| Alptekin DURSUNOĞLU | |||
|
Friday, September 20, 2013
Lavrov-Kerry anlaşması ve vekillerin hezimeti
Tuesday, August 27, 2013
Hindistan'da Gazetecilere Tecavüz de Ediyorlar...
Tüm dünya medyasında yer aldı: “Hindistan’da, gazeteciye beş kişi tecavüz etti...”(..........)
Öyle demeyin ama...
Beterin beteri var...
Bizim durum yine de iyi...
Beğenmiyor adam manşeti...“O nasıl manşet öyle?.. Böyle gazetecilik mi olur?.. O haberi öyle mi verecektin?..” diyebiliyor gazeteye...
Çüş...
Bize değilse bile “basın özgürlüğüne” tecavüz etti mi, etmedi mi?..
Alıştılar da...
Biraz daha geçsin, size puntoları da söyleyecekler:“Şöyle sekiz sütuna, yandan aşağıya doğru, lopik puntolarla, şimşir italik karakter... Sayın genel başkanımızın o muhteşem ve bulunmaz konuşması sağ üst köşede... Resim çerçeveli, en aşaaa yarım sayfa...”
Yapmazsan?..
Hindu...
Sen boş ver vatanı...
Mısır’daki, Suriye’deki Müslüman Kardeşler’i seveceksin...
Daha da açıkçası; sevdiklerini sevecek, kızdıklarına kızacaksın...
Yoksa hani...
Kabahat kimde?..
Aslında gazete okumayı bile sevmeyen, iş bağlamak için gazete sahibi olan patronda değil...
O patron...
Gerici devrime yalakalık, yandaşlık yapa yapa... Türkiye’nin başına gelenleri okurlarından gizleye gizleye... Basın tarihinin en utanç verici dönemini sineye çeke çeke... Gazetecilik yapmak isteyen genç meslektaşlarını ağlata ağlata... Sonunda gazetesinin benzin istasyonlarında bedava dağıtılmasını “tiraj” diye okurlarına yutturan “editör”e sormalı...
Gazetenin nasıl olacağını sana söyleyen üçüncü sınıf siyasetçide mi kabahat?..
Sonuçta...
Teslim olmuş, saygınlığını ve güvenilirliğini yitirmiş, okurun artık reddettiği bir medyada en “büyük patron” iktidarsa...
Parti sözcüsü kazma editördür...
Benim ise kafam Hindistan’da...
Kurban olayım kader...
O kadar da değil yani...
25 Ağustos 2013 - Cumhuriyet
Thursday, August 22, 2013
Denge
Ece Temelkuran
insanın da eşyanın da huylusu güzel. Huyu olacak. O kapı ancak şöyle açılacak, tutup çekerek, tek sen açabiliyor olacaksın. Bu sehpa ancak şuraya dayanınca düzgün duracak, çünkü vaktiyle onu öyle kanadı kırık bırakan bir şey olmuş olacak, unutmak istemediğin bir şey. Bu fincanın muhakkak bir küçük kırığı olacak ağzında, hep ayarlaman gerekecek içerken. O çantanın bir cebi delik olacak, hep aklında tutman gerekecek hangisiydi. O paltonun cebinde bir mürekkep izi olacak, dalgın bir günün, açık unutulmuş bir kalemin hatırası. Koltukların kollarında bir çocuğun resim çalışmaları olacak, elbette sabit kalemle yapılmış. O ayakkabı burnunda, bir gün öfkeyle atılmış bir tekmenin mührünü taşıyacak.
Belalı...
Huyu olacak, izi olacak. Eşyanın da insanın da. İnsan dediğin de yani mesela, şu krem rengi koltuk takımları gibi olmayacak. Belalı olacak. Kadını da erkeği de. Hayır, "arıza" değil, lüzumsuz tiyatrolu, hezeyanlı değil. Öyle bir moda var şimdi, genç kadınlar bilhassa "arıza" oluyor filan, çok havalı gibiymiş gibi falan. Öyle değil. Gerçek bir iz olacak. Gerçek bir iz olduğunda çünkü, saklamak istersin, tıpkı palto cebindeki mürekkep izi gibi. Kaçınmak istersin, tıpkı fincanın ağzındaki kırık gibi. Öyle yani, bir tuhaf, değişmez huyu olacak insanın. Yara izi olacak mesela, muhakkak. Kadını da erkeği de. Tıpkı palton, fincanın ve eski sehpan gibi, insanı da işe yaradığı için değil, o huyu bir tek sen bildiğin için seveceksin. O kapıyı bir tek sen açabildiğin, o kapıdan içeri girebildiğin gibi.
Sentez
Hayat kocaman bir şey, ha? Ne dersiniz? Aslında kocaman. İçinde Kraliçe Elizabeth var, Che var, milyonlarca ölmüş insan var, trilyonlarca kahraman, katrilyon macera. Senin bir önemin yok yani, yaptığın yanlışların ise yok değerinde ehemmiyetsiz. Ama sonra küçük şeyler var işte, minnacık izler, eşyanın ve insanın izleri. Hayat bu akıl almaz büyük ile gözle zor görünür küçüklük arasında bir denge. O büyüklüğü akılda tutup o küçük şeyleri görebilmekle ilgili bir "sentez".
Bir denge var. Apaçık yaşadıklarımızla sadece bizim bildiklerimiz arasında bir denge. Herkesin izlerken kederli diye düşündüğü senin büyük filminde sadece senin gördüğün küçük bir sahne. Diyelim ki bir kedinin daldan düşmüş çiçekle oynayıp oynayıp sonra dönüp giderken çiçek kendini takip edebilirmiş gibi şüphelenip şüphelenip geri dönüp bakması gibi komik bir an. Kimsenin görmediği gülüşünle herkesin gördüğü ağlamalar arasında bir yerdesin sen. Ama birazcık daha kendi gülüşünde...
Bilmezler
Kimse bilemez. Evet evet kimse bilemez. En yakınındaki bile. Senin dengen nerede kuruluyor, göremez. Çok başarısız, çok hüzünlü, çok zor görünen hayatında sadece senin küçük, görünmez gülümsemelerinden, kendine yaptığın aptalca şakalardan oluşan ve senin aslında yürümeni sağlayan dengeyi kimse göremez. O çiziklerle dolu koltuğu niye cilalatmadığını... O kapıyı niye tamir ettirmediğini... Niye hala o fincan, niye hala o palto, niye hala o ahmak adam/kadın... Bilmezler, bilmesinler de zaten. Çünkü hayat seni kimsenin görmediği bir yerde. Hayat, bir huy. Bir iz. Hassas bir denge. Ayakkabının burnunda bir tekme izi.
