Sunday, April 19, 2015

İktidar Girdabı




Uğur Aydemir

E limizde avucumuzda kalan mümkünleri döke saça gelip dayandığımız yerde utangaç sıkılgan yorgun umutganlıkla, külrengi bir ufka gözlerimizi dikmiş, zindanımsı bir dünyanın içinde bekliyoruz.  Sinsiyetin zerresini barındırmayan bir iktidarın bizi içeride, içeriden sarıp sarmalayacak iç güvenlik yasasını tüm içerlikliğimizle kötülemekteyiz ama iktidarın bizi nedenli düşündüğünün, bizim için iyilikler tasarladığının farkında dahi değiliz. Ancak; kötülüğün, vahşetin handiyse bilinç düzeyine çıkarak, sanki bir gerçeği tüm acımasızlığıyla haykırdığı, simgesel bir düello sahnesinde çalımla gezindiği, çalkanan bir zaman kesitinde yere çalınıp yerden kazınmaktayız. Kimimiz son bir gayretle bağırmakta ya da sorgusuz sualsiz sonunu beklemekte: minibüs, ev, sokak içlerinde. Sözgelimi bir fırıncı ya da bir esnaf kapısının önünden kar kürenir gibi kazınmaktayız.
İçeridekiler ve dışarıdakiler
Deniz Aktaş, belki de yok sanan duyulmayan benliğine inat, öldürülmeden önce son kez “beni kurtarın,” diye haykırdı kapının ardında bekleyenlere.  Belki de sözlerimsiz kalmasın bir anafora tutulduk da bunca üzerimizden aşıp gidiyor her şey. Keşke şu desinlerci tutumların hafifliğinden sıyrılabilsek, bizi zincirlere bağlayan sosyal ağların, haber akışlarının, gerçekliği imgesel olarak yoğuşturup buharlaştırarak acıklı bir melodrama dönüştüren, her şeyin içini boşaltan, bir an için teskin eden ama özünde hiçbir yaraya merhem olmayan televizyonun da içinden çıkabilsek. Belki böylelikle, daha fazla suça bulaştıkça eş anlı olarak toplumsal adlı dizgede suçun artışına neden olan bir iktidarın kapı kullarının umarsız kulaklarında çınlamak zorunda kalmazdı o son sözler.
Ancak, despotun sesi her yerde yankılanıyor, her yerden duyuluyor. Daha fazla disiplin, daha fazla yetki istiyor; iç güvenlik yasası istiyor. Tüm babacıllığı ile sigaranın zararlarından bahsederek mahalle baskısının uygulanmasını talep ediyor. Evet, her yere ulaşan sesi diyar diyar gezerek, daha yenilerde, bir sokak arasında kartopu oynayan Nuh Köklü ve arkadaşlarının o cıvıl cıvıl seslerini bastırmaya yetiyor. Anlaşılan o ki, iktidarın doğası gereği, kendi sesinden başkasına tahammülü olmayan despota tüm bunlar yetmiyor ve tüm bir toplumu bir aileye çevirip ev içlerine hapsederek bir baba gibi yönetmek istiyor. Oysa, ilmik ilmik çözülen bir toplumsalda suç oranlarındaki artışın iktidar ile nasıl sıkı sıkıya ilişkili olduğuna, şiddetin nasıl sarmallaştığına yakından baktığımızda, suçun iktidar tarafından üretilen bir olgu olduğu görülecektir. İktidar bir yandan suç üretirken, bir yandan da suçun önlenmesine dair önlemler ile daha fazla iktidar üretmektedir. Michel Foucault’nun “iktidar ekonomisi” adını verdiği bu süreç esas olarak hapishanenin simgeselliği ve suçun kişiselleştirilmesi üzerinden disiplinin yaygınlaşmasını amaçlar.

