Friday, October 30, 2015

“Zorbanın Zoru” – Mercan Doğan

İvan Vasiliyeviç (IV. İvan), nam-ı diğer “Korkunç İvan”, o güne kadar “Büyük Moskova Prensi” unvanını kullanan Rus hükümdarlarının aksine “Çar” unvanı ile 1547’de tahta çıkmıştı. Bu, sadece unvanın isminin değişmesi anlamına gelmemiş; yetkilerini de kat be kat arttırmıştı. İntikamcılığı, hırsı, acımasızlığı ve dengesizliğiyle ünlü Korkunç İvan, ihanet ettiği gerekçesiyle oğlunu bile gözünü kırpmadan katletmişti. Çar unvanıyla eline geçen gücü daima katliamlarda ve işkencelerde kullanmış; düşmanlarını yağda kaynatmış, kazığa oturtmuş, onların dillerini kesmişti; tarihin ünlü zorbalarındandı.
Zorba, çeşitli sözlüklerde; “Gücüne güvenerek hükmü altında bulunanlara söz hakkı ve davranış özgürlüğü tanımayan kimse, müstebit, mütegallibe, diktatör, güç gösterisi yapan, despot.” olarak tanımlanır.
Machiavelli ve Prens: Floransalı ünlü devlet adamı Niccolo Machiavelli “Prens” adlı kitabında, siyasetin insanlara boyun eğdirme sanatı olduğunu ifade eder; prense devleti ele geçirmenin, yönetmenin ve korumanın yollarını anlatır. Prens, etik ve ahlaki ilkeleri ihtiyaçları doğrultusunda yok saymalı, gücünü korumak için her şeyi yapmalıdır. Machiavelli’ye göre bir prens devleti elinde tutmak için sık sık verdiği söze karşı, iyilikseverliğe karşı, insanlığa karşı, dine karşı davranmak zorundadır. Bu yüzden tarihin rüzgârına göre, durumların değişmelerine göre, dönmeye hazır bir zihne sahip olmalıdır. Kendinden nefret ettirmemelidir; ancak gücünü kendisini sevdirerek değil korkutarak toplamalıdır.
Machiavelli bu kitapta prense, gücü ve dengeyi korumak için savaşı ve acımasızlığı telkin eder. Çünkü “Adalet güçlüden yanadır.” Temelde aslolan şey amaçlardır; “Amaca giden yolda her şey mübahtır.” Ayrıca Machiavelli’ye göre, gerektiğinde birilerinin devlet tarafından öldürülmesi, çok daha fazla insanın yaşamasını sağlar.
Günümüzün Makyavelist ZORBAsı
Günümüzde de söylemleri ve yaptıklarıyla Korkunç İvan’ı, Hitler’i, Yavuz Sultan Selim’i aratmayan, Makyavelist bir zorbayla karşı karşıyayız. Bu zorba, gittikçe daha da otoriterleşmekte, yalancılaşmakta, gaddarlaşmakta, tahammülsüz ve rakipsiz bir güç haline gelmektedir.
“Amaca Giden Yolda Her Şey Mübahtır”
İstekleri ve amaçları uğruna, Machiavelli’nin bahsettiği “dönmeye hazır zihniyle” kurduğu ilişkiler dengesiz olur ve bu sebeple zorbaya güvenilmez. Dün dostu olanı bugün düşman, dün düşmanı olanı bugün dost ilan edebilir. Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık sürecinde çeşitli ittifaklar yaptığı Fethullah Gülen ve cemaatini, yeni iç politikaları doğrultusunda paralel ve illegal ilan eden zorba; Ortadoğu sorunlarında beraber masaya oturup çözüm ürettiği, türlü anlaşmalar yaptığı ve “kardeşim” dediği Esad’ı, yeni dış politikaları doğrultusunda despot ve katil ilan etmiş, Esad yerine “haset”i çağrıştıran “Esed” ismiyle seslenmeye başlamıştır.
Zorba, güvenilmezliği kadar katliamlarıyla da dikkat çeker. Soma’da katlettiği madencilerin ailelerine yumrukla saldırıp tartaklayacak kadar gaddardır. Halkların direnişi karşısında güçsüz düştüğünde, çıkarları doğrultusunda “Eğer siz ne mutlu Türküm diyene derseniz, o da ne mutlu Kürdüm diyene der.” açıklamaları yapmış, gerek oy gerekse stratejik hesaplar uğruna Kürt halkına önce çözüm sonra barış vaat etmiştir. 