Monday, March 31, 2014

Sandığın aklayamadıkları: Suriye, Nijerya, Yemen'e silah




FEHİM TAŞTEKİN

Dünya / 31/03/2014
Seçimi her tür suçlamadan aklanma mekanizması olarak gören anlayışın ülkeyi düze çıkaramadığı yerler var, Tayland gibi. Sandığın verdiği gücün ülkeyi yönetmeye yetmediği kısır bir döngü bu.
Seçimi her tür suçlamadan aklanma mekanizması olarak gören anlayışın ülkeyi düze çıkaramadığı yerler var, Tayland gibi. Sandığın verdiği gücün ülkeyi yönetmeye yetmediği kısır bir döngü bu. Türkiye’de de yargı dahil tüm fren mekanizmalarını devre dışı bırakan iktidar otoriterleştikçe yönetme yeteneğini kaybediyor. Kurumsal yapıları oturmuş İsveç ya da Finlandiya gibi ülkeleri yüzde 20-30 oyla yönetebilirsiniz. Hatta Flaman ve Valonlar arasında nükseden bölünme sendromuna rağmen Belçika’da gemiyi yüzde 13 ile yüzdürebilirsiniz. Ama köşe taşları hala oturmamış Türkiye’yi yüzde 50 oyla yönetemeyebilirsiniz. Çoğunlukçu ve diktatöryel eğilim tersine çevrilmediği; yolsuzluk ve hukuksuzluklarla ilgili hesap verilebilirlik tesis edilmediği sürece sancılı sürecin devam etmesi mukadder. Farz-ı muhal, iktidar içerde kıra döke bir süre daha yoluna devam etmeyi başardı; peki sarpa saran dış ilişkiler ne olacak? Sandık, dış ilişkilerde kırılan fincanları onaran ve suçları aklayan bir mekanizma değil. Ne yazık ki iktidarın saplandığı anlayış dış politikaya da ayar çekilmesine izin vermiyor. Hükümet uluslararası alanda giderek kredibilitesini yitiriyor, güvenilir bir partner olmaktan çıkıyor.

Güvenilir müttefik mi?
Son zamanlarda Türkiye’nin daha fazla dışlanmasına yol açacak bir sürü skandal paklak verdi. Libya senaryosunu Suriye’ye taşıma çabası, iç savaşa müdahil olma biçimi ve şiddet düşkünü unsurlara geçit veren sapmalar, Ortadoğu’ya mezhepçi yaklaşım, Yemen’de yakalanan Türk silahları, THY’nin Nijerya’ya silah taşıması gibi tuhaflıklar silsilesi Türkiye’yi ‘öngörülebilir ülke’ olmaktan çıkartıyor.

Boş alana birkaç füze atıp Suriye’ye girme bahanesi yaratmanın tartışıldığı Dışişleri’ndeki ‘çok gizli’ toplantıyla ilgili sızıntıdan sonra kimse Türkiye’nin güvenilir ortak muamelesi görmesini beklemesin. (Devlet ciddiyeti ve savaş çıkartmaya namzet içerik açısından bu sızıntı berbat bir mesajdı.) En basitinden ABD artık Suriye dosyasını Türkiye değil Suudi Arabistan’la yürütüyor. “Ortadoğu’da hiçbir süreç Türkiye olmadan işletilemez” diye efelenen başdiplomatın sesi bundan böyle ancak Konya steplerinde yankı bulabilir. Dikkatinizi çekmiştir, geçen hafta ABD Dışişleri Sözcüsü Marie Harf, “Erdoğan’ı hala ABD’nin sadık bir müttefiki olarak görüyor musunuz” sorusuna “Türkiye bir NATO müttefiki” yanıtını verdi. Bu, Erdoğan’dan vazgeçildiğinin ilk itirafı. Bu kopuş 13 Mayıs’ta Erdoğan’ın Barack Obama’yı Suriye konusunda ikna için Hakan Fidan’ı yanında götürdüğü Beyaz Saray’daki toplantıyla başladı. Obama yönetimi, Gezi ve ‘Gülen dosyası’nda görüldüğü gibi Erdoğan’ı yalanlamaktan çekinmiyor.

Dahası mevcut sorunlu alanlara Yemen ve Nijerya gibi yenileri eklendi. İçeride geçiştirilse de Türkiye’nin ne hallere düşürüldüğünü gösteren Nijerya’ya silah sevkiyatıyla ilgili bir devam haberi vereyim: Malum THY Özel Kalem Müdürü Mehmet Karataş, Başbakan Başdanışmanı Mustafa Varank’a ‘’Onlarca malzeme taşıyorum, Nijerya’ ya gidiyor, Müslümaları mı öldürecek Hristiyanları mı, vebal altındayım” dediğine dair bir tape çıkmıştı. Suriye’deki kötü sicil nedeniyle akla şu soru geldi: “Boko Haram’a mı gidiyor?”

Nijerya, THY’yi yalanlıyor
THY silah sevkiyatını “THY, BM Güvenlik Konseyi’nin yasakladığı ülkeler ile otorite boşluğu ve çatışma olan ülkelere silah taşıması yapmamaktadır” diyerek yalanlamıştı. Ne var ki bu meselede söz sahibi diğer taraf Nijerya, THY’yi yalanladı! Nijerya Donanma Sözcüsü Kabiru Aliyu, THY’nin Nijerya’ya silah taşıdığını teyit etti. Aliyu’ya göre son kargo 11 Mart’ta Lagos’taki Murtala Muhammed Uluslararası Havalimanı’na indi ve 12 Mart’ta Donanma Üssü’ne taşındı. Sözcü, ordu dışında başka bir grubun bu yolla silah getirtip getirtmediğini bilmediğini söyledi. Punchng.com’a konuşan bir kaynak ise Boko Haram gibi grupların silah taşırken charter uçuşlarını tercih ettiği kaydetti. Burada 2 kritik nokta var: Birincisi Nijerya, THY’nin silah taşıdığını söylüyor. İkincisi THY, Boko Haram’dan pek farkı olmayan Nijerya ordusuna silah taşıyor. Boko Haram ve Ensar ile savaşan ordunun işlediği suçların haddi hesabı yok. Sivillerin katlinden ordu da sorumlu. Ayrıca Boko Haram’ın askeri ve sivil bürokraside kolları olduğunu hatırlatalım. Yani son alıcı ordu olmayabilir. Nitekim Dr. Peregrino Brimah, Ends.ng’de soruyor: “Hükümetteki üst düzey yetkililer Boko Haram’a silah teminine karıştılar mı?” Bilmem Karataş’ın uykusu biraz daha kaçmış mıdır? Ocak 2013’te de İran’a ait silah dolu 13 koyteynır Lagos’da ele geçirilmiş, teslimat adresinin Gambiya olduğu söylenmişti. Yine mayısta Bako Haram’ın güçlü olduğu Kano’da bir Lübnanlının evinde cephane bulunmuştu. Nijerya diğer ülkelere silah sevkiyatında da kullanılıyor.

Diyeceğim o ki Türkiye, İran’la aynı kulvara girip savunulması zor maceralara atıldı. Daha önce BAE ve Yemen’de Türk silahları yakalanmıştı. Türkiye’yi hayırla yad etmeyen coğrafya genişliyor. Hükümet “Halk beni akladı” diyebilir ama dünya başka telden çalıyor. En basitinden vurulan damga: ‘Sorumsuz ülke’. Dahasına dilim varmıyor...

