Saturday, September 29, 2012

Kürtlerin ‘Haysiyet Meselesi’ ve Biz

Nuray Mert Kuşkusuz hayır bildiklerimizde şer, şer bildiklerimizde hayır var. Her şeyde olduğu gibi yazmak ve yazmamak konusunda da bu böyle. Bir süredir yazı yazmıyor olmak, benim için hayra vesile oldu, bir karanlık gidişin biraz da olsa dışında kalmak, uzaktan bakmak kanaatlerimi ve durduğum yeri gözden geçirmek için fırsat verdi, birazını sizinle paylaşayım, mümkünse birlikte dertlenelim dedim. Öncelikle Kürt meselesinden söz ediyorum, çünkü bulunduğumuz noktada en yakıcı, en can acıtıcı, en can yakıcı tüm meselelerin ucu Kürt meselesine çıkıyor, dahası, Kürt meselesi artık hepimiz için bir büyük imtihan.
Kim ne derse desin ve kendini neyle kandırmaya çalışırsa çalışsın, bu meseleden ne kaçmak, ne de yaralanıp berelenmeden kolay çıkış bulmak mümkün değil. Böylesi zor işlerde, böyle zor zamanlarda, ‘teorik bilmişlik’, ‘kurnaz laf cambazlığı’, ‘uzmanlık ruhsuzluğu’na bel bağlamak kimsenin derdine deva olmuyor. Bırakın çözümden uzaklaşmayı, sorunu büyültmeyi, en kötüsü; insanlığımızı örseliyor, eksiltiyor. Aslında tam da bu eksilme çözümden uzaklaştırıyor, sorunu büyültüyor.
Önce bırakalım, iktidarı ve devleti, olan biten üzerine akıl yürütmeye, söz söylemeye girişenler için asıl mesele şu; anlamaya ve anlaşmaya mı çalışıyoruz, kendimizi bu işten sıyırmaya mı? ‘Devlet’ dediğimiz, nihayetinde günahlarımızın kefareti. Günahlarımızı besleyip büyütmezsek ödediğimiz kefaret azalır. Devlet bizim için sorun çözmez, bu işi ona havale edersek kendini büyütür. Bize sunduğu güvenlik ve konfora ne kadar çok bel bağlarsak, karşılığında ödediğimiz esaret bedeli büyür. Bu, Kürt meselesi için de, başka meseleler için de böyle!
Gerçeklerden kaçmanın sonu yok, ortada bir isyan ve onu bizim adımıza sindirmeye çalışan bir devlet var. Hepimiz biliyoruz; isyan, durduk yerde çıkmaz. İnsan zorundan isyan eder, daha doğrusu kendisine dayatılanlar artık ‘zoruna gittiği’ için isyan eder, zoru bozmak için, zor bir yola girer. Ama bir kez bu yola girdikten sonra, o kadar zorluğu göze aldıktan sonra, karşısındakine kolay çıkış yolu bırakmaz. Neden bıraksın?
Bu ülkede yaşayan Kürtlerin bir kısmı, bir süre önce, bir kez daha isyan ettiler. Zorlarından ettiler, birçok şey zorlarına gittiği için ettiler, bu uğurda türlü zorluklara göğüs gerdiler. Onaylarsınız, onaylamazsınız, hoşunuza gider gitmez, teorilerinize uyar uymaz, analizlerinize sığar sığmaz, düşünce konforunuzu bozar bozmaz, artık orası sizin sorununuz, bizim sorunumuz. İsyan edenlerin sorunu değil. Bizim sorunumuz, işler bir kez bu kerteye dayanınca, bu noktadan sonra, ‘ben bu oyunda yokum’ deme lüksümüzün olmaması. Artık, hepimiz olan bitenin bir tarafındayız. Kavgadan uzak durma fantezimizi, ‘her tarafa eşit mesafe’ konforunu, isyanı bastırmaya girişen devletin kullandığı ‘zor’ sağlıyor. Bunu hepimiz biliyoruz, devlete dur demek güç olduğu için, dahası aslında en asi olanımız bile sırtını devletine dayadığı için, konforunu buna borçlu olduğu için, bu durumdan kendimizi kurtarmanın yolunu isyan edene ‘dur artık isyan etme!’ demekte görüyoruz. Asıl mesele bu!
İsyan edenlerin dışında kalan bizlerin, sırtımızı devlete dayamış yaşıyor olma durumu ‘ağrımıza gidince’ tek yapabildiğimiz şey; isyan edene yüklenmek, bu günahtan bizi kurtarma işini de onlara havale etmek oluyor. Kurnazlıksa kurnazlık! Hem nasılsa teoriler, analizler bizden yana. Herkes Kürt uzmanı, herkes PKK analisti, herkes barış sözcüsü, herkes arabulucu, herkes akıl hocası, herkes akil. İsyan eden ‘hasta’, geri kalan herkes doktor, isyan eden ‘ahmak’, geri kalan herkes akil, isyan eden ‘şiddetsever’, geri kalan herkes barışcı!
Dahası, isyan edenlerin kaybettikleri her şey bize yazıyor; zira ‘biz şiddete karşıyız!’ Bize, bizim verdiğimiz akıllara, fikirlere, yollara yordamlara rağmen canlarını kaybetmekte ısrar edenlere kızgınız. Biz onların canlarının kıymetini daha iyi biliyoruz, ama kendileri farkında değil! İşte bizim kendimizi avuttuğumuz, aklımızı yatırdığımız masallar bunlar ve bunlar aslında çok kirli, aslında çok kanlı masallar. Sadece bilmezden geliyoruz, yeter ki, tek derdimizin kendimizi suçtan sıyırmak olduğunu kimse fark etmesin!
Çok gürültü çıkaralım ki, kimse fark etmesin! En çok biz ‘barış’ diyelim ki kimse fark etmesin!  Elimizi sıcaktan soğuğa sokmadan ‘çözüm’ diyelim ki, kimse fark etmesin! En çok düşünen biz olalım ki, kimin suç ortaklığının ne kadar olduğunu kimse düşünmeye kalkmasın. Tüm derdimiz bu! Tüm derdimiz bu olduğu için ortalık teoriden, analizden geçmiyor.
Bırakalım bin bir bahane aramayı! ‘Kürtlerin ne istediğini artık kendileri de bilmiyormuş’!  Sanki bilseler, daha iyi , çok iyi, çok ‘kuramsal’ olarak ifade etseler, kurulduğumuz masa başlarından istediklerini vermek bizim elimizde. Bazılarımız isyan eden Kürtlerin istediklerini beğenmiyor, yeterince ‘demokratik’ bir gelecek vaat etmediğini düşünüyor. Sanki ikna olsak hepimiz tereddütsüz çilelerine ortak olacağız! Sanki bizimki ‘prensip meselesi’! Sanki çıkardığımız gürültüden kimse korkak işbirlikçiliğimizin farkına varmıyor, sonsuza kadar varmayacak.
Tarihin hangi noktasında, dünyanın neresinde isyan edenler kusursuz bir yoldan gittiler, isyan ettiklerinin önüne dört dörtlük toplum tasarımları sundular, karşılarındakileri böylece ikna edip evlerine döndüler? İnsanların isyanlarını, gelecek hayallerini kolayca mahkum edip, kusurlu mal gibi tarihin çöplüğüne atmaya kalksaydık, tarih kokuşmuş bir iktidar manzumesi olmaz mıydı?
Gerçekten anlamak isteyenlerin artık körlüğe, sağırlığa, dilsizliğe sığınma şansı yok, her şey apaçık ortada. Dahası, bu fazla açıkgözlü körlük, uyanık sağırlık, geveze dilsizlik gittikçe daha fazla çirkinleşiyor. Her şey apaçık ortada; Kürtler her şeyden önce, her şeyden çok, bir ‘haysiyet’ mücadelesi verdiklerinin farkına varmamızı istiyor. Gerisi, inanın teferruat! Nasıl fark etmeyiz? Biz bu işin bir haysiyet mücadelesine döndüğünü görmezden geldikçe, haysiyetlerini zedeleyenlerin saflarına yazılıyoruz. Nasıl fark etmiyoruz? O saflardan söylediğimiz her şey daha da haysiyet kırıcı oluyor! 
Unutmayalım, Kürt meselesinin merkezinde salt ‘Kürtler’ veya ‘Kürtlük’ yok, Kürtlerin haysiyeti adına yola çıkanlar var. Tam da bu nedenle, bu meseleyi seçtiğimiz, beğendiğimiz, sevdiğimiz, onayladığımız ‘Kürtler’le çözme şansımız yok. Bu mesele öyle bir mesele değil, o nedenle bu meseleyi Kürtlerin haysiyeti adına yola çıkanlarla, haysiyeti merkeze alarak çözmeye girişirsek yol alırız. Yoksa, suskunluklarımız da, çıkardığımız onca gürültü de günahlarımıza günah katacak, günahlarımız biriken kefareti olan devletin gölgesinde, o devletin isyan edenleri kırıp geçmesine, bunu bizim adımıza yapmasına, daha çok seyirci yazılacağız. Daha fazla kendimizi kandırmanın alemi, isyan eden Kürtleri kandırmanın imkanı yok! 
Ama, ancak haysiyet gibi bir hasleti, meselesi olanlar haysiyet mücadelelerini kavrayabilirler. Kürt meselesi tam da bu nedenle, sadece Kürtlere mahsus değil, her şeyden önce kendimize dair bir mesele.