Düşünüyorum da, bir yerden bakıldığında her şey güzel aslında. Sadece senin bildiğin bir yerden ama...
Tuesday, August 20, 2013
Ne kadar efsunkar imişsin ah ey didar-ı iktidar
| Alptekin DURSUNOĞLU | |||
|
Monday, August 19, 2013
'Gestapo 2013'...
“Gestapo”nun
girmediği ve sızmadığı makam ve mekân, izlemeye ve sorgulamaya
alamayacağı kurum ve kişi yoktu. Bunun için herhangi bir suçun işlenmesi
veya kanıt bulunması gerekmiyordu ve aranmıyordu. Zaten gerek
Almanya’da gerekse Nazi işgali altındaki öteki bütün ülkelerde açıkça Führer’den yana olmayan, ona en ufak bir eleştiri yönelten bütün kişi ve kurumlar “potansiyel suçlu” ve “vatan haini” sayıldıklarından, “Gestapo”nun yetkileri de sınırsızdı. Ortada bir suç bulunmasa bile, geliştirilen işkence ve baskı yöntemleri sayesinde her türlü “işlenmemiş suç”un kanıtını sağlamak çok kolaydı.“Gestapo”nun
en duyarlı ve dikkatli olduğu kurumların başında ilkokuldan
üniversiteye kadar bütün eğitim kurumları geliyordu. Daha Hitler
iktidara gelmezden önce, 1930 yılında oluşturulmasına başlanan ve 14
yaşından itibaren bütün Alman gençlerini kapsamayı hedefleyen “Hitler Gençliği” (“Hitlerjugend”) adlı örgütün de yardımıyla “Gestapo”,
eğitim kurumlarında gençleri her an izliyor; ana babaları, en
yakınları, hocaları, öğretmenleri, sınıf arkadaşlarını ve komşuları da
dahil olmak üzere, açıkça Hitler’den ve Nazilerden yana olmayan herkesi
derhal “yetkililere” ihbar etmeyi öğrencilere birincil vatanseverlik görevi olarak belletiyordu. Bu arada aynı görev, “sakıncalı”
gördükleri öğrencileri açısından bütün hocalar ve öğretmenler için de
bir yükümlülüktü. Böylece daha yeniyetmelik yaşlarında bulunan birkaç
kuşak Alman genci, en ideal vatanseverliğin yolunun ancak böyle bir “muhbir kimliği”nden geçebileceği bilinciyle yetiştirildi.Savaşın bitiminden Nazilerin “korku imparatorluklarının” yıkılmasından sonra, damarlarına yıllar boyu muhbirliğin o korkunç zehrinin akıtılmış olduğu kuşakları bu zehirden arındırabilmek çok, ama çok zor oldu.
Ülkemizde tam da yeni bir eğitim yılının hazırlıklarının yapıldığı şu günlerde, ne demek istediğimi bilmem anlatabildim mi?
19 Ağustos 2013 - Cumhuriyet
Saturday, August 10, 2013
Beyoğlu Emniyet Müdürlüğü yanında: Erkek öldürdü, polis seyretti, medya akladı
10 Ağustos 2013
Bir kadın nasıl öldürülür? Dün Beyoğlu
Emniyeti’nin yanında işlenen kadın cinayetini polis seyretti, medya ise
polisin sorumluğunu örttü. Polis 1o dakika boyunca süren saldırıya
müdahale etmemişken polisin, katili “kıskıvrak” yakaladığını yazan
gazeteler, haberlerinde erkek şiddetini/cinayeti “gerekçelendirdi”. Gezi
direnişçilerine “anında” müdahele eden, direnişçi kadınlara yönelik
cinsel saldırıları sistematikleştiren polisin cinayete ortak olan tutumu
haberlere konu olmadıDün akşam (9 Ağustos) saat 18.55 civarında Beyoğlu Emniyet Müdürlüğü hemen yakınındaki Ömer Hayyam Durağı’nın yanında bir erkek bir kadını bıçaklayarak öldürdü.
Sendika.Org’nin “Beyoğlu Emniyeti’nin yanında bir kadın bıçaklandı, polis seyretti” başlığı ile henüz saldırıya uğrayan kadının yaşamını yitirdiğine dair bir bilgi olmaksızın yaptığı haberde İstiklal Caddesi’nde ve Tarlabaşı’nda her tür eyleme anında müdahale eden polisin 10 dakika boyunca emniyet’in yanı başında süren erkek şiddetine, bıçaklama saldırısına neden müdahale etmediği soruluyordu.
Ana akım medya ise bugün erkek şiddeti ile yaşamını yitiren B.B’nin ölüm haberini şiddeti meşrulaştıran/gerekçelendiren ve kadın cinayetinde polisin sorumluluğunu aklayan bir biçimde verdi. Doğan Haber Ajansı, Cihan Haber Ajansı kaynaklı haberlerde medyanın kadın cinayetlerinde nasıl erkek egemen dile yaslandığının bir örneği daha açığa çıktı.
Erkek şiddeti ve cinayet meşrulaştırılmaya çalışıldı
Haberlerde katil kocanın ifadesine dayanarak cinayet gerekçelendirildi. Bir kadının yaşamını elinden alan bir erkeğin ifadeleri, kadın cinayeti için herhangi bir “geçerli bir sebep” olabilirmiş gibi haberin kaynağı haline getirildi. Kıskançlık, “kızgın koca” gibi ifadelerle katil erkeğin “öldürme motivasyonu” öne çıkarıldı, sinir krizi, cinnet getirme gibi kavramlarla makulleştirildi.
Seyreden polis “kıskıvrak yakalamış” medyadan polise aklama
Sendika.Org’nin dünkü haberinde de vurgulandığı gibi Beyoğlu Emniyet Müdürlüğü’nden polislerin hemen yanı başında bir erkek tarafından en az 10 dakika boyunca şiddet gören ve bıçaklanan bir kadını korumak, saldırganı durdurmak için müdahale etmemesi ana akım medyanın haberlerinde belirtilmedi.
Haberlerde B.B’nin katilininin “yakalanması”, “Koca kaçmak isterken Asayiş Büro Ekiplerinden bir komiserin olay yerinden rastlantı sonucu geçmesi üzerine kıskıvrak yakalandı” cümleleri ile verildi. Bu şekilde haberlere koca şiddetinin meşrulaştırılmasının yanına seyrederek adeta cinayete ortak olan polisin aklanması da eklendi. Oysa saldırgan polisin değil vatandaşın müdahalesi ile durdurulmuştu.Polis artık hareketsiz yerde yatan B.B için yine vatandaşın çağırdığı ambulans saldırı alanına gelirken olay yerine gelmişti.