Sunday, March 30, 2014

Suriyeli mülteciler eve dönüş umutlarını yitiriyor

image

Reuters
GAZİANTEP, Türkiye—Suriye'nin Hula kasabasında yaşanan şiddetten kaçarak sekiz günlük yürüyüş ardından Türkiye'ye sığınan Kholood Aloksh, kendisini Suriye'ye çabucak döneceği ve eğitimine kaldığı yerden devam edeceği konusunda avutuyordu.
Ancak 22 yaşındaki Aloksh iki yıl geçmiş olmasına rağmen altı kardeşi ile birlikte hala Türkiye'de ve eve geri dönüş umudunu yitirmiş durumda. Devlet bursu ile Türkiye'deki bir üniversitede inşaat mühendisliği okuyan Aloksh uzun süreli sürgün hayatında yeni bir hayat kuruyor.
Türkiye'nin Suriye sınırına yakın Gaziantep şehrindeki üniversitenin kantinin çevresinde diğer öğrenciler günlerini geçirirken Aloksh, "Şimdi, hayatımı Türkiye'de kurmam gerektiğine odaklanmam gerektiğini biliyorum. Savaş bir on yıl daha devam edebilir." diyor.
Anadolu Ajansı
Suriye bir aile İstanbul'da çöp toplayarak geçimin sağlıyor.
Suriye'deki iç savaş dördüncü yılına girerken Türkiye ve bölgede sayıları her geçen gün artan 800 bin Suriyeli artık kendi anavatanlarında bir gelecekleri olmadığı sonucuna varıyor. Türkiye ve komşuları için siyasi sorunlara da neden olan bu durum iç çatışmanın Ortadoğu'yu nasıl geri dönülemez şekilde şekillendirdiğini de gözler önüne seriyor.
Türkiye yeni realitenin farkında. Ülke Suriyeli mültecilere "geçici koruma altına aldığı" halk statüsü vermeden önce onları önce "misafirler" şeklinde sınıflandırmış ve resmi istatistiklerde "turistler" şeklinde listelemişti. Hükümetin yeni bir kurumu daha uzun vadeli bir strateji belirlemek üzere Nisan ayında çalışmaya başlayacak. İlk başlarda uluslararası yardım kuruluşlarına mesafeli davranan Türkiye geçen yıldan bu yana bu kuruluşlara sınır civarında ve önde gelen şehirlerde ofisler açmasına izin veriyor.
International Crisis Group'un analisti Didem Collinsworth konuyla ilgili yorumunda, "Daha bir yıl öncesine kadar hükümet yetkilileri Suriye'deki krizin çözülmesini ve mültecilerin büyük kesiminin geri dönmesini bekliyordu. Ancak bu algı değişti… Şimdi ise yabancı kuruluşlar ile birlikte daha uzun vadeli projeler için özel önlemler alma yönünde çabalar var." dedi.
Hükümetin Suriye politikası—özellikle bazı isyancı güçlere erzak yardımı—hassas bir konu ve yetkililer mülteci stratejilerini tartışmaya isteksiz. Hükümetin çabaları Suriyelileri ekonomiye entegre etme konusunda sınırlı etkide bulundu ancak yetkililer şartları hafifleten önlemlerin altını çiziyor.
Pasaportları olan Suriyelilere otomatikman oturma izni veriliyor ve çalışma izni prosedürü ise kolaylaştırılıyor. Sınır yakınındaki şehirlerde hükümetin sağladığı binalarda Suriyeli öğretmenlerin dersler verdikleri birkaç okul da açıldı. Bin civarında Suriyeli mülteciye tam devlet bursu verilmiş durumda.
Basına açıklama yetkisi olmadığı için ismini vermek istemeyen bir Türk yetkili, "Suriye'de bir savaş var. Bir vahşet yaşanıyor. Birçok insan buraya sığınıyor. Tabi ki onlar için şartları kolaylaştırmalıyız." diyor.
Yüksek standartları nedeniyle yardım kuruluşlarının sık sık övdüğü Türkiye'deki mülteci kampları zorlanıyor. İnsanlar kampların dışında yeni hayatlarını kurmaya çalışıyor. Türkiye afet ve acil durum kurumu şu an Suriyeli mültecilerin üçte ikisine yakınının şehirlerde yaşadığını belirtiyor.
Baskı en fazla Türkiye'nin en hızlı büyüyen sanayi şehirlerinden birisi olan ve baklavası ile ünlü Gaziantep'te hissediliyor. Yetkililer şehrin 1,8 milyonluk nüfusunun yüzde 10'undan fazlasının Suriyeli olduğunu ifade ediyor. Suriyeliler nedeniyle kiralık evlere talep arttığından geçen son üç yılda kiralar iki kat yükseldi ve şehrin kenar mahallerinde konut inşaatları fırladı. Birçoğu kara borsa işlerde güvensiz bir şekilde çalışıyor bu da ücretler üzerinde aşağı yönlü baskı oluşturuyor. Gaziantep'te çok az Türk Arapça anladığından iyi kalifiyeli mülteciler dahi dil bariyerine çarpıyor.
Yine de bazı Türkler bu akının geçici olduğunu düşünüyor. Şehir merkezinde bir tatlı dükkanı işleten 40 yaşındaki Mustafa Erleblebici, "Her gün iş isteyen 20 kişi varsa bunların 15'i Suriyeli. Şu an sabrediyoruz çünkü savaş bittiğinde hepsi evlerine geri dönecektir." diyor.
Çalışma Bakanlığı'na göre 800'den az Suriyelinin 2013 sonu itibariyle çalışma izni var. Çoğu Suriyeli düşük ücretle çalışmalarını sağlayıp iş bulmalarını kolaylaştırdığından bu izin için başvuruda dahi bulunmuyor.
Kutuplaşmış siyasi atmosfer ve yavaşlayan ekonomi nedeniyle hükümetin de iddialı programlara harcama yapma alanı sınırlı ve hükümet Türklerin işlerini Suriyeliler sunmasından gelecek eleştirilerden de çekiniyor.
Konuyla ilgili yorumda bulunan Gaziantep Ticaret Odası Başkanı Eyüp Bartık, "Hükümet ilk yardım ile durumu idare etmeye çalıştı. Ancak şimdi operasyon zamanı" diyor.
Kendi çabaları ile Türk ekonomisine girmeye çalışanlar da var. Halep'ten gelen 48 yaşındaki Ebu Safud, bir Türk ortak ile Gaziantep'te bir restoran açmış ve çocuklarını da yeni açılmış Suriye okuluna geçen ay kaydettirmiş.
Safud, "Restoranım bombalandı. Evim bir havan bombası ile yıkıldı. Savaş biterse Suriye'ye geri dönmek isterim ancak umudumu kaybettim" diyor.

Thursday, March 27, 2014

“Sandıklar iktidar, sokaklar özgürlük kavgasınındır!”


Zalim bir kraldan kurtulmanın tek yolunu, yeni krallar yaratmakta arayan çaresiz bir halkı meydana getiren insanlara çevirmeye çalışıyorlar hepimizi. Üstelik bu halk, zalimlerin saraylarını başlarına geçirebilecek ateşleri yakmayı yeniden hatırladıktan sonra. Şimdi o ateşe uzanmış sırıtıyorlar yüzümüze bakarak. Kaybedilen canlar, feda edilen gözler, özlenen evlatlar, kardeşler, sevgililer ve daha nice biçimlerde bedeller ödenerek yakılan o ateşi söndürme telaşında, yeni kral adaylarının her biri. Çünkü iktidar ateşi sevmez. Çünkü ateş ezilenlerin adaletidir.

