Sunday, November 25, 2012

Ne iç savaş ne içişe müdahale



FEHİM TAŞTEKİN

Irak'ta merkezi hükümetin ayakları üzerine dikeldikçe Kürtlerle bir hesaplaşmaya girmesi kaçınılmazdı...

Yüzleşme günü gelip çattı: Başbakan Nuri Maliki tartışmalı bölgelerde peşmerge hâkimiyetini bitirmek için Dicle Operasyonlar Komutanlığı’nı kurup bölgeye birlikler sevk etmeye başlayınca taraflar tam tekmil savaş moduna girdi. Fiilen bağımsız devlet gibi davranan Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Amerikan işgalinin sunduğu fırsatla Kerkük’ün yanı sıra 6 yerde organize Peşmerge güçleri sayesinde fiili bir üstünlük elde etmişti. Suriye’de iç savaşın tarafı oluveren Türkiye, Irak’ta da bir yanda Kürtlerle stratejik ortaklık, diğer yandan düne kadar ‘Kürtlere verdirtmem’ dediği Kerkük ve Bağdat’la yaşanan gerilimli süreç yüzünden çok nazik bir duruma düştü.

Irak Meclisi Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı Dr. Humam Hamudi ile İstanbul’da kritik gelişmeleri hasbıhal ettik. Hamudi Irak yelpazesinde Türkiye’ye en yakın duran Şii El Hekim grubundan. Maliki gibi Hamudi de Türkiye’nin ‘buyurgan’ bir üslupla Irak’ın iç meselelerine karışmasının iki ülke arasındaki gerilimin temel kaynağı olduğunu, Kürtlerle stratejik ortaklığın da buna tuz biber ektiğini düşünüyor.

‘Merkezin hakkı’
Hamudi, Dicle Operasyonlar Komutanlığı’nın merkezin tartışmalı bölgelerde hakimiyet sağlama girişimini “Ülke yönetiminin kendi toprakları üzerinde denetim sağlaması kadar doğal bir şey olamaz” diye savunup ekliyor: “Terör nedeniyle hükümet tartışmalı bölgelerle ilgilenemiyordu, daha önce orada Amerika ve peşmerge vardı ama şu anda merkezi hükümet orada olmak istiyor. Kuzey Irak hükümeti sanki biz onların içişlerine karışıyormuş gibi bir hava estiriyor. Nisanda seçim var. Buralarda Türkmen, Arap ve Kürtler birlikte yaşıyor. Eğer etnik bir grubun gücü oralarda olursa nezih bir seçim yapılamaz. Halk hem peşmergelerden şikayetçi. Halkın güven içinde oy kullanabilmesi için merkez orada olmalı.”

Kürtlerin fiili bir durum yarattığı doğru ama sonuçta tartışmalı bölgelerde nüfus sayımı ve referandum öngören anayasanın 140. maddesini uygulamayan da Maliki’nin kendisi. Haliyle Kürtler sorunun kaynağında Maliki’yi görüyor. Ama Hamudi bu tespiti reddediyor:

“140. madde siyasi bir çerçevede yazıldı. Teknik ve kanuna uygun değildi. Referandumla ilgili görüş birliği olmalı, çünkü ihtilaflı bölgelerin sınırları belli değil. Yasada ulusal mutabakat isteniyor. Bu tek başına Maliki’nin çözebileceği bir iş değil. Ulusal uzlaşıya ulaşılamadı.”

Mezhepsel yakınlaşma
Hamudi, bizzat Meclis Başkanı Usame Nuceyfi’den arabuluculuk istediğini ve görüşmeler sonucu kalıcı çözüm bulununcaya dek hem Irak hem peşmerge güçlerinin yer alacağı müşterek bir yönetim formülünde uzlaştıklarını söylüyor. Ancak biz bunları konuşurken Dicle gücünün Kerkük’e yığınak yaptığı, Kürt lider Mesut Barzani’nin de kardeşi Sihat Barzani’nin başında olduğu birliği tank ve toplarla birlikte kente gönderdiğine dair haberler geliyordu. Krizin Sünni-Şii yakınlaşmasına yarıyor olması ise yol açtığı tek olumlu sonuç. “İlk kez bir Sünni Kürtlerle arabulucu oluyor. Bu iyi bir şey” diyen Hamudi, Sünni-Şii düşmanlığının yavaş yavaş tersine döndüğünü söylüyor: “Bazı bölgelerde Sünni kitleler (Maliki’nin grubu) Kanun Devleti ile işbirliği yapmaya meyilli.”

Bu yakınlaşmada federalizme karşı Maliki’nin merkeziyetçi politikaları etken. Sadece Sünniler değil Kerkük’teki Türkmenler de Maliki’ye meylediyor.

‘Talabani neden devre dışı?
Bu kriz sırasında Erbil ile Bağdat arasındaki gerilimi hem Irak’ın cumhurbaşkanı hem de Kürdistan Yurtsever Birliği’nin (KYB) lideri sıfatıyla düşürmeyi başaran Celal Talabani’nin rolü de merak konusu. Kürtlerin zaman zaman “Kürdistan’ı değil Irak’ı tercih ediyor” diye iğnelediği Talabani’nin neden arabulucu olamadığı sorusuna “Çünkü Cumhurbaşkanı sorunun bir parçası oldu. Tuz Hurmatu’da peşmerge ile Irak güçleri arasında çıkan çatışma Talabani’nin adamlarından birinin yüzünden yaşandı. O da taraf haline geldi” yanıtını veriyor. Tabi Talabani’yle ilgili övgüsünü de eksik etmiyor: “Genel anlamda Talabani Iraklı gibi duruyor, herkese eşit davranıyor. İlişkileri ve uzmanlığı sayesinde Irak’ta eşi az bulunur bir lider. Bu sadece benim değil tüm Iraklıların düşüncesi.”

‘İran’ın etkisi yok’
Dicle gücünün kurulmasında İran’ın teşviklerinin etkili olduğu iddiasını hatırlatıp Tahran’ın nüfuz çabasını soruyorum. “Bunun İran’la hiçbir ilgisi yok. Irak’ta mozaik bir yapı var. İşgal sırasında her grup kendisine göre dışarıdan destekçiler arıyordu. Bir grup ABD’ye, bir grup Suudi Arabistan’a bir Grup Türkiye’ye bir grup İran’a sırtını dayıyordu. Ama şimdi güvenlik durumu giderek iyileşiyor, ekonomi düzeliyor, petrol üretimi günlük 3 milyon varile ulaştı. Bu gelişmeler sayesinde içerde şöyle bir bilinç oluştu: ‘Sıkıntılarımızı kendi içimizde halledelim. Dış güçlere dayanmak faydasız.’ İçeride eskisinden daha iyileşme var, aşırı Sünni gruplar El Hekim ve Maliki grubuyla işbirliği yapmak istiyorlar. Bu gelişmelerin İran’la bir alakası yok” diyor.