İktidar ekonomisi
F oucault, disiplinel toplum inşasını ekonomik, hukuki –siyasal, bilimsel süreçler olmak üzere üç aşamaya ayırır. İktidar adlı aygıt öncelikle beden ve mekan üretme makinesi olarak işler; iktidarın görünmez bir hale geldiği hapishaneler, okullar, adliyeler, kışlalar gibi kurumlar bu iktidarın uzamını oluşturur, ki bu uzam aynı zamanda toplumsalı oluşturur. Bu uzama yayılan hapishanenin kapatma ve gözetim altına alma yöntemleriyle, insan bir yandan görülmeden gören bir göz tarafında gözetim altına alınırken bir yandan da bu gözetim boyunca devasa bir bilgi nesnesi haline gelerek iktidara hizmet eder. Foucault, “Suç adaleti diğer parçaları (onun altında değil de, yanında olan parçaları) polis, hapishane ve suçluluk olan, genel bir yasadışılıklar ekonomisinin menzilidir,” der. (Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Yay.)
İşte bu toplumsalın içindeki bireyler, görmedikleri, karşısına dikilemedikleri iktidarın egemen sınıfsal yapılara tanımış olduğu suç işleme özgürlüğünü, bir anlamda bilinçdışı bir itkiyle, elinden almaya, suçu çalmaya yönelirler.  Her gün bir yenisi işlenen kadın cinayetlerinin, artan şiddetin ve artık patlama noktasına gelen bir memleket için verilebilecek en yerinde örneklerden biri 17-25 Aralık yolsuzlukları olacaktır. Böylesi bir olgu karşısında suç ve otoriterleşme aynı oranda artış gösterecek, bireyler canavarlaştırılacak, idam edilmeleri dahi önerilecek; ancak iktidar genelleşen bu kötülüğü, kendini bir iyilik timsali olarak sunarak alttan alta iç güvenlik yasasının zemini oluşturulacak.

Kafka’nın, Yasa Önünde adlı öyküsünde taşralı bir adam herkese açık olmasını beklediği yasadan içeri girmek ister; ancak yasanın önünde dikilen bir kapıcı tarafından engellenir. Adam daha sonra girip giremeyeceğini sorduğunda ise muğlak bir cevap alır. Her daim açık duran kapıdan içeride başka kapıların ve kapıcıların da olduğunu fark eden adamın merakı karşısında kapıcı; “madem bu kadar istiyorsun, olmaz dememe aldırma, bir dene bakalım,” der; ama böylesi bir girişimi göze alamayan adam beklemeye devam eder. Artık ömrünün sonunda, iki büklüm bir halde: “Niçin benden başkası bu kapıdan girmeyi denemedi?”diye sorar ve o kapının sadece kendisi için olduğunu öğrenir. Yine, Robert Walser’ın kısa öykülerinde birinde, Schwendimann adlı bir adam doğruluğu aramaktadır. Hastane kapısından adliye kapısına, oradan hapishanelere, düşkünler yurduna, bir balo salonuna ya da doğumhaneye kadar her yere bakar; ama aradığı şeyi hiçbir yerde bulamaz.
Her iki anlatının bize sezdirmeye çalıştığı şey, bir bakıma ortak iki zemin olan, yasa ya da doğruluğun, herkes için geçerli olup olamayacağı ve iktidar adlı aygıtın örgütlenmiş biçimi olan devletin kurum ve kurallarıyla insanı nasıl ürettiği; devletin varlık nedeninin insanın özgürleşmesi olduğunu öne süren modern devlet anlayışının bir yanılsama ile insanı nasıl bir cendereye aldığı ve yok saydığıdır.