Thursday, September 27, 2012

Militarizmin sonu burası mı?



PINAR ÖĞÜNÇ - pinar.ogunc@radikal.com.tr

28/09/2012

Anahtar kelimeler: Balyoz davası, militarizmin sonu, 'Herkes bebek doğar' davası, İnan Suver, 318 ve içimizdeki askerler...

Türkiye’de antimilitarist hareket tarihçesi içinde önemli yeri olan Savaş Karşıtları Derneği 1992’de İzmir’de kurulurken tüzüklerindeki amaç hanesinde değişiklik yapmaları istenmişti. Beyan ettikleri ‘militarizme karşı durmak’ amacını bir zahmet çıkarmaları lazımdı, zira Türkiye’de karşı durulacak bir militarist yapı yoktu. Şaka değil, bu yaşandı.

Birtakım bürokratik meseleler de eklenince derneğin bu isimle ömrü bir yıl oldu ama İzmir Savaş Karşıtları Derneği olarak tekrar kuruldu.

Aslında Türkiye’de karşı durulacak bir militarizm vardı tabii ki ama o da geçen cuma bitti. Fatih Altaylı köşesinden, Balyoz davasıyla birlikte Türkiye’de militarizmin sona erdiğini müjdeledi birkaç gün evvel. Kendisi daha önce içinde TSK geçen nasıl cümleler kurmuş bahsine girmeyeceğim. Muhtemelen militarizmle arasındaki bağdan haberdar olmadığı, o sıkça kullandığı cinsiyetçi dil konusuna da... Çünkü Balyoz davası üzerinden ‘militarizm bitti’ algısının gayet yaygın olduğunun da farkındayım.

Büyük büyük cümlelerin arasında kaynayan birkaç durumdan söz etmek isterim.

İnan Suver’in çilesi

Ben bu yazıyı yazarken Eskişehir 4. Sulh Ceza Mahkemesi’nde bir davanın yedinci celsesi görülmekteydi. Dört sanık, dini inançları gereği TSK’da askerlik yapmayacağını ilan ettiğinden sivil olarak askeri mahkemede yargılanıp cezaevinde işkence gören Enver Aydemir’e destek eylemi yapmıştı. Onlar Türk Ceza Kanunu’nun 318. maddesi gereği halkı askerlikten soğutma suçundan yargılanıyorlardı.

Sanıklardan Ahmet Aydemir, Enver Aydemir’in babasıdır. Sanıklardan Halil Savda, kendisi de askeri mahkemede yargılanmış, askeri cezaevinde yatmış ve daha evvel de askerlikten soğutma suçundan yargılanmış bir vicdani retçidir, şu anda barış için yollardadır. Diğer sanıklar Fatih Tezcan ve Mehmet Atak’ın, suçun dayanağı olan ‘Herkes bebek doğar’ sloganının gerçekliğini ispatlamak için jinekolog bilirkişi talepleri de reddedilmiştir.

Siz bu yazıyı okurken 2001’de vicdani reddini açıkladığından beri hem cezaevinde fiziksel hem de hayatından hiç çıkmayan tutuklanma ihtimaliyle psikolojik işkence gören İnan Suver, Sivas Açık Cezaevi’nde olacak. 10 gün önce sokaktan alınarak götürüldüğü Silivri’de yer kalmamış çünkü.

Suver, kaç kez firar ettiğini hatırlamıyor. Zaman içinde kendisine verilen çürük raporuyla askerlikten muaf tutulsa da bir sivil, bir vicdani retçi olduğunu anlatmaya çalıştığı dönemdeki firarların cezası çıkamıyor hayatından. Şu anda avukatı bu cezanın daha önce yattıklarına sayılabilmesi için uğraşıyor. Suver’in böyle bir hakkı var.

Askerden daha asker

Siviller askeri mahkemede yargılanmıyor ama mesela sivil sayılmayarak yargılanan vicdani retçileri ne yapacağız? Başlı başına askeri mahkeme nedir? Söz konusu ‘askerlikten soğutmak’ olunca askerden daha asker davranan sivil mahkemeler ne olacak? Eskinin 155. maddesi, şimdinin 318’i, 2006’da Terörle Mücadele Kanunu kapsamında ağırlaştırılmış cezayla ‘örgüt suçu’ kapsamına alınmışken üstelik...

Hâlâ mesela Roboski’nin, Afyon’un hesabını kesememişken... Hâlâ TSK harcamalarına biz siviller nail olamıyorken... Misal sıkça önümüze konan Temizöz davasında, akıllarına birden gelmiş gibi sadece Albay Cemal Temizöz ve etrafındaki birkaç insan, 90’larda Cizre’de (sadece) 20 kişiyi vahşice öldürmekten yargılanıyorken... Misal parti yönetme biçimimizden günlük cinsiyetçi dile, asker sevici popüler kültürümüzden medyamıza, hepsi taş gibi sağlamken...

Balyoz davasındaki hukuksuzluklar öyle çöktü ki orta yere, militarizm, gerçekten darbe zihniyeti falan tartışılmadı. Bunları göz ardı ederek ve davayla başı dönerek militarizmin bittiğini sananlar da, hukuksuzluktan konuşurken dili birden militerleşenler de bu noktadan uzak olduğumuzu gösteriyor. Dava üzerine tartışmalar bile bir ‘cephe savaşı’ gibi yürüyor çünkü.

Not: Duruşma bitti, ‘Herkes bebek doğar’ davası 6 Aralık’a ertelendi.

Tuesday, September 18, 2012

"Erdoğan'ın 'Anarşist' Dediği, Şükretmeyip Sorgulayanlar"

Eğitim araştırmacısı Cem Kirazoğlu, Başbakan Erdoğan'ın "İmam hatipleri neden kapattınız? Anarşistler, teröristler yetişmediği için mi?" sözleriyle ilgili, Erdoğan'ın "Anarşist", "Terörist" derken, itaat etmeyen, sorgulayan, şükretmeyen kişileri kastettiğini söyledi.
İstanbul - BİA Haber Merkezi
17 Eylül 2012, Pazartesi

Dindar kuşakları, şükreden, itaat eden, baş kaldırmayan bir nesil yetiştirmek için tercih ediyorlar. İmam hatip okullarına verdikleri önem de buradan kaynaklanıyor. Düşünüyorlar ki, dindar insanlar otoriteleri karşısında hep boyun eğecek."
Eğitim araştırmacısı Cem Kirazoğlu, Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) imam hatip okulları politikasını bu sözlerle değerlendiriyor.
Kirazoğlu, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Denizli Cedide Abalıoğlu Anadolu İmam Hatip Lisesi açılışında "Ne zarar gördünüz imam hatip okullarından da bunları kapattınız? Ne yaptı imam hatipliler size de bunları kapattınız? İmam hatip okullarından terörist yetişmediği için mi imam hatip okullarını kapattınız? Anarşistler yetişmediği içini mi imam hatip okullarını kapattınız? Vatana hizmet aşkıyla yandıkları için mi imam hatip okullarını kapattınız?" demesini de "ayrımcılık" olarak yorumladı.
Erdoğan açılışta ayrıca şu ifadelere yer verdi:
"Ben, evlatlarım, birçok bakan arkadaşlarım imam hatip lisesi mezunları olarak, bugün imam hatip okullarına itibarını iade etmenin bahtiyarlığını, bunun tarifsiz heyecanını yaşıyoruz."
"Bugün Türkiye genelinde millet artık imam hatip okullarıyla kucaklaşıyor. Bu dönemden itibaren artık imam hatip okulları milletin okulları olarak eski parlak günlerine geri dönüyor."
"İmam hatiplerin orta kısımlarını kapattılar, bununla yetinmediler, lise kısımlarına da talebin azalması için üniversite sınavında katsayı engelini getirdiler."
"Bugün yeniden eğitim vermeye başlayan imam hatip okullarının gençlerimize, velilerimize, tüm milletimize hayırlı olmasını cenabı Allah'tan niyaz ediyorum."