‘ABD bir daha dönemez’
Peki bu krizde ABD’nin pozisyonu? ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın tartışmalı bölgelerin güvenliğini Amerikan ordusunun sağlaması önerisine de sıcak bakmadıklarını söylüyor: “Kürtlerle merkez arasında Amerika önceden aracıydı. Ama artık ulusal bir görüş birliği var: Kesinlikle kimse Amerikan askerlerinin Irak’a bir daha dönmesini istemiyor. Kürtler ‘ABD güçlerinin çıkmasında acele etmeyelim ama herkes gitmelerini istiyorsa bunu da kabul ederiz’ diyordu. O nedenle endişeniz olmasın ABD’nin Irak’ta yeri yok.”

Türkiye ile gerilimin asıl kaynağı
Kürt-Arap gerilimini konuşurken ister istemez mesele gelip Türkiye-Irak ilişkilerine dayanıyor. Hamudi, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Maliki’nin iç savaş çıkartacağına ilişkin endişelerini yersiz buluyor: “Iraklılar kötü tecrübeyi yaşadı, kimse iç savaştan yana değil. Hiç kimse bu tutumunu değiştirmedi. İç savaş olmayacak, gruplar arasındaki ilişkiler öncekiden kat kat sağlam ve güvenilir.”

Maliki’nin “Türkiye kendi iç sorunlarıyla ilgilensin” yönündeki yanıtına dair de şunu söylüyor: “Selam verene selam verirsiniz. Her ülkenin iç sıkıntıları vardır. Siz bir ülkenin içinde istikrarsızlık var derseniz o da size aynı şekilde yanıt verir. Türkiye ile ortak çıkarlarımız var. İlişkilerdeki sıkıntı kimsenin çıkarına değil. Ama birbirimizin içişlerine karışmamalıyız. Maliki diyalogun sürmesinden yana ama bir şartla: ‘İçişlerine karışılmamalı.’ Türkiye’nin son duruşu garibimize gidiyor. Türkiye açık bir görüşe sahipti, herkese aynı mesafedeydi, Irak’ta en fazla varlık gösteren ülke Türkiye idi. Ama birden bire duruş değişti. Bazı düşünceleri empoze eder gibi oldular. Gerçekçi olmayan tavırlar takındılar. Bu sıkıntılı duruma böyle gelindi. Türkiye’nin inanılmaz bir birikimi, uzmanlığı ve tarihi var. Böyle büyük bir ülkenin Arap Yarımadası’na bağlanmasına gerek yok.”

Maliki, “Erdoğan’ın ülkesinin özellikle mezhebi ve etnik çatışmalara yol açacağından korktuğumuz iç meseleleri üzerine yoğunlaşmalı. Artık Türkiye’yi bölge ülkelerinin sorunlarına sokmamalı, çünkü bu Türkiye’nin başına dert açar” demişti. “Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi’nin himaye edilmesi gibi sonradan eklenen gerekçeler bir yana Bağdat-Ankara hattındaki gerilimin asıl nedeni ne? Neden Maliki ABD güçleri çekilir çekilmez Türkiye’ye çıkıştı?” diye soruyorum. Hamudi’ye göre temel neden ‘Türkiye’nin taraf tutması’:

“Türkiye Irak’ın yapılanmasında çok büyük rol oynadı. Ama bazen ilişkiler iç içe derin olduğunda ülkelerin kendi çıkarlarını koruma hırsı bazen diplomatik kurallarına aykırı işleyebiliyor. Mesela Türkiye’nin bizden dolayı bir sıkıntısı varsa bunun diplomatik çerçevelerde dile getirmesini bekleriz. Çıkıp aleni bir şekilde basın yoluyla açıklamalara hiç gerek yoktu. Sıkıntı buradan başladı. Irak’ta Türkiye bütün gruplara eşit mesafedeydi. Ama bir yerden sonra beli bir kesimin tarafını tutmaya başladı.”

‘Türkiye’ye karşı tek silah ekonomi’
Bu gerilimde Türkiye’nin Kürtlerle geliştirdiği ilişkinin rolüne dair de “Sorunun kökeni Kürtlerle ilişkiler değil, (Kürtlerle ittifak) gerilimi sonradan alevlendirdi. Türkiye Irak’a tek bir devlet gibi davranmalıydı. Sadece bir grupla ilişkisini güçlendirmesi bizim parçalanmamıza sebep olacaktır. Şu an içerde ilişkilerimiz iyiye doğru gittiği için mevcut politika ilerde Türkiye için sıkıntıya dönüşebilir” diyor.

Türk şirketler petrol anlaşmalarından teknik nedenlerle mi yoksa siyasi bir kararla mı ihraç edildi? Bu soruya yanıtı çok net: “Türkiye’ye karşı kullanabileceğimiz tek silah ekonomi. Biz de bu baskıyı kullanıyoruz, gelip de şunu yapın bunu yapın diyerek içişlerimize karışmaması lazım. Nasıl Japonlar, Koreliler ekonomik çıkarlarına göre hareket ediyorsa Türkiye de öyle yapmalı. Bu Türk halkı ile değil Türkiye hükümeti ile olan bir problem. Karar siyasi bir karar.”

Hamudi meseleleri hal yoluna koymak için aylar önce TBMM’ye ziyaret teklifinde bulunduğunu, iki hafta önce teklifi yenilediğini ama kendilerine henüz bir tarih verilmediğini hatırlatırken “Ne zaman bir girişimde bulunsak bir takım açıklamalarla tekrar başa dönüyoruz” diyor.

‘İran’dan da silah alırız’
Irak’ın Rusya ile silah anlaşmasına ABD’nin neden ses çıkarmadığını soruyorum, yanıtta meydan okuma havası var:
“Amerikan silahları hem pahalı hem de geç teslim ediyorlar. F-16 alımı yapıldı, daha teslim edilmedi. Sadece bir cephede yer almak Irak’ın çıkarına değil. ABD’liler rahatsız olsalar da anlayışla karşılıyorlar. Silah kaynaklarının çeşitli olması gerekiyor. Rusya’dan da alırız İran’dan da. İsrail dışında herkese açığız. ABD gittikten sonra bizde açıkçası silah kalmadı. Pikaplar üzerindeki makineliler dışında silah yoktu. Teröristlerin bizden daha fazla silahı vardı. Savaş uçağına ihtiyacımız var, helikopter için Çeklerle anlaşma yapıldı.”

Kürtlerin İsrail’le milyarlarca dolarlık silah anlaşması yaptığına dair iddialarla ilgili de ellerinde bilgi olmadığını söylüyor. ‘Meclis olarak bu kadar kritik meselede bilgi sahibi olmamanız mümkün mü’ diye üsteliyorum, gülümseyerek “Bilmiyorum, size sormak lazım. Belki İsrail silahlarını Türkiye üzerinden almışlardır. İran yoluyla olmaz, Suriye üzerinden de olmaz, geriye bir tek Türkiye kalıyor” diyor.

