu ideolojinin taşıyıcısı olarak kendisini rejimin ve sistemin koruyucu ve kollayıcı gücü olarak gören TSK'nın bu konumuna pek itiraz eden yoktu. Çünkü, başlangıçta bu duruma (sermaye birikim sürecinde) sınıf mücadelesini ve toplumsal muhalefeti karşılama kapasitesi sınırlı bulunan burjuvazinin de esastan bir itirazı yoktu. Soğuk Savaş döneminde komünizme karşı mücadele için geliştirilen ve kapitalist ülkelerin kendi vatandaşlarının bir bölümünü "düşman" olarak görmesine yol açan "dolaylı saldırı doktrini" TSK'nın dokusunu yeniden oluşturan etkenler arasındaydı.

Evet bu anlamda Türkiye'de bir askeri vesayetten söz edilebilirdi. Ancak bu durum abartılmamalıydı Çünkü silahlı da olsa TSK nihayetinde bürokratik bir kast olmanın ötesine geçemezdi. Toplumsal sınıflar karşısında görece özerk bir yapıya ve konuma sahip olsa da askere bir sınıf rolü yüklemek, dahası onu bir sınıf gibi değerlendirmek tarihsel ve sosyolojik bakımdan doğru değildi. Ama öyle yapıldı.

Diğer taraftan TSK, Soğuk Savaş döneminde kendi ülkesini işgal eden anti-komünist bir iç savaş örgütüne dönüştü. Bu dönemde Cumhuriyet'in başlangıç ilkelerinden önemli ölçüde koptu ve tutuculaştı. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleriyle kendi içindeki ilerici kanadı büyük ölçüde tasfiye ederek, kurumsal bakımdan milliyetçi-gerici bir karakter kazandı. 27 Mayıs 1960’da son ilerici atılımını yapan TSK için bu, köklü bir dönüşümdü.

***

Ancak Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle birlikte TSK'da misyonsuz kalmış, bu dönemde reaksiyoner bir karakter kazandığı için tehdit algısında boşluğa düşmüştür. Yeni dönemde TSK'nın sistem içindeki eski dominant konumuna ihtiyaç kalmamıştır.

Bunun üzerine TSK, 28 Şubat 1997'de rotasını yeniden belirlemeye çalışarak Cumhuriyet'in kuruluş varsayımlarına bir dönüş denemesine girmiştir. Bu kapsamda Milli Güvenlik Siyaset Belgesi yeniden düzenlenerek komünizm baş tehdit olmaktan çıkartılmış ve irtica (ayrılıkçılıkla birlikte) birinci sırada ve öncelikli tehdit olarak değerlendirilmiştir. Ancak ulusal planda bir tür Soğuk Savaş'ı bitirmeye dönük bu restorasyon girişimi kesintiye uğrayarak başarılı olmamıştır. Süreci kesintiye uğratan en önemli faktör AKP iktidarıdır.

NATO'nun ikinci büyük ordusu olan TSK'ya eski gücü ve etkinliğiyle artık ihtiyaç duyulmaması, askerin bütün bir Soğuk Savaş boyunca arkasında olan ABD ve diğer Batılı emperyalist ülkelerin desteğini geri çekmesine yol açmış, bu durum ordunun sistem içindeki konumunu temelinden sarsmıştır. Türkiye'yi bir ılımlı İslam ülkesi olarak bölge için model haline getirmek isteyen ABD ve Batı ile AKP'nin hedefleri arasındaki örtüşme, TSK'nın gücünü kırma ve sermayenin ideolojik doksunu dönüştürme sürecini hızlandırmıştır.

Çatışmanın esasını bu durum oluşturmaktadır.

* * *

Geleneksel iktidar blokunun parçalanması, ülkenin yeni bir fetret dönemine girmesine yol açmıştır. Fetret'e düşen ülkedeki yeni şehzadeler savaşında, "küffar"ın desteğini alan "devşirme ordusu"nun karargâhında AKP bulunmakta, bu ordunun vurucu gücünü de polis oluşturmaktadır.

Bugün TSK geriye çekilirken iktidar blokunun bileşenleri yeniden belirleniyor. Servetten ve iktidardan daha fazla pay isteyen muhafazakâr ve İslamcı taşra sermayesi yükselirken -ki AKP'nin dayandığı iç dinamik esas olarak bu sınıflardır- laik sermaynin ya alanı daraltılıyor ya da dönüştürülüyor.