7 Haziran seçimlerinde AKP tek başına iktidar olamadığında başkanlık planlarının sarsılmasının ardından, tüm bu süreçleri yerle bir ederek açıktan savaş ilan etmiş; katliamlarını yükseltmiştir. “Hangi dilden anlıyorlarsa o dilden kendilerine konuşmak suretiyle yola devam edeceğiz.” demiş; yüzlerce devrimciyi, beslediği IŞİD’in bombalarıyla Amed’de, Suruç’ta, Ankara’da katlettirip bunların bahanesiyle operasyonlar düzenleyip siyasi soykırımlar, infazlar, türlü işkenceler gerçekleştirmiştir. Bütün bunlara bir başkaldırı niteliğinde özyönetim ilan edilen alanlarda OHAL’lerle karşılık verip sivilleri katlettirmiştir. Zorba, düşman bellediklerini katlettirdikten sonra cansız bedenlerini zırhlı araçlara bağlatıp sürükletmiş, çırılçıplak soydurup teşhir malzemesi olarak kullanmıştır. Netice olarak Zorba 7 Haziran – 1 Kasım seçimleri arasında, çoğu çocuk 700 insanı, katlettirmiştir.
“Adalet Güçlüden Yanadır”
Machiavelli’nin prensinin adalet konusunda iki ilkesi vardır; yasalara uymak ve yasa koymak. Zorba da istediğini elde etmek için kendi hukukunu, kendi yasalarını hazırlayarak iç güvenlik yasası başta olmak üzere iktidarı döneminde çıkardığı birçok yasayla yaptıklarını meşrulaştırmaya çalışmıştır. 17-25 Aralık operasyonları sonrasında, HSYK’da düzenleme yapıp kendisine biat etmeyen hakimlerin çoğunu saf dışı bırakmıştır. “Büyük Usta”sı olduğu AKP içinde bile, farklı sesler çıkaranı ya susturmuş ya da uzaklaştırmıştır.
Zorba, hakimiyetini kaybetmemek için gittikçe güçlenmek zorundadır; çünkü “Adalet güçlüden yanadır”. Gücünü, güçlü imajıyla pekiştirdiğini bildiğinden, sahibinin sesi Sabah gazetesine kendini “dünyanın en karizmatik lideri” seçtirmiştir. Bu imajını, mutlak gücünü, son olarak geçtiğimiz günlerde gerçekleştirdiği -göçmenlerin Avrupa’ya geçmesine izin vermeyip kamplara yerleştirmesi karşılığında TC’nin AB’den 3 milyon avro alması meselelerinin gündem edildiği- Merkel görüşmelerinde oturduğu tahtıyla, -inşaatının başladığı günden itibaren politik gündemden düşmeyen- 1000 odalı sarayıyla da pekiştirmektedir. En küçük devlet birimini bile -muhtarlarla ilişkiler- doğrudan kendisine bağlamaktadır. Böylece devletin en ücra köşesini bile kontrol altında tutmayı amaçlamaktadır.
“Milli irade” söylemleriyle bütün toplumun iradesini kendisinde toplar ve dolayısıyla bütün “belaları” bertaraf ederek adaleti de kendisinden yana koyar. Bunları Machiavelli’nin dediği gibi, kendisini sevdirerek değil kendisinden korkutarak gerçekleştirir. Bazı kamuoyu araştırmalarına göre, toplumun üçte ikisi bu zorbadan korkmaktadır.
Bu zorba, İvan nasıl Rusya’nın ilk çarı olduysa, TC’nin ilk başkanı olacağını ve bu amacın önüne kim ya da ne çıkarsa çıksın, ortadan kaldıracağını söylemektedir. Evet bu Zorba’nın adı Recep Tayyip Erdoğan’dır. Güç uğruna, başkanlık uğruna halkları katletmeyi sürdüren Zorba Tayyip Erdoğan, 1 Kasım seçimlerinde de AKP yeterli sayıda sandalye alamazsa, yani başkanlık planları tekrar sarsılırsa kuşkusuz katliamlarını, zorbalıklarını arttırabileceği son noktaya kadar arttıracaktır. Zorba, başkanlık amacına giden her yolu tekrar tekrar deneyecektir.
Şimdi Zorba İvan’a ne oldu diye sorarsanız, koruması ve damadı olan Boris Godunov adlı başka bir zorba tarafından hiç beklemediği bir anda, satranç oynarken zehirlendi ve tarihe gömüldü. Tarihteki başka zorbaların tahtı ise aynı satranç tahtasındaki piyonlar tarafından yerle bir edildi. Şimdilerde ise soru şu: Zorba Tayyip Erdoğan nasıl yenilecek? Yakınlarından hiç beklemediği bir başka zorba mı yenecek? Yoksa katlederek bitiremediği halklar tarafından yerle bir mi edilecek?
Mercan Doğan
mdogan@meydangazetesi.org
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 29. sayısında yayımlanmıştır.