Velhasıl Irak nice hamlelere gebe bir satranç tahtasını andırıyor. Buradaki sınav sadece Irak’ın değil Türkiye’nin de sınavı.

Saturday, November 24, 2012

Zırlama...

Bekir Coskun
 
Ben de çabuk ağlarım...
Bağırarak ağlarım, uygunsa...
Kimse tutamaz...
*
TIR şoförü, yandaki arabanın direksiyonunda bağırarak ağlayan beni görünce camı açmış sormuştu:
Genç miydi?..
Ona sadece aklıma Pakoya kırmızı çiçekli tasma alıp da parka götürdüğümüz günün geldiğini söyleyemedim...
*
Babam, demek ki çok güldüğüm bir gün, kaşlarını çatıp Erkekler gülmez demişti...
Dışarıya da Kartal Tibetin filminin afişini asmışlardı:
Erkekler Ağlamaz...
Gülmezile ağlamaz arasında...
İkisinin ortasında çok dayanamadım...
*
Türkiye Dışişleri Bakanının Gazzede salya sümük ağlamasının tartışıldığı günlerde işte bunları düşündüm...
Keşke o ağlayan adam ağlayabilen Dışişleri Bakanı olsaydı...
Ama Suriye sınırında, öldürdükleri insanları kamyonetin arkasına üst üste doldurup... Kollarından, ayaklarından sürükleyerek bir çukura atanlarla daha dün İstanbulda dayanışma toplantısı yapan adam niye ağlasın?..
Ya da bir ölüyü motosikletin arkasına bağlayıp Gazze sokaklarında sürükleyen vahşeti destekleyen adam mıydı o ağlayan?..
*
Çeşitlidir ağlamak:
- Zırıldama...
- Hıçkırık...
- Figan...
- Salya sümük...
- Hüngürtü...
- İçin için...
- Fırt...
*
Yengem bize Sinirimden çok yiyorum yine demediği zamanlar da Sinirimden gülüyorum yaniderdi...
Eee...
Belli olmuyor işte...
*
Bari siyasetin suratında gözyaşları kirlenmesin...
*
Sözüm temiz gözyaşı olanlara:
Ağlayacaksanız ağlayın bence...
Duygular alev aldığında...
İçinizde yangın başladığında...
Bir sızı damağınıza oturduğunda...
Burnunuzun direği sızladığında...
İki damla yaş göz pınarlarına dayandığında...
Gizlemeyin...
*
Ağlayın ağlanacaksa...
İnsan ağlar...

Bekir Coşkun
bcoskun@cumhuriyet.com.tr

Bekir Coşkun'a üç nokta davası

Başbakan Tayyip Erdoğan Cumhuriyet Gazetesi yazarı Bekir Coşkun'a 20 Eylül tarihli 'Büyük Devlet Şeyi...' yazısında kişilik haklarına saldırdığı gerekçesiyle 10 bin TL tazminat istemli dava açtı.

İstanbul- Coşkun'un köşe yazısında Erdoğan'ın adının geçmemesine karşın dilekçede "adam da olamamak" nitelemesiyle "isim vermeden de olsa açıkça müvekkil sayın Recep Tayyip Erdoğan'ı kastederek ağır hakarette bulunmuştur" denildi.

'3 nokta kullanarak hakaret etti'

Erdoğan'ın avukatlarının mahkemeye sunduğu dava dilekçesinde Coşkun'un köşe yazısına yer verilerek "... yazının başlığının sonunda (...) koymak suretiyle çeşitli anlamlar çağrıştıracak bir amaç taşıdığı açık olduğu gibi müvekkilimi kast ederek 'adamı' diyeceğim ya dilim varmıyor' demek suretiyle müvekkilimin 'adam da olmadığını (...) işaretleri ile amaçladığı varlıklar olabileceği anlamını çağrıştırabilecek bir amaca yönelik olarak yazıya kaleme aldığı açıktır" denildi.

'Eleştirebilir ama...'

Coşkun'un yazısında Erdoğan'ın "Değil büyük devlet adamı adamlığa uymayan nitelikler taşıdığını" ima ettiği savunularak "Tüm bu iddia ve açıklamalarının müvekkilimi aşağılamaya yönelik olduğu, onun sosyal duygusal ve dini değerlerine saldırı oluşturduğu açıktır. Davacının siyasi bir kişi olması elbetteki onun eleştirilmesine ve bu eleştirinin çok sert de olsa hukuka uygunluğunu haklı kılabilir. Ancak kişiye hakaret etmeyi onu 'Adam da olamamakla' nitelemeyi suç örgütlerini kucaklamayla meshep savaşlarını kışkırtmakla, kanlı iç savaşları körükleyip onlara para silah ve militan saklamakla itham etmeyi haklı kılmaz."

'Ağır hakarette bulunmuştur'

Coşkun'un yazısında Erdoğan'ın isminin hiç geçmemesine karşın dilekçede "isim vermeden de olsa açıkça müvekkilimi kastederek ağır hakarette bulunmuştur" denildi. Dilekçede şu değerlendirme yapıldı; "Davalı konumu itibariyle müvekkilime yönelik sıfatlandırma ve nitelendirme yapmadan dahi kaleme aldığı konu hakkında daha etkin bir konu yazabilir ve böylece basına hizmet etme amacını gerçekleştirebilirdi. Ne var ki davalının amacı bu değildi. amacı en ağır bir biçimde müvekkilime hakaret edip aşağılamaktı. Yoksa düşüncelerini açıklamak eleştirmek değildir"
24 Kasım 2012
 

Tuesday, November 20, 2012

Suriye’ye silah gönderenler Gazze’ye bir mermi dahi göndermiyor



Suriye’ye silah gönderenler Gazze’ye bir mermi dahi göndermiyor
YDH- Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrullah, İran, Suriye ve Hizbullah'ın Gazze'deki direnişi yalnız bırakmayacağını söyledi.