Medyada “olay yerinden ilk görüntüler” başlığı ile açılan fotoğraf galerilerinde ise polisi “görev başında gösteren” olay yeri inceleme çalışmaları fotoğrafları servis edildi.
Oysa saldırıya dakikalarca şahit olan ve saldırgana müdahale etmeye çalışan herkes Beyoğlu Emniyeti’nden polislerin yaklaşık 30 saniyede saldırı bölgesine ulaşabilecekken tüm seslenişlere rağmen saldırıyı durdurmak için hareket etmediğini gördü.
Sendika.Org
Thursday, August 8, 2013
Tuesday, August 6, 2013
Silivri ve 'Asrın Rüyası!'
Gazetelere bakarken kanım dondu. “Silivri’de karar günü” haberi, ana akım medyada dün neredeyse kibrit kutusu büyüklüğüne indirgenip, sayfanın en altına saklanmıştı…
Manşetler bir merkezden atılmış gibi aynıydı: “Tarihi yolculuk”, “Boğaz altından ilk tren geçti”, “Boğaz’da tarihi an: 4 dakika”…
Fotoğraflar, tek elden servis edilmiş gibi gene bir örnekti; tüm gazetelerin tepesinde Başbakan Erdoğan’ın makinist kompartımanındaki pozu yerleştirilmişti: Başbakan, yeraltında, zifiri karanlık bir tünelde yol alan bir treni sürüyor.
Şef makinist fotoğrafının yanı başında da şu sözler dikkat çekiyor: “Erdoğan, yapımı 1860’da gündeme gelen ‘Asrın Rüyası’ Marmaray’ın ilk sürüşünü yaptı!”
Tam dedim, bu, eğer “tramvay” değilse.. “tren demokrasisinin” resmidir!
Diğer deyişle Gezi’nin penguen skandalının başka versiyonuyla karşı karşıyayız…
Sözün bittiği yer
Tarihi duruşmanın karar gününde; ülkenin tüm büyük gazeteleri; manşette sadece rejim propagandası, hatta rejim propagandası da değil, “şef makinist propagandasına” yer ayırabilmiş…
Rastlantıya yer bırakmayacak şekilde, her şey günü ve saatiyle belli ki çok önceden inceden inceye hesaplanmış…
Gazetecilere, rektörlere, profesörlere, generallere.. akıl hafsala almayan yüzyıllık cezalar, ağırlaştırılmış müebbetler yağarken; “Asrın Rüyası” şapkadan çıkartılıyor ve kamuoyuna toz pembe “1860’tan beri düşlenen hayal gerçekleşiyor!” propagandası pompalanıyor…
Silivri’de insanlar gaz bombasıyla tarlalarda kovalanır, davayı izlemek isteyenlere karşı insafsız barikatlar kurulurken; ana akım medya karanlıklarda yol alan “tren demokrasimize” alkış tutuyor!
Bundan böyle ne dense boş.
Hukuk devletiymiş, basın özgürlüğüymüş… Bu kavramlarla bir şeyler söylemenin, bir şeyler anlatmaya çalışmanın artık anlamı kalmadı.
Sözün bittiği yerdeyiz.
Gazete manşetlerine çıkarılan “fotoğraf”, bugün bize.. nerede ve nasıl bir tünelde yol aldığımızı dört dörtlük anlatıyor. Balbay’a 34 yıl 8 ay hapis!Drej Ali’ye 6 yıl!Başbuğ’a müebbet!
Yeraltı dünyasından Sedat Peker’e 10 yıl!
İnsanın kalbi daralıyor. Nutku tutuluyor. İçi şişiyor.
Ergenekon iddianamesine, iddianamenin oluşturuluş biçimine, gizli tanıklara, savunma hakkına filan.. artık hiç girmiyorum.
Adalet, hukuk, insan hakları, en önemlisi de vicdanların bir gün bu tünelden çıktığını görmek, umarım hepimize nasip olur demekten başka şey gelmiyor elimden.
Monday, August 5, 2013
Polis devleti artık bir olgudur
Merdan Yanardağ
merdan.yanardag@yurtgazetesi.com.tr
04 Ağustos 2013, 12:36
Öncelikle belirtelim ki, “Türk milleti adına” yargılama yaptığı belirtilen mahkemeler aleni yargılama yaparlar. Yasalarla belirlenmiş çok özel durumlarda gizlilik kararı verilebilir. Usul hukukuna göre, kararlar sanıkların ve sanık vekillerinin yüzüne karşı okunmak zorundadır.
Belli ki önceden verilmiş bir karar var ve bu karar Vali Mutlu’ya iletilerek tedbir alınması talimatı verilmiş. Yasağı koyan AKP Hükümeti’dir. Gezi Direnişi’nden sonra kimyası bozulan AKP Hükümeti, her türlü toplumsal eylemden korkuyor. Silivri’ye yarın yüzbinlerce yurttaşın gitme olasılığı karşısında yeni bir “Gezi sendromu” yaşamak istemiyor. İktidar bu nedenle her geçen baskı ve devlet terörünün dozunu arttırıyor.
Dün Aydınlık Gazetesi ile Ulusal Kanal çalışanları ve yöneticilerinin evlerine baskın düzenlendi. Çok sayıda gazeteci arkadaşımız gözaltına alındı. Yeter artık diyoruz. İktidardan ve güç odaklarından bağımsız birkaç gazete ve televizyon var. Onlar da polis zoru ile susturulmak isteniyor. Buradan bütün yurttaşlarımıza bu kurumlara, gazete ve televizyonlara sahip çıkmaya çağırıyorum.
Son on yılda oluşturulan liberal efsane çöküyor. Hani şu AKP iktidarının askeri vesayete son verdiği, hatta "muhafazakar bir devrimin" gerçekleşmekte olduğu (ne demekse) ve dolayısıyla Türkiye'nin demokratikleştiği yolundaki yaygın efsane büyük bir yalana dönüşmüş durumda... Türkiye'de rejim, hızla dinci-faşizan bir polis devletine dönüşüyor.