Monday, April 13, 2015

Dünyanın vicdanı: Eduardo Galeano





04/12/2009

'Aynalar' kitabında Galeano, olaylara alışıldık tarih kitaplarının, özellikle de 'resmi' tarihin baktığından bambaşka gözlerle bakıyor ve gösteriyor. Asık suratlı, neredeyse insansız bir tarihi anlatan kitapların aksine, aşkın, yoksulluğun, kardeşliğin, eşitsizliğin olduğu, insanlı bir tarihi aydınlatıyor Galeano. Bu nedenle de bütün kitaplarının başköşesinde 'adalet' ve 'vicdan' oturuyor


En son ne zaman birine kitap hediye ettiniz? Bu demode alışkanlık, geçen mayıs ayında Hugo Chavez’in Barack Obama’ya bir kitap hediye etmesiyle yeniden canlandı. Olayın kahramanı, Eduardo Galeano’nun Latin Amerika’nın Kesik Damarları kitabıydı. O günden sonra da kitabın satışlarında hatırı sayılır bir artış gözlendi; sonraki üç hafta boyunca, neredeyse her gün 1500 adet sattı. 1970’lerde yayımlanmış bir kitabın, 2009 yılında bir devlet başkanına hediye edilmesi, güncelliğinin altını da çiziyordu aslında. Latin Amerika’nın halini -tarihini de arkasına alıp- anlatan bir kitabın bunca yıldan sonra hâlâ günümüzün bazı gerçekleriyle paralellikler taşıması düşündürücü değil mi?
Hugo Chavez daha sonra gazetecilere verdiği röportajında şunları söyledi: “Bu kitap, Latin Amerika tarihimiz için bir anıt niteliğinde. Tarihi, nasıl bir tarihten geldiğimizi öğrenmemizi sağlıyor.”

Latin Amerika’ya ‘ABD’nin arka bahçesi’ denmesi boşuna değil. Kuzey Amerika’nın, güneyine ve buradaki maden zenginliklerine göz dikmeyi kendine hak görmesi, Latin Amerika’da bir direnişler tarihi oluşturdu. Bu tarihe ışık tutmaya ve onu en doğru şekilde yansıtmaya kendini adamış olan Eduardo Galeano ise, Latin Amerika topraklarından çıkmış yazarlar ve devrimciler arasında haklı bir ün kazandı. Henüz Che gibi resmini tişörtlerde göremesek de -bunda üzülecek bir şey yok elbette- Latin Amerika ikonları arasında yerini şimdiden almış durumda.

Eduardo Galeano’nun yeni kitabı Aynalar, yurtdışında yayımlanışından kısa bir süre sonra Türkçeye çevrildi ve okurla buluştu. Galeano’nun son zamanlardaki yazınsal üslubunu açıkça yansıtan kitap, kısa öykülerden ve denemelerden oluşuyor. ‘Neredeyse Evrensel Bir Tarih’ altbaşlığı, birazdan sayfalarını çevireceğiniz kitabın alıştığınız tarihten farklı bir okuma vaat ettiğinin ipuçlarını veriyor. Çünkü Aynalar kitabında Galeano, olaylara alışıldık tarih kitaplarının, özellikle de ‘resmi’ tarihin baktığından bambaşka gözlerle bakıyor ve gösteriyor. Asık suratlı, neredeyse insansız bir tarihi anlatan kitapların aksine, aşkın, yoksulluğun, kardeşliğin, eşitsizliğin olduğu, insanlı bir tarihi aydınlatıyor Galeano. Bu nedenle de bütün kitaplarının başköşesinde ‘adalet’ ve ‘vicdan’ oturuyor. 

Galeano’nun vicdanı tüm dünyayı kucaklayan türden. Afrika kıtasının talan edilmesine gösterdiği tepkinin aynısını, kadının erkeğin malı haline dönüşmesine ya da çocuklara uygulanan şiddete de gösteriyor. Kapitalizmin doymak bilmezliğine direnmenin onurundan söz ediyor. Dünyadaki tüm olayların nasıl zincirleme bir halde birbirine bağlı olduğunu anlatırken, dünyanın bir ucunda kanat çırpan kelebeğin gerçekten de diğer uçta kasırgalar yaratabileceğini ispatlıyor.