YDH-
Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrullah, İran, Suriye ve Hizbullah'ın Gazze'deki direnişi yalnız bırakmayacağını söyledi.
Lübnan İslami Direnişi Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah, Gazze'deki Filistinli hareketlerin sergilediği mücadele ve şartlarına bağlı kalmasının İsrail'i ateşkes arayışını sürüklediğini fakat direnişin ateşkesi kabul etmediğini söyledi.
Nasrullah, Aşura etkinlikleri kapsamında bugün akşam düzenlenen Aşura Meclisi'nde yaptığı konuşmasında, İsrail'in Gazze'den füzelerin fırlatıldığı noktaları belirleme ve yok etmede başarısız olduğunu, hava saldırılarına rağmen direnişin füze fırlatmaya, İsrail'in iç noktalarını vurmaya devam ettiğini söyledi.
İsrail'in hedeflerini gerçekleştiremediği için her zaman olduğu gibi sivil noktaları hedef aldığını, kadın ve çocukları katlettiğini ifade eden Nasrullah, "İsrail, 2006'da Lübnan'da 2008 yılında da Gazze'de olduğu gibi direnişi tavize zorlamak için sivil noktaları hedef alıyor. Fakat direniş, baskı yapılacak dönemi aştı" dedi.
Arap devletlerinin görevinin İsrail'le direniş arasında arabulucu olmak olmadığını belirten Nasrullah, Arap devletlerini Gazze'deki direnişi silahlandırmaya çağırdı. Nasrullah "Arap Devletleri, Kızıl Ay gibi çalışıyor. Kızıl Ay rolü dışında oynanan bir rol yok, siyasi bir irade yok" dedi.
Nasrullah, konuşmasına şöyle devam etti: "Bazı Arap devletleri, Gazze'ye ambargo uygulanmasına katkı sağladı. Buna rağmen silahlar, nasıl Gazze'ye ulaştı? Füzeler nasıl Gazze'ye ulaştı? Uçak savar füzeleri Gazze'ye nasıl ulaştı? Kim gönderdi füzeleri? Bu noktada durmamız gerekiyor. Bugün Gazze'nin ayakta durmasını, savaşmasını, Tel Aviv ve Kudüs'e füze fırlatmasını sağlayan kim?
Bu noktada, İran ve Suriye'nin oynadığı rolü tekrardan hatırlatmamız gerekiyor. Araplık ve İslam, Arap devletlerinin Gazze'ye silah göndermesini gerektirir. Sınırları açarak, Gazze'ye füze gönderilmesi gerekiyor.
Bazı Arap devletleri, Suriye'ye silah gönderiyor ama Gazze'ye bir tek kurşun bile göndermiyor. İran, Suriye ve Hizbullah, geçmiş senelerde olduğu gibi Gazze'yi terk etmeyecek, yalnız bırakmayacaktır. Biz, Gazze'ye karşı dini, imani, insani ve ulusal görevimizi yerine getiriyoruz."

Sunday, November 18, 2012

Who is doing the killing in Gaza? Noam Chomsky and others challenge world's media

The degree of terror felt by ordinary Palestinian civilians in Gaza is barely noticed in the media, in stark contrast to the world's awareness of terrorised and shock-treated Israeli citizens.



By Noam Chomsky and others
rabble.ca
14 November 2012


Funeral of Palestinians killed by Israeli attack, Gaza, 11.11.2012
WHILE COUNTRIES across Europe and North America commemorated military casualties of past and present wars on November 11, Israel was targeting civilians.
On November 12, waking up to a new week, readers at breakfast were flooded with heart rending accounts of past and current military casualties.
There was, however, no or little mention of the fact that the majority of casualties of modern day wars are civilians.
There was also hardly any mention on the morning of November 12 of military attacks on Gaza that continued throughout the weekend.
A cursory scan confirms this for Canada's CBC, Globe and Mail, Montreal's Gazette, and the Toronto Star. Equally, for the New York Times and for the BBC.
According to the Palestinian Centre for Human Rights (PCHR) report on Sunday November 11, five Palestinian civilians including three children had been killed in the Gaza strip in the previous 72 hours, in addition to two Palestinian security personnel.
Four of the deaths occurred as a result of Israeli military firing artillery shells on youngsters playing soccer. Moreover, 52 civilians had been wounded, of which six were women and 12 were children. (Since we began composing this text, the Palestinian death toll has risen, and continues to rise.)
Articles that do report on the killings overwhelmingly focus on the killing of Palestinian security personnel. For example, an Associated Press article published in the CBC world news on November 13, entitled 'Israel mulls resuming targeted killings of Gaza militants,' mentions absolutely nothing of civilian deaths and injuries. It portrays the killings as 'targeted assassinations.' The fact that casualties have overwhelmingly been civilians indicates that Israel is not so much engaged in "targeted" killings, as in "collective" killings, thus once again committing the crime of collective punishment.
Another AP item on CBC news from November 12 reads 'Gaza rocket fire raises pressure on Israel government.' It features a photo of an Israeli woman gazing on a hole in her living room ceiling. Again, no images, nor mention of the numerous bleeding casualties or corpses in Gaza. Along the same lines, a BBC headline on November 12 reads 'Israel hit by fresh volley of rockets from Gaza.' Similar trends can be illustrated for European mainstream papers.
News items overwhelmingly focus on the rockets that have been fired from Gaza, none of which have caused human casualties. What is not in focus are the shellings and bombardments on Gaza, which have resulted in numerous severe and fatal casualties. It doesn't take an expert in media science to understand that what we are facing is at best shoddy and skewed reporting, and at worst willfully dishonest manipulation of the readership.
Furthermore, articles that do mention the Palestinian casualties in Gaza consistently report that Israeli operations are in response to rockets from Gaza and to the injuring of Israeli soldiers. However, the chronology of events of the recent flare-up began on November 5, when an innocent, apparently mentally unfit, 20-year old man, Ahmad al-Nabaheen, was shot when he wandered close to the border. Medics had to wait for six hours to be permitted to pick him up and they suspect that he may have died because of that delay.
Then, on November 8, a 13-year-old boy playing football in front of his house was killed by fire from the IOF that had moved into Gazan territory with tanks as well as helicopters. The wounding of four Israeli soldiers at the border on November 10 was therefore already part of a chain of events where Gazan civilians had been killed, and not the triggering event.
We, the signatories, have recently returned from a visit to the Gaza strip. Some among us are now connected to Palestinians living in Gaza through social media. For two nights in a row Palestinians in Gaza were prevented from sleeping through continued engagement of drones, F16s, and indiscriminate bombings of various targets inside the densely populated Gaza strip.
The intent of this is clearly to terrorise the population, successfully so, as we can ascertain from our friends' reports. If it was not for Facebook postings, we would not be aware of the degree of terror felt by ordinary Palestinian civilians in Gaza. This stands in stark contrast to the world's awareness of terrorised and shock-treated Israeli citizens.
An extract of a report sent by a Canadian medic who happened to be in Gaza and helped out in Shifa hospital ER over the weekend says: "the wounded were all civilians with multiple puncture wounds from shrapnel: brain injuries, neck injuries, hemo-pneumo thorax, pericardial tamponade, splenic rupture, intestinal perforations, slatted limbs, traumatic amputations. All of this with no monitors, few stethoscopes, one ultrasound machine. …. Many people with serious but non life threatening injuries were sent home to be re-assessed in the morning due to the sheer volume of casualties. The penetrating shrapnel injuries were spooky. Tiny wounds with massive internal injuries. … There was very little morphine for analgesia."
Apparently such scenes are not newsworthy for the New York Times, the CBC, or the BBC.
Bias and dishonesty with respect to the oppression of Palestinians is nothing new in Western media and has been widely documented. Nevertheless, Israel continues its crimes against humanity with full acquiescence and financial, military and moral support from our governments, the U.S., Canada and the EU.
Netanyahu is currently garnering Western diplomatic support for additional operations in Gaza, which makes us worry that another Cast Lead may be on the horizon. In fact, the very recent events are confirming such an escalation has already begun, as today's death-count climbs. The lack of widespread public outrage at these crimes is a direct consequence of the systematic way in which the facts are withheld and/or of the skewed way these crimes are portrayed.
We wish to express our outrage at the reprehensible media coverage of these acts in the mainstream (corporate) media.
We call on journalists around the world working for corporate media outlets to refuse to be instruments of this systematic policy of disguise. We call on citizens to inform themselves through independent media, and to voice their conscience by whichever means is accessible to them.
Hagit Borer, U.K.
Antoine Bustros, Canada
Noam Chomsky, U.S.
David Heap, Canada
Stephanie Kelly, Canada
Máire Noonan, Canada
Philippe Prévost, France
Verena Stresing, France
Laurie Tuller, France