Diğer taraftan bugüne kadar AKP iktidarına kayıtsız şartsız destek veren liberal cephede son günlerde bir çözülme gözlemleniyor. Demokratikleşme yolunda hukukun bile gerektiğinde çiğnenebileceği görüşünü savunacak kadar şirretleşen bu liberal güruhun kimi mensupları, "acaba" diye soruyorlar; "askeri vesayetten kurtulalım derken “dinci bir ek parti diktatörlüğüne mi gidiyoruz?"
Galiba öyle!
Ama bu çevreler daha yakın zamana kadar Türkiye'nin "sivil faşizme" ya da "İslamo-faşist" bir dikta rejimine doğru gittiği şeklindeki görüşleri, en hafif deyimle abartılı buluyorlardı.
Onlar için önemli olan askeri vesayet rejiminin yıkılmasıydı. Gerisi teferruattı...
Gidişattan utangaç şekilde şüphe etmeye başlayan bazı liberal yazarlar -ki bunlar AKP iktidarı için toplumsal rıza üretiminde önemli bir rol oynamıştı- olan bitene itiraz etmeye başlayınca diğerleri tarafından hemen Ergenekoncu ilan edildiler. Küçük bir farkla... Onlar "soft Ergenekoncu" idi.
Ne var ki, Türkiye solunda bile, daha dün birlikte oldukları arkadaşlarını, politik ve felsefi sicillerini çok iyi bildikleri grupları ya da partileri sırf olan biteni farklı değerlendiriyorlar diye darbeci, Ergenekoncu, Genelkurmay'ın adamı/partisi diye insafsızca ve utanmazca suçlayanların olduğu bir ortamda, liberal mahallede "soft Ergenekoncu" olmak açık bir kayırma diye de yorumlanabilir.
* * *
Gelelim şu “vesayet” kavramına… Vesayet hukuki bir kavram, "koruma" ve "himaye" gibi anlamları var. Politikanın diline aktarılan "vesayet" kavramının "askeri" nitelemesiyle birlikte Türkiye'de bir karşılığının olduğu açık. TSK'nın Cumhuriyet'in kurucu kuvveti ve modernleşme projesinin öncüsü olmaktan gelen sistem içindeki ağırlığı nedeniyle, koruması ve himayesine aldığı, millet adına milli çıkarları ve tehditleri belirlediği, toplum adına düşündüğü, doğruyu belirlediği vb. biliniyor.
TSK'nın bu gücü Soğuk Savaş boyunca daha da arttı. Kurucu ideolojinin taşıyıcısı olarak kendisini rejimin ve sistemin koruyucu ve kollayıcı gücü olarak gören TSK'nın bu konumuna pek itiraz eden yoktu. Çünkü, başlangıçta bu duruma (sermaye birikim sürecinde) sınıf mücadelesini ve toplumsal muhalefeti karşılama kapasitesi sınırlı bulunan burjuvazinin de esastan bir itirazı yoktu. Soğuk Savaş döneminde komünizme karşı mücadele için geliştirilen ve kapitalist ülkelerin kendi vatandaşlarının bir bölümünü "düşman" olarak görmesine yol açan "dolaylı saldırı doktrini" TSK'nın dokusunu yeniden oluşturan etkenler arasındaydı.
Evet bu anlamda Türkiye'de bir askeri vesayetten söz edilebilirdi. Ancak bu durum abartılmamalıydı Çünkü silahlı da olsa TSK nihayetinde bürokratik bir kast olmanın ötesine geçemezdi. Toplumsal sınıflar karşısında görece özerk bir yapıya ve konuma sahip olsa da askere bir sınıf rolü yüklemek, dahası onu bir sınıf gibi değerlendirmek tarihsel ve sosyolojik bakımdan doğru değildi. Ama öyle yapıldı.
Diğer taraftan TSK, Soğuk Savaş döneminde kendi ülkesini işgal eden anti-komünist bir iç savaş örgütüne dönüştü. Bu dönemde Cumhuriyet'in başlangıç ilkelerinden önemli ölçüde koptu ve tutuculaştı. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleriyle kendi içindeki ilerici kanadı büyük ölçüde tasfiye ederek, kurumsal bakımdan milliyetçi-gerici bir karakter kazandı. 27 Mayıs 1960’da son ilerici atılımını yapan TSK için bu, köklü bir dönüşümdü.
***
Ancak Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle birlikte TSK'da misyonsuz kalmış, bu dönemde reaksiyoner bir karakter kazandığı için tehdit algısında boşluğa düşmüştür. Yeni dönemde TSK'nın sistem içindeki eski dominant konumuna ihtiyaç kalmamıştır.
Bunun üzerine TSK, 28 Şubat 1997'de rotasını yeniden belirlemeye çalışarak Cumhuriyet'in kuruluş varsayımlarına bir dönüş denemesine girmiştir. Bu kapsamda Milli Güvenlik Siyaset Belgesi yeniden düzenlenerek komünizm baş tehdit olmaktan çıkartılmış ve irtica (ayrılıkçılıkla birlikte) birinci sırada ve öncelikli tehdit olarak değerlendirilmiştir. Ancak ulusal planda bir tür Soğuk Savaş'ı bitirmeye dönük bu restorasyon girişimi kesintiye uğrayarak başarılı olmamıştır. Süreci kesintiye uğratan en önemli faktör AKP iktidarıdır.
NATO'nun ikinci büyük ordusu olan TSK'ya eski gücü ve etkinliğiyle artık ihtiyaç duyulmaması, askerin bütün bir Soğuk Savaş boyunca arkasında olan ABD ve diğer Batılı emperyalist ülkelerin desteğini geri çekmesine yol açmış, bu durum ordunun sistem içindeki konumunu temelinden sarsmıştır. Türkiye'yi bir ılımlı İslam ülkesi olarak bölge için model haline getirmek isteyen ABD ve Batı ile AKP'nin hedefleri arasındaki örtüşme, TSK'nın gücünü kırma ve sermayenin ideolojik doksunu dönüştürme sürecini hızlandırmıştır.
Çatışmanın esasını bu durum oluşturmaktadır.
* * *
Geleneksel iktidar blokunun parçalanması, ülkenin yeni bir fetret dönemine girmesine yol açmıştır. Fetret'e düşen ülkedeki yeni şehzadeler savaşında, "küffar"ın desteğini alan "devşirme ordusu"nun karargâhında AKP bulunmakta, bu ordunun vurucu gücünü de polis oluşturmaktadır.
Bugün TSK geriye çekilirken iktidar blokunun bileşenleri yeniden belirleniyor. Servetten ve iktidardan daha fazla pay isteyen muhafazakâr ve İslamcı taşra sermayesi yükselirken -ki AKP'nin dayandığı iç dinamik esas olarak bu sınıflardır- laik sermaynin ya alanı daraltılıyor ya da dönüştürülüyor.