"Amaçları çocukları en erken yaşta şekillendirmek"

Cem Kirazoğlu, Başbakan Erdoğan'ın ayrımcı dil kullandığını ifade ederek, AKP'nin dini bütün insanların "kötü insan" olmayacağını düşündüğünü belirterek iktidarın "kötü insan" tanımının hakkını arayan, itaat etmeyen ve bazı siyasi görüşleri benimseyen kişiler olduğunun altını çiziyor.
"İnsanlar itaatsiz olduklarında otoritenin gözünde 'terörist', 'anarşist' oluyorlar. Bu otoritenin ayrımcı dilinin bir yansıması."
"Bu dili iş yaşamında da, ailede de görüyoruz. Güç sahibi olanlardan daha az güç sahibi olanlara karşı bu dil kullanılıyor. Daha az güç sahibi olan itaat etmediğinde, eleştirdiğinde bu damgayı yiyor."
"Başbakan, dini eğitimin önemli olduğunu düşünüyor. Çünkü insanlara dini eğitim verilmesi durumunda baş kaldırmayan, sorgulamayan, itaatkar nesil yetiştirilmesi mümkün hale geliyor. Onun dilindeki 'terörist', 'anarşist' aslında şükretmeyen kişi anlamına geliyor."
"Öte yandan yeni sistemle ilkokulu dört yıla indirdiler. Böylece dokuz buçuk yaşına gelen çocuk imam hatip ortaokuluna gidebilecek. Bundaki amaçları da çocukları olabildiği kadar erken yaşta şekillendirebilmek."

"Cumhuriyet projesi gibi bu da başarısız olacaktır"

İmam hatip okullarının meslek okulu statüsünde olmasına karşın diğer meslek okullarına nazaran çok daha kapsamlı bir müfredata sahip olduğuna da değinen Kirazoğlu, bu okulların diğerlerine nazaran avantajlı hale getirildiğini belirtiyor.
"Diğer meslek okullarında uygulanan müfredat ile imam hatiplerde uygulanan müfredat arasında çok büyük fark var. İmam hatiplerde imam ve hatip yetiştirilmesi için uygulanan müfredatın ötesinde normal okullarda verilen dersleri de veriyorlar."
"Türkiye'de eğitim almak isteyenleri hep bir tarafa çektiler. Gençleri cumhuriyet rejimi bir tarafa çekti, şimdiki rejim de başka tarafa çekiyor. Şu an çok büyük dönüşüm yaşandığı çok net görülüyor."
"Ama cumhuriyet projesinin başarısızlığı da şu an ki rejimin başarısızlığına neden oluşturacak bazı özellikler taşıyordu. Yani halkı önemsememek. Ben bu projenin de başarısız olacağını düşünüyorum." (EKN)

Sunday, September 16, 2012

Hepimiz suçluyuz...


 DR. ALPER HASANOĞLU - alper@alperhasanoglu.com

Mutsuzum, çünkü susuyor ve hiçbir şey yapmıyorum. Bu nedenle suçluyum!
Varoluşçuluk felsefesinin en önemli düşünürlerinden biri olan Karl Jaspers iki dünya savaşı arasında Yahudi bir kıza âşık olmuş ve onunla evlenmişti. Önce psikiyatri ihtisası yapmış, ardından da Heidelberg Üniversitesi Felsefe Kürsüsü’nde felsefe çalışmaları yapmaya başlamıştı.
Bir üniversite kenti olan Heidelberg’in entelektüel ve kültürel ortamı içinde Nazizmin hızla yükselişinden neredeyse hiç etkilenmeden çalışmalarını sürdürüyordu. Gerçi varoluş felsefesinin bir diğer önemli düşünürü, Varlık ve Zaman’ın yazarı Martin Heidegger’in Freiburg Üniversitesi’ne rektör seçildikten sonra yaptığı konuşma onu ürkütmüştü ürkütmesine ama yaptığı tek şey Heidegger’e bir mektup yazarak hayal kırıklığını ifade etmek ve onunla ilişkisini kesmek oldu.

Oysa karısının erkek kardeşi uyarıp duruyordu onu. Hitler’in iktidara gelişinden çok önce Yahudilerin fırınlarda yakılacağından korktuğunu anlatıyordu Jaspers’a, akşam yemeğinden sonra dört duvarı kitaplarla kaplı çalışma odasında kahve ve konyaklarını yudumlarlarken.
Jaspers ona gereksiz yere telaşlandığını söylüyor, Alman ırkının sağduyusuna güvenmesi gerektiğini vurguluyordu. Jaspers sakindi, ta ki ders vermesi yasaklanana ve kitaplarının yeni baskılarının yapılmasına izin verilmemesine kadar.

Neden ders verilmediğiyle ilgili net bir açıklama da yapılmıyordu kendisine. Bir başka Yahudi yazarın Hitler’den çok önce anlatmış olduğu o Kafkaesk dünyadaydı sanki. Suçluydu ama neden suçlu olduğu söylenmiyordu kendisine. Neye karşı çıkması gerektiğini bilmiyordu.
Yahudi soykırımı başladıktan sonra da harekete geçmekten korktu Jaspers. Ne yapacağını da bilmiyordu. Evet önemli bir felsefeciydi, etkili bir kalemdi ama yazdıkları yüzünden Yahudi karısına zarar gelmesini de istemiyordu.

Gün geldi, yiyecek bir şey bulamadıkları oldu. Bir ara kendilerini öldürmeyi düşündüler. Stefan Zweig ve karısı gibi. Vazgeçti, mücadele etmek gerektiğine karar vermişti sonunda ama artık gerçekten yapabileceği bir şey yoktu. Almanya karısını ve kendisini bir toplama kampına götürmek üzereyken, Amerikan birlikleri Heidelberg’e girdi. Jaspers Almanların elinden Amerikalılar tarafından kurtarılmış olmanın kederini duyduğunu yazdı günlüğüne.

Daha sonraki aylarda yayımlanan ilk eseri, toplumsal suçluluk duygusu üzerineydi. Özetle, eğer bir toplumda bireyler yanlış olduğunu bildikleri bir şeyin yapılmasına ses çıkarmıyorlarsa, bu yanlış kendi kapılarına dayanana kadar ülkede yapılanları görmezden gelmeyi tercih ediyorlarsa, suçludurlar, diye yazdı. Alman ulusu suçludur, diye ekledi, üstüne basa basa.

Geçenlerde masasını iki tanımadığım kişiyle paylaştığım bir esnaf lokantasında karnımı doyururken, yanımdakilerin yüksek sesle de konuşmaları yüzünden sohbetlerine kulak misafiri oldum. Partinin ilçe başkanlığında görev yaptığını anladığım kişi, tek bir telefonla birinin işine nasıl son verdirdiğini anlatıyordu gururla. Ben sustum. Nedense aklıma Jaspers geldi o esnaf lokantasında.

Bir danışanım çocuklarının bu düzende yaşamasını istemediği için Kanada’ya göç etmekten bahsediyordu. Çekip gitmenin tek çözüm olduğunu anlatıyordu. Ben sustum. Tam arkasındaki kitap raflarında Jaspers’ın siyah beyaz portresi bana bakıyordu.

Hepimiz korkuyoruz. Korkmakta da haklıyız belki. Hepimizin ailesi, çocukları var. Üstelik ben bu ülkenin şanslı kesimindenim. İstanbul’da doğdum, ailemin durumu nedeniyle hiçbir zaman ekonomik sıkıntı çekmedim. Türkiye’nin en iyi okullarından birinde okudum. Doktor oldum. Yıllarca İsviçre’de bulundum. Çok severek yaptığım bir mesleğim var. Hayatımda aslında kendimi en iyi hissetmem gereken bir dönemdeyim. Çıktığından beri bir okur olarak takip ettiğim gazetede bir köşem var. Türkiye’nin en eski yayınevinden yayımlanmış iki, yayımlanmak üzere olan bir kitabım var. Bir psikoterapi dergisi çıkarıyorum. İki tane çok sevdiğim çocuğum var.

Oysa mutsuzum, çünkü susuyor ve hiçbir şey yapmıyorum.
Bu nedenle de suçluyum!

Saturday, September 15, 2012

Ulusal ve bölgesel bir tehdit


09 Eylül 2012, 14:21
Türkiye, ABD ve Batılı ortaklarının çıkarları ve baskısı sonucu AKP Hükümeti tarafından tek başına Suriye ile savaşın eşiğine getirilmiş durumda. NATO, Suriye’ye doğrudan bir müdahalenin içinde yer almayacağını resmen ilan ettiğine göre, belli ki, Esad rejiminin yıkılması görevi Türkiye’ye ihale edilmiş görünüyor.