Unutmamak gerek

Aynalar, dünyanın başlangıcına dair efsanelerden 20. yüzyılın olaylarına kadar uzanıyor. Dinlerin ortaya çıkışı, Tanrıların öfkeleri, keşifler, icatlar... Ya hiç bilmediğimiz ya da yanlış bildiğimiz, tarihin pek çok köşe başında duruyor Galeano. Kitabın son başlığı ‘Kaybolan Şeyler’le ise Aynalar’a özlü bir nokta koyuyor:

“Barış ve adalet haykırarak doğan yirminci yüzyıl, kanın içinde boğulmuş olarak öldü ve bulduğundan çok daha adaletsiz bir dünya bıraktı arkasında.Yine barış ve adalet haykırarak doğan yirmi birinci yüzyıl da önceki yüzyılın izinden gitmekte. 

Ben çocukken, dünyada kaybolan her şeyin Ay’a gittiğine inanıyordum.Ne var ki, Ay’a giden astronotlar orada ne tehlikeli rüyaları, ne tutulmayan vaatleri, ne de kırık umutları buldular.
Eğer bunlar Ay’da değilselrr, neredeler o zaman?
Yoksa dünyada kaybolmadılar mı?
Yoksa dünyada saklanıyorlar mı?”

John Berger, Galeano için şunları söylemişti: “Eduardo Galeano yayımlamak, düşmanı yayımlamak gibidir: yalanların, eşitsizliğin, hepsinden önemlisi de unutkanlığın düşmanını. Suçlarımızı unutturmadığı için ona minnettarız. Onun şefkati yıkıcı, hakikati hiddetli.”

Gerçekten de Eduardo Galeano’nun en önemli meselesi unutmamak ve unutturmamak. Verili tarihi olduğu gibi benimsemektense onu irdelemek, farklı kaynaklardan araştırıp bağlantılar kurmak. Yalnızca Latin Amerika halkları değil, dünyanın dört bir yanı unutkanlıktan mustarip ya da unutturulma kurbanı. O nedenle, Eduardo Galeano gibi yazarları okumak, onlarla suç ortaklığı yapmak neredeyse elzem. Türkiyeli yayıncıların da bu suç ortaklığına katılması, biz okurlar açısından çok talihli bir durum.

Aynalar’a yalnızca tarih kitabı ya da yalnızca hikâye kitabı demek, onu tanımlamakta yetersiz kalacaktır. Eduardo Galeano, kalıplara sokmaktan özenle uzak durduğu olaylara yakışır, şiirsel bir üslupta yazmış metinlerini. Okurun bakış açısını, böyle ‘ciddi’ konular hakkında okurken rastlamaya alışkın olmadığımız renkli üslubuyla esnetmeyi amaçlamış sanki. Bunu başarmış da... 
Sahi, en son ne zaman birine kitap hediye ettiniz?


http://www.radikal.com.tr/





Latin Amerika’nın hafızası


1940’ta Uruguay’ın başkenti Montevideo’da doğan Eduardo Galeano, genç yaşlarından itibaren fabrika işçiliğinden banka memurluğuna kadar çok çeşitli işlerde çalıştı. On dört yaşındayken El Sol dergisi için politik bant karikatürler çiziyordu. Çocukluğundan beri en büyük aşkı futboldu ama spordaki başarısızlığı onun sahaları uzaktan izlemesine yol açtı. (Belki de bu güzel kitapları onun futbolcu olamamasına borçluyuz.) 60’ların başlarında başladığı gazetecilik kariyeri Galeano’nun yazarlık yaşamının da dönüm noktası oldu. Kitaplarındaki akıcı üslubunu, tarih denizinde yüzerken az kelimeyle çok şey anlatabilme becerisini de gazetecilik mesleğine borçlu olduğunu söyler. Neredeyse her ülkenin makus talihi olan askeri darbe 1973’te Uruguay’ı sarstığında, bir süre Arjantin ve İspanya gibi farklı ülkelerde yaşamak zorunda kaldı. Latin Amerika’nın Kesik Damarları yazarın dünya çapında en çok satan ve bilinen kitabı olmakla birlikte, Kucaklaşmanın Kitabı, Gölgede ve Güneşte Futbol, Zamanın Ağızları, Ateş Anıları (3 cilt), Tepetaklak, Yürüyen Kelimeler, Söz Mezbahası ve Biz Hayır Diyoruz kitapları da Türkçede yayımlandı.