AKP- Cemaat (Fethullah Gülen Örgütü) bloku Türkiye'nin dönüştürülme sürecinde siyasal zor, baskı ve operasyon aygıtı olarak polisi ve neredeyse tamamını ele geçirdiği bürokrasiyi kullanıyor. Polis giderek silahlı bir politik partiye dönüşüyor.
Dolaysıyla Türkiye, askeri vesayet rejminden kurtuluyor denilirken bir polis devletine doğru götürülüyor. İdeolojik olarak İslamcılaşan polis, TSK'yı dengeleyecek ve etkisizleştirecek başka bir "silahlı kuvvet" olarak sistem içinde güç kazanıyor. Esas olarak polise dayalı bir İslamo-faşist rejim kuruluyor.
Bu rejimin kuruluşunun büyük ölçüde tamamlandığını söylemek abartılı olmayacaktır. Çünkü artık bu tez, bir iddia ya da hipotez olmaktan çıkmış ve her gün sokakta hissettiğimiz somut bir olgu haline gelmiştir.
Sunday, August 4, 2013
'Sırdaş Polis' ve Başkalarının Hayatı
“İhbar kutusu” ve “sırdaş polis” projesi ortaya atıldığından beri “Başkalarının Hayatı” adlı filmi düşünüyorum…
“Florian Henckel von Donnersmarck” tarafından 2006’da yapılan film hayli sofistike içeriğine karşın yalnız aydınların teveccüh ettiği bir sanat filmi olarak kıyıda köşede kalmamış; hem Oscar almış, hem iyi iş yapmıştı.
Soğuk Savaş’ın son dönemini konu alan film, Doğu Almanya’da güçlü polis devleti kuran “Stasi”yi anlatıyordu.
Doğu Alman Cumhuriyeti’nin devlet güvenlik sistemi ile özdeş olan “Stasi”; kamuyu etkileyen aydın, yazar, çizer, sanatçı takımı başta olmak üzere hedefe yerleştirdiği herkesi 7/24 takibe alıyordu. Orwell’in bir diktatörlük alegorisi olan “1984” isimli romanına yapılan göndermeyle film 1984’te geçiyor ve şöyle başlıyordu: “Yıl 1984. Doğu Berlin. Düşünce özgürlüğü çok uzak. Doğu Alman Cumhuriyeti, Doğu Alman gizli polisi ‘Stasi’ tarafından sıkı denetim altında tutulmakta. 100 bin çalışanı ve 200 bin muhbiri ile halk gözetim altına alınmakta. Açıklanan amaç ‘her şeyi bilmek!’... ”
2013 Türkiyesi farkı
Filmi 2006 kışında vizyona girer girmez tutkulu bir sinemasever gözüyle izlediğimi hatırlıyorum… “Sırdaş polis”, “muhbir vatandaş” ,“ihbar kutusu” projeleri ortaya atılınca; şimdi bir kez daha internetten indirip izlemek istedim.
Aradan geçen yıllarda tabii -heyhat!- çok şeyi unutmuşum ama bu defa “salt sinemasever” gözüyle değil anlatılanlarla özdeşlik kuran bir ruh haliyle öyküye girdiğim için her şeyi kayda geçtim ve filmden katbekat etkilendim.
İster istemez de “Vay canına!” dedim... 7 yıldaki değişim demek bu kadar keskin!
2006 Türkiyesi’nden bakıldığında; “Başkalarının Hayatı” iyi yapılmış, başarılı bir dönem filmi olarak duruyordu.
2013 Türkiyesi’nden bakıldığında aynı film, yaşadığımız gerçeklere ışık tutuyor. Bu yüzden ne yapıp edin; iki saatinizi ayırıp bu filmi izleyin…
‘Bir daha yazamasın!’
Bir “Stasi” üstü ile astı arasında geçen şu konuşmaya bakın mesela: “Muhalif sanatçılar için karakter profiline göre hapishane şartları… belgesini gördün mü?” diyor bir Stasi görevlisi “Başkalarının Hayatı”nda çalışma arkadaşına: “Belgede 5 farklı sanatçı tipi ayırmışlar. (Başkahraman yazar) Georg Dreyman, yalnız kalamayan 4. tipe giriyor. Böyle birini belirsiz süre hücre hapsinde tutacaksın. Bu sürede kimseyle iletişim kurmayacak. Ancak bu arada kendisine iyi davranılacak. Zorlama, kötü muamele yapılmayacak ki arkadan yazıp, anlatacağı şeyler olmasın. On ay sonra onu serbest bırakacaksın. Bize bir daha sorun çıkarmaz. Böyle davrandıklarımızdan, 4. gruba girenler, bir daha hiç kalem oynatmıyorlar, resim yapmıyorlar ya da bir sanatçının yaptığı diğer şeyleri yapmıyorlar. Bu herhangi bir baskı olmadan gerçekleşiyor. Kendi kendine. Sanki bir hediye!”
Filmde böyle inanılmaz diyaloglar var…
Bu sahnede izlediğimiz elemanlardan Gerd Wiesler; filmin girişinde bir “Stasi” okulunda ders verirken geleceğin polis şeflerine şunları söylüyor: “Birinin suçlu olup olmadığını anlamanın en iyi yolu, saatlerce onu uykusuz bırakmak pahasına, güçsüz kalana dek sorguya çekmektir. Sorgudaki kişi masumsa; öfkelenip, bağırır ve asabileşir. Suçluysa, suskunlaşır. Çünkü neden orda bulunduğunun bilincindedir!”
Hayatlar nasıl harcanıyor?
“Başkalarının Hayatı” baştan sona sanatçı -Georg Dreyman- ile onu bir gölge gibi izleyen “alter ego” polis-Gerd Wiesler’in öyküsü üzerine kurulu. Başta acımasız bir polis olan Wiesler; yakın markaja aldığı sanatçı Dreyman’ı izlerken değişiyor. Dreyman sayesinde önceleri farkında olmadığı inceliklerin, müziğin, şiirin ve yazarların dünyasına giriyor. Farkına varmadan onlara hayranlık duyuyor ve onlarla insani bir bağ kurmaya başlıyor. İş o hale geliyor ki Dreyman’ı üstlerine rapor etmesi gerektiği halde bundan kaçınan Wiesler, bu yüzden tenzili rütbeye uğruyor. Birkaç yıl sonra Berlin Duvarı düşünce, Stasi arşivleri halka açılıyor. Bu arşivlere giren yazar Dreyman, kendisine kötü günlerinde yardım eden Wiesler’in üstüne kol kanat gerdiğini öğrenince, son eserini ona ithaf ediyor.