Bu ülkenin çocuklarının kanları üzerinden kirli ve gizli bir pazarlığın yapıldığı görülüyor. Başbakan Erdoğan, Şam’da Emevi Camisi’nde kısa zamanda namaz kılacağını söylüyor. Bence kendisine çok yakışır. Çünkü Hz. Muhammed’in torunlarını Kerbela’da katlederek soyunu kurutan Muaviye ve Yezit’in kurduğu imparatorluğun camisidir.


Emevi İmparatorluğu, aklı ve bilimi kâfirlik sayarak Müslümanları ebedi bir ortaçağa mahkûm eden zihniyeti kurumlaştıran devlettir. Erdoğan’ın bu zihniyetin geleneğine mensup olduğuna kuşku yoktur.

Ancak Erdoğan yanılmaktadır. Kendisi Emevi Camisi’nde ima ettiği anlamda gönül rahatlığıyla bir zafer namazı kılamayacak. Eğer kılarsa -ki bu olasılık yok düzeyindedir- zalimlerin günah çıkarmasından farklı olmayacaktır.

Suriye’de emperyalizme ve gericiliğe direnen insanlık, bu güçleri yenilgiye uğratacaktır. Üstelik bu sadece ABD ve Batılı ortakları ile dünya gericiliğinin yenilgisi de olmayacak, bu güçlerin taşeronu olan AKP iktidarına da son verecektir. Diğer bir anlatımla Suriye’de Esad kazanırsa, Türkiye’de AKP ve gericilik yenilecektir.


***

Rusya’nın Suriye’ye yapılacak askeri bir müdahaleye karşı aldığı sert tutum ve bir nükleer savaş uyarısı, İran’ın Suriye’ye yönelik açık bir saldırı halinde savaşa gireceğini ilan etmesi, bir bölgesel savaş olasılığının da giderek yükseldiğini gösteriyor.


Suriye’ye açık bir askeri müdahalenin Türkiye, İran, Lübnan, Suudi Arabistan, Katar ve Bahreyn’in ilk dalgada içinde yer alacağı bölgesel bir savaşa yol açması kaçınılmaz görünüyor.

ABD, İsrail ve NATO’nun bu savaşta taraf olması, diğer bir anlatımla bu güçlerin Suriye’ye askeri müdahalede bulunması halinde, ikinci dalgada Rusya ve Çin’in de devreye girmesi kesindir. Bu üçüncü dünya savaşı demektir. Bu olasılık ilk bakışta fazla fantastik bir komplo teorisi gibi görünebilir, ancak bir bölge ya da dünya savaşı hiç olmadığı kadar yakın bir tehlikedir.

Suriye krizinin bölge ölçeğinde bir mezhep çatışmasına, bütün İslam coğrafyasına yayılacak kanlı bir boğazlaşmaya yol açması da kaçınılmazdır. AKP Hükümeti ve onun en yetkili ağızı olarak Tayyip Erdoğan, sadece izlediği politikalarıyla değil, her konuşmasında kendi ülkesindeki kırılgan inanç mimarisini hesaba katmadan mezhep çatışmasını kışkırtıyor. Adeta bir Emevi ağızıyla konuşuyor. Diğer inanış ve mezheplere sürekli saygısızlık yapan Erdoğan, tehlikeli bir şekilde toplumu bölüyor.


***

ABD ve Batılı ortakları, ağır bir bedele neden olacak bir bölgesel ya da dünya savaşından kaçınmak, ancak Suriye ve ardından da İran’da rejim değişikliklerini gerçekleştirmek için cepheye Türkiye’yi sürüyorlar. Çünkü Suriye’ye doğrudan bir müdahale, ilk etapta İran ve Rusya’nın savaşa girmesine neden olacaktır.


İran sıranın kendisine geleceğini biliyor. Dahası bunu bütün dünya biliyor. İsrail’in İran’ı vurmak için yaptığı hazırlığın planları basına bile sızdı.


Diğer taraftan Suriye’nin kaybedilmesi Rusya için bütün Ortadoğu’nun kaybedilmesi demek. Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov, kaleme aldığı bir makalesinde, “Libya’da düştüğümüz hataya Suriye’de düşmeyeceğiz. Suriye’ye askeri müdahaleye izin vermeyeceğiz” diyor.


Bu nedenle, ABD ve ortakları bölgede oldubitti yaratıp bir Türkiye-Suriye savaşı çıkararak Baas rejimini yıkmayı planlıyorlar. Böylece Rusya’nın, Çin’in ve İran’ın müdahalesini, “Bu savaş iki ülke arasındaki bir sorun, karışmayın” diyerek önlemeyi hesaplıyorlar.


Ancak Türkiye’nin böyle bir operasyonda yer alması, toplumu birleştiren bütün zeminleri parçalayarak ülkeyi bir iç savaşa sürükleme potansiyeline sahip. Toplumun bütün etnik ve dinsel unsurlarına doğru ayrışarak ülkenin parçalanmasının önünü açacaktır. AKP iktidarı, kendi dar ideolojik (dinci) hedeflerine ulaşmak uğruna, toplumun ve ülkenin geleceğiyle oynuyor.


***

Başbakan Erdoğan, Hatay’daki mülteci kamplarında inceleme yapmak isteyen ancak kendilerine izin verilmeyen CHP milletvekillerini, geçen hafta yayınına katıldığı yandaş bir televizyonun ekranlarından azarladı. O bilinen, despotlara yakışan üslubuyla yine bağırıp çağırdı. Erdoğan, “Zabıta mısın kardeşim, öyle her istediğin yere giremezsin. Ancak biz izin verirsek gidebilirsin” dedi.


İnanılır gibi değil ama Başbakan, muhalefet adına denetim yapan milletvekillerine böyle hitap ediyor. Bu, zalimlere özgü bir üsluptur. Diktatör dilidir. Yasaların,  hukukun, Meclis’in üzerinde bir iradeye sahip olduğunu ilan etmektir.  Hukuku yok saymaktır. Tek karar verici olmak, kendisini devletin ve hukukun yerine koymaktır.


Bu nedenle AKP-Cemaat iktidarı, Ergenekon davalarında hükümete muhalefet etmeyi, dahası siyaset yapmayı suç sayıyor. AKP Hükümeti ile devleti bir ve aynı şey saydıkları için, iktidara muhalefet etmeyi darbe girişimi olarak değerlendiriyorlar.



Başbakan’ın “Suriyeli mülteciler” tartışmasından rahatsız olduğu anlaşılıyor. Çünkü o kamplarda masum mülteciler değil, Suriye’de kirli ve ahlaksız bir savaş yürüten kiralık katiller, İslamcı teröristler üsleniyor.

Başbakan Erdoğan ve AKP iktidarı ABD’nin, Fransa’nın, İngiltere’nin ve İsrail’in isteği ve desteğiyle komşu bir ülkedeki meşru rejimi yıkmak üzere Türkiye topraklarında yabancı bir askeri gücü konuşlandırıyor. Üstelik bunu Meclis kararı almadan yapıyor.  Böylece hem uluslararası hukuk kurullarını ihlal ediyor hem de kendi ülkesindeki Anayasa’yı çiğniyor. Yüce Divanlık bir suç işliyor.