Wednesday, October 28, 2015

SUSACAK MISIN?

Ahmet Altan

Ahmet Altan

27 Ekim 2015 Salı 21:14

İnsan kendi acısının derinliklerine, ışıksız kuytuluklarına, yaralı bir hayvan gibi kendi keder denizinin en diplerine çekilip saklansa da Türkiye’nin mızrağı gelip gene de böğrüne saplanıyor.

Sen kendi acınla susmaya çalışırken, Türkiye kendi acısıyla seni çığlıklar atmaya zorluyor.

Polisler kurt sürüleri gibi bir eve baskın  yapıp masum bir genç kızı vurup öldürüyorlar.

Genç kızın tabutunu görüyorsun…

Tabutuna atılan çiçekleri…

Babasını…

Susacak mısın?

Sussan, nasıl susacaksın?

Susanlar var, yazar kılığında, bir hırsız çetesinin erketeliğine soyunmuş, maaş diye soygundan pay alan reziller var, kendilerini para karşılığında kullandıra kullandıra aşınmamış yeri kalmayan kullanışlı sefiller var, alçakça bir zorbalığı dilleri dışarda zevkle seyredip iktidardan cinayetleri alkışlama karşılığında kanlı bir bahşiş bekleyen, omurgaları maaş çekleriyle kırılmış yağlı sürüngenler var.

Onlar susar.

Sen nasıl susacaksın?

Utanmadan “biz gidersek beyaz Toros’lar gelir” deyip, “siyah Ranger’larına” Kürt sokaklarının kuşatılmış gecelerinde baskınlar düzenletip, çocukları vurduranların öldürttüğü gençler ağıtlarla toprağa bırakılırken ne yapacaksın?

Nasıl susacaksın?

Kimin acısı, kiminkinden kıymetli?

Başkaları acı çekerken nasıl saklanacaksın kendi acının derinliklerine?

Ağlayan Kürt analarını görüyorsun, yüzlerine bir dövme gibi kazınmış o kara kederi görüyorsun, sevdiklerinin arkasından sessizce ağlayan genç Kürt kadınlarının billurdan tomurcuklar gibi damlayan göz yaşlarını görüyorsun…

Susacak mısın?

Susmanın, alçaklarla aynı safta buluşmak anlamına geldiği bu zor günlerde, o acıları görmezden mi geleceksin?

Ankara’da bombalarla parçalananların, hastane bahçelerinde haber bekleyen yakınlarına yapılan zulümler var, onların o yağmurlu taş avlularda bir umutlu haber için bekleyişlerine bile tahammül edemeyen korkunç bir zorbalık var.

O insanlar orada beklemiyormuş, çile çekmiyormuş gibi onlara aldırmayan, onlar yokmuş gibi davranan, onlara yapılanlara ses çıkarmayan bir gazetecilik var.

Hastane bahçesinde haber beklemenin ne olduğunu biliyorum.

Doktorların gözünde bir ışık pırıltısı görmek için bakmanın, o sessiz yakarışın ne olduğunu biliyorum.