Senaryo biraz tabii böyle romantikleştirilip hafifletilmiş…Brecht’i keşfettikleri için Stasi içinde nedamet getiren olmuş mudur bilinmez ama, “Başkalarının Hayatı” bu romantik öğelere rağmen, polis devletinde insanların yaşamlarının nasıl zehir edildiğini gözler önüne seriyor.
Öyle ki bu “muhbirler diyarının” Avrupa’nın en yüksek intihar oranlarına sahip ülkesine dönüştüğünü öğreniyoruz…
Kendilerini iktidar partisinin “kalkan-kılıcı” olarak tanımlayan yalakaların anatomisini çıkarıyoruz. “Kara listedeki” aydın ve sanatçıların, yaşamlarının nasıl bir bir yok edildiğini görüyoruz.
İkbal-iktidar hırsı, kariyer kaygısı; sevgi-alçaklık, şerefsizlik-insanlık, dik durabilmek ve kaypaklık; sadakat, sadakatsizlik gibi ilişkilerin temelini oluşturan değerleri bir kez daha düşünüyor, sorguluyoruz. “Başkalarının Hayatı”nı mutlaka görün. Şimdi tam zamanı.
4 Ağustos 2013 - Cumhuriyet
Thursday, August 1, 2013
Öğrenciye, taraftara önleyici yaftalama
Hükümete karşı protesto düzenlenecek şeklindeki müthiş istihbarata sırt dayayarak alınan önlemler, kusura bakmayın başlı başına protesto sebebi.
Gezi eylemlerini önce dış mihraka, sonra faiz lobisine, bir ara İsrail’e, yoğunlukla Ergenekon’a, darbeci zihniyete, sonuna doğru hepsine aynı anda bağlayabilen hükümet, maharetini ileriye dönük geliştirdi. İstihbarat aldık filan gibi laflarla henüz stadına ayak basmamış taraftarı, okuluna varmamış öğrenciyi peşinen suçlamaktadır. Önleyici yaftalama denir buna. Evet.
Ama insan hayran da kalıyor bi yerde... Devletimiz ne uğraşmış, ne ince iş yapmıştır bu enigmatik istihbaratı toplamak için diye. Bir tatlı latife herhalde bu?
İstihbarat aldık de, insanların demokratik haklarının üstüne geniş geniş yayıl! Bu yani. Halbuki, sadece toplumsal hareket nedir, nasıl oluşur şeklinde bir sosyal bilimler dersinin girişini dinlemiş olanlar, elbette bu yaz Gezi’de yaşananların bir kalıntısının üniversitelerin açıldığı, maçların başladığı dönemde devam etme ihtimalini görebilir. Bunun için FSB ajanı olmaya hacet mi var? Ortalama zekâ yeter.
Çok basit; insanlar çeşitli vesilelerle bir araya geldiğinde talep veya dertlerini yüksek sesle ifade etmek konusunda daha cesur ve atik olabilirler. Hele de Gezi gibi kısa süre önce yaşanmış bir birlikte duruşun hatırası varken...
* * *
Yalnız bir de şu var: Kaşımak... Bir yandan istihbarat aldık sözleriyle olmamış eylemi marjinalize etme çabası var, bir yandan da hem öğrencinin hem de taraftarın damarına basma.
Gezi gibi bir hadise hiç yaşanmamış dahi olsa, üniversiteye ‘güvenliği sağlamak maksatlı’ polis yerleştirme gibi 12 Eylül apartması bir uygulamayı yürürlüğe sokarsanız, sadece bilim üreten bir merkezin temelini sarsmakla kalmaz, öğrencinin bile bile damarına basarsınız.
Öğrenciyle polisin üniversite kampüsündeki teması zaten gayri tabii bir durumdur ve maraz çıkar. Gayet açık. Hele de Gezi olaylarında polis şiddeti nedeniyle yaralanan ve ölenler bu çocukların akranlarıysa.
Hükümete karşı protestolar düzenlenecek şeklindeki müthiş istihbarata sırt dayayarak alınan önlemler de, kusura bakmayın ama başlı başına protesto sebebi.
Öğrenci cephesi: Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu internet sitesinde 2013-14 öğretim yılında kredi verme kriterlerini açıkladı. Buna göre ‘direniş, boykot, işgal, yazı yazma, resim yapma ve slogan atma’ gibi davranışlarda bulunan öğrencilere kredi verilmeyecek. 2002’den bu yana kurum benzer bir ölçüt koymuştu ama ‘anarşi ve terör olaylarına karışanlar’ kredi alamaz şeklinde yapıyordu duyuruyu. Bu sene özel olarak Yurt-Kur duyurusunu detaylandırma gereği duymuşlar. Olur ha, öğrenciler Gezi’deki eylemlerini, sloganlarını, ‘Çare Drogba’ türünden duvar yazılarını ‘anarşi ve terör olayı’ şeklinde yorumlamaz, gider müracaat ederler. Nelerin cezai müeyyideye tabi olduğunu tane tane yazalım. Demişler.
Taraftar cephesi: Dün İçişleri Bakanı Muammer Güler tribünde artık neyin yasadışı olduğunu açıkladı. “Kötü tezahüratların içine siyasi ve ideolojik anlamadaki kötü tezahüratları da koyuyoruz. Kombine satışlarda da kulüplerimiz bu konuda gerekli taahhütleri imzalamış durumdalar. Bu da elbette ki bizim takibimizdedir. Siyasi ve ideolojik tezahüratların sporun ruhuyla bağdaşmadığı kesindir.”
Bu tehditkâr tonu, siyasi ve ideolojik tezahüratın kötüsünün nasıl iyisinin nasıl olacağı gibi derin bir mevzuu bir kenara bırakarak soruyorum, samimiyetle: Bu yaftalama ve önlem alma işinin akıllıca olduğuna emin misiniz?
Wednesday, July 31, 2013
Ceylanpınar’da Reyhanlı endişesi
Cumhur Daş
-
Rojava’nın Serêkaniyê kentine saldıran el Nusra grupları ile YPG güçleri arasındaki çatışmalar ikinci haftasını doldurdu. İki haftadır şiddetli çatışmaların yaşandığı Serêkaniyê sınırındaki Ceylanpınar’da AKP hükümetinin Suriye politikasına ve Rojava kürtlerine yaklaşımına dair ciddi bir tepki var. İlçe halkı Reyhanlı’da yaşanan patlama gibi olayların Ceylanpınar’da da yaşanabileceğinden endişeli.