Bu ateşin ilk kıvılcımlandığı andan itibaren o ateşe körükle giden hükümetteki iktidar da, o ateşi sahiplenirmiş gibi yapan ve sokağın adaletinden hep çekinmiş olan iktidarlar da aslında aynı amaçla yaklaştılar bu ateşe. Bu ateş “söndüğünde” her biri mutlak bir iktidarın sahibi olarak hayal ettiler kendilerini. Bizim ise baştan beri umudumuzun ve varlığımızın ateşini yükselten tek şey, o ateşin yandığı sokakta hiçbir iktidarın olmayışıydı. Hükümette ya da muhalefette, evde ya da sokakta nerede olursa olsun bir iktidar daha fazla neyden korkabilir ki? Sokakta iktidarı ortadan kaldırmaya çalışanlardan yeni iktidarlar yaratmalarını istiyorlar şimdi. Kendi elleriyle ateşlerini suya tutmalarını istiyorlar. Bütün bedenlerinin dikişlerini yırtarcasına bağırıyorlar: “Oy kullanın”. Farklı kesimlerden türlü biçimlerde dile getirilen bu cümleye sahip çıkılmasının ve peşinden yürünmesinin bir tek anlamı olabilir: Sokaktan yani geçtiğimiz Haziran’dan bu yana şahit olduğumuz şekilde; bulunmaktan en fazla mutluluk duyduğumuz yerden ve onun varlık biçiminden umudu kesmek.

İşte seçim meselesi tam da böyle bir “seçimin” meselesidir. Rengârenk duvarları, ateşlerle aydınlattığımız sokakları, tanımadığımız omuzlara yaslanarak güç bulduğumuz varlık hâllerini tarihte tebessüm ve özlemle hatırladığımız bir dönem olarak bir rafa kaldırmak ya da gri duvarları gökkuşağının renklerine boyamaya, katillerin düzeninin karşısında sokağın adaletini var eden ateşleri yakmaya, direnişin yarattığı dillerde hiç tanımadığımız insanlarla yeniden tahakkümsüz bir hayatı kurmanın yollarını aramaya devam etmek. İŞTE BÜTÜN MESELE BU. Bu meselenin çözümünde aklımıza gelen bir sorunun “klavuzluk” edeceğine inanmaktayız. O soru da en yalın hâliyle şudur: Milyonların sokaklara döküldüğü o isyan günlerini özlemeyen var mı? “Var” diyen şüphesiz ki bir iktidardır ve sızdığı alanlardan çabucak def edilmelidir.

Oy kullanma meselesi temelde yoğun olarak anarşistlerin karşı durduğu bir mesele olmuştur hep. Mülkiyetten ve hiyerarşiden yani tahakkümden ve devletten uzak bir hayatı ve onu var edecek toplumsal işbirliğini yaratabilecek olan bireysel iradelerimizi, o iradelerin tabutu olan sandıklar aracılığıyla hapsetmek, en azından bu yazının imzasını atan anarşistler için özgürlüğün ve özgünlüğün reddidir. Ancak geçtiğimiz Haziran’la birlikte yaşanan toplumsal dönüşüm süreci, bu reddiyenin bu süreci ören her birey için korunması gerekliliğini taşımaktadır bizim için. Gezi Parkı’nda geçirilen günlerde ve sonrasında örgütlenen park forumları ve mahalle meclisleri deneyimlerinde hayata geçen pratikler Anarşist düşüncenin doğal olarak yaşamda karşılık bulmasıydı çünkü. Parklar ve mahalleler düzeyindeki örgütlenmelerde temel alınan, örgütlü ya da örgütsüz sol sosyalistler tarafından da dile getirilen; yatay örgütlenme, mutlak bir temsiliyetten uzak bir örgütlenme ve anti – hiyerarşik var oluş gibi argümanlar anarşizmin argümanlarıdır. Bu vakte kadar inanan ya da inanmayan herkesin sarıldığı bu varoluş biçimleri çöpe atılmaya çalışılıyor şimdi. İnanmadan bunlara sarılmış ve çaresizlikten kendiyle çelişe çelişe bu halleri savunmuş olanlara diyecek bir şey yok. Onlar kendilerince bir süreci örerlerken bu argümanlar kitlelere yaklaşmak, iktidar mefhumuna baş kaldırmış kalabalıklarla bir olmak için onlara lazımdı. Buraya kadar tamam… Ancak bu varoluş halleriyle yaşam alanlarını örgütleme çabasına girişen ve Gezi direnişinin sadece AKP karşıtı bir isyan olmasının ötesinde, temelde iktidar karşıtı bir isyan olduğunun kanıtını kendi örgütlenme arayışlarıyla ortaya koyan bireylerin, burada durup düşünmeleri gerekmektedir bizce. En küçük yaşam alanlarında iktidarın def edilmesine yönelik adımlar atarken, bu yaşam alanlarının büyüdüğü noktalarda bir iktidar arayışı içinde olmak, ihtiyacı duyulan yaşamın önünü tıkayacaktır. Çünkü her iktidar gibi peşinde sürüklenecekleri iktidarlar da o bireylerin el birliğiyle ördükleri yaşam pratiklerine tecavüz edeceklerdir “vakti geldiğinde”.

Yukarıda sözünü ettiğimiz argümanların Anarşizmin argümanları olması bizde bir övünç kaynağı yaratmamaktadır. Dile getiriliş sebebi de bu değildir. Ancak anarşistlerin “öncülük” etmediği bir isyanın, iktidar mefhumuna karşı oluşu ve peşi sıra gelen örgütlenme arayışlarının da bu minvalde seyretmesi, umudumuzu pekiştirmekle birlikte bizi, yaşamın iktidarlardan arınma ihtiyacında olduğuyla en net biçimde karşı karşıya getirmektedir. İşte bu noktada anarşistlerin de belki de tarihte olmadığı kadar sandıkların karşısında olmaları elzemdir. Yaşamın iktidarsızlaşma arayışlarının karşısına yeni iktidarlar yaratma çabası çıktığında anarşistlerin safı bellidir çünkü. Ancak bununla birlikte yukarıda da söylediğimiz gibi bu gün bu saf sadece anarşistlerin safı değildir. Felsefi olarak anarşizmi tam anlamıyla benimsemeyen ya da bilgi düzeyinde bu felsefeden haberdar olmayan ancak iktidarsızlaşma hamleleriyle hayatı yeniden örgütleme çabasında olan her birey için sandıklar iradelerinin tabutudur.

KLASİK BİR SORU
Seçim meselesinde sıkça rastladığımız sorulardan biriyle bu sıralarda da yüz yüze geliyoruz: “Oy kullanmayıp ne yapacağız?”. Cevabı çok basit: “İsyan.”. Üstelik bunun için çok büyük bir ilhamımız var. Bu dönemde bu sorunun cevabını da kendiliğinden örgütlenen isyanın taşıyıcısı olan ve bütün iktidarların aslında korkuyla izledikleri halk vermiştir. Daha somut konuşmak gerekirse; hiçbir siyasi yapı ya da toplumsal hareket tarafından öncülüğü yapılmayan Gezi direnişinde bireysel inisiyatif ve iradelerin oluşturduğu toplumsal ayaklanma ve örneğini çeşitli şekillerde gördüğümüz toplumsal iş birliği bize hiçbir iktidarın, kendini nasıl tanımlarsa tanımlasın hiçbir devlet aygıtının veremeyeceği bir farkındalık, arzu ve mutluluk verdi. Gerek sokağa bu manada ilk kez çıkanlar, gerek sokaktan bu manada hiç ayrılmayanlar; hepimiz tonla şey öğrendik. İşte oy kullanmayıp da yapacak olduğumuz şey de o öğrendiklerimizi unutmamaya çabalayarak ve yeniden hayata geçebilmesi için Haziran’dan bu yana örgütlediğimiz iktidarsızlaşmayı büyütmek olmalıdır. Kimse bizim adımıza konuşmasın, kimse bizi iplerinden tutulan kuklalara çevirmesin, kimse bizi yok saymasın diye iktidarsızlaşma arayışlarımıza ve çabalarımıza devam etmeliyiz. Bu gün bu arayışın karşısındaki en büyük engel seçim sandıklarıdır. Sandıkları önümüze koyanlar, isyanımızın rengini kendi lehlerinde belirlemeye çalışanlardır. Ve iktidarda oldukları sürece de gerçekleştirilecek herhangi bir isyana karşı her iktidar gibi karşılık vereceklerdir. Türlü yalanlar, yanılsamalar vs. ile birlikte bir özgürlük yanılgısına sürüklenip; evlere kapanan, televizyonların başında nutuk dinleyen, istenmeyen soruları sormayan varlıklara kendiliğinden dönüşmemizi sağlamaya çabalayacaklardır. Sandıkların reddi özgürlüğün -hele de bu gün- temel koşuludur bize göre. Gücümüzü görmüşken ve tüm iktidarların gözlerinin ferini söndürebilecek ateşleri şehir şehir taşıdıktan sonra, sandıklardan özgürlük çıkacağını beklemek her şeyden önce kendimize ve özgürlük algımıza haksızlıktır.