AKP- Cemaat (Fethullah Gülen Örgütü) bloku Türkiye'nin dönüştürülme sürecinde siyasal zor, baskı ve operasyon aygıtı olarak polisi ve neredeyse tamamını ele geçirdiği bürokrasiyi kullanıyor. Polis giderek silahlı bir politik partiye dönüşüyor.

Dolaysıyla Türkiye, askeri vesayet rejminden kurtuluyor denilirken bir polis devletine doğru götürülüyor. İdeolojik olarak İslamcılaşan polis, TSK'yı dengeleyecek ve etkisizleştirecek başka bir "silahlı kuvvet" olarak sistem içinde güç kazanıyor. Esas olarak polise dayalı bir İslamo-faşist rejim kuruluyor.

Bu rejimin kuruluşunun büyük ölçüde tamamlandığını söylemek abartılı olmayacaktır. Çünkü artık bu tez, bir iddia ya da hipotez olmaktan çıkmış ve her gün sokakta hissettiğimiz somut bir olgu haline gelmiştir.

Sunday, August 4, 2013

'Sırdaş Polis' ve Başkalarının Hayatı

“İhbar kutusu” ve “sırdaş polis” projesi ortaya atıldığından beri “Başkalarının Hayatı” adlı filmi düşünüyorum…
“Florian Henckel von Donnersmarck” tarafından 2006’da yapılan film hayli sofistike içeriğine karşın yalnız aydınların teveccüh ettiği bir sanat filmi olarak kıyıda köşede kalmamış; hem Oscar almış, hem iyi iş yapmıştı.
Soğuk Savaş’ın son dönemini konu alan film, Doğu Almanya’da güçlü polis devleti kuran
“Stasi”yi anlatıyordu.
Doğu Alman Cumhuriyeti’nin devlet güvenlik sistemi ile özdeş olan
“Stasi”; kamuyu etkileyen aydın, yazar, çizer, sanatçı takımı başta olmak üzere hedefe yerleştirdiği herkesi 7/24 takibe alıyordu. Orwell’in bir diktatörlük alegorisi olan “1984” isimli romanına yapılan göndermeyle film 1984’te geçiyor ve şöyle başlıyordu: “Yıl 1984. Doğu Berlin. Düşünce özgürlüğü çok uzak. Doğu Alman Cumhuriyeti, Doğu Alman gizli polisi ‘Stasi’ tarafından sıkı denetim altında tutulmakta. 100 bin çalışanı ve 200 bin muhbiri ile halk gözetim altına alınmakta. Açıklanan amaç ‘her şeyi bilmek!’... ”

2013 Türkiyesi farkı
Filmi 2006 kışında vizyona girer girmez tutkulu bir sinemasever gözüyle izlediğimi hatırlıyorum… “Sırdaş polis”, “muhbir vatandaş” ,“ihbar kutusu” projeleri ortaya atılınca; şimdi bir kez daha internetten indirip izlemek istedim.
Aradan geçen yıllarda tabii -heyhat!- çok şeyi unutmuşum ama bu defa
“salt sinemasever” gözüyle değil anlatılanlarla özdeşlik kuran bir ruh haliyle öyküye girdiğim için her şeyi kayda geçtim ve filmden katbekat etkilendim.
İster istemez de
“Vay canına!” dedim... 7 yıldaki değişim demek bu kadar keskin!
2006 Türkiyesi’nden bakıldığında;
“Başkalarının Hayatı” iyi yapılmış, başarılı bir dönem filmi olarak duruyordu.
2013 Türkiyesi’nden bakıldığında aynı film, yaşadığımız gerçeklere ışık tutuyor. Bu yüzden ne yapıp edin; iki saatinizi ayırıp bu filmi izleyin…