ÇATIŞMALAR TÜM HAYATI ETKİLEDİ
Ceylanpınar’da neredeyse tek konuşulan konu Serêkaniyê’deki çatışmalar. Çatışmalar tüm yaşamı etkilemiş durumda. Sınıra yakın parkları ve mekanları kullanmayan halk daha çok ilçenin iç kesimlerinde bulunan kahvelerde toplanıyor. Kadınlar ise zorunlu kalmadıkça sokağa dahi çıkmıyor. İlçedeki gerginliği ve yaşananları gazetemize değerlendiren Eğitim Sen Ceylanpınar Temsilcisi Hasan Azger, halkta büyük tepki olduğunu belirterek, “Burada özellikle devletin ÖSO’ya bağlı çetecileri desteklemesi büyük tepki toplamış durumda” dedi.
HÜKÜMET UĞRAMADI
Ceylanpınar’da halkın zaman zaman sokağa döküldüğünü, kitle örgütlerinin de birçok açıklama yaptığını dile getiren Azger, “Burada yaşananlar ne ulusal basında doğru bir şekilde yer alıyor ne de devlet doğru bir politika yürütüyor. Son çatışmalarda 3 insanımız öldü. Hükümetten doğru dürüst bir açıklama bile yapılmadı. Bu süre içinde Urfa’ya 10 tane bakan geldi. Ama hiç biri Ceylanpınar’a uğramadı” şeklinde konuştu. Okulların kapalı olmasının büyük şans olduğunu söyleyen Azger, “Sınıra yakın okulların duvarlarında kurşun izleri var. Sıfır noktasındaki Mevlana İlköğretim Okulunun bir camına üç kurşun isabet etti. Bu çatışmalar okullar açılana kadar bitmezse eğitim yapmak imkansız olur” dedi. Azger, “Atamalarda da zaten kimse burayı tercih etmeyecek” sözleriyle başka bir soruna da dikkat çekti.
‘EL NUSRA VAHŞETİNİ GÖRDÜK’
İlçede Araplar ile Kürtler arasındaki ilişkilerin gerildiğine dikkat çeken Çetin Aydın isimli Ceylanpınarlı ise “İlişkilerimiz neredeyse sıfırlandı. Yaşanan çatışmalar burayı çok olumsuz etkiledi. İnsanların psikolojisi bozuldu. Küçük çocuklar bile bu konuları konuşuyorlar” dedi. Çatışmaların durduğu zamanlarda da kaygılandıklarını ifade eden Aydın, “Sessizlik olunca ardından ne olacak diye endişeleniyoruz. Aslında el Nusra sınırdan karşıya ilk geçtiği zaman onlara sempatiyle baktık. Çadır kentte eğitilen yüzlerce el Nusra elemanı sınırdan geçirildi. Ancak el Nusra’nın insanlık dışı uygulamalarını gördük. Sınırda kesilmiş insan kafası dahi gördük. Bu taraf da hedefte biliyoruz. Bizim ev sınıra bakan sokakta. Bir sabah evden çıkarken karşı taraftan üzerime ateş edildi. Tepki gösteren halka burada da polis saldırdı. Bir kurşun bizi de bulabilir. Burada savaşı yaşıyoruz” şeklinde konuştu.
MEDYA BURAYI DA GÖRMEDİ
Çatışmalardan kadınların çok etkilendiğini söyleyen Aydın, “Evler de güvenli değil. Ama kadınlar pek dışarı çıkmıyorlar. Biz yazları damlarda yatardık. Şimdi evlerin içine hapis olduk” dedi. Medyanın halkın yaşadıklarını aktarmadığını ifade eden Aydın, “Geçen gece burada çatışmalar olurken CNN bu sefer de kelebek belgeseli gösteriyordu. Görmezden gelme durumu devam ediyor” dedi.
REYHANLI KORKUSU
El Nusra’nın Ceylanpınar halkını da hedef aldığını belirten Aydın, “Geçen gece yaşanan çatışmadan sonra ilk kez bu tarafa gelen bombalar nedeniyle el Nusra’ya karşılık verildi. Ceylanpınar’da Reyhanlı benzeri bir olay olmasından korkuyoruz. Hükümet gerekli önlemleri almalı” şeklinde konuştu.
‘STRATEJİK DERİNLİK İFLAS ETTİ’
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun uzunca zaman Türkiye dış politikasına da referans gösterilen ‘Stratejik Derinlik’ kitabına atıf yapan Aydın, “AKP’nin Ortadoğu projesi ve Davutoğlu’nun stratejik derinliği iflas etmiştir. Yanlış politikalardan dolayı zor durumdayız. İki tarafta da Kürtler görmezden gelindi. Güvenli bir bölge için bu politika değişmeli” dedi.
‘ÇADIR KENTTE SİLAH EĞİTİMİ VERİLDİ’
CEYLANPINAR’da kurulan çadır kentlerin büyük sorun haline geldiğini belirten Hasan Azger, “Çadır kentlerde ÖSO’ya bağlı kişilere silah eğitimi verilip karşıya gönderiliyorlar. Orada çalışan arkadaşlarımız bunları ifade ediyor” dedi. Çadır kentlerin AKP’liler tarafından rant alanına dönüştürüldüğünü de söyleyen Azger şu iddialarda bulundu; “Oraya yemek ve malzeme veren şirketler kendi aralarında kavga ediyorlar. Çadır kentten binlerce kişi ayrıldı ama bu kişiler listeden düşürülmedi. Verilmeyen yemekler, malzemeler verilmiş gibi gösteriliyor. Bu ortamda bunlar dönüyor.”
‘BU POLİTİKA HALKLARIN YARARINA DEĞİL’
İmkanı olan ailelerin ilçeyi terk ettiğini de söyleyen Azger, “Bu güne kadar böyle bir huzursuzluk görmedik. Türkiye’nin en huzurlu ilçelerinden biriyken şimdi en huzursuz ilçe olduk. Bunun değişmesini istiyoruz. Türkiye çetecilere verdiği destekten vazgeçmeli. Bu politika halkların yararına değildir” şeklinde konuştu. (Ceylanpınar/EVRENSEL)
Friday, July 26, 2013
Ve Aylin Ankara'ya Vardı
Satya-graha, gerçeğin gücü demek. “Satya-graha”cılık da gerçeğin aktivistliği oluyor.