KLASİK BİR GÖRÜŞ: ATMADIĞIMIZ OYLAR AKP’YE YARAR
Bu söylem, temsili demokratik sistem ve devlet himayesindeki toplumsal yaşamı örgütleyenlerin söylemidir. Eğer bu ikisini savunuyor olsaydık, Gezi direnişinde sokakları doldurmak yerine sessizce evimizde oturup seçim gününü beklerdik. İlk aklımıza gelen taş atmak değil, oy atmak olurdu. Bu söylemi yayanlar Ali İsmail’in, Berkin’in ve diğer kardeşlerimizin katillerine taş atarken bizleri provakatör ilan edip, gelecekte kurdukları iktidar düşlerine uygun halk yaratma kaygısı taşıyanların söylemidir. Atıp atmayacağımız oyların neye yarayıp yaramayacağından çok atacağımız taşların neye yarayacağına bakmalı. Atılmayan her oyun hesabını yapmak özgürlük kavgası verenlerin ve vermiş olanların işi değildir. “AKP gitsin de ne olursa olsun” algısını toplum geneline yayarak oy hesabı yapanların tek derdi iktidar kavgasından galip çıkmaktır. İktidar kavgası iktidarların işine yarar. Halkın, yoksulların, mülksüzlerin işine yarayacak olan ise kavgalarına feda etmek için kendilerine yanaşanları kovalamaktır. “Birini seçmek değil, birini göndermektir buradaki asıl mesele…” gibi söylemler de birini göndermenin tek yolu olarak sandığı ve temsiliyeti gösterenlerin, iradelerin teslimiyeti için gerçekleştirdikleri meşrulaştırma çabalarıdır. Halkın isyanının karşısında, o isyanı kendi çıkarına örgütleyen iktidarların kılıfından başka bir şey değildir. Bu kılıfı yayanların her birinin birebirde bir iktidar olmaları şart değildir. Ancak iktidarlara kanılarak hayata geçirilen her eylem, dile getirilen her cümle iktidarların varlığına hizmet eder.

NEREDEN NEREYE
Gezi direnişi bir özgürlük kavgasıydı. Seçim ise iktidar kavgasıdır. Özgürlük kavgasının ateşini taşıyanları sandıklara çağırmak özgürlük kavgasının iktidar kavgasına feda edilmesi demektir. Ancak biz istemezsek hiçbir kavgamızı iktidarların kavgasına feda etmeyiz. Bize düşen o özgürlük kavgasının ateşini hiç yanmadığı yerlere taşımak ve bu ateşi büyütmektir. Bu ateşi taşımak ve büyütmek yerine, özgürlüğü sandıkta arayarak iradelerimizi teslim etmek hem kendi kavgamızı sönümlendirmek, hem de o ateşin hiç yanmadığı yerlere sırt dönmek olur. Her iktidar için toplumsal ayrışma, gündelik hayatta var olan hiyerarşik ilişkiler ve bunların yarattığı çatışmalar gereklidir. İktidar bunlardan beslenir. Bu sebeple Gezi direnişinde adı hiç anılmayan yaşam alanları da, isyanlardan oy çıkarma telaşındaki iktidarlar tarafından “kazanma ihtimali” taşımayan alanlar olarak gözlerinin ardındadır ve herhangi bir iktidar değişiminde o yaşam alanları başka bir toplumsal ayrışmanın kanalları olacaktır. Bu ayrışmaların reddi biçiminde hayata geçen Gezi’nin gelmesi gereken nokta bu ayrışmanın kanallarında da kendini var ederek tüm toplumsal hiyerarşik ilişkilere saldırmak ve yeni iktidarlar yaratılmasının önüne geçmek olmalıdır. İktidarların aksine bizler için her yaşam alanı önemlidir ve o yaşam alanlarının sahiplerinin özgürlükleri ve isyanla tanışmaları da kendi özgürlüğümüz kadar elzemdir. Bu ayrışmaların ortadan kalktığı isyan günlerinin aksine yeni ayrışmaları yaratacak her iktidarın seçimi ya da var olan ayrışmaları örgütlemeye devam edecek mevcut iktidarın varlığını sürdürmesi, bizi başladığımız yerden çok gerilere götürecektir. Bir zaman sonra geriye dönüp “nereden nereye” diyerek hayıflanmamak ve pişman olmamak adına, sandıklardan uzak durarak özgürlüğün hayata geçirilmesi için bütün sokakları yeniden birer yaşam ve direniş alanına çevirmeliyiz. Hiyerarşinin ve tahakkümün bulunmadığı biraradalıkları çoğaltmak ve üretime yönlendirmek durumundayız. Sandıklara koşmak yerine birer öz örgütlülük deneyimi olan fabrika işgallerine koşmalıyız. Öğrenci kimliğiyle kendisini sitemin eğitim kurumlarına ruhunu teslim edercesine bağlamayan öğrencilere ve onların özgürlük hareketlerine yaklaşmalıyız. Faşist tehdit ve devlet işgali altında bulunan mahallelere varmalıyız. İktidarın “kale” olarak gördüğü yaşam alanlarına, iktidarların kara propagandasıyla direnişe karşı diş bileyen insanların sokaklarına girmeliyiz. Toplumsal hiyerarşik ilişkilere saldıran hareketleri sahiplenmeliyiz. Erkeğin iktidarını sarsan feminist harekete, heteroseksizmin karşısına dikilen LGBTİ hareketine, insanın doğa üzerindeki tahakkümüne karşı koyan hayvan hakları ve özgürlükleri hareketine, ekoloji mücadelesine omuz vermek ve özgürlüğün hepimiz için en temel yaşam koşulu olduğu bilinciyle, her köşe başını tutan iktidarlara karşı durmalıyız. Şüphesiz ki bu sayılanlar arasında zor olanlar var. Ancak bu gün zor olmaları, özgürlük kavgasının sesi kesilerek iktidarın sürekliliği sağlandığı taktirde imkânsız olmalarından daha iyidir. Örneğin AKP’nin hükümetten ya da yerel yönetimlerden gitmiş olması, sokakta yerleşik olan AKP düşünce sistemini değiştirmez. Bu düşünce biçimini değiştirecek olan mücadelenin sürekliliği ve geniş alanlarda varlık göstermesidir.