Friday, September 14, 2012

Türkiye’de Kadın Algısı


Kadın, erkek egemen sistemin altında ezilen bir cinsel kimlik olarak tanımlanabilir. Kadın, dünyanın hemen hemen bütün bölgelerinde, toplumun bütün katmanlarında çok farklı ve çeşitli sorunlardan mustarip oluyor. Şüphesiz, yaşadığımız ülke; Türkiye’de yaşayan, yaşamaya çalışan kadınlar da fazlasıyla, mevcut erk düzen tarafından eziliyor. Ancak şu ülkede kadın şu kadar ezildi, şurada daha fazla cinsiyetçi reflekslere maruz kaldı diye sınıflandırma ve karşılaştırma yapmayacağım. Çünkü mağduriyetler arası hiyerarşi olmaz. Bu yazımda, Türkiye de var olan cinsiyetçiliğin nedenlerine değinmeye çalışacağım. Bu temada şekillenecek olan Türkiye fotoğrafını gözlemlerimle destekleyeceğim.
Yaşadığımız coğrafya da kadınlar taciz ediliyor, tecavüz ediliyor ve intihar ediyorlar. Bütün bu vahim olayların nedenleri toplumun büyük çoğunluğunda irdelenmiyor. Sonuç üzerinden pragmatik çözümler üretiliyor. Neden-sonuç ilişkisinde, nedeni oluşturan dinamikler göz ardı ediliyor. Yani kadın sorunu, nedeni enine boyuna irdelenmeyen kronikleşen bir sorun halini alıyor. Peki neden kadınlar şiddete, tecavüze, tacize maruz kalıyorlar? Kadın neden toplumun büyük kesiminde ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyor? Bütün bunların oluşumuna zemin hazırlayan saikleri, bulmak pek de zor değil. Öncelikle erkek egemen sistemin ürünü olan kişilerin zihnindeki kadın algısına bakmak lazım.
Sosyal hayat içerisinde kadını zihninde nasıl konumlandırdığı teşhis edilmeli. Bu kişilerin oluşturduğu çevreler de kadın algısı ikiye ayrılıyor. Bu çevrelerin oluşturduğu ahlak ve terbiye normlarına riayet eden kadınlar, bu normlara riayet etmeyen kadınlar. Birincisi ahlaklı olurken diğer aşüfte kategorisine dahil ediliyor. Bu algıda, belirlenen normlara riayet etmeyen kadınlara şiddet, taciz tecavüz reva görülüyor. Hatta bu çevrelerde bu vahşet durumlar meşrulaştırılıyor.Genellikle bu kadınlar kendi mahrem alanları dışında kalan kadınlar oluyor. Kendi mahrem alanlarındaki kadınlara ise şiddet sarmalındaki reflekslerini bireysel ahlaki normlarını referans göstererek uyguluyorlar.İkinci kategoride yer alanlara, devletin cinsel arzu üzerinden erkekler ile anlaştığı ve devlet güvencesinde yer alan genelevlerde çalışan seks işçilerini örnek gösterebiliriz. Her tür cinsel arzusunu burada gideren bu kişiler, dışarıda seks işçilerini, çevrelerindeki sıradan faşizm motifli muhabbetlerine konu ediyorlar. Teorik anlamda yetinmeyip, sosyal yaşam içerisinde barınmalarını engelliyorlar. Tıpkı pavyon kültürüne sahip erkek söylem gibi. Bilhassa Anadolu da erkeklerin cinsel hazlarını gidermeye yönelik oluşturulmuş eğlence platformları, pavyonlar da kadın bedeni aşağılanıyor, sömürülüyor. Kadının adeta objeleştiği bu alanlarda, kadın algısı bu örnekle aşikar olmuş oluyor.  Kendi mahrem alanındaki kadınları kendi ahlak normlarına entegre etmeye çaba eden erkek, pavyonlarda çalışan kadının bütün bu normları alt üst etmesini istiyor. Bütün bunları yaparken de bir beis görmüyor.Erkek kendi eliyle ironi dolu bir tablo koyuveriyor ortaya. Bu oluşan tablo, hangi perspektiften yorumlanırsa yorumlansın, kadının algıda nasıl konumlandığı anlaşılabiliyor. Buradan başka bir sonuç daha ortaya çıkıyor, sistemin ürünü olan bu kişiler, zihinlerinde dizayn ettikleri düzeni, toplumun bütününe inşa etmek istemiyor, sadece kendi mahrem alanlarındaki kadınları kapsamasını istiyor. Toplumun bütününde tezahür bulursa bu düzen, genelevlerde ve pavyonlar da çalışan kadınlar nereden gelecek? Kadını obje ve mal olarak tasvir ediyorlar. Günlük pratiklerde bu tasvire endeksli gelişiyor.  Bu algı fazlasıyla kemikleşmiş bir yapıda. Öyle ki nesilden nesle aktarılan deyimler, atasözleri bu algıyı pekiştiriyor. Kızını dövmeyen dizini döver gibi bir atasözü mevcut bu topraklarda ne de olsa. Ayrıca kadın gibi gülmek, ağlamak, eylemlerinde kadın garabet bir cinsel kimlik olarak vurgulanıyor. Oysa ki eylemin rengi olmaz. Bütün bunlar  sürekli sistem tarafından da palazlanıyor. Peki bu var olan algı nasıl değiştirilebilir. Değişime toplumsal cinsiyet dersi ile başlanmalı. Yapılan bir deneyde çocuklara insan resmi çizilmesi isteniyor, çocukların hepsi erkek resmi çiziyor. İnsan önce erkek. Kendi ilkokul yıllarımdan hatırlıyorum, ders kitaplarında ki aile fotoğraflarında anne evde hizmet eden kişi, baba ise gazete okuyan kişi olarak yer alıyor.  Bütün bunlar, algıda ki kadının, sistemin istediği şekilde biçimlenmesini destekliyor. Daha çocuk yaşta iken , insanlara bu konuda eğitim verilmeli. Durumun trajik yanı bu algıyı benimseyen kişiler sadece erkekler değil, zihniyete sahip kadınlarda var. Yani kadının ezilmesi kadın eli ile de desteklenebiliyor. Bu da erkek egemen erkin en büyün başarılarından biri olmalı. Eğitim noktasında rejim ve aile işbirliği içinde olmalı. Her aile, çocuğunu ve her rejim,gençliğini kendi şekline ve gayesine göre yetiştirmek ister. Türkiye’de de, aile ile rejim bu konuda mutabakat halindedir. Toplumsal cinsiyet konusunda da mutabakat sağlanırsa, gelecek nesiller bir ihtimal cinsiyetçiliği içselleştirmez. Sonuç olarak,  Türkiye de her gün kadınlar taciz ediliyor,tecavüz ediliyor,öldürülüyor. Bütün bunlar gündemde sürekli yer alıyor. Fakat toplumda yeteri kadar yankı bulmuyor bu sorun. Yazımı Murat sevinç’ten bir alıntı yaparak bitiriyorum. Türkiye’de erkek, olup bitenler karşısında önce, yalnızca erkek olduğu için mahcubiyet hissetmeli ki öldürülen, taciz edilen, intihar eden, kendisini yakan kadın fotoğraflarındaki gözlere bakabilsin. ALINTI

Tuesday, September 11, 2012

İrtifa kaybeden AKP ve Türkiye



AHMET İNSEL - ahmet.insel@radikal.com.tr

11/09/2012

Büyümenin yavaşladığı ve daha da yavaşlaması riskinin yüksek olduğu döneme girerken milliyetçi-mukaddesatçı 'bizden biri' algısına Erdoğan'ın daha fazla ihtiyacı olacak

Başta Başbakan olmak üzere, hükümet ve iktidar partisinde bir şaşkınlık yaşandığının emareleri hızla artıyor. Zeminin belli belirsiz ayağının altından kaydığını hisseden insanın bir yere tutunma refleksine benzer davranışlar sergiliyor bugün Tayyip Erdoğan. İç politikada patinaj yaptıkça saldırganlaşıyor ve daha fazla irtifa kaybediyor. İrtifa kaybetmenin telaşı içinde, muhafazakâr-milliyetçi zihniyetin otoriter refleksleri daha sık öne çıkıyor. Dış politikada, bir yıl öncesinin burnundan kıl aldırmayan, bütün dünyaya ders vermeye eğilimli Erdoğan’ının yerini, öyle gözükmemeye çalışsa da aslında bütünüyle savunmada olan ve göreli yalnız kalmasının tedirginliği hissedilen bir Erdoğan’ın aldığı izlenimi bugün ağır basıyor. Esip gürlemesi bile farklı Başbakan’ın. Başarılarının, hizmetlerinin takdir edilmemesinden, hep başarısızlık ve olumsuzlukların üzerine gidilmesinden şikâyet etmeye başlaması, belki bu tedirginliğin en anlamlı göstergesi.

Bir başbakanın herkese cevap yetiştirmeye çalışması kendi başına sorunlu bir durum. Başka işi gücü yok mu sorusunu akla getirir. Ama esas sorun, başbakanlık konumundan cevap yetiştirme telaşıdır ki işin rengi burada değişiyor. Bir başbakanın muhalefeti, basını, işverenleri, sendika yöneticilerini tehditle karışık eleştiri bombardımanına tutmasıyla eleştirilen kişilerin başbakanın sözlerini, yaptıklarını eleştiri bombardımanı altına alması arasında mutlak nitelik farkı var. Biri başbakandır. Üstelik Türkiye gibi otoriter zihniyetin toplumun kılcal damarlarına kadar nüfuz ettiği bir toplumda başbakandır. Ayrıca kendisi de otoriter refleks ve zihniyet açısından ülke ortalamasının üstünde performans sergileyen bir başbakandır. Bu durumda, başbakanlık mevkiinden dile getirilen tehditle karışık ağır eleştirilerin, hayata geçme ihtimali yüksek tehditler olarak algılanması kaçınılmaz. Bu ise egemen konumun suiistimali demektir.