Bir de bunlara açlığı, soğuğu, aldırmazlığı, aşağılamayı ekliyorlar.

Evladından bir haber alabilmek için bekleşen yaşlı başlı insanları horluyorlar, iteleyip kakalıyorlar, bir bardak suyu bile onlara fazla görüyorlar, dağılıp gitsinler istiyorlar.

Susacak mısın?

Onların acılarını bile sömürerek, gerçekleri çarpıtarak, iki oy daha fazla almaya çalışan, tüyleri kandan parlayan akbabaların arasına mı katılacaksın?

Nasıl sessiz kalacaksın?

Seçimlere beş gün kala, özgürce ses çıkarılabilen birkaç televizyonu susturabilmek için baskınlar düzenliyorlar, yönetimlerine el koyuyorlar, kendi adamlarını “kayyum” diye atıyorlar.

“Hesapları o kadar mükemmel ki mutlaka suçludur” diyen bir bilirkişi raporuna dayanarak televizyonları susturabilmek için mahkeme kararları çıkartıyorlar.

Yargıyı bile gayrımeşru duruma düşürüyorlar.

Polislerle televizyon binalarına giriyorlar.

O televizyon binalarının önünde birikmiş başörtülü genç kızları görüyorum, gelen polislere “hırsızlar dışarı” diye bağıran, çevrelerine dizilmiş tomalardan, makineli tüfekli, kaskları demirden polislerden korkmayan genç kızları.

“Silahımız yok, Allahımız var” diye bağıran başörtülü yaşlı kadınları görüyorum.

İnsanların üstüne saldıran polisleri görüyorum.

O gül yüzlü kızlar bağırırken, başörtülerini rüzgarda dalgalandırarak polislerin üstüne yürüyen o yaşlı kadınlar direnirken susacak mısın?

O kızları “darbeci” ilan eden, sarayların karanlık dehlizlerinde beslenmiş, tek amacı biraz daha iktidarda kalıp biraz daha para yolmak olan o kemikleri kıkırdaklaşmış çamur rengi sürüngenlerin arasına mı katılacaksın?

Baskın yiyen televizyon binasında CHP’lileri, MHP’lileri, HDP’lileri görüyorum, haksızlığa uğrayanların yanına koşan, her fikirden cesur gazetecileri, yazarları görüyorum, rezilce bir zorbalığa karşı her türlü görüş ayrılığını bir yana bırakarak birlikte mücadele eden aydınlık insanları görüyorum.

“Zorbalığa geçit yok” diye elele veren, bu ülke için benzersiz bir ümit yaratan o insanları görüyorum.

Onlar her türlü tehdite, baskıya, zorbalığa, alçaklığa karşı cesurca karşı koyarken susacak mısın?

Nasıl susacaksın?

Kendi hırsızlıklarına şimdi katilliği, eşkiyalığı, zorbalığı da ekleyen bir iktidarın, bu toplumu kan dolu bir çukura itmeye çabalamasına, biraz daha fazla para çalabilmek için daha fazla insanın ölümünün önünü açmasına, kural, kanun, ölçü, değer tanımayan bir despotlukla bu ülkeyi paramparça etmek için delice kıvranmasına karşı nasıl sessiz duracaksın?

Memleketi iliklerine kadar soyuyorlar.

İnsanları insafsızca öldürüyorlar.

Adaleti yok ediyorlar.

Devleti bir daha yeniden bir araya getirilmesi zor bir şekilde parçalarına ayırıyorlar.

Ağlayan kadınları, direnen kadınları, cesur ve acılı kadınları görüyorum.

Ölen çocukları görüyorum.

Bütün bunlar gözünün önündeyken nasıl susacaksın?

Nasıl kendi kederinin en diplerine saklanabileceksin?

Her yanından zıpkınlanmış, vurulmuş, kanı akıtılmış bir toplumun içinde nasıl sessiz kalacaksın?

“Gelin” diye bağırmak istiyor insan, “makineli tüfeklerinizle, siyah Ranger’larınızla, tomalarınızla, polislerinizle, kanunlara uymayan yargıçlarınızla gelin.”

Biz buradayız, her gün biraz daha birleşiyor, her gün biraz daha güçleniyoruz.