Thursday, November 15, 2012

Bir tufanın orta yerinde… Eza, ceza, kaza!

Umur Talu

12 Kasım 2012 Pazartesi, 09:56:02Güncelleme: 13:38:19
Devlet, kutsayıp durduğu “şehit” sayısını bile tam bilmiyor.
Çünkü sadece kafası değil, kalbi de karışık.
Çünkü “kaza”yı, “kaza kurşunu”nu zaten “tasarruf olsun diye” şehitlikten, gazilikten saymamaya şartlanmış.
Ama topluca oldu mu, gizleyemiyor.
Bingöl’de 33 arkadaşı kurşuna dizilen yaralı askere ancak 18 yılda “Gazilik” hakkı tanıyan devletten söz ediyoruz.
Derme çatma ölüme döşenmiş karakola baskında “şehit” düşen uzman çavuşun eşine, neden sonra bir okul bahçesinde ite kaka madalya kakalamaya uğraşıp reddedilenlerden.
O yüzden, sayıları bile tam bilmiyor ya da tam vermiyor askerî-sivil erkân.

***

Siirt helikopter şehitleri”nden birinin evine haberi ulaştırmaya, taziyeye giden Albay, elbet samimiyetle, demiş ya acılı aileye…
O şimdi herkese nasip olmayacak mertebede, bizi izliyor…” diye…
Doğrudur, izliyorlar!
Birkaç şehit oldu diye Meclis mi toplanır”… “Genç yaşta şehitlik nasiplik işi”… diyebilenleri izliyorlar.
Bir karakolda ya da helikopterde manga halinde yok olmuş uzman çavuşlara “Biz başız… siz şeysiniz… Kölesiniz” diyenleri de izliyorlar.
Ne hayattayken doğru dürüst insandan sayanları, ne de ölümlerinde dahi sıvasız hanelerine düşen acıları da sayıları da hakkıyla, doğru sayabilenleri izliyorlar.

***

Uzman Çavuş Onur, 7 kişilik ailesini geçindirip yaşatmaya çalışıyormuş ölümün kıyısında.
Siirt’te helikopterde olmasa, belki Ostim’de, İvedik’te, Karadon’da, Tuzla’da, Esenyurt’ta AVM şantiyesi naylon çadırında o “kaza” bekliyor olacaktı.
Nasıl bir ülke, nasıl bir ekonomi, nasıl bir hayat, demeyelim…
Ama şunu bilelim:
Ölümü göze alarak sıvasız haneni ayakta tutmak zorundaysan; azara da, nazara da, küfre de, hakarete de, tehdide de, bazen tekme tokada da katlanıyorsun.
Ölmek yerine, misal, bedenin içten içe yıpranmış olsa; biraz fazla istirahata mecbur kalsa, işsizliğe atılıyorsun.
Çünkü Anayasa “eşitlikten, imtiyazsızlıktan, zümre egemenliği olamayacağından” bahsederken, bizzat Anayasa Mahkemesi dahi, seni “kanun karşısında alttaki” sayıyor; daha fazla cezaya, ezaya, kazaya müstahak ilan ediyor, adaletsizlikle dans ediyor!

***

Yine sayılara gelelim.
Bir resmi açıklamaya göre, bu yılın “şehit” sayısı iki ay önceye kadar 88’di; 54’ü profesyonel asker.
Hesapları tam bilmiyorum, zaten açık da değil ama bir de şöyle sayalım şimdi:
Afganistan, helikopter, “kaza” 12 şehit!
Afyon, cephanelik, infilak, “kaza”, 25 şehit!
2012’ye varırken “kaza” ile 34 vatandaşın bombalandığı aynı Uludere’de, bu kez, çakma servis aracı, “kaza”, 10 şehit!
Hakkari, helikopter, “kaza”, 4 şehit!
Siirt, helikopter, “kaza”, 1 şehit!
Şırnak, Bitlis, Afyon, Bolu, Tunceli… “kazalar” birer, ikişer şehitler!
Siirt, helikopter, “kaza”, 17 şehit!

***

Sadece “araçlı kaza şehitleri”ni bir sayın.
Kaza kurşunu, eğitim zayiatı” denen; çoğu şüpheli kışla ölümlerini de saymadan.
Öyle “ceza” gibi, silahsız konvoyla yollanmış askerlerin 10’u birden “şehit” edilmesini de saymadan.
Bir sayın ve “istatistik” denen o sayısız, sırasız, saygısız nanelerin; sıvasız hanelerin acısından ne anladığını bir düşünün.
Valilikler her gün sayı açıklıyor…
Şu kadar şehit, bu kadar etkisiz hale getirilen, diye… Verilen sayıyı, alınan sayıyı ilan ediyor; sanki maçtır!
Bu mudur yani!
Hani, kısa dönem acemiler dahil, alttaki askerleri zorla cephaneliğe tıkan zihniyet, Afyon patlamasını da “Doğal afet” diye yutturmaya yeltenmişti ya…
Belki de hakikaten afettir bu.
Hala idrak edilmemiş ve tufandan da uzun, derin bir felaket.
Bilmiyorum, o yüzden miydi, “Kaza şehidi” Uzman Çavuş Dinçer’in Facebook’taki, “Yeter artık şehit vermek istemiyoruz” diyen…
Binlerce askerin de “Yeter artık, insan sayılmak istiyoruz” diye haykırışına karışan sesi.
Onca zaman sonra tufandan çıkışın bir yolu yok mu artık?