Bizler çok büyük kalabalıklar hâlinde iktidarları sokaklardan kovaladık. Hem de çok yakın bir geçmişte ve bu gün de yer yer o kovalamaca devam etmekte. O kadar güçlüydük ki bir yandan hükümet hâlâ iftira atıyor, bir yandan koltuklarda gözü olanlar özgürlük kavgamızın ateşiyle o koltuklara koşmak istiyorlar. Ancak biz biliyoruz ki; onlar kendi aralarında ne kadar yer değiştirirlerse değiştirsinler özgünlüklerimizi yok sayıp bizleri tek tipleştirecek, özgürlük algımızı çizdikleri sınırlara hapsedecek, polisleriyle askerleriyle saldıracak, kentsel dönüşümlerle evlerimizi yıkacak, mahallelerimizi gasp edecek, emeğimizi patrona, gencecik ruhumuzu tecavüze, kadınlığımızı erkeğe, translığımızı heteroseksizme, hayvanlığımızı insana feda edecekler. Öyleyse bize düşenin sandıktan özgürlük beklemek olmadığı çok açık…

Bir Haziran sabahında uyandığımızda, üzerimize bir kasvet çökecek. On üç yaşında bir çocuk tecavüze uğramış olacak çünkü. On dokuz yaşında bir genç dövülerek öldürülmüş olacak çünkü. Bir gay ailesi tarafından, bir trans komşusu tarafından öldürülmüş olacak çünkü. Bir kadın ayrıldığı kocası tarafından sokak ortasında kurşunlanmış olacak çünkü. Bir Kürt öğrenci okulunun önünde bıçaklanmış olacak çünkü. Bir anne devletin öldürdüğü oğlunun ardından intihar edecek çünkü. Bir köpek sokakta “rahatsızlık” verdiği için zehirlenecek çünkü.

Ya da bir Haziran sabahı uyandığımızda rengârenk bir şenliğin coşkusu karşılayacak bizi. Belki de hiç uyumamış olacağız o coşkudan bir an bile kopmamak için.

İşte seçim böyle bir “seçim”. İktidarlar ya da yaşam. Hemen şu an.

İSTANBUL ANARŞİ İNİSİYATİFİ

Kaynak: http://sosyalsavas.org/2014/03/sandiklar-iktidar-sokaklar-ozgurluk-kavgasinindir/

Sunday, March 16, 2014

Bu mudur yiğitlik!


Umur Talu
utalu@htgazete.com.tr   

16 Mart 2014 Pazar,
Acılı bir anne, evladını toprağa verirken her şeyi diyebilir ama bir başbakan evladını yeni toprağa vermiş acılı bir anneye nasıl böyle hitap edebilir?
Çocukları nasıl ayırabilir?
Çocukların cenazelerini bile birbirine nasıl kırdırabilir?
“Analar ağlamasın” diye onca konuştuktan sonra, ağlayan bir anaya tüm gücüyle nasıl bindirebilir?
Akıl almaz, vicdan kaldırmaz bir şey bu.
Bir çocuğun aylarca komada kalmasını, 14yaşında bir çocuğun öldürülmesini makul göstermek için bir başbakanın bunca çabası, inanılmaz bir şey!
“Polisin gazı ile muhatap olmuş” diyor; 14 yaşında ölü bir çocuk için.
Sizin çocuklar “polisin tebligatı” ile muhatap olmasın diye ülkeyi, yargıyı, istihbaratı, interneti, ekonomiyi altüst ettiniz.
Bırakın bir başbakanı; bir insan, bir baba, kendi çocukları kollanırken, ölü çocukları nasıl ayırır, kiminin tabutu arkasına geçip berikinin mezarına nasıl onca laf eder?
Evren’in “asmayalım da besleyelim mi”sinden ne farkı var; “senin çocuğun bunu hak etti” demenin.
Her şey bir yana…
Hadi bir çocuğun öldürülmesini de meşru görüyorsunuz…
Hadi size azıcık dokununca bir alayını “çete” diye oradan oraya sürdüğünüz polislerin bir çocuğu öldürmesini de normal sayıyorsunuz…
Babalar bir ötekine karşı saygılıyken, cenazeleri bir ötekinin üzerine düşmüş, birbirine sarılmış iki gencin ruhunu bile bir ötekine karşı kışkırtıyorsunuz…
İnsan en azından bunu hangi zamanda, hangi tuhaf mevsimde yaptığını bir düşünür…
Bir derin nefes alır…
Bir besmele okur…
Kendini bir tutar.
Ülkenin, dünyanın her tarafına, isterseniz montaj deyin, çocuklarınızla, kabinenizin bir dolu çocuğuyla ilgili onca ses, onca nefes, onca kayıt yayılmışken; bir tutar kendini, bir frene basar.
Kiminin çocukları bavula, kutuya, kasaya, minibüse, odaya dolar-avro atarken; bir ana, evladının mezarına karanfil ile bilye atmış diye  meydanda yuhalatılıyor.
Hakikaten pes, pes!
Bu sesle nasıl herkesin başbakanı, nasıl herkesin cumhurbaşkanı olabilirsiniz?
Nasıl dersiniz bunları!
Nasıl bir meydanda topladığınız bir kitleye ölmüş bir çocuğu, acılı bir anneyi yuhalatabilirsiniz!
Gaziantep’teki meydan; bu mudur gazilik, bu mudur yiğitlik, mertlik?
Bu mudur babalık, analık, evlatlık…
Bu mudur inanç, iman, ahlak…
Bu mudur kardeşlik, barış, birlik.
Hadi kürsü utanmadı, siz hiç mi utanmadınız bir anayı yuhalamaktan!
Hiç mi utanmadınız, bir mezarın üzerine böyle basmaktan!
Yahu hakikaten böyle bir şey hak ve hakikat olamaz; montaj olmalı, montaj!
Utanma olsa…
İnsan yaparken değilse bile sesi duyulunca bir utanır hiç olmazsa.
“Rüşvet almayan memur”dan yakınan iktidar uzantıları var bu ülkede.
O memurlar yaşamaya, nefes almaya çabalıyor bu kasvetli havada…
O memurların da nefesini kesmek için bindiriyor utanmazlar!
Şaibe deryasındaki bir bakan, insanlar için en edepsiz küfürlerle konuşuyor; hem de senli benli olduğu fevkalade ilgiye mazhar bir işadamıyla.
Taksim’i verecekleri şirketin sahibiyle konuşuyor; başka insanlar için en ağır küfürleri ederek.
Sabık bakan küfrediyor, “Onları şey ederim oradan” diye, Havuz Medyası’ndan beyefendi işadamı da “Abi eline sağlık” diyor.
Yani kime oy vermiş olursa olsun, tüm yoksullar, hele yoksul hanelerden çıkma polisler bunu iyi anlamalı:
Polisi gazıyla salarak işadamına mıntıka temizletek için milletin anasını şey etmeye hazır bakanlar var…
Ve onlarla senli benli olmuş, eline sağlık diyen sermaye-adamlar!
O yüzden, işin, ihalenin, arazinin, rantın adı da bu nevi işadamlarının dilinde “Milletin anasını şey etmek” oluyor.
Cüzdan da kirli, vicdan da  kirli, lisan da kirli!
Nitekim bu satırları yazıyorsun…
Ardından en tepeden küfürler geliyor, yüzyılı devirmiş kulübüne de.
Herkese olduğu gibi, Hakkılar’ın Şerefler’in tarihine de.
Onca günah, onca ayıp!
Dili dönmüyor olmalı!
Başbakan almış karşısına gazeteciyi. O soruyor, “gazeteci” cevaplıyor. Yahut o söylüyor, öteki dinliyor.
Başbakan ikide bir kızıyor: “Cemaat deme, örgüt de. Hareket deme, örgüt de. Yahu desene!”
Ne yapsın, efendi gazeteci çok zorlanıyor. Çünkü daha kısa süre önceye kadar, kendisi ve tüm yazarları, yıllarca “Cemaat, Hizmet, Hocaefendi, muhterem, okullar, olimpiyatlar” diye tonlarca, baygın baygın yazı yazmış yurtdışı gezilerde onların parasıyla dolanmış. Arşivden kazıyamıyorsun ki. Sakal gibi, kessen bile daha gür çıkıyor arşivinden o yazılar.
Başbakan’ın işi kolay; o  “Cemaat”ten örgüte kolayca geçiyor…
Gazeteci  Başbakan’ın olsa bile, haliyle başbakan değil!

