Uğur Aydemir
E limizde
avucumuzda kalan mümkünleri döke saça gelip dayandığımız yerde utangaç sıkılgan
yorgun umutganlıkla, külrengi bir ufka gözlerimizi dikmiş, zindanımsı bir
dünyanın içinde bekliyoruz. Sinsiyetin zerresini barındırmayan bir
iktidarın bizi içeride, içeriden sarıp sarmalayacak iç güvenlik yasasını tüm
içerlikliğimizle kötülemekteyiz ama iktidarın bizi nedenli düşündüğünün, bizim
için iyilikler tasarladığının farkında dahi değiliz. Ancak; kötülüğün, vahşetin
handiyse bilinç düzeyine çıkarak, sanki bir gerçeği tüm acımasızlığıyla
haykırdığı, simgesel bir düello sahnesinde çalımla gezindiği, çalkanan bir
zaman kesitinde yere çalınıp yerden kazınmaktayız. Kimimiz son bir gayretle
bağırmakta ya da sorgusuz sualsiz sonunu beklemekte: minibüs, ev, sokak
içlerinde. Sözgelimi bir fırıncı ya da bir esnaf kapısının önünden kar kürenir
gibi kazınmaktayız.
İçeridekiler ve
dışarıdakiler
Deniz Aktaş, belki
de yok sanan duyulmayan benliğine inat, öldürülmeden önce son kez “beni
kurtarın,” diye haykırdı kapının ardında bekleyenlere. Belki de
sözlerimsiz kalmasın bir anafora tutulduk da bunca üzerimizden aşıp gidiyor her
şey. Keşke şu desinlerci tutumların hafifliğinden sıyrılabilsek, bizi
zincirlere bağlayan sosyal ağların, haber akışlarının, gerçekliği imgesel
olarak yoğuşturup buharlaştırarak acıklı bir melodrama dönüştüren, her şeyin
içini boşaltan, bir an için teskin eden
ama özünde hiçbir yaraya merhem olmayan televizyonun da içinden çıkabilsek.
Belki böylelikle, daha fazla suça bulaştıkça eş anlı olarak toplumsal adlı
dizgede suçun artışına neden olan bir iktidarın kapı kullarının umarsız
kulaklarında çınlamak zorunda kalmazdı o son sözler.
Ancak, despotun
sesi her yerde yankılanıyor, her yerden duyuluyor. Daha fazla disiplin, daha
fazla yetki istiyor; iç güvenlik yasası istiyor. Tüm babacıllığı ile sigaranın
zararlarından bahsederek mahalle baskısının uygulanmasını talep ediyor. Evet,
her yere ulaşan sesi diyar diyar gezerek, daha yenilerde, bir sokak arasında
kartopu oynayan Nuh Köklü ve arkadaşlarının o cıvıl cıvıl seslerini bastırmaya
yetiyor. Anlaşılan o ki, iktidarın doğası gereği, kendi sesinden başkasına
tahammülü olmayan despota tüm bunlar yetmiyor ve tüm bir toplumu bir aileye
çevirip ev içlerine hapsederek bir baba gibi yönetmek istiyor. Oysa, ilmik
ilmik çözülen bir toplumsalda suç oranlarındaki artışın iktidar ile nasıl sıkı
sıkıya ilişkili olduğuna, şiddetin nasıl sarmallaştığına yakından baktığımızda,
suçun iktidar tarafından üretilen bir olgu olduğu görülecektir. İktidar bir
yandan suç üretirken, bir yandan da suçun önlenmesine dair önlemler ile daha
fazla iktidar üretmektedir. Michel Foucault’nun “iktidar ekonomisi” adını
verdiği bu süreç esas olarak hapishanenin simgeselliği ve suçun
kişiselleştirilmesi üzerinden disiplinin yaygınlaşmasını amaçlar.
İktidar ekonomisi
F oucault,
disiplinel toplum inşasını ekonomik, hukuki –siyasal, bilimsel süreçler olmak
üzere üç aşamaya ayırır. İktidar adlı aygıt öncelikle beden ve mekan üretme
makinesi olarak işler; iktidarın görünmez bir hale geldiği hapishaneler,
okullar, adliyeler, kışlalar gibi kurumlar bu iktidarın uzamını oluşturur, ki
bu uzam aynı zamanda toplumsalı oluşturur. Bu uzama yayılan hapishanenin
kapatma ve gözetim altına alma
yöntemleriyle, insan bir yandan görülmeden gören bir göz tarafında gözetim
altına alınırken bir yandan da bu gözetim boyunca devasa bir bilgi nesnesi
haline gelerek iktidara hizmet eder. Foucault, “Suç adaleti diğer parçaları
(onun altında değil de, yanında olan parçaları) polis, hapishane ve suçluluk olan,
genel bir yasadışılıklar ekonomisinin menzilidir,” der. (Michel Foucault,
Hapishanenin Doğuşu, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Yay.)
İşte bu
toplumsalın içindeki bireyler, görmedikleri, karşısına dikilemedikleri
iktidarın egemen sınıfsal yapılara tanımış olduğu suç işleme özgürlüğünü, bir
anlamda bilinçdışı bir itkiyle, elinden almaya, suçu çalmaya yönelirler.
Her gün bir yenisi işlenen kadın cinayetlerinin, artan şiddetin ve artık
patlama noktasına gelen bir memleket için verilebilecek en yerinde örneklerden
biri 17-25 Aralık yolsuzlukları olacaktır. Böylesi bir olgu karşısında suç ve
otoriterleşme aynı oranda artış gösterecek, bireyler canavarlaştırılacak, idam
edilmeleri dahi önerilecek; ancak iktidar genelleşen bu kötülüğü, kendini bir
iyilik timsali olarak sunarak alttan alta iç güvenlik yasasının zemini
oluşturulacak.
Kafka’nın, Yasa
Önünde adlı öyküsünde taşralı bir adam herkese açık olmasını beklediği yasadan
içeri girmek ister; ancak yasanın önünde dikilen bir kapıcı tarafından
engellenir. Adam daha sonra girip giremeyeceğini sorduğunda ise muğlak bir
cevap alır. Her daim açık duran kapıdan içeride başka kapıların ve kapıcıların
da olduğunu fark eden
adamın merakı karşısında kapıcı; “madem bu kadar istiyorsun, olmaz dememe
aldırma, bir dene bakalım,” der; ama böylesi bir girişimi göze alamayan adam
beklemeye devam eder. Artık ömrünün sonunda, iki büklüm bir halde: “Niçin
benden başkası bu kapıdan girmeyi denemedi?”diye sorar ve o kapının sadece
kendisi için olduğunu öğrenir. Yine, Robert Walser’ın kısa öykülerinde birinde,
Schwendimann adlı bir adam doğruluğu aramaktadır. Hastane kapısından adliye
kapısına, oradan hapishanelere, düşkünler yurduna, bir balo salonuna ya da
doğumhaneye kadar her yere bakar; ama aradığı şeyi hiçbir yerde bulamaz.
Her iki anlatının
bize sezdirmeye çalıştığı şey, bir bakıma ortak iki zemin olan, yasa ya da
doğruluğun, herkes için geçerli olup olamayacağı ve iktidar adlı aygıtın
örgütlenmiş biçimi olan devletin kurum ve kurallarıyla insanı nasıl ürettiği;
devletin varlık nedeninin insanın özgürleşmesi olduğunu öne süren modern devlet
anlayışının bir yanılsama ile insanı nasıl bir cendereye aldığı ve yok
saydığıdır.