Sonuna kadar direneceğiz.

Siz o Kürt kadınlarını, o başörtülü kızları, o öfkesini sakınmayan şehirli kadınları birleştirdiniz zorbalıklarınız karşısında.

Bu, sizin felaketiniz olacak.

Sizin zehriniz, bu ülkeye panzehir oluyor.

Siz öldürdükçe biz iyileşiyoruz.

Sizi hak ettiğiniz yere göndereceğiz.

O sanık sandalyelerinde yaptıklarınızın hesabını vereceksiniz.

O zaman, kendi kederlerimizin derinlerine çekileceğiz, o zaman bir hayvan gibi kendi ıssızlığımızda yaralarımızı yalayarak iyi etmeye, acılarımızı dindirmeye uğraşacağız.

Ama o zamana kadar susmayacağız.

O güne dek bizim sessizliğimizi duymayacaksınız.

 

Monday, October 26, 2015

Putin ve ‘Yeni Dünya Düzeni’ – Ergin Yıldızoğlu (Cumhuriyet)

Tarih: 26 Ekim 2015

Putin’in geçen hafta düzenlenen yıllık Valdai Kulüp toplantısında yaptığı konuşma, esas amacının Suriye değil, ABD liderliğindeki Batı’nın etkisinin dengelendiği bir “Yeni Dünya Düzeni” yaratmak olduğunu gösteriyor.
‘Ya yeni kurallar ya da kuralsız bir oyun’
Geçen yıl, Valdai Klüp toplantısının teması “Yeni kurallar ya da kuralsız bir oyun” idi. Putin o yıl konuşmasında, Soğuk Savaş’ın ardından ABD’nin benimsediği dayatmacı, tek merkezci politikalarıeleştiriyor, II. Dünya Savaşı’ndan sonra, uzun süre barışı koruyan uluslararası kuralları yerine yenilerini koymadan yıkarsak, bu sefer oyunu tamamen kuralsız oynamak durumunda kalırız” diyordu. Putin’e göre ABD, “Soğuk Savaş” bittikten sonra kendini galip ilan etmiş, bu iddia ile davranmış, ancak birbiri ardına siyasi, askeri fiyaskolara, İslamcı terörizmin yükselerek büyük bir tehlike haline gelmesine yol açmıştı. Sonuç olarak bugün karşımızda sürekli parçalanmakta olan bir dünya düzeni, yeni bir düzen inşa etmektense birilerine karşı konuşlanma çabaları vardı. Eğer bir işbirliği ortamı yaratılamaz, herkesin uyacağı yeni kurallar oluşturulamazsa, dini, etnik çatışmaların da katkılarıyla giderek bir kaos ortamı oluşabilirdi.
Mart 2015’te, 2014 toplantısındaki tartışmaları yorumlayan bir rapor yayımlandı. Rapor Putin’in konuşmasındaki temaları genişletiyor, ABD liderliğinde Batı, onun karşısında Doğu Avrasya’da Rusya ve Çin liderliğinde bir yükselen piyasalar ülkeleri grubu olmak üzere şekillenmekte olan bir uluslararası düzen tanımlıyordu. Rapora göre Rusya, Batı’ya entegre olma çabalarını terk ederek bu grubun içinde yer alıyordu.
‘Savaş ve barış’