‘Bu kitap çok deli bir projeydi’
Aynalar  için ‘Neredeyse Evrensel Bir Tarih’ derken neyi kastediyorsunuz? 

Bilmiyorum, ‘evrensel bir tarih’ ya da bunun gibi bir şey demek bana fazla vakur ve ciddi geldi. Ben tarihçi değilim. Bu kitap çok deli bir projeydi. Zaman ve harita sınırlarının ötesine geçmeye çalışmak çılgınca bir maceraydı. Görünmeyenler üzerinden insanlık tarihini yeniden keşfetmeye, yeniden inşa etmeye çalışan, ırkçılık ve maçoluk, militarizm, elitizm ve başka bir çok ‘izm’lerin oluşturduğu, yeryüzündeki gökkuşağını yeniden keşfetmeye çalışmak için 600 kısa öyküden toparlandı. Kitabın amacı nihayetinde, hiç kimse olamamışların ağzından hiç kimse olamayanları anlatmaktı. 

Son yıllarda neden kısa öyküler ve denemeler tarzına yöneldiniz? Büyük hikâyeleri anlatmak için neden bu biçim? 

Enflasyona karşı savaşıyorum; parasal enflasyona değil de sözcüklerin yarattığına. Hiçbir şey anlatmayan bir dolu sözcük... Daha az sözcükle daha çok şey anlatmaya çalışıyorum. Bu bir meydan okuma. Bu yüzden, orada bulunmayı gerçekten hak eden, sessizliğe tercih edeceğim sözcükleri bulana dek, anlattığım hikâyeleri belki on-on beş kez yeni baştan yazıyorum. 

Venezüella başkanı Chavez, ABD başkanı Obama’ya Latin Amerika’nın Kesik Damarları’nı hediye ettiğinde ne düşündünüz? 

O an bilmiyordum. Kısa süre önce ölen köpeğim Morgan’la rutin yürüyüşümüze çıkmıştık; o olaydan sonra öldü, bu da bizim son yürüyüşlerimizden biriydi. Komşum, “Tebrikler Eduardo. Çok satarsın artık. Çok satan bir yazar olacaksın Eduardo” deyince çok şaşırdım. Dehşete düşmüştüm. Çok satmak mı? Satmak istemiyordum. Neydi bu şimdi? Korkunç bir şey olmuştu herhalde. “Tebrikler, çok başarılı oldun” da ne demekti? Başarılı olmak istemiyordum. “Ne? Piyasada mı başarılı oldum yani?”

“Evet, dünyanın en çok satan adamı sensin şimdi. Dünya seninle gurur duyacak.”

Ama bu benim için kötü bir haberdi. Piyasanın en iyisi olmak istemiyordum. Sadece yazarak insanlarla iletişim kurmak istiyordum.

Eh, Chavez de yeni Oprah oldu sayılır. Bildiğiniz gibi bunu Noam Chomsky için yaptığında, o da çok satanlar listesine girdi. Şimdi de size aynı şeyi yaptı... 

Aslında, çok cömert bir davranış. Gerçekten de kitap sembolik bir anlam kazandı.

Ama o kitaptan bu yana üslubum çok değişti. Artık çok farklı bir şekilde yazıyorum, tekrara düşmeyi sevmem, ‘no estoy arrepentido’, hiç sevmem, tek bir virgülde dahi.