Bugün Erdoğan’ın “Kimse kusura bakmasın” diyerek girdiği polemiklerde bu egemen konum suiistimaline giderek daha fazla şahit oluyoruz. Bu suiistimal, eleştiri seviyesinde kalmayıp yürürlükteki anayasayı ihlal ederek grup toplantısında parti kapatma konularına girerek, gazetecilerin işten atılmasına çağrıda bulunarak, yargıya talimat verdiğini neredeyse öğünerek ifşa ederek, somut ve yakın tehlike olarak tanımlanacak hale geldi.

Bu irtifa kaybı tedirginliğinin Erdoğan’daki ikinci sonucu, dindar kesimin her durumda arkasında kalmaya devam etmesini sağlayacak temaları ön plana çıkarması. Dikkat edilirse, Suriye konusundaki hükümet politikasını eleştirenleri, Suriyelileri anlamamakla itham ederken çizdiği pembe ufukta, Şam’da Emevi camiinde birlikte namaz kılmak ön plana çıkıyor. Şapkadan çıkan Çamlıca Tepesi’ne cami projesi bunun başka bir örneği. Daha anlamlısı, imam-hatip ortaokullarının açılması ve genel olarak orta ve lise eğitiminde dini temalı derslerin ciddi bir ağırlığa sahip olmasını sağlamaya yönelik, yine şapkadan çıkıveren 4+4+4 değişikliği. İlk yılın aceleye geldiğini kendisi de itiraf etmek zorunda kalan Başbakan’a, o zaman bir yıllık bir hazırlanma süresi neden verilmediğini sormak bile, boğaza karşı çerezle içki içen tuzu kuru sorumsuz iltifatına mazhar olmak için yeterli. Başbakan’ın, irtifa kaybı yaşayan otoriter-muhafazakâr zihniyetin bu ülkede hemen sarıldığı birkaç klişeden birine bu çabukluk ve rahatlıkla sarılması anlamlı. Bu refleksin canlı kalması, Erdoğan’ı ‘bizden biri’, AKP’yi de ‘bizimkiler’ olarak gören, ne kadar irtifa kaybetse de daha uzun bir süre gözü kapalı onun arkasında duracağı varsayılan büyük bir kitlenin desteğini istim üzerinde tutmak için gerekli.

Zemin kayarken tutunulmaya çalışılan duvardaki en kolay tutamaklar içki, Türklük, cami, din dersi... Büyümenin doğal olarak yavaşladığı ve daha da yavaşlaması riskinin yüksek olduğu bir döneme girerken bu milliyetçi-mukaddesatçı ‘bizden biri’ algısına Erdoğan’ın çok daha fazla ihtiyacı olacak. Böyle bir ‘bizden biri’ imajı öne çıktıkça Türkiye toplumundaki etnik ve dini iki büyük fay hattında hareketlenme de o kadar hızlanacak. Erdoğan ve AKP’nin irtifa kaybı, demokraside olağan bir gelişme. Toplumdaki kırılma noktalarına yüklenerek buna yanıt verilmesi ise büyük toplumsal felaketlerin habercisidir.
 

Monday, September 10, 2012

Ülküm, hesap vermemek, yağ gibi üste çıkmaktır..


YETVART DANZİKYAN - yetvartd@ttmail.com

Yaşanan acıya ek olarak, adaletin birilerine reva görüldüğü, birilerine görülmediği bir memlekette yaşama hissi.. Kimbilir ne berbat bir histir bu. Bu memleket, böyle insanlarla dolu. Devletin karnına bir tekme savurup, bir köşeye bıraktıklarıyla.
Evet, böyle bir prensip iyice oturmaya başladı AKP iktidarında. Tamam, biliyoruz, Türkiye’de “devletlu” oldum olası böyledir, ta Osmanlı zamanından beri. Kimse hesap vermez, kimse istifa etmez, hata yapanın, halt yiyenin, iktidarda çok düşmanı varsa pek pek ayağı kaydırılır, yoksa kendisinin istifa etmesi mümkün değildir. Zira siyasi terbiyemiz böyledir. Hata yaptığını kabul etmeyeceksin arkadaş. Zayıflık olarak görülür. Şuna da kendilerini inandırırlar üstelik: halk da sevmez öyle hata yaptığını kabul edeni. Ne o öyle afedersin, gavur gibi, kılıbık gibi. Hayır efendim Etmeyeceksin. Sonuna kadar inkar edeceksin. Zamana yayacaksın. “Bakalım..” diyeceksin.. “Varsa bir kusur, mutlaka ortaya çıkar, biraz sabırlı olun” diyeceksin. “Soruşturma sürüyor, acele yorumlar yapmayın” diyeceksin. Gargaraya getireceksin. Baktın kurtuluş yok, yenilen halt büyük, bu sefer de etrafına yayacaksın. Giderken herkesi beraber götüreceksin. Bu haltlar beraber yenmedi mi? O zaman beraber gideceğiz diyeceksin. Bak o zaman ne oluyor. Bu senaryolarda her durumda karambola giden, siyasi ahlak, siyasi terbiye mi olacakmış? Varsın olsun.
Halk kısmına gelecek olursak. Halk (ki biliyoruz, böyle tek bir kişi yoktur) elbette ki kağıt üzerinde istifa olsun ister. Ama kağıt üzerinde. Detaylara indiğimizde, aslında –kabaca- büyük şehirlerden bahsettiğimizi görürüz. “Derin taşra” bunu ister mi mesela, pek emin değilim. İstifa etmesi beklenen kişi bir taşra kentinin kudretli/sağcı bakanıysa, ve o taşra kenti kahar ekseriyetle o partiye oy vermişse ister mi bakalım, istifa etmesini. Gitsin de, hizmet nasıl gelecek? O var. Tartışmalıdır yani. Olan o vakaya özel, mağdurlara olur. Yakınlarının ölmesiyle kalırlar. Ses edemezler. Basın bir iki gün ilgilenir, sonra işine bakar.. Ses etmeye devam ederlerse, devletin soğuk yüzüyle karşı karşıya kalırlar. Uzatırlarsa hayatın daha zor geçeceği söylenir onlara. Bundan sonrası onlara kalmıştır. Evladını, eşini kaybeden acısına mı yansın, yoksa bu devletle mi uğraşsın, sinirlerini aldırıp. Bilemez. Eli böğründe kala kalır öyle. Uzaklara bakar. Adaletin birilerine, bazı ayrıcalıklılara reva görüldüğü, birilerine o ayrıcalıklara sahip olmayanlara ise reva görülmediği bir memlekette yaşama hissi, isyanıyla dolar içi, yaşadığı o tarifsiz acıya ek olarak. Kimbilir ne berbat bir histir bu. Hepimiz iyi biliyoruz ki bu memleket, böyle insanlarla dolu. Devletin karnına bir tekme savurup, bir köşeye bıraktıklarıyla.
AKP’ye kadar, sistem böyleydi. Fakat AKP’nin iktidara tam manasıyla kurulmasıyla beraber, (ki bu takriben 2011 seçimleri sonrasına denk geliyor) şöyle bir anlayış peydahlandı. Evet, inkar tabii ki, sonuna kadar inkar. Ama bir de yağ gibi üste çıkmak gerekir. Öyle süklüm püklüm inkar olmaz. Basından kaçmalar, filan.. AKP’ye yakışmaz. Üste çıkacaksın. Olabiliyorsa ölenleri, olamıyorsa başka birilerini suçlayacaksın. Hatta ve hatta hesap soracaksın. Uludere’de mesela. Ölenler kaçakçı değil miydi bir kere? Bu bir. Sonra efendim terör örgütü bu konuyu istismar ediyordu. Al, bu da iki. Yetmezmiş gibi birileri bundan siyasi rant ediyordu be? Daha ne? Al bu da üç. İstifa mı? Görevden alma mı? Ne istifası, görevden alması arkadaş, delirdiniz mi? Birileri bundan siyasi rant elde ediyor, bu vesileyle Hükümet’i yıpratıyor diyoruz size. Sen hala istifa, hesap vermek diyorsun. Sen hesap ver bir kere. Kendini bir çek et, kendini bir hesaba çek bakalım. Di mi ya?

“Güzel öldüler..”