Bu yılki Valdai Kulüp toplantısı “savaş ve barış” konusu üzerinde yoğunlaştı. Gözlemcilere göre, Putin’in bu yılki konuşması, 2007 Münih Güvenlik Zirvesi’ndeki konuşmasından sonra Batı’ya yönelik en sert ve doğrudan eleştirileri içeriyordu.
Putin, nükleer silahların ortaya çıkmasından sonra küresel çatışmalardan galip çıkmanın olanaksızlığını vurguluyor, Soğuk Savaş’ın bitmesi ideolojik rekabeti ortadan kaldırdı ama anlaşmazlıkların jeopolitik zemini varlığını korumaya devam etti, diyor.
Putin’e göre, tek yanlı bir egemenlik modelini dayatmaya çalışmak, uluslararası hukukta ve küresel düzenleme sisteminde, siyasi, ekonomik, askeri rekabeti kontrolden çıkarabilecek dengesizlikler yaratı.
Putin konuşmasına, ABD yönetiminin ısrarla yalan söylediğini, düzen bozucu etkiler yarattığını, Rusya’yı hedef aldığını iddia etti; bu bağlamda ayrıntılı örnekler sundu. Putin’e göre Avrupa, artık ABD’nin müttefiki değil adeta “vasalı” (kulu) konumuna düşmüştü. Dahası, Ortadoğu’daki istikrarsızlığın, kaosun, nihayet Avrupa ülkelerinin iç istikrarını tehdit eden sığınmacılar krizinin arkasında ABD’nin Ortadoğu politikaları vardı.
Putin, teröristlerin ılımlı ve aşırı olarak tanımlanmasına da karşı; ABD’nin bu kadar büyük askeri gücüne karşın IŞİD’e karşı bir sonuç alamamış olmasını da kuşkuyla karşılıyordu. Putin’e göre işine gelmeyen bir rejime karşı teröristlerden yararlanıp sonra onlardan kurtulmayı ummak gerçekçi değil.
Her şeye rağmen Putin’e göre, eğer istenirse Suriye terörizme karşı işbirliği için önemli bir model oluşturabilir. Putin konuşmasında işbirliğinin önemini vurguladı ama bunun ancak Rusya’nın ulusal çıkarlarını tanıyan bir zeminde mümkün olacağının da altını çizdi.
Batı’da birçok yorumcuya göreyse, Putin Rusyası artık yerini Batı karşısında, Batı’nın yörüngesinin dışında seçiyor. Putin, yalnızca Ortadoğu’daki ülkelere değil, Avrupa’ya dünyadaki tüm gelişmekte olan ülkelere yönelik olarak konuşuyordu. The National Interest’in editörlerinden Nikolas Gvosdev’in yorumunun başlığı ise, “Putin taarruza geçti (ve Yalnızca Suriye’de değil)” biçimindeydi.
Hızla bir kamplaşma şekilleniyor. AKP Türkiyesi, hem iki kampa da bağımlı hem iki kampla da sorunları olan bir konumda. Katar ve Suudi Arabistan’ın baskılarıyla, Kürt fobisinin ve paranoyasının etkileriyle çok daha tehlikeli bir noktaya savrulmadan geriye, güvenlikli, barışçı bir noktaya çekilmeye, başlaması gerekiyor. 1 Kasım seçimleri bu açıdan da bir fırsat!