Monday, March 10, 2014

AKP – Ergenekon nikahı

 
T24 Yazarı
  • Tarih
Denize düşenin yılana sarıldığı hesabı, Cemaat’a düşen AKP de Ergenekon’a sarıldı.
Sarılmak ne söz; Ergenekon zihniyetinin sembolü olmuş, “askeri vesayet rejimi” diye adlandırdığımız ideolojinin önde gelenlerini bugün bağrına basıyor.
Sanki geniş çaplı Ergenekon tutuklamalarına siyasal destek sağlayan; hukukun temel ilkelerini pervasızca gözardı edip yargı erkini bir rövanşizm (=intikamcılık) aygıtına dönüştüren bir başka iktidarmış da AKP o iktidarın ayıplarını temizliyormuş gibi konuşmaktalar.
“Ben yapmadım, miki yaptı” masum yalanı ancak küçük çocuklarda bir gülücükle karşılanabilir. AKP iktidarı ise şimdilerde “Ben yapmadım Cemaat yaptı” yalanına inanmamızı istiyor.
Hayır, o günlerde Tayyip Erdoğan’ın, onun kalemşörlerinin söyleyip yazdıklarını hatırlatmayacağım. CHP ile AKP arasındaki, Ergenekon davalarının “ben avukatıyım –ben de savcısıyım” işbölümüne filan da değinmeyeceğim.
Tayyip Erdoğan’ın (yani AKP’nin) bugün Ergenekon davaları dediğimiz Kafes, Balyoz, Oda TV, 28 Şubat  gibi davalarla ilgili yapıp ettikleri bir hukuk yanlışını düzeltme değil. Asla değil. Cemaat’ın saldırısına karşı cephe genişletmek amacıyla dünkü can düşmanlarıyla zoraki bir nikah kıymasından ibarettir.
Bu davaların hepsi birer siyasi davaydı ve birer siyasi dava.
Yarı buçuk hukuk bilgim bana “yargılamanın esas, tutuklamanın istisna” olduğunu öğretti. Ayrıca kıdemli bir basın sanığı olarak sonunda beraat ettiğim pek çok davada tutuklanıp aylarca  hapis yatmanın haksızlığını defalarca tatmış biriyim.  
Evet çağdaş hukukta “yargılama esas, tutuklama istisna”dır. Siyasal görüşleriyle, ideolojik tercihleriyle taban tabana zıt olduğum Ergenekon davaları sanıklarının mutlaka tutuksuz yargılanmaları ama mutlaka yargılanmaları gerektiğine inandım; defalarca bunu yazdım.
Hukuk fakültesinin ilk sınıfındaki öğrenci bile bu davalarda delil karartma gibi bir yargı riskinin olmadığını, toplanabilecek delilerin zaten toplandığını, dolayısıyla  tutuklamanın koşulları olmadığını bilir.
Peki “delil karatma” tehlikesi yok da “kaçma” tehlikesi var mı?
Böylesi siyasi davalarda kaçma, suçu kabullenme anlamına gelir. Bir zamanlar Tayyip Erdoğan’ın özel kalem müdürlüğünü yapmış, daha sonra Ergenekon önde gelenleriyle karanlık ilişkiler içine girmiş Turan Çömez’in Ergenekon davaların başındayken kokuyu erken alıp yurtdışına tüymesi, onu “Haksız yargılanmadan kaçmış bir yurtsever” olarak mı tanımlatıyor suç işlediğini bilip paçayı kurtaran bir uyanık olduğunu mu?
*    *    *
Bugün demokrasi havarisi gibi ortalıkta dolaşmaya başlayan İlker Başbuğ’u tahliye ettiren, yakında  benzerlerini de tahliye ettirecek olan Anayasa Mahkemesi kararı gerekçesiz tutuklamalara son veren anlamlı bir hukuksal adım değil; sadece beş yılı aşan tutuklamaların hak ihlallerine yol açabileceği kararından ibaret.
Eğer Anayasa Mahkemesi ağır yaralı hukuk devletine olumlu bir katkı yapmak istiyorsa, yargıçların otomatiğe bağlanmışcasına tutuklama kararı vermelerinin önüne geçecek, tutuklamanın ancak sağlam gerekçelerle kararlaştırılmasını sağlayacak bir içtihat yaratmalı…
Son tahliyeleri ise hukuk devletine uygun bir adım olarak değil, dünkü can düşmanları ile elele tutuşup Cemaatı köşeye sıkıştırmak isteyen AKP ile pabucun pahalı olduğunu görüp siyasal islamcı parti ile barış çubuğu tüttürmeyi yeğleyen dünün darbecilerinin zoraki nikahı olarak değerlendirmek bana daha doğru geliyor.
Yani olup biten hukuksal değil siyasal bir pazarlıktan ibaret. Hem de bezirganca, ilkesiz  bir pazarlık…

Sunday, March 9, 2014

Çok şükür!