Aslında, zenginlikle yoksulluğun, özgürlükle köleliğin birbirine nasıl sıkı sıkıya bağlı olduğunu göstermesi açısından önemli bir kitaptır. Yani, herhangi türden bir yoksulluk karşısında masum sayılabilecek hiçbir zenginlik yok; aynı şekilde, kölelikle ilgisi olmayan hiçbir özgürlük yok.

Latin Amerika’nın Kesik Damarları’nın amacı buydu, daha önce ayrı ayrı anlatılan tarihler ve tarihçilerin, ekonomistlerin ve sosyologların kullandıkları kodlanmış anlatımlar arasında bağlantılar kurmaya çalışmaktı. Bu nedenle, herkesin okuyup keyif alabileceği bir türde yazmaya çalıştım. Casa de las Americas Ödülü’nü de bu yüzden alamadı zaten, jüri kitabın ciddi olmadığına hükmetti. O zamanlar solcu entelektüeller bir şeyin ciddi sayılması için sıkıcı olması gerektiğine inanıyorlardı. Bu yüzden, sıkıcı değilse ciddi de değildi. Daha sonra, talihime bakın ki, askeri diktatörlük kitabı çok ciddi bulup yaktı. Benim en iyi reklamım ve pazarlamam da bu oldu.

 Latin Amerika’nın Kesik Damarları kitabından Obama’nın ne öğrenmesini istersiniz?

Kimseye bir şey öğretmek istemiyorum. Asla. Aslında, Obama ve ABD hükümeti, ya da halkı, ‘liderlik’ sözcüğünü ‘dostluk’ sözcüğüyle değiştirirlerse çok memnun olacağım. Çünkü liderlik, birinin başkaları üstündeki tahakkümünü ifade ediyor. Gerçek insan ilişkileri yataydır, dikey değil; yardımseverlik yerine dayanışma vardır ve başkalarının dayattığı hiçbir sınır ya da sınıf yoktur. Dünyanın kuzeyi, Tanrı onları güneyin öğretmenleri olsun diye yaratmışlar gibi davranıyor ve sürekli sınava çekme halindeler. Mesela, Venezüella demokratik bir ülke mi? Biz karar vereceğiz, çünkü demokrasi öğretmenleri biziz. Bu demokrasi öğretmenleri de askeri diktatörlüğün fabrikaları aslında. Yani ABD, -aslında sadece ABD de değil, bazı Avrupa ülkeleri de- askeri diktatörlük yönetimini tüm dünyaya yayıyorlar. Demokrasi öğretmeye muktedir olduklarını sanıyorlar. Bu yüzden kimseye hiçbir şey öğretmek istemiyorum. Tek istediğim, anlatılma- yı hak eden hikâyeleri anlatmak. Hepsi bu.

www.democraynow.org sitesinden derlenmiştir.

AYNALAR

Neredeyse Evrensel Bir Tarih
Eduardo Galeano
Çeviren: Süleyman Doğru
Sel Yayıncılık
2009
387 sayfa, 20 TL

.



http://bianet.org/biamag/dunya/119624-eduardo-galeanodan-haiti-dersleri


Eduardo Galeano'dan Haiti Dersleri


Galeano, "uygarlık tarihi"ni tersinden yazdığı son kitabı "Aynalar"da Haiti'nin özgürlük mücadelesini ve sömürülüşünü de anlatıyor: " İlk özgür ülke, gerçek anlamda özgür ülke Haiti olmuştur."




Montevideo - BİA Haber Merkezi

23 Ocak 2010, Cumartesi

Uruguaylı sosyalist yazar ve gazeteci Eduardo Galeano, son kitabı "Aynalar"da* "uygarlık tarihini", hep yapmayı sevdiği gibi, "tepetaklak" ediyor ve öyle anlatıyor. Bu kitap aynı zamanda, ayrımcılığın, baskıcı iktidarın ve özgürlük mücadelesinin tarihi. Türkiye 'de medya, Haiti'nin farkına ancak on binlerce kişinin öldüğü depremden sonra vardı. Galeano'nun kitabından Haiti'yle ilgili bazı bölümleri alıntılıyoruz.