Thursday, October 22, 2015

Duygu vampirizmi itirafı ve sonrası

Ahmet İnsel

Nokta dergisinin iki haftadır yayımladığı, AKP kurmaylarının durum değerlendirmesi toplantısı notları olduğu iddia edilen metinlerin doğru olma ihtimali güçlü. Yayımlanan iki toplantı özeti, bazı AKP’lilerin aslında her şeyin farkında oldukları gibi partilerinin gidişatından son derece rahatsız olduklarını gösteriyor. Erdoğan-Davutoğlu rekabetinin parti içinde yarattığı çalkantıları, sürekli gerginlik ve düşmanlık yaratarak seçmen mobilizasyonu sağlama stratejisinin ters etki yaratmaya başladığını bunları okurken görüyoruz. 
Bu durumun, AKP çevresinin pek sevdiği bir tabirle, AKP üst aklını daha da öfkelendirdiğini, tökezlemeye başladığı anda etrafını kimlerin boşaltacağını gayet iyi bildiği için fiili olarak partiyi ve hükümeti doğrudan yönetmeye bu kadar büyük tutku ve şiddetle sarılmaya çabalamasının nedenlerini daha iyi aydınlatıyor. 
Toplantı notlarında AKP’nin iktidarda kalma dinamiklerini anlatan birçok öğe var. Bunların arasında dikkat çekici olanlardan biri, partinin yıllardır duygu sömürüsünü bilinçli olarak yaptığını, bunu kullandığını gösteren ifadeler. 
Nokta dergisinin yayımladığı metinde, bu duygu sömürüsünün 150 yıllık bir mirastan beslendiği belirtiliyor. “150 yıllık miras”, Milli Görüş hareketinin yıllarca kanalize ettiği ve iktidarlarını pekiştirip güven altına aldıklarına inandıkları andan itibaren AKP kurmayları tarafından yeniden canlandırılan, Tanzimat’la başlayan modernleşme/Batılılaşma sürecine karşı biriktirilen Sünni muhafazakâr tepkidir. Toplantı notunda buna işaret eden kişi, bu çerçevede AKP’nin toplumdaki her duyguyu sömürdüğünü itiraf ediyor. Bu yöntemi, “duygusal vampirizm” olarak tanımlıyor. Doğru da yapıyor. Duygu vampirizmi de diyebilirdi. 
Vampirizm aynı zamanda kendi beslendiği damarı da kurutur. Söz konusu değerlendirme de, AKP’nin toplumda bastırılmış dışlanmışlık ve ezilmişlik duygularını tetikleyerek, bunları “pipetle emip” kendine cansuyu yaparak iktidarını pekiştirmesinin sınırına gelindiğini ima ediyor. 
“Duygusal vampirizm”in en aşırı örnekleri, AKP medyasının önde gelen tetikçilerinden birinin kurgu haber olduğunu ifşa ettiği, Kabataş’ta başörtülü ve çocuklu bir kadına yapılan iğrenç saldırı haberi idi. Dolmabahçe camiinde içki içkildiği iddiası da. Bu kurgulanmış haber üzerinden AKP üst aklı gerçek bir“duygusal vampirizm” yapmıştı. Tetikçilerine, emri altına aldığı medya kuruluşlarına da bunu yaptırmıştı. Tayyip Erdoğan’ın, “Ah benim zavallı kardeşim, vatandaşım...”tiradı ile başlayan cümlelerinin hepsi bu duygusal vampirizmin önde gelen örnekleri olarak kullanılabilir. Şimdi de Ankara katliamının arkasında ısrarla PKK parmağına işaret etmek bu duygu vampirizminin en son örneğini oluşturuyor. 
Blaise Cendrars, çok bilinmeyen Moravegine adlı romanında, roman kahramanlarından Mascha’nın davranışını şöyle tarif eder: “Mascha, ruhun yok olmasına, duyuların canavarlaşmasına, beynin içinin boşalmasına ve kalbin tamamen kurumasına varan tutkulu nafile hayallerin yarattığı taşkınlık ve yıkımların cismanileşmiş haliydi.” Tanımladığı duygu vampirizmidir. Bunu bir edebiyatçının tarif etmesi daha çarpıcı oluyor. 
Bugün AKP’nin de bir bakıma bağımlı hale geldiği, mutlak güç olma ve bunu koruma, pekiştirme tutkusu veya buna mecbur kalma halinin bu duygu vampirizmiyle beslenmeye çalıştığını AKP’nin içinde kabul edenler, bunun romancının tarif ettiği hali de içerdiğini sanırım kabul ediyorlardır. 
Nokta dergisinin yayımladığı notlar, 1 Kasım seçimlerinin kavgasız dövüşsüz bitmesi ve ülkeyi kaosa sürükleyerek istediğini elde etmek isteyen iradenin hüsrana bir kez daha uğraması halinde, AKP kanadında da bazı olumlu gelişmeler olabileceğinin ön işaretlerini veriyor. Elbette, bu “duygu vampirizmi” onların da duyularını canavarlaştırıp kalplerini tamamen kurutmadıysa!..

Thursday, October 15, 2015

Terazi ve Siklet!