Umur Talu
utalu@htgazete.com.tr   

09 Mart 2014 Pazar, 10:20:06Güncelleme: 11:04:24   
İlker Başbuğ’a geçmiş olsun.
Kimsenin başına uzun tutukluluk, haksızlık, hukuksuzluk gelmesin.
Muhtemelen, “uzun tutukluluklar”ı öyle 5 de değil, 10 yılı bulurken, paşam da üst rütbeli komutan iken, misal cezaevinde kıstırılıp yakılan, boğulan, delik deşik edilenler de gelmiştir aklına.
Öyle ya, vicdan rahat durmaz.
Devresi, evresi, çevresi kimilerinin, ne yargısı, ne tutukluluğu; gözaltında kaybettiği insanlar, asit kuyusuna attığı 13’ünde çocuklar, “kısa sürede” infaz edilenler de mutlak aklından geçmiştir.
“Bizim de hatalarımız oldu” derken belki bunları da kastediyordur.
Bırakın ötekileri, bizzat TSK içinde ezilen, horlanan, yargısız oda hapislerinde süründürülen, tehdit edilen, intihara sürüklenen astlar da aklındadır mutlaka.
Onların neden ölüm orucunu bali başladığı, neden bazılarının hastaneye kaldırıldığı, neden bıçağın kemiğe silahın şakağa dayandığı da.
Geçmiş olsun.
Mahkumiyet günü, tek kalemden çıkma “Derin devlete darbe… Darbeye müebbet” manşeti atanlar o sıra “Hocaefendi’lerini, suçsuz-günahsız Cemaat’i, Türk okullarını” yere göğe sığdıramıyordu.
Devir değişti.
Bir de baktılar, siz darbeci değilmişsiniz, şimdi onlar darbeci.
İlker Başbuğ’a geçmiş olsun.
“Bizi teröristlerle birlikte af edecekler, bunu kabul etmem” mi demişti; öyle olmadı; fakat şanssızlık bu ya, “Rezalar’ın da serbest bırakıldığı” döneme denk geldi.
Hepsi bir yana…
“Uzun tutukluluk… Yargısız infaz… Önyargılı yargı… Haksızlık… Hukuksuzluk” herkesten uzak olsun.
Bu adalet, on binlerce acının, hasretin, kaybın hanelerine de uğrasın!
***
Tam o sırada, üzerine titrediğimiz “bir karış barış” da irkildi.
Uludere’nin iki yüzü vardı ya, ikisini birden yazdım hep.
Bir tarafında, sorumlu bile tutulmayan birileri emriyle bombalanıp parçalanmış 34 insan…
Bir tarafında, BDP’lileri korumaya giderken, uzun, yorgun ve bitkin nöbetler ardından, korucunun derme çatma midibüsüne tıkılıp uçuruma yuvarlanan 10 uzman çavuş.
O vakit köylüler de o askerleri, ölü-yaralı uçurumdan çıkarmaya koşmuştu.
Şimdi, oralarda, bir başka uzman çavuş, Musa Somay “uzaktan kumanda” denen patlamayla öldürüldü.
Kim yapmışsa, sıvasız hane çocuklarının sıvasız hane çocuklarını katline bir isim daha ekledi.
Fotoğrafına bir bakıversin: Kucakta 3 yaşında bir melek, bir de henüz 40 günlük bir bebek.
Tabii hepimizin bakacağı öyle çok fotoğraf var ki:
İster bir cumartesi Galatasaray’da kayıpların bir çerçeveye sığınmış “son resimleri”ne bakın; ister 13 yaşındaki Seyhan’ınkiler gibi kemik sayın, 13’ünde Fatma’nın ailedeki tek fotoğrafına, delik deşik, entarisi ve pembe eşofmanıyla kan içinde uykusuna sokulun.
***
Şimdi, keşke yaşasaydı Musa Somay.
Hayat, evlat her şeyden kıymetli.
Cenazesine tören yapanlar, canlısına da herhalde biraz kıymet verirdi!
Belki, maruz kaldığı kimi haksızlıkta, arkadaşları gibi BİMER’e bile başvurabilirdi.
Nice uzman çavuş, uzman jandarma, astsubay gibi.
Öyle ya, üzerlerine çöken tehdit, baskı ve haksızlıklara dayanamayıp Başbakanlık’ın “başvurun” dediği BİMER’ine müracaat ediyorlar.
Hani Başbakan, 3 milyar dolarlık askeri havuz gemisi ihalesine başvuramamış ama o bitmiş ihaleyi vermek istediği Tersane Patronu’na diyordu ya, “BİMER’e başvur, şikayet et, haksızlık oldu de” diye.
Öyle işte.
İşte öyle, ihale nihale, arazi terazi, rant jant, sit bit için değil; kendi canı, insan onuru için BİMER’e başvurmuş çok sayıda askerin başına ne vurdu biliyor musunuz?
Başbakanlık o başvuruları aynen kendi komutanlarına kadar gönderdi.
Şikayet edilen amir bir de savcı, hakim, infazcı oldu.
Oda hapisleri, tehditler, baskılar, siciller, heyetler, bunalımlar ve intiharlar oldu!
O hesapla, Başbakan’ın Eskişehir ziyaretinde, “Sn. Başbakanım, astsubaylar ölüm orucunda, lütfen ölüm olmadan müdahale ediniz” pankartı açan, kimi gazi, 6 emekli astsubay da korumaların talimatıyla 5 saat gözaltına alındı; onca gençle birlikte.
Şükür tabii; bak, 14 yaşında Berkin, devletin soktuğu uzun komada; çıkamıyor bir türlü.
Aynı Eskişehir’de devlet-millet sopalarıyla Ali İsmail Korkmaz katledildi.
***
Yoksa n’olacak…
Beklersen, yaşayabilirsen…
Çok şükür, adalet gelebilir işte.
Bugün paşa çıkar, yarın size de çıkabilir!

Saturday, March 8, 2014

Kadın Gazetecilerin Gözünden Sokak ve Hayat

Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) Kadın Komisyonu’nun düzenlediği, kadın gazetecilerin objektiflerinden fotoğrafların yer aldığı  “Kadın Gazetecilerin Gözünden Sokak ve Hayat” sergisi bugün Ankara Konur Sokak’ta sergilendi.
Fotoğraflar, 9 Mart’ta da İstanbul Kadıköy’deki Kilise Meydanı’nda sergilenecek.

Ankara’da fotoğraf sergisinde kadın gazeteciler Esra Koçak, Atlas Sibel Arslan, Meltem Aslan, Fevziye Çevik Sarel, Çınar Livane Özer, İlkay Akkaya, İklim Öngel, Makbule Akgül, Şenay Güner’in objektifinden fotoğraflar yer aldı.

Ankara'da ve İstanbul'da yapılacak 8 Mart mitinglerine TGS Kadın Komisyonu pankartı arkasında baret ve “Kadının Kalemi Medyayı Özgürleştirecek” sloganıyla katılacak olan TGS Kadın Komisyonu, sokakta açtıkları fotoğraf sergisiyle de medyada kadın emeğine vurgu yapıyor. (ASA/AS)

Friday, March 7, 2014

‘Hoca’nın hiç mi suçu yok? – Can Dündar (Cumhuriyet)

Tam gazeteniz baskıya girecek veya programınız yayına…
Bir internet sitesine “Az sonra filancanın ses bandını yayınlayacağız” uyarısı düşüyor.
Zaten haftalardır gözünüz hep o sitelerde…
Merakla beklemeye başlıyorsunuz.
Ve tıkladığınızda meslek hayatınız boyunca örneğini görmediğiniz kıymette bir konuşma kaydı dinliyorsunuz:
Başbakan oğluna evdeki paraları acilen “sıfırlamasını” söylüyor.
Veya yandaşı işadamına büyük bir ihale için telkinlerde bulunuyor.
Ya da Adalet Bakanı ile Danıştay’a kimin başkan olacağını veya bir davaya nasıl müdahale edeceklerini konuşuyor.
Türkiye’nin tarihinde bu kadar “büyük haber” yok.
Ve son birkaç aydır, o haberlerden neredeyse her gün birkaç tane düşüyor.
Gözlerimiz faltaşı gibi açık…
Kulaklarımıza inanamıyoruz.
Dilimiz, nutkumuz tutuluyor.
***
Medyada üçe bölündük:
Bazılarımız iştahla yayınlıyor bu kayıtları…
Bazılarımız görmezden geliyor.
Bazılarımız ise ikircikli; kenardan izliyor.
Ben yayınlayanlar arasındayım. Bir Başbakan’ın yargıya, ihaleye müdahale etmesi, oğluna “Evde stokladığımız paraları sıfırla” demesi nasıl görmezden gelinebilir?
Bunları yok sayanların, nasıl “Gazeteciyim” diyebildiklerine şaşıyorum.
Ama eli kaşındığı halde, ilkesel nedenlerle yayınlamakta kararsızlananları da anlıyorum. Bir defa, bu haberler hiç bilmediğimiz bir kaynaktan geliyor.
Telefon kaydındakiler ya görüşmüyor ya “Montaj” deyip geçiyor. Yani haberi doğrulatma şansımız da yok.
Daha da önemlisi, yasadışı kayıtlar, daha önce birçok tuzak davada kanıt olarak kullanılmış, suçsuz insanları mahkûm etmeye yaramış ve o dönem buna karşı çıkmışız.
Birçok meslektaşımız da o zaman karşı çıktıkları yönteme, bugün “işimize geliyor” diye itibar etmenin çifte standart olduğunu düşünerek mevzuya uzak duruyor.
Onlara da hak vermiyor değilim. Ancak yine de bu içeriğin görmezden gelinemeyeceğine inanıyorum.
Ayıp olduğunu bile bile komşusunun evini dikizleyen biri, kendisinden çalınan eşyaların odaya istiflediğini gördü diyelim
Dikizleme mi sorgulanır, istifleme mi?
***
Benim bulabildiğim çözüm, iki suçu birlikte deşifre etmek:
Başbakan’ın konuşmalarındaki müdahaleler de ağır suç, Başbakan’ın (hepimizin) telefonunu illegal olarak dinlemek de…
İkisine birlikte karşı çıkmalıyız.
Hem bizi soyan “devlet”e, hem bizi dinleyen “paralel devlet”e bayrak açmalıyız.
“Hırsızın hiç mi suçu yok” diye soran Hoca fıkrasına atfen, “Hoca’nın hiç mi suçu yok” sorusunu ihmal etmemeliyiz.
Şöyle düşünün:
Birileri yıllarca hükümetle el ele hepimizi dinledi, kayıtları stokladı. Şimdi bilmediğimiz bir nedenle ortaklık bozulduğundan, baştan beri bildiği hırsızlığı deşifre ediyor.
Medyayı, interneti, bizleri kullanarak iktidarı devirmenin ve yeni ortaklarla yeniden iktidara gelmenin yolunu açıyor.
Birçok muhalif de ardını düşünmeden elini ovuşturuyor.
Oysa yarın işler değiştiğinde, o kayıtlar belki yeni iktidar pazarlıklarında şantaj olarak kullanılacak.
“Arşiv”, sahibini yeniden iktidara taşıyacak.
Siz “Kurtulduk” sanırken o, yeni ortaklarla yola devam edecek.
***
Bu tuzağa düşmemenin ama ortaya çıkan hırsızlığı da görmezden gelmemenin yolu, iki suçu birlikte deşifre etmek, ikisiyle aynı anda mücadele etmektir.
Çöplük üstüne temiz toplum kurulamaz.