Beyaz Lanet


Haiti'nin siyah köleleri Napolyon Bonapart'ın ordusuna esaslı bir şamar indirdiler. Ve 1804 yılında Özgürlerin bayrağı yıkıntılar üzerinde yükseldi.

Zaten Haiti en başından beri hep acılar çeken bir ülke olmuştu. Fransız şeker üretim sahalarına topraklar ve kölelerin kol gücü kurban edildi. Ardından da savaş felaketi nüfusun üçte birinin telef olmasına yol açacaktı.

Bağımsızlığın doğuşu ve köleliğin ölümü, siyahların kahramanları, dünyanın beyaz sahiplerine yönelik affedilmez aşağılamalar oldular.

Napolyon'un on sekiz generali isyancı adaya gömülmüşlerdi. Kan gölünde dünyaya gelen yeni ulus ablukaya ve yalnızlığa mahkum bir şekilde doğdu: hiç kimse ondan bir şey satın almıyor, hiç kimse ona bir şey satmıyor, hiç kimse onları tanımıyordu. Haiti, sömürgeci efendisine karşı sadakatsiz davrandığı için Fransa'ya devasa bir tazminat ödemek zorunda kaldı. Yaklaşık bir buçuk asır boyunca ödediği bu saygınlık günahının kefareti, diplomatik tanınmaya karşılık olarak Fransa'nın ona dayattığı bedeldi.

Onu resmen tanıyan başka bir ülke olmadı. Her şeyini ona borçlu olmasına rağmen Simon Bolivar'ın Büyük Kolombiya'sı bile onu resmen tanımadı. Oysaki Haiti Bolivar'a gemi, silah ve asker verirken, öne sürdüğü yegâne koşul onun kölelere özgürlüklerini vermesiydi, ama böyle dünce Kurtarıcı'nın kafasından geçmemişti bile. Bolivar bağımsızlık savaşını kazandı, ama bir süre sonra düzenlenen yeni Amerikan ulusları kongresine Haiti'yi davet etmeye karşı çıktı.

Haiti Amerikaların cüzamlısı olarak kalmayı sürdürdü.

Thomas Jefferson daha başından beri hastalığı o adada hapsetmek gerektiği konusunda uyarıda bulunmuştu, zira orası kötü bir örnek teşkil ediyordu.

Hastalık, kötü örnek: itaatsizlik, kargaşa, şiddet. Güney Carolina'da yasalar, bütün Amerika kıtası tehdit eden kölecilik karşıtı coşkusunun bulaşma riskine karşı herhangi bir zenci denizciyi, gemisi limanda bulunduğu sürece, hapse atmaya olanak sağlıyordu.

Bu coşkuya Brezilya'da verilen isim Haiticilik idi.

Kölelik Birçok Kez Öldü


Herhangi bir ansiklopediyi aç. Köleliği ilk kaldıran ülke hangisi olduğuna bak. Ansiklopedinin vereceği yanıt bellidir: İngiltere.

Gerçekten de, dünya köle ticareti şampiyonluğunu kimseye bırakmayan Britanya İmparatorluğu günün birinde, insan eti satışının artık eskisi kadar getirimli olmadığını anlayınca fikir değiştirir. Londra köleliğin kötü bir şey olduğunu 1807'de keşfetmiştir, ancak kararı yeterince ikna edici bulunmamış olsa gerek, otuz yıl sonra bunu ilk kez yinelemek zorunda kalır.

Fransız Devrimi'nin sömürgelerdeki kölelere özgürlüklerini verdiği de bir gerçektir, ancakölümsüz diye adlandırılan özgürleştirici karar kısa süre sonra Napolyon Bonapart tarafından katledilerek öldürülmüştür.