‘Bir daha yazamasın!’
Bir “Stasi” üstü ile astı arasında geçen şu konuşmaya bakın mesela: “Muhalif sanatçılar için karakter profiline göre hapishane şartları… belgesini gördün mü?” diyor bir Stasi görevlisi “Başkalarının Hayatı”nda çalışma arkadaşına: “Belgede 5 farklı sanatçı tipi ayırmışlar. (Başkahraman yazar) Georg Dreyman, yalnız kalamayan 4. tipe giriyor. Böyle birini belirsiz süre hücre hapsinde tutacaksın. Bu sürede kimseyle iletişim kurmayacak. Ancak bu arada kendisine iyi davranılacak. Zorlama, kötü muamele yapılmayacak ki arkadan yazıp, anlatacağı şeyler olmasın. On ay sonra onu serbest bırakacaksın. Bize bir daha sorun çıkarmaz. Böyle davrandıklarımızdan, 4. gruba girenler, bir daha hiç kalem oynatmıyorlar, resim yapmıyorlar ya da bir sanatçının yaptığı diğer şeyleri yapmıyorlar. Bu herhangi bir baskı olmadan gerçekleşiyor. Kendi kendine. Sanki bir hediye!”
Filmde böyle inanılmaz diyaloglar var…
Bu sahnede izlediğimiz elemanlardan
Gerd Wiesler; filmin girişinde bir “Stasi” okulunda ders verirken geleceğin polis şeflerine şunları söylüyor: “Birinin suçlu olup olmadığını anlamanın en iyi yolu, saatlerce onu uykusuz bırakmak pahasına, güçsüz kalana dek sorguya çekmektir. Sorgudaki kişi masumsa; öfkelenip, bağırır ve asabileşir. Suçluysa, suskunlaşır. Çünkü neden orda bulunduğunun bilincindedir!”

Hayatlar nasıl harcanıyor?
“Başkalarının Hayatı” baştan sona sanatçı -Georg Dreyman- ile onu bir gölge gibi izleyen “alter ego” polis-Gerd Wiesler’in öyküsü üzerine kurulu. Başta acımasız bir polis olan Wiesler; yakın markaja aldığı sanatçı Dreyman’ı izlerken değişiyor. Dreyman sayesinde önceleri farkında olmadığı inceliklerin, müziğin, şiirin ve yazarların dünyasına giriyor. Farkına varmadan onlara hayranlık duyuyor ve onlarla insani bir bağ kurmaya başlıyor. İş o hale geliyor ki Dreyman’ı üstlerine rapor etmesi gerektiği halde bundan kaçınan Wiesler, bu yüzden tenzili rütbeye uğruyor. Birkaç yıl sonra Berlin Duvarı düşünce, Stasi arşivleri halka açılıyor. Bu arşivlere giren yazar Dreyman, kendisine kötü günlerinde yardım eden Wiesler’in üstüne kol kanat gerdiğini öğrenince, son eserini ona ithaf ediyor.
Senaryo biraz tabii böyle romantikleştirilip hafifletilmiş…
Brecht’i keşfettikleri için Stasi içinde nedamet getiren olmuş mudur bilinmez ama, “Başkalarının Hayatı” bu romantik öğelere rağmen, polis devletinde insanların yaşamlarının nasıl zehir edildiğini gözler önüne seriyor.
Öyle ki bu
“muhbirler diyarının” Avrupa’nın en yüksek intihar oranlarına sahip ülkesine dönüştüğünü öğreniyoruz…
Kendilerini iktidar partisinin
“kalkan-kılıcı” olarak tanımlayan yalakaların anatomisini çıkarıyoruz. “Kara listedeki” aydın ve sanatçıların, yaşamlarının nasıl bir bir yok edildiğini görüyoruz.
İkbal-iktidar hırsı, kariyer kaygısı; sevgi-alçaklık, şerefsizlik-insanlık, dik durabilmek ve kaypaklık; sadakat, sadakatsizlik gibi ilişkilerin temelini oluşturan değerleri bir kez daha düşünüyor, sorguluyoruz.
“Başkalarının Hayatı”nı mutlaka görün. Şimdi tam zamanı.

4 Ağustos 2013 - Cumhuriyet

Thursday, August 1, 2013

Öğrenciye, taraftara önleyici yaftalama

Hükümete karşı protesto düzenlenecek şeklindeki müthiş istihbarata sırt dayayarak alınan önlemler, kusura bakmayın başlı başına protesto sebebi.