Gandhi, 1930 yılında İngilizlerin tuz tekeli ve bu tekelle aldıkları fahiş vergilere karşı tuz yürüyüşünü başlatır.
Zulüm, baskı karşısında kendine olan inanç ve gerçeğin gücüyle mücadele etmek anlamına gelen Satya-graha eylemi, Hindistan’ın Gujarat eyaletinde Gandhi’nin tekkesinin bulunduğu Ahmedabad’da başlamış ve 400 kilometre uzaklıktaki Hint Okyanusu kıyısında Dandi köyünde bitmişti.
Bugün Aylin Kotil’in yürüdüğü yol uzunluğundaki bu büyük mesafenin sonunda, Hint bağımsızlık savaşı lideri, İngiliz tuz tekelini kırarak denizden tuz çıkartan ilk Hintli olmuştu. “Topraklarında güneş batmayan Büyük Britanya İmparatorluğu’nun” otoritesi ve sarsılmaz gücüne karşı gerçekleştirilen devrim niteliğindeki bu sivil itaatsizlik eylemi, sonra giderek Hindistan’ın bağımsızlık zaferiyle sonuçlanmış ve hiç “değişmez” olduğu düşünülen şeylerin, yurttaş iradesiyle kırılıp değiştirilebileceğini göstermişti.
Kotil’in “Satya-graha baraj yürüşü” de bir değişmez sabit olarak kaskatı yerinde duran “seçim barajı”nın destek çeken yurttaş girişimiyle bir gün pekâlâ değiştirilebileceğini göstermesi açısından çok anlamlı ve önemli.
İstanbul’dan 7 Temmuz’da büyük yürüyüşüne çıkan Aylin Kotil, yağmur, çamur, sis, sıcak, güneş demeden günde en az 20 kilometre yürüyerek Ankara’ya ulaştı.
Yolculuğuna yer yer yol boyu karşılaştığı insanlar ve sosyal medyadan takipçileri, İstanbul/Ankara’dan eşi dostu eşlik etti ama Ankara-İstanbul arasındaki 450 kilometrenin çoğunluğunu Aylin Hanım bir başına yürüdü.
Özgürlük mesajı
Ayakları yürüyüşte iki numara büyüdü, zaman zaman su topladı ve evi garip bir hırsızlık olayı yaşadı. Tam Ankara iline ulaştığı sırada; Kotil’in evine giren hırsızlar genç kadının pasaportunu çaldı.
Aylin Kotil’in “Bu yürüyüşle bir sonuç alamazsam, Brüksel’e dek yürürüm!” dediğini hatırlayanlar zamanlaması ve muhtevası ilginç olan soygunun gözdağı içerdiğini düşündü.
Bunların hiçbiri Kotil’i caydırmadı, yürüyüşünden yıldırmadı, hedefinden saptırmadı.
Kotil’in hedefi; katılımcı demokrasi önündeki en aşılmaz engellerden biri olan ve askeri vesayet rejiminin de en simgesel mirası sayılan yüzde 10 barajının indirilmesiydi. “Tuz Satya-graha”sı gibi “seçim barajı Satya-graha”sının da mesajı gerçekte çok yalın: “Baskıyı yok etmek istiyorsan çoğunlukçu demokrasiden çoğulcu demokrasiye geçişi desteklemelisin!”
“Yüzde 50 ile dayatılan çoğunlukçu demokrasiden, çoğulcu demokrasiye geçmek için laf ebeliği yetmez!” demeye getiriyor kısaca Aylin Kotil: “Bunun için yapılacak ilk iş yüzde 10 barajını kaldırmaktır. Yüzde 10’u alt sınıra çekmiş bir Türk demokrasisinde, yurttaşın gerçek iradesini yansıtan küçük partiler de Meclis’te yaşam imkânı bulacak, yüzde 10 zorlamasıyla oluşturulan şişirilmiş, hormonlu çoğunluğun yerini, değişik tercihleri kapsayan çoğulcu bir temsil gücü alacak!” mesajı veriyor. “Özgürlük” adına yola çıktığını söyleyen Kotil’in eyleminin ayrıntılı açılımı bu.
Gezi’nin artçısı olan eylem
Böylesi bir eylem Türkiye’de ancak basıncı birikmiş bir düdüklü tencere gibi patlayan Gezi protestoları sonrasında gerçekleştirilebilirdi. Uzun zamandan beri aslında projeyi tasarladığını söyleyen Aylin Hanım’ın; “Satya graha”sı için seçtiği zamanlama, gerçekte tam bir “Gezi artçısı”.
Türkiye’nin uzun süredir biriken (ancak üzerinde hiçbir şey yapılmayan) sorunlarına bir aciliyet vurgusu getiren Gezi’nin ardından; “yüzde 10 sorununun” aciliyeti de kavranmış oldu.
Göğsünde “Baraj düşecek!” yazan tişörtleriyle her sabah seher vakti yola koyulan Aylin Hanım; “düşük yoğunluklu demokrasimiz”(!) önünde bir Çin Seddi gibi yükselen seçim barajı yanında, kadına şiddet ve çocuk gelinler gibi diğer “hassasiyet duyduğu” konuları da yol boyu sıklıkla dile getirmekten kaçınmadı. “Odatv” de yayımladığı günlüklerinde katettiği yolu her gün bir Gezi kurbanına adayan bu güzel insan; Adana’da yaşamını yitiren polis komiseri Mustafa Sarı’dan, Abdullah Cömert’e, Mehmet Ayvalıtaş’a, Ethem Sarısülük’e, Ali İsmail Korkmaz’a hiçbir Gezi şehidini anmayı unutmadı.
“Bugünkü yürüyüşümü Gezi Parkı olayları sırasında hayatını kaybeden ve dün defnedilen vatandaşımız, genç evladım Ali İsmail Korkmaz’a ithaf ediyorum” diye bitirdiği bir günlüğünde: “Anne olarak içim yanıyor” diyor Aylin Kotil; “Ama onun ruhu da bize eşlik ediyor biliyorum.”
Aylin Kotil bu cumartesi saat 17’de Kuğulu Park’ta kendisini bekleyen Ankaralılarla buluşacak.
Ali İsmail Korkmaz ve yaşamlarının baharında trajik biçimde yitirdiğimiz değerli Gezi evlatlarının anısı da Kotil’le birlikte Ankaralıları bekleyecek.
25 Temmuz 2013 - Cumhuriyet
Subscribe to:
Comments (Atom)