Bugün yarın hükümet sözcüleri Kanlı Cumartesi’nin ardındaki “örgüt” ya da “örgütleri” açıklayacak. Bu sabah kısa bir twit attım: “Bir örgüt alana ikincisi bedava…” Acımız öyle büyük ki artık ironinin eski tadı yok. Güldürmüyor bile. Ya da dudaklarımızda acı bir gülümseyiş beliriyor sadece.
İki örgüt varmış arkasında! 
Kimlermiş acaba? Bekleyelim de açıklamadan sonra bir kez daha acı acı gülümseyelim. İnsanın, gözünün içine baka baka aptal yerine konduğunu görmek iyice acı verici. Dün, Finlandiyalı gazetecinin hangi gazeteden olduğunu sorarak gülemediğimiz şu ortamda bizi bir kere daha gülümseten kişi, “Suriye” imasında bulundu. Yani bu Suriye, joker gibi bir şey. Elinizde ihtiyaç duyduğunuz kart yoksa onu kullanabilirsiniz. Herhalde birinci “örgüt” Suriye güdümlü bir şey olacak. İkincisini de bulurlar nasıl olsa. Kumarda, çok iyi bilmiyorum ama, galiba ikinci bir joker kullanma hakkı yok. O zaman belki de her oyun döndüğünde ellerinde hazır tuttukları “PKK” kartını kullanacaklardır. Işıd mı? O kartı gizlemeye gerek yok. Onu herkes biliyor zaten. O kartı geçmişte Suriye oyununda kullanmışlardı. Şimdi de duruma göre, yeni oyunlarda kullanıyorlar ve kullanacaklar.
Bu kumarbazlar, Kanlı Cumartesi’nin meydana geldiği katliam alanından “geçerken”, sanki birden akıllarına gelmiş gibi (hep karanfillerle mi dolaşırlar), “basına da haber vermeden” gidip, yüzlerindeki üzüntü maskeleriyle karanfil koymuşlar. Orada can veren kardeşlerimiz iyi ki görmüyorlar bu sahtekârlık manzaralarını diye neredeyse sevineceği geliyor insanın. Bu konuda da bir twit atmıştım dün: “Katil dönüp dolaşıp cinayeti işlediği mahalle gelirmiş.”
İnsanın topluma göstermek istediği törensel yüzüyle iç yüzü tamamen farklı olabilir, hatta genellikle böyle olduğu bile söylenebilir. Fakat bir yerde çehre insanın içini dışa vurabilir, istemeden de olsa. Örneğin bir bakanın sırıtışıyla dışa vurabilir. Ya da ne bileyim, “başarısızlık” kıyaslaması yapmaya kalkışıp yüzden fazla insanı katleden bombalamayı “önleyememe” başarısızlığıyla, seçimlerde gereken başarıyı gösterememeyi kıyaslamak gibi bir saçmalık ve vicdansızlık yaparken ortaya çıkabilir. Böylece olayın ne kadar hafife alındığı, aynı o bakanın sırıtışı gibi pat diye ortaya dökülüverir anında. Daha da korkuncu, bunu kendi taraftar kitleniz, neredeyse “çocuktan al haberi” denebilecek bir saflıkla, örneğin Konya’daki bir futbol maçında, katliam dolayısıyla saygı duruşuna geçen futbolcuların ıslıklanması ve yuhalanması ve ardından da tekbir getirilerek protesto edilmesiyle en çirkin ve en yalın bir şekilde ortaya koyar ve böylece karanfil koyma sahtekârlığınızı bile geçersiz kılar şu yas içindeki toplumumuz karşısında.
Ben küçükken babamla ağabeyim (benden 13 yaş büyüktü) din konusunda, felsefi konularda çok ilginç tartışmalar yaparlardı. Biz küçükler de bu tartışmaları sessizce izlerdik. Tartışma, gelip hayatın ve evrenin anlamı gibi iyice derin konulara saptığında babam derin bir nefes alır ve “efendim, bu terazi bu sikleti çekmez” diyerek tartışmayı sonlandırırdı.
Şu son katliamdan beri babamın bu sözleri dolaşıp duruyor beynimde. Öyle görünüyor ki, bu toplum bu kadar büyük bir acıyı çekemeyecek. Tek başına acı olsa belki çeker de, o acıyı katmerleştiren ikiyüzlülük, riyakârlık, sahtekârlık, kabalık ve acımasızlık da olunca yanında iyice çekilmez oluyor. Emel Kitapcı’nın yüzündeki, acı ve metanetin bileşimi olan o insanı büyüleyen asaletle, öldürülen insanlar için yapılan bir saygı duruşuna bile tahammül edemeyen, acımasızlık, kabalık ve bağnazlık nasıl bir arada yaşar, bilemiyorum.
Galiba bu terazi bu sikleti çekmeyecek.
Gün Zileli
14 Ekim 2015
www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com