Zonguldak’ta mesela, göçük meydana gelmiş. 32 işçi ölmüştü hatırlarsınız. 2010 yılında. Şöyle dedi Hükümet: “Bu mesleğin kaderinde bu var, bölge insanı bunlara alışık..” Tasavvur etmek mümkün değil evlatlarını, eşlerini kaybedenlerin o an ne hissetiklerini elbette. Denetimde kusur mu var, kusur varsa nerelerde var, kimdir bu işin sorumlusu? Böyle bir soruşturma, daha doğrusu sonuçlanmış bir soruşturma hatırlıyor musunuz? Ben hatırlamıyorum. Öldükleriyle kaldılar. Üstelik dönemin Çalışma Bakanı Ömer Dinçer’e bakılırsa güzel ölmüşlerdi. Acı çekmeden, fiziki olarak güzel öldükleri rahatlıkla söylenebilirdi. Böyle dedi, Dinçer.
Yeni devlet yönetme anlayışımız kabaca böyle bir şey. Samsun’da TOKİ binalarını sel vurmuş mesela. 4’ü çocuk 12 kişi ölmüş. Üstelik bu evler dere yatağına yapılmış. Yani tam yapılmaması gereken yere. TOKİ yapmış. Hesap veren duydunuz mu hiç? Hayır. Bakanlara bakarsanız evler doğru yere yapılmıştır, hata filan yoktur, ama bin yılda bir görülebilecek bir sel olmuştur o yüzden şey olmuştur. “Suçlu aramak yanlıştır.” (Aynen böyle dedi Erdoğan Bayraktar) Böyle açıklar AKP meseleyi. Bundan sonraki eleştiriler elbette ki Hükümet’i yıpratmaya, bundan rant sağlamaya girer. Şu anlaşılmıyor bir türlü kardeşim. Kaderdir bunlar. Yapılacak bir şey yoktur bir kere. (Tesadüf müdür bilinmez, bu haltların ya meydana gelmesinde ya da savunulmasında bir de kapitalizmin o çiğ mantığı eşlik eder sürece, biraz önce gördünüz, birazdan da göreceksiniz)

“Halay çekmedi ya!”

Afyon’daki cephanelik patlaması vakasına gelirsek. Senaryo üç aşağı beş yukarı aynı. 25 genç ölmüş, çoğu daha eline yeni silah almış, belki de silah bile almamış asker. Burada birilerinin bir halt yediği çok açık. Yoksa cephanelik patlamaz, 25 genç parçalanarak ölmezdi. Birilerinin halt yemesi demek, o birilerinin derhal istifa etmesi ya da görevden alınması demektir. Ama, hayır efendim. Ne münasebet?
Tam tersine olaylar başka bir eksene oturtulmalı, yeni polemikler yaratılmalıdır. Mesela emekli askerler televizyonlara çıkıp konuşuyorlar. Bunlar ocaklarına ihanet eden askerlerdir, bir kere. Hem sonra eleştiriler karalama kampanyasına dönüşmüştür. Hatta milleti galeyana getirmeye dönüktür. Bunlar sorumsuzluktur, alçaklıktır. Boğaza nazır villalarda, ellerinde alkollü içkilerle, ahkam kesmektir. (Böyle dedi Erdoğan. Gerçi bu son kısmı epey tanıdık. 90’larda askerler derdi, boğaza nazır villalarda elde viskiler, filan. Bitmedi bir türlü. Taşrayı yanına alacak ya, bütün derdi o )
Genelkurmay Başkanı, gitmiş incelemelerde bulunmuş. Eleştiriyorlar. Yok efendim Vali’den hediye alınır mıymış? O başkan bir kere ordudaki kazuletleri temizliyor. Ha kahkahalarla güler, yok gider halay filan çeker, o zaman tamam. Ona bir şey demem. (Bu da gerçek. Böyle dedi Hüseyin Çelik. En olmayacak senaryoyla üste çıkma taktiği de var burada, dikkat ederseniz. Ya, niye halay çeksin adam?)
Ha, valim, valimiz, zaten kendini savunur. Bakın ne demiş? “Genelkurmay Başkanı etkili bir isim. O halıları birileri görecek, nerede yapıldı diye soracak, öğrenecek, alacak, Afyon’daki garibanlar ekmek yiyecek. Hayat devam ediyor.” Ne de güzel savunmuş kendini. Millet ekmek yiyecek kardeşim. Ne yani, ara mı verelim?
 

Öğrenememe Hastalığı...


Erdal Atabek

“Dirilerinin önünde gidemezsen ölülerinin arkasında yürürsün” E.A.
Ülke yangın yerine dönmüş.
Afyon’da cephanelik patlamış. 25 şehit. Ağır-hafif yaralılar.
Her gün gelen şehit haberleri.
Suriye ile savaş hazırlıkları.
İktidar sözcüleri ‘araştırıyoruz, soruşturuyoruz’ nakaratında.
Toplumda tepki olarak ne görüyoruz?
Gözyaşları, tekbir sesleri, arkadan sabır dilemeler ve tevekkül.
Kime hesap soracağını bilemezsen böyle olur.
Ne oldu, Suriye sınırında düşen uçağımız, iki şehit?
Uludere olayı akıllarda mı?
Etnik parçalanmanın hesabını soran var mı?
Hesap soramayan toplum.
Dünü hatırlamayan, yarını düşünmeyen insanlar.
İtaat kültürüyle zihinleri yıkanmış kitle.
Neyi istediğini, neyi istemediğini bilemeyen topluluk.
Tehlikeli cehalet işte budur.
Öğrenememe hastalığı.
Öğrenmek bir yetenektir.
Öğrenememek ise hastalık.
Bu toplum ‘öğrenememek hastalığı’na yakalanmıştır.


Anlayarak bilme, öğrenmenin özelliğidir.
Bilgi ile karşılaşma ilk adımdır.
Anlamak, ikinci adım. Anlamak da düşünmek ile olur.
Soru sorma, tartışma, seçenek arama üçüncü adımdır.
Değişebilir olduğunu bilme, dördüncü adım.
Daha doğrusuyla değiştirme, beşinci adımdır.
İşlenmiş bilgiyi yaşamına, davranışlarına katma ise, bilinçtir. Altıncı adım bilince ulaşır.
Bilinçli insanın öğrenme modeli budur.
Bilinçli insan da neyi, nerede, neden yaptığını bilir ve yapar.
Bilinçli insan sorunlarını çözer.
Kendi sorumluluğunu bilir, ertelemez.
Kendi yanlışını görür, kabul eder.
Bilincin olgunlaşmasını yaşar.
Atatürk’ün öğretmenlere gösterdiği hedef buydu:
“Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür insanlar yetiştiriniz”.
Yetiştirdik ama yeterli olmadı.
Şimdi dogma dönemine dönmeye çalışılıyor.


“Anlamadan belleme” dogmatik insanın bilme özelliğidir.
Din kaynaklı, gelenek kaynaklı, telkin kaynaklı her öğreti budur.
Tartışmasız kabul edilen bir bilgi kaynağı vardır.
Soru sormadan bellenir.
Tartışma suç sayılır.
Kesin kabul bilmenin temelidir.
Zihinsel kalıplar yaratılır ve değiştirilemez.
Her değişikliğin peşinen reddi kesin kuraldır.
Önyargı oluşur ve kemikleşir.
Anlamadan belleme tamamlanmıştır.
Artık o insana başka bir şeyi anlatamazsınız.
Militanlar böyle yetiştirilir.
Canlı bombalar böyle üretilir.
Her konunun fanatikleri bunlardır.
O toplumda gelişme durmuştur.
Değişmeyen her şey gibi zamanın gerisinde kalmışlardır.
Artık onlar başkalarının güdümündedir.
Neyi kazandıklarını anlayamazlar.
Neden kaybettiklerini bilemezler.
Kendilerine hedef yaratırlar.
Saldırırlar, kırar, yok ederler.
Tehlike budur.


Hesap soramayan toplumların sorunu budur.
Ne olup bittiğini anlamamanın temeli buradadır.
Günlük yaşayanlar.
Düşünmeyenler.
Neye öfkelendiğini bilmeden kızıp duranlar.
Neye alet olduğunu bilmeden yaşayanlar.
Anlamadan belleyenlerdir.


Şimdi eğitim sistemini değiştiriyorsunuz.
Geleceğin seçimi ellerinizde.
Bilinçli insanlar mı yetiştireceksiniz?
Anlamadan belleme eğitimi mi yapacaksınız?
Kararınızı bugün verin.
Yarın sizin için çok geç olacaktır.
Geçmişe dönmek ya da geleceğe uzanmak.
Karar vereceksiniz.
Kararınızın sonucunu da yaşayacaksınız.
Her zaman olduğu gibi...

Sunday, September 9, 2012

Işık Yurtçu yaşamını yitirdi.


'Öldüğümde gazetecilere haber vermeyin'

Hastalığı nedeniyle bir süredir tedavi gören gazeteci Işık Yurtçu yaşamını yitirdi. Yurtçu'nun cenazesi yarın Ortaköy Camii'nden kaldırılacak. Gazeteci Yurtçu'nun son günlerinde çevresindekilere "Ben öldüğümde basına haber vermeyin" dediği öğrenildi.

Türkiye basınının emektar isimlerinden biri olarak anılan Işık Yurtçu bir süredir Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi'nde tedavi görüyordu. 67 yaşında vefat eden Yurtçu'nun naaşı yarın öğle namazı sonrası Ortaköy Dereboyu Camisi'nden alınarak, Ayazağa mezarlığına defnedilecek.