Tuesday, March 4, 2014

Suriye’nin intikamı Ukrayna – Hüsnü Mahalli

Dünyada benzeri olmayan bir şekilde onlarca ülke Suriye üzerine çullandı ama üç yıl sonra kendileri çuvalladı. Öyle olmasaydı Katar Şeyhi Hamed 25 Haziran’da görevi oğluna bırakmaz ve bir hafta sonra da Mursi devrilmezdi. Yine öyle olmasaydı Suudi İstihbarat Şefi Bender ortadan kaybolmaz ve Suriye dosyasının baş uygulayıcısı Büyükelçi Robert Ford emekliye sevk edilmezdi. Geriye bir tek Bakan Davutoğlu kaldı.
Türkiye ise uluslararası söylemlerde terörü destekleyen ülkeler statüsüne paralel bir şekilde tartışılır oldu.
Bakalım Başbakan Erdoğan ne zamana kadar sahip çıkar Davutoğlu’na?
Herkes gitti bir tek o kaldı.

Şimdi de Ukrayna’ya el attı.
Belki de Ankara, Amerikalı dostlara Ukrayna üzerinden ‘Ben hâlâ varım’ demek istiyordur.
Belki de kendisine tanınan olağanüstü yetkilere rağmen Suriye konusunda başarısız kalan Ankara ABD ve Batı’nın Ukrayna savaşında ön saflarda olmak istiyordur.
Kart ise Kırım’daki Tatarlar.
Yeniden tehlikeli bir oyun.

Rusya karşında Suriye konusunda büyük yenilgi alan ABD ve müttefikleri şimdi Ukrayna’yı karıştırıyor. Rusya’yı komşusu Ukrayna zerinden rahatsız ederek Suriye’deki yenilginin intikamını almayı planlayan ABD ve müttefikleri çok büyük ve tehlikeli bir oyun peşinde. Seçilmiş bir iktidarı Naziler, Irkçılar, Faşistler ve Tatar kökenli radikal İslamcıların ayaklanması ile devirenler Putin’e Suriye konusunda geri adım attırabileceklerini hesaplıyorlar. Ama hesapları tutmadı, tutmayacak. Çünkü Ukrayna ve Kırım Yarımadası Moskova için asla vazgeçilmeyecek stratejik değer ve öneme sahiptir. Rusya’nın 300 savaş gemisi ve 30 bin askeri Kırım limanlarında. Orijinde Rusya’nın bir parçası olan ve Ukrayna kökenli Sovyet lider Krutçev tarafından 1954′te Ukrayna’ya hediye edilen Kırım böyle giderse yeni bir Soğuk Savaş’ın yolunu açabilecektir. İflasın eşiğinde bir AB ve başta Suriye ve ‘Arap Baharı’ olmak üzere dünyanın birçok yerinde çuvallayan müttefik ABD’nin böyle bir oyunda da çuvallayacağını yakında herkes görecektir. Suriye ile ilgili olarak Cenevre Konferansı’nda İran’ın davet edilmesi ve bir gün sonra davetin iptal edilmesine sesini çıkarmayan Putin’in tavrı Batılılar tarafından bir zaaf olarak algılanmış ve Ukrayna’da sıkıştırılmak istenmiştir.
Hep söyledim : Suriye yeni uluslararası sistemin yeniden dizayn edildiği kilit ülke konumundadır. Bunun bilincinde olan Putin hep Suriye’ye sahip çıkmıştır.

Her yola başvurarak bu kilidi açamayan ABD ve müttefikleri şimdi farklı anahtarları denemeye çalışıyorlar. Ukrayna’daki darbe, Venezuela’daki ayaklanma girişimleri ve sırada başkaları olabilir.
Özetle durum karmaşık ve bir o kadar tehlikeli.

Umarım Suriye’deki İslamcıları ve daha sonra Türkmenleri bahane ederek Suriye’de tam müdahil olan Türkiye  yeni dönemde Kırım’daki Tatarları gerekçe göstererek benzer tehlikeli roller üstlenmez. Kendi içinde ülkenin ve toplumun tüm geleceğini ilgilendiren inanılmaz tartışmalar yaşayan Türkiye’nin yeni riskli roller üstlenmesi Suriye’ye benzemeyecek oranda çok tehlikeli sonuçlarla karşı karşıya kalacağı kesindir. TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in deyimi ile AKP’ye Suriye konusunda gaz veren  sonra da teröre destek veren ülke statüsünde değerlendirilmeye başlanan Türkiye umarım Suriye’den bin kat daha tehlikeli bir maceraya kalkışmaz.
Rusya asla Suriye’ye benzemez.

Suriye’de Kaide yani IŞİD ve Nusra  ve benzeri radikal İslamcı terör örgütleri ile başı belaya giren ve girecek olan AKP yönetiminde bir Ankara’nın Kırım’da benzer İslamcı örgütlere sahip çıkması Türkiye’yi sonucu asla kestirilemez bir maceranın içine sürükleyecektir.
Artık sakin düşünme zamanı.

ABD ve Batı’nın pis oyunlarında rol almaya son verilmelidir.
Türkiye ‘Arap Baharı’ denilen  tezgah ve Suriye oyununun öncesinde bölgenin ve hatta dünyanın en saygın ülkesi idi. 2011′e kadar herkes Türkiye, AKP ve Erdoğan’ı seviyor ve örnek alıyordu.
Şimdi ise  başta Arap ve İslam ülkeleri olmak üzere tüm dünya ‘model’ AKP’nin iç ve dış politikadan dolayı ne hale geldiğini tartışıyor.

Başbakan kendi seçmenlerini inandırabilir ama bu coğrafyanın halkları kesin bir gerçeğe inanıyor :
Bu, bizim bildiğimiz Müslüman Erdoğan ve AKP değil.
AKP yönetiminde şimdiki Türkiye artık eski Türkiye değil.
AKP yönetiminde bu Türkiye önce kendi halkı sonra da bölgesine çok tehlikeli olmaya başladı.
Tamamen Menderes Türkiye’sini andırıyor.

Böyle bir tablo, ABD ve müttefiklerinin kesin yenilgisi.