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, geçen akşam bir TV programında müthiş önemli ve toplanması çok güç bir istihbaratı bizlerle paylaştı: “Önümüzdeki dönemden itibaren bu protestoların farklı amaçlarla ve farklı şekillerde gündeme gelebileceği yönünde istihbaratımız var. En azından eylülden sonra üniversitelerin açılmasını bahane edebilirler, spor gösterilerini bahane edebilirler. Bunlara kesinlikle müsaade edilmez.”
Gezi eylemlerini önce dış mihraka, sonra faiz lobisine, bir ara İsrail’e, yoğunlukla Ergenekon’a, darbeci zihniyete, sonuna doğru hepsine aynı anda bağlayabilen hükümet, maharetini ileriye dönük geliştirdi. İstihbarat aldık filan gibi laflarla henüz stadına ayak basmamış taraftarı, okuluna varmamış öğrenciyi peşinen suçlamaktadır. Önleyici yaftalama denir buna. Evet.

Ama insan hayran da kalıyor bi yerde... Devletimiz ne uğraşmış, ne ince iş yapmıştır bu enigmatik istihbaratı toplamak için diye. Bir tatlı latife herhalde bu?

İstihbarat aldık de, insanların demokratik haklarının üstüne geniş geniş yayıl! Bu yani. Halbuki, sadece toplumsal hareket nedir, nasıl oluşur şeklinde bir sosyal bilimler dersinin girişini dinlemiş olanlar, elbette bu yaz Gezi’de yaşananların bir kalıntısının üniversitelerin açıldığı, maçların başladığı dönemde devam etme ihtimalini görebilir. Bunun için FSB ajanı olmaya hacet mi var? Ortalama zekâ yeter.

Çok basit; insanlar çeşitli vesilelerle bir araya geldiğinde talep veya dertlerini yüksek sesle ifade etmek konusunda daha cesur ve atik olabilirler. Hele de Gezi gibi kısa süre önce yaşanmış bir birlikte duruşun hatırası varken...

* * *

Yalnız bir de şu var: Kaşımak... Bir yandan istihbarat aldık sözleriyle olmamış eylemi marjinalize etme çabası var, bir yandan da hem öğrencinin hem de taraftarın damarına basma.

Gezi gibi bir hadise hiç yaşanmamış dahi olsa, üniversiteye ‘güvenliği sağlamak maksatlı’ polis yerleştirme gibi 12 Eylül apartması bir uygulamayı yürürlüğe sokarsanız, sadece bilim üreten bir merkezin temelini sarsmakla kalmaz, öğrencinin bile bile damarına basarsınız.
Öğrenciyle polisin üniversite kampüsündeki teması zaten gayri tabii bir durumdur ve maraz çıkar. Gayet açık. Hele de Gezi olaylarında polis şiddeti nedeniyle yaralanan ve ölenler bu çocukların akranlarıysa.

Hükümete karşı protestolar düzenlenecek şeklindeki müthiş istihbarata sırt dayayarak alınan önlemler de, kusura bakmayın ama başlı başına protesto sebebi.

Öğrenci cephesi: Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu internet sitesinde 2013-14 öğretim yılında kredi verme kriterlerini açıkladı. Buna göre ‘direniş, boykot, işgal, yazı yazma, resim yapma ve slogan atma’ gibi davranışlarda bulunan öğrencilere kredi verilmeyecek. 2002’den bu yana kurum benzer bir ölçüt koymuştu ama ‘anarşi ve terör olaylarına karışanlar’ kredi alamaz şeklinde yapıyordu duyuruyu. Bu sene özel olarak Yurt-Kur duyurusunu detaylandırma gereği duymuşlar. Olur ha, öğrenciler Gezi’deki eylemlerini, sloganlarını, ‘Çare Drogba’ türünden duvar yazılarını ‘anarşi ve terör olayı’ şeklinde yorumlamaz, gider müracaat ederler. Nelerin cezai müeyyideye tabi olduğunu tane tane yazalım. Demişler.
Taraftar cephesi: Dün İçişleri Bakanı Muammer Güler tribünde artık neyin yasadışı olduğunu açıkladı. “Kötü tezahüratların içine siyasi ve ideolojik anlamadaki kötü tezahüratları da koyuyoruz. Kombine satışlarda da kulüplerimiz bu konuda gerekli taahhütleri imzalamış durumdalar. Bu da elbette ki bizim takibimizdedir. Siyasi ve ideolojik tezahüratların sporun ruhuyla bağdaşmadığı kesindir.”
Bu tehditkâr tonu, siyasi ve ideolojik tezahüratın kötüsünün nasıl iyisinin nasıl olacağı gibi derin bir mevzuu bir kenara bırakarak soruyorum, samimiyetle: Bu yaftalama ve önlem alma işinin akıllıca olduğuna emin misiniz?