Tuesday, November 13, 2012

Mollalar hem Maliki hem İran'dan rahatsız

Mollalar hem Maliki hem İran'dan rahatsız
FEHİM TAŞTEKİN

Dış Haberler / 13/11/2012
Necef uleması Maliki'yi İran ve ABD'nin ittifak ettiği lider olarak görüyor. Büyük Ayetullah Said el Hekim Sünni-Şii çatışmasına karşı birlik mesajı veriyor.
Fırat’ın kıyısı, aydan ışık yok, karşı yaka fark edilmiyor. Bir bot durgun nehrin sularını köpürtüyor, ışıklarıyla sanki ateşböceği. Iraklıların ‘Korniş-i Kufe’ ya da ‘Şattul Fırat’ (Fırat Kıyısı) dediği yerdeyiz. Ziyafette Fırat’ın balıkları var. Şii öğretinin en önemli havzası Necef’te Büyük Ayetullah Seyyid Ali Sistani ile aynı statüyü paylaşan Said el Hekim’in ailesinden hüccet-ül-İslam unvanına sahip iki din adamıyla sohbetteyiz.

Necef’teki 4 ‘taklit mercii’nin duruşu siyaseti de derinden etkiliyor. Mesela Başbakan Nuri Maliki’nin Sistani’den 18 aydır randevu alamaması büyük bir ihtar sayılıyor. 2003 sonrası Şiilerin ortak hareket edip iktidar olmalarında Sistani’nin verdiği istikamet hayatiydi. El Hekim ailesi Sistani kadar etkili olmasa da Şii dünyada yeri büyük.
Bu aile, Azeri asıllı Büyük Ayetullah Ebul Kasım el Hui’nin çizgisini sürdüren İranlı Sistani’den farklı bir tona sahip. El Hekim ailesinin muhalif duruşuna karşı Hui-Sistani çizgisi daha ulaşmacı ve maslahatçı. Saddam’ın baskılarından nasibini alsa da sürgüne gitmeyip Irak’ta kalmayı başaran Sistani’ye radikal Şiilerin yakıştırdığı tanım ‘takiyye havzası’ idi. 1955-1970 arasında taklit mercii olan Muhsin el Hekim, Şiilerin dışında Sünni Araplar ve Kürtler arasında da büyük bir saygınlığa sahipti. İyad Allavi’yi hapisten çıkartan, Molla Mustafa Barzani’ye “Kürt kardeşlerimizle savaş haramıdır” diyerek kalkan olan Muhsin el Hekim’di. Hekimler en ağır bedeli 1983’te aileden 29 kişinin idam edilmesiyle ödedi.
Şimdi hükümet ortağı olan Irak İslam Yüksek Konseyi’nin (IİYK) kurucusu Muhammed Bakır el Hekim’in öldürüldüğü 2003’ten beri siyasi profilde bir düşüş yaşasa da El Hekim ailesi Said el Hekim’in taklit merci olması nedeniyle ağırlığını koruyor. IİYK İran’la en içli dışlı örgüt olarak bilinmesine rağmen El Hekim ailesi, Necef’teki diğer merciler gibi İran’a hem siyasi nüfuz açısından hem de teolojik olarak ciddi rezerv koyuyor. Şii inancı açısından kayıp İmam Mehdi gelip İslam düzenini tesis etmeden kurulan tüm rejimlerin meşruiyeti tartışılır. İran İslam Devrimi’nin ardından Ayetullah Humeyni meşruiyet sorununu aşmak için siyasi ve dini liderliği cem eden ‘Velayet-i Fakih’ anlayışını geliştirmişti. Ne var ki Necef havzası ‘Velayet-i Fakih’i reddetti.
‘Esad rejimi zalim’
İsimleri bende mahfuz iki ‘hüccet-ül-İslam’ın Maliki, Suriye krizi, İran’ın nüfuzu ve Türkiye’nin bölgedeki rolüne ilişkin değerlendirmeleri şöyle:
* Başbakan Nuri Maliki ABD’nin adamıdır. Maliki ABD ile İran’ın uzlaşması sonucu iktidar oldu. Bağımsız değil. ABD’nin onayı olmadan Rusya ile silah anlaşması yapamazdı. ABD isteseydi Maliki’den üs alırdı.
* Irak’ta gerçek demokrasi yok. ABD hiziplere dayalı bir sistem kurdu. Meclisteki grupların (Şii, Sünni ve Kürtler) onayı olmadan yasa çıkmıyor. Meclis işlemiyor.
* Şiiler çoğunluk ama hukuki sistem Sünniliğe dayalı. Osmanlı Şiileri hiç hesaba katmadı. İngilizler geldi, Sünnilere dayalı bir sistem kurdu. Saddam bunu zulüm boyutuna vardırdı. Şiiler aleyhine durum hâlâ değişmedi. İktidardaki Şiiler kendi adlarına bir şey talep etmediği halde Suudi Arabistan gibi ülkeler kalkıp Şii hâkimiyeti diye yaygara koparıyor.
* Sünnilerle hiçbir sorunumuz yok. Sünni-Şii çatışması dışarıdan kışkırtılıyor. Necef ve Basra’da Sünniler Şiiler arasında güvende ama Musul’da Şiiler Sünniler arasında güvende değil... Samarra’da türbeye atılan bombanın ardından misilleme saldırılarına havza asla destek vermedi.
* Tamam, Suriye direniş ekseninde. Mezhep çatışması ve mezhep tabanlı devletler hedefleniyor. Ama üçüncü bir boyut daha var: Esad rejimi zalim.
Sohbetin ortasında Almanya’dan Prof. Sabine Damir Geilsdorf ile Prof. Jessica Gienow-Hecht de bize katıldı. Necef havzasını araştıran ikili “Hıristiyanlar dahil azınlıklara yönelik Şii merciinden kaynaklanan hiçbir baskı olamaz. Vatikan da saldırıya uğrayan Hıristiyanlara Necef’teki taklit mercilerine gitmelerini istemişti” diyen mollaları ilgiyle dinledi. Necef ve Kerbela sokaklarında kadınlar tamamen kapalı. Ezici çoğunluğu siyah çarşaf, çador ya da abaye giyiniyor. İki Alman başörtülüydü. “Neden” diye sordum, Geilsdorf gülümseyerek yanıt verdi: “Rehberimiz örtünmemiz gerektiğini söyledi. Biz de örtündük.”
‘Şii-Sünni birliği şart’
Ertesi sabah Said el Hekim’in makamındayız. İki katlı mütevazı binaya giden yollar bariyerlerle araç trafiğine kapalı. İçeriye fotoğraf makinesi ve cep telefonu sokulmuyor. Farklı ülkelerden gelen heyetler var. Bizden önce Türkiye’den Aleviler El Hekim’in huzurundaydı. Bekleyenlere Arap kahvesi ‘mırra’ ikram ediliyor. Kulpsuz tek fincan, bir salon dolusu insan. İç içebilirsen! Hijyene takılır içemezsen giden mırranın arkasından yutkunursun benim gibi.
El Hekim söze “Ehli Beyt’i koruyun, saldırılara izin vermeyin. Şiilikle ilgili hakikatleri anlatın. Gerçekleri olduğu gibi anlatmanız yeterli” diye başladı. “Sünni ve Şiiler arasında Irak’ta başlayıp Suriye’de derinleşen ayrılığı gidermek için bir tavsiyeniz ya da çalışmanız var mı” diye sordum. Yanıtı şu oldu: “Düşmanlarımız bizim üzerimize benzin dökmek istiyor.
Aramızdaki birliği korumak için her türü oyuna hazırlıklı olmalıyız. Havzanın görevi bu birliği korumaktır. Irak’ta bir arada yaşadık, yaşamaya da devam edeceğiz. Dışarıdan para ödenmiş insanlar sorun çıkartıyor. İki tarafı birbirine düşürmek istiyorlar. Biz iki taraf arasında evlilikleri teşvik ediyoruz. Bilmediğimiz mihrakların devreye soktuğu hilelere karşı birbirimizi korumak zorundayız. 10 sene öncesine kadar böyle sorunlar yoktu. Sorunları büyütmek ve aramıza tefrika sokmak isteyenler var. Bizim görevimiz huzur, güven ve birlik içinde ihtilafları gündeme getirmeden birlikte yaşama kültürünü tesis etmektir.
Sadece Şiiler ve Sünniler değil Hıristiyanlar ve dinsizlerle birlikte barış içinde yaşamak zorundayız. Aklımızı kullanmazsak çok kötü günler sizi bekliyor. Onların yaptığını yapsaydık buraları ateş sarardı. Birlikte yaşamayı, birbirine katlanmayı, ötekini sırtında taşımayı öğrenmek zorundayız.” El Hekim’in makamında her şey kayıt altında; yanında oturan genç sekreter not tutuyor, bir kameraman çekim yapıyor. Huzura gelenler El Hekim’in elini öpüp varsa müşkül bir durum, aktarıp fetva istiyor, yoksa duasını alıp kalkıyor. Pakistan ve Hindistan’dan İran ve Azerbaycan’a, Kuveyt’ten Yemen’e geniş bir coğrafyada El Hekim’i taklit eden geniş kitleler var. Ve mercinin ziyaretçisi eksik olmuyor. Bir molla, mercinin siyasi gruplara mesafe koymasının şart olduğunu, bir taraftan yana durduğu anlaşılırsa takipçilerinin anında dağılacağını söylüyor. Şiilerde bir merciye bağlanmak şart ama mercilerden birini seçmek serbest.
Türkiye’ye karşı kızgınlık büyüyor
İnsanın “Türkiye’nin Arap dünyasındaki rolüne dair olumlu birkaç cümle eden biri çıkmaz mı” diye hayıflanası geliyor. Kadir Festivali için Irak kentlerinin yanı sıra Suriye, Lübnan, İran ve Yemen gibi ülkelerden gelen gazeteciler ve sanatçıların nabzını tutuyorum. Konuştuklarım arasında Türkiye’nin Suriye politikasını hayırla yâd eden çıkmadı. Iraklı gazeteciler Türkiye-Irak ilişkilerinin bozulmasında 3 neden sıraladı:
* İdama mahkûm edilen Devlet Başkan Yardımcısı Tarık el Haşimi’ye Türkiye’nin sığınma hakkı verip kalkan olması.
* Bağımsız devlet olma yolunda giden kuzeydeki Kürt yönetimiyle kurulan stratejik ilişkiler.
* Suriye krizinde Türkiye’nin çatışmacı bir yol izlemesi.
Küfeli gazeteci Hızır Abbas, “Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Büyük Ayetullah Sistani’yi ziyareti tarihiydi. Ama Suriye krizi ilişkileri bozdu” derken Sistani-Erdoğan görüşmesine katılmış biri, Sistani’nin Başbakan’a şunu dediğini aktardı: “Bu ya ilk ya da son görüşme olur.”
Iraklılar bunun son görüşme olduğunu düşünüyor. Irak hükümetine ait bir gazetede çalışan biri “Haşimi’nin AKP Kongresi’ne katılması kabul edilemez. Haşimi’ye Saddam gibi şeffaf yargılama garantisi verilmişti” ifadelerini kullandı. Husi asıllı Yemenli bir gazeteci de “Erdoğan’a destek yüzde 80’lerdeydi. Şimdi sıfır” iddiasında bulundu. Suriyeli gazetecilerin fikirleri de malum!
Çizmek de var çizilmek de!
Hasan Şaba koltuk sevdası, yolsuzluk ve halkın sefaletine dair keskin çizimleriyle siyasilerin sinirlerini zıplatan Iraklı bir karikatürist. Dokunulmaz mı? Hayır. Necef’te Kadir Festivali’ne katılan Şaba, “Sürekli ölümle tehdit ediliyorum” diyor.