SORUŞTURMA GÖRDÜ, YARGILANDI
Yurtçu, 1945 yılında Adana’nın Pozantı ilçesinde doğdu. Gazeteci Çoban Yurtçu ve Kamuran Hanım’ın oğlu. Vefa Lisesi’nde ve AÜ Hukuk Fakültesinde eğitim yaptı.
Gazetecilik mesleğine Ankara’da Yenigün gazetesinde muhabir olarak başladı. Ulus, Yeni Halkçı, Politika, Dünya, Demokrat ve Cumhuriyet gazetelerinde çalıştı. Kent haberleri ve yazıişleri yönetmenliği yaptı. Güneş gazetesi haber merkezi gece sorumlusu oldu. 12 Eylül 1980 döneminde Aydınlar Dilekçesi’ne imza attığı için yargılandı.
1992 yılında, Özgür Gündem gazetesinin sorumlu yazı işleri müdürü oldu. 8 ay görev yaptığı gazetedeki yazıları sebebiyle hakkında 26 dava açıldı.
Bu davalardan toplam 20 yıl hapis cezası aldı. 1996 yılında, merkezi New York’ta bulunan Uluslararası Gazetecileri Koruma Komitesi (CPJ) Basın Özgürlüğü ödülü'nü üç gazeteci ile birlikte aldı.
Yurtçu'nun vefatı ile ilgili Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nden yapılan açıklamada "Sürekli Basın Kartı sahibi değerli meslektaşımız Işık Yurtçu'yu kaybetmenin acısını yaşıyoruz" denildi.
KIRGIN VE KÜSKÜN AYRILDI
Hürriyet Dünyası yazarı Yalçın Bayer, Işık Yurtçu’nun vefatı ile ilgili şunları söyledi:
"Aileden gazeteciydi… Rahmetli babası Çoban Yurtçu, Çukurova Gazeteciler Cemiyeti’nin kurucusu ve ilk başkanıydı. Çoban Bey, oğlunun hukukçu olmasını istiyordu. Işık Yurtçu, Ankara Hukuk Fakültesini bitirdi; orada gazeteciliğe başladı. Ankara’da Yeni Ulus, Yeni Halkçı gazetelerinde çalıştı. Daha sonra İstanbul’a geldi. Politika, Dünya, Demokrat ve Cumhuriyet gazetelerinde yazı işyeri müdürü, editör; Güneş gazetesinde de gece sorumlusu olarak çalıştı.
Türkiye, 1990’lı yılların başında demokrasi ve özgürlük sıkıntıları ile boğuşuyordu. Basına yönelik baskıların yoğunlaştığı bu dönemde, gazeteciler hakkında sık sık davalar açılıyordu. Gazeteler özgür değildi; ağır baskılar görüyordu.
Işık Yurtçu o dönem, Özgür Gündem’in yazı işleri müdürüydü; hakkında rekor sayıda dava açılmıştı.
1990’lı yılların başıydı...Petrol- İş Sendikası Genel Başkanı Münir Ceyhan, öğretim üyesi ve yazar Haluk Gerger, Avukat Eşber Yağmurdereli ve öğretim üyesi ve yazar İsmail Beşikçi ve gazeteci-yazar Ragıp Duran düşünce özgürlüğünden ötürü cezaevinde yatıyorlardı.
Işık Yurtçu önce Kocaeli Cezaevi’ne konulmuş, daha sonra gazetecilerin oluşturduğu ‘Düşünce Özgürlüğü Platformu’nun girişimleri sonucu Tekirdağ’ın Saray ilçesindeki cezaevine nakledilmişti. Nazım Alpman ve Süleyman Sarılar'ın bu konudaki 'dayanışma' girişimleri unutulmaz.
Kalabalık bir gazeteci grubu kendini İzmit'ten Saray’a götürmüşlerdi; bu eylem unutulmaz aslında. Türk basın tarihinde önemli bir yeri vardır.
O sıralarda Münir Ceylan ile futbolcu Tanju Çolak da Saray Cezaevi'nde yatıyorlardı. (Tanju’nun yatışı ise kaçak Mercedes soruşturması sonucuydu).
Işık’ın beklenmedik ölümünden meslekdaşları olarak üzülüyoruz. Çektiği acılardan sonra onu aramızda görmek istedik; ama Işık hep bizlerden uzaklaştı; niye küskündü ve kırgındı? Kendisini niye izole etmişti?
Bunu kimse çözemedi… Dünyada basın özgürlüğüne karşı direnen bir gazeteci olarak ünlenmişti; hemen hemen bütün gazeteciler kendisini destekliyordu.
Basın özgürlüğüne ilişkin uluslararası bir çok basın kuruluşundan ödüller aldı. Bu yükün altında ezilmiş miydi Yurtçu... Yoksa bu sorumluluk kendisine ağır mı gelmişti; arkadaşları bunu hep bir soru olarak düşündü.
Belki 10-12 yıl medya dünyasından uzaklaştığı ve arkadaşlarını aramadığı için, ölümünde Ortaköy’de oturduğu yeni öğrenildi.
Komşularından akrabalarını hatta gazetecileri görmek istemediğini öğrendik. Bu küskünlük nedendi? Medyanın içinde bulunduğu duruma mı kızgındı; yoksa dostlarının vefasızlığına mı?
Ama önemli olan şudur..
Işık Yurtçu gazetecilik yaptığı dönemde, gazetecilik görevinden dolayı yargılanmıştı. ‘Terörist’ değildi, fikir özgürlüğüne ilişkin ‘suçlanıyordu.
Bugün ise durum daha da vahim; gazeteciler fikir suçundan değil de ‘terörist' diye içeri atılıyor.
Düşünce suçlarının ‘terör’ kapsamına alındığı bir dönem yaşıyoruz
En hazini de şudur. Işık Yurtçu’nun bir yakınına söylediği ve onun da bize aktardığı “Ben öldüğümde gazetecilere haber vermeyin!” demiş olmasıdır.
Gazetecileri ölümünde bile yanında görmek istemeyecek kadar gazetecilere ve medyaya küsmesine yolaçan koşullar halen geçerli ne yazık ki…
Işık ne düşünürse düşünsün biz onun Ortaköy Dereboyu Camii'nden uğurlayacağız

Saturday, September 8, 2012

Artış için ölmek


Mumia Abu Jamal
  • Mumia Abu Jamal Güney Afrika Manikana’da grev yapan madencilerin katledilmesi korku ve
    güvensizlik yarattı. Otuz beş madencinin katledildiği ve altmış sekiz kişinin de yaralandığı olaylar polisin ateş açması sonucu gerçekleşti. Böyle bir olay günümüz Güney Afrika’sında nasıl vuku buldu? Böyle bir şey ırkçılık sonrası Güney Afrika’da nasıl olabiliyordu? Böyle bir şey siyahların çoğunluğu oluşturduğu ve Afrika Ulusal Kongresince yönetilen bir ülkede nasıl olabiliyordu?
    Manzara hikayeyi anlatıyor: Maden arama  firması tarafından çağırılan mavi üniformalar içindeki siyah  polis riskli bir grev yaparak daha iyi maaş ve daha iyi çalışma koşulları isteyen madencilere saldırdı. Madenciler  ayda 480 dolar kazanıyorlar ve bunu 1500 dolara  yükseltmek istiyorlar. Grevciler, birkaç bin kaya delme operatörü haftalık 120 dolarla ailelerini geçindirmeye, çocuk yetiştirmeye ve yaşamaya çalışıyorlardı. Polis talimatlarını yerine getirmeyi reddettiklerinde otomatik silahlarla saldırıya uğradılar. Ve polisler kimler için çalışıyordu? İnsanlar için mi ?
    Maden firması ve sahipleri için mi? Kime hizmet edip koruduklarını düşünüyorsunuz? Güney Afrika’nın kuzey batısındaki Manikana’da  dünyanın en zengin platinyum yatakları var. Platinyum dünyanın en değerli ve stratejik madenlerinden biri ve Güney Afrika tüm dünya rezervinin yüzde seksenine ev sahipliği yapıyor.Ve grev yapan madenciler kırıntılar için ölüyorlar ve firma sahipleriyle yatırımcılar milyarlar kazanıyor. Kapitalistlerin polisleri hizmetlerini kim satın alabiliyorsa ona hizmet ediyor.
    Manikana kuzey batı bölgesi Afrikalıların devlet eliyle öldürülmesi ve polisin taşkınlıkları için büyük bir bedel ödeyecek. Sadece çelikten iradeler direniş kıvılcımını ateşleyebilir. Bırakın Manikana’da bu gerçekleşsin.