İlk özgür ülke, gerçek anlamda özgür ülke Haiti olmuştur. Köleliği İngiltere'den üç yıl önce, yeni kazandığı bağımsızlığını kutlarken ve unutulmuş yerli ismini tekrar elde ederken, şenlik ateşlerinin aydınlattığı bir gecede kaldırmıştır.

Amerika Kıtasına Demokrasi Ekmenin Kısa Tarihi


1915'te Birleşik Devletler Haiti'yi istila etti. Robert Lansing hükümet adına yaptığı açıklamada,vahşi yaşama yönelik doğuştan gelen eğiliminden ve Medeniyete yönelik fiziki yetersizliğindenötürü kendi kendini yönetme kapasitesine sahip olmadığını ifade etti. İşgalciler orada on dokuz yıl kaldılar. Vatanseverlerin lideri Charlemagne Péralte bir kapının üzerine çivilenerek çarmıha gerildi.

Siyah Olmak Yasak


Haiti ve Dominik Cumhuriyeti, Masacre [Katliam] adındaki bir nehirle ayrılan iki ülkedir.

Daha 1937 yılında böyle anılıyordu, ama nehrin adının bir kehanetin eseri olduğu daha sonra anlaşıldı: Dominik Cumhuriyeti tarafındaki şekerkamışı tarlalarında çalışan binlerce Haitili işçi bu nehrin kıyısında pala darbeleriyle katledildiler. Fare suratlı, Napolyon şapkalı Generaller generali Rafael Leonidas Trujillo, ırkı beyazlaştırmak ve hiç de saf olmayan kendi kanındaki şeytanı kovmak için siyahların katledilmeleri emrini verdi.

Dominikli gazetelerinin bu olaydan hiç haberi olmadı. Haiti gazetelerinin de öyle. Üç haftalık sessizliğin ardından, bir şeyler yazılıp çilince Trujillo olayın abartılmaması konusunda uyardı, zira ölenlerin sayısı on sekiz binden fazla değildi.

Uzun tartışmaların ardından ölü başına yirmi dokuz dolar ödeme yapıldı. (EG/SD/TK)



Paradokslar arasında gezelim ve paradoksları kışkırtmaya devam edelim: 

Aleijadinho, Brezilya’daki en çirkin adam, Amerika sömürge çağının en güzel heykellerini yaratmıştır. 

Marco Polo’nın gezi kitapları, özgürlük maceraları, Ceneviz hapishanelerinde yazılmıştır. 

Don Kişot de La Manşa özgürlük savaşçısı, Seville cezaevlerinde üretilmiştir. 

Müziklerin en özgürü olan caz, ‘aşağılık zenci’ kölelerin torunları tarafından tarih sahnesine çıkarılmıştır. 

En büyük caz gitaristlerinden çingene Django Reinhardt’ın sol elinde yalnızca iki parmağı vardı. 

Grimod de la Reynière’nin, Fransız mutfağının büyük şefinin, elleri yoktu. O, demir kancalarla yazıyor, yiyor ve pişiriyordu. 
*Eduardo Hughes Galeano, Uruguaylı ünlü bir gazeteci, yazardır. Galeano'nun, Latin Amerika'nın Kesik Damarları da dahil pek çok kitabı birçok farklı dile çevrilmiştir. Yazı, Galeano'nun son kitabı Aynalar'dan ikinci seçmelerdir. İlk seçmeleri 'Yürüyen Bir Paradoks' adı altında daha önce çevirmiştik.
*** 
Marco Polo’nın gezi kitapları, özgürlük maceraları, Ceneviz hapishanelerinde yazılmıştır. 

Don Kişot de La Manşa özgürlük savaşçısı, Seville cezaevlerinde üretilmiştir. 

Müziklerin en özgürü olan caz, ‘aşağılık zenci’ kölelerin torunları tarafından tarih sahnesine çıkarılmıştır. 


ATILIM