Monday, November 12, 2012

'Kolonyalist Aklın Evrenselliği İlkesi'

İlk Dersimizin Konusu: 'Kolonyalist Aklın Evrenselliği İlkesi'...
 
İrlanda Kurtuluş Ordusu’nun (IRA) siyasi ve askeri kadrolarından Bobby Sands 1 Mart 1981 yılında Maze cezaevinde bir grup yoldaşıyla birlikte başlattığı açlık grevi 39. gününe girdiğinde Kuzey İrlanda’nın Fermanagh ve South Tyrone bölgesinden Britanya Parlementosu’na milletvekili seçilecekti. İrlanda halkının ölüme yatmış bu direngen adama teveccühü o güne kadar açlık grevi direnişi hakkında neredeyse doğru dürüst tek satır karalamayan İngiliz basını ve siyaseti üzerinde soğuk duş etkisi yaratmıştı. Dönemin Muhafazakar Partili Başbakanı ‘Demir Lady’ lakaplı erkeksi kadın kürsüden şöyle gürlüyordu: “Onlara asla politik statü vermeyeceğim.”
 
Bu buyurgan sözün kararlı tonu, Margaret Thatcher’ın işçi sendikalarıyla kapışmasından İrlanda sorununa güvenlik konseptiyle yaklaşımına siyasal yaşamın birçok alanında uyguladığı baskıcı politikaların kuyruğuna takılmış sağ kanat basın için yeni bir mesai döneminin başlaması anlamına geliyordu. Bu gönüllü kamu mesaisi IRA ve IRA’nın siyasi amaç ve mücadelesini olmadık iftiralarla karalama üzerine kuruluydu.
 
Kampanyanın özü kolonyalist aklın evrensel zihni alışkanlıklarına dayanıyordu: IRA’lı siyasi tutsakları kendi hayatları üzerinde karar verebilen, öz irade sahibi politik özneler olmaktan çıkarmak. Açlık grevine girenler kendi iradeleriyle değil, olsa olsa “örgüt şeflerinin talimatıyla” böylesi provakatif bir eyleme girişmişlerdir. Güneş batmayan bir imparatorluk saldırgan bulvar medyası ve emperyal birikim sahibi siyasi kurumlarıyla elbette “cezaevlerindeki bu politik şantaja boyun eğmeyecekti.” 
 
Örneğin Sunday Express gazetesinin editörü John Junor, Sands’ın ölümünden birkaç gün önce şöyle yazıyordu köşesinde: “Bobby Sands öldüğünde göz yaşı dökmeyeceğim. Tek umudum şu; bütün diğer IRA’lı teröristlerin de ona sempati duyarak aynı şekilde açlık grevine girmesi ve tabuta girinceye kadar bu grevi sürdürmeleri.”
 
Sunday Express’in ırkçı editörü zıvanadan çıkmış bedduaları konusunda yalnız değildi elbette. Sands açlık grevinin 66. gününde yaşamını yitirdiğinde Daily Mail onu “ahlaki bir hilebaz” olmakla suçlayacaktı. Daily Telegraph ise İrlandalı seküler bir azizin siyasi amaçları uğruna gözünü kırpmadan ve metanetle ölüme gitmesinin “saptırılmış ve gaddarca” bir cesaret örneği olduğunu yazıp, grevin hiçbir kazanıma yol açmadığını iddia ederek “şantaj başarısızlıkla sonuçlandı” diyordu. Bulvar basınının en puslu aynalarından Daily Mirror ise, Bobby Sands’ın trajik ölümünü acınacak bir son olarak tanımlayıp “O, İRA şeflerinin talimatıyla başlatılan ölümcül bir oyunun vasat bir parçasından başka biri değildi” diyordu.
 
Görkemli bir kitle yürüyüşüne dönüşen Bobby Sands’ın cenaze töreni ise İngiliz basın tarihinde ırkçı ve kolonyalist söylemin kutlu bayramı ilan edilebilcek türdendir. Sunday Express manşetini Sands’ın cenaze töreninde kortejin en önünde babasının yol arkadaşlarıyla birlikte yürüyen 8 yaşındaki oğluna ayırmıştı: “Savaşın kederli bir piyonu”. Haber şöyle devam ediyordu: “Ona babasının bir kahraman olduğunu söylediler. Ve onu hiçbir zaman anlamayacağı bir sahnenin içine çekerek, bir İRA şehidinin cenaze töreninin ilgi çekici figürü yaptılar.”
 
Grevin başarısızlıkla sonuçlandığı propagandası dönemin gazetelerinin ortak temasını oluşturuyordu neredeyse. Sun gazetesine kalsa tutukluların talepleri zaten “absürttü”.
Sunday Express, Sands’ın mezarında zafere ulaşamayacığını ilan ederek “Bobby Sands’ın gölgesi yok olup gidecek” diye müjdeliyordu.

Times
gazetesi ise cezaevi koşullarının düzeltilmesi ve IRA tutuklularına politik tutuklu statüsü verilmesini içeren taleplerin karşılanmayacağından o kadar emindiki grevde hayatını kaybeden 10 kişi için “boşuna harcanmış hayatlar” diyordu. Muhafazakar cenahın amiral gemisi Daily Telegraph’a göre de bu ölümler hak aramak anlamında “gereksiz ve mantıksızdı.”
 
Peki 10 politik tutuklunun hayatına mal olan o tarihi açlık grevinden sonra cezaevlerinde ne değişti? Tutukluların öne sürdüğü beş talep de hem içerde hem de dış kamuoyunda ciddi şekilde yıpranan Thatcher hükümeti tarafından kısa sürede ve sessiz sedasız bir şekilde kabul edildi. Ancak açlık grevinin gerisindeki meşru politik dinamikler İngiliz siyasi elitleri tarafından hiçbir zaman topluma doyurucu bir şekilde açıklanamadı. Politik bir eylemi her türlü çirkin yol ve yöntemle manüpüle etmeye çalışan dönemin egemen muhafazakar gazeteleri ile bulvar basını ise entellektüel ve vicdani bir açlığın travmalarını bugün bile üzerinden tam olarak atabilmiş değil.
 
Bazı analistler bulvar basınının o günlerde devlet desteği ve teşvikiyle İrlanda ulusal hareketine karşı geliştirdiği sansasyonel ve saldırgan dilin ilerleyen yıllarda İngiliz bulvar medyasının kültürel çürümesini beraberinde getiren önemli nedenlerden biri olarak kabul ediyor. 2011 yılında patlak veren ‘tele kulak’ skandalından sonra kurulan Leveson Araştırma Komisyonu’nun soruşturmaları sırasında hem toplum hem de siyasi elit medyada yaşanan çürümenin ulaştığı boyutlarla ilk kez yüzleşecekti bir anlamda.       
  
Dönemin sağcı basınının, nesnel kanıtlardan yoksun subjektif temmenilere dayalı başarısızlık iddialarına karşın, IRA kadrolarının öncülük ettiği ‘kolonyalist politikalara paydos grevi’ İrlanda ulusal kurtuluş hareketinin geleceğine ve kitlesel gelişimine damga vurdu denebilir. Bazı siyasi analistlere göre İrlanda halkına önemli hak ve özgürlükler sağlayan Hayırlı Cuma Anlaşması’nın zafer tohumları o sessiz azizlerin beden orucuyla atılmış oldu. Aradan onca zaman geçtiği halde bugün bile sıradan bir İrlandalıya İrlanda Cumhuriyetçiliğinin temeli neye dayanıyor, diye sorarsanız alacağınız cevap büyük ölçüde bellidir: Bobby Sands ve arkadaşlarının haklı direniş mirasına.
 
Gazete manşetleri üzerine analizleriyle bilinen Guardian’dan Roy Greenslade 1968’den 1998’e kadar şiddetlenerek artan İrlanda sorununda İngiliz popüler ve sağ kanat basınında ‘yandaş’ ve taraflı yayıncılığın bulaşıcı bir hastalığa dönüştüğü konusunda önemli bir tespitte bulunuyor. İrlanda ulusal hareketini yakından takip eden Greenslade “Maze cezaevindeki açlık grevi dışarıyı muazzam şekilde etkiledi. Gazeteler bu gerçeği yazmadığı için Britanya halkı bunu fark etmedi. Birçoğu bugün bile bu hakikati anlamış değil” diyor.
 
Türkiye cezaevlerindeki Kürt siyasi tutukluların başlattığı açlık grevlerinde bedenler protest bir orucun Golgotasından ölümün karanlık kıyısına hızla inerken merhamet yoksunu İslamcılıktan, akıl fukarası Kemalistiliğe, ‘insanı yaşatki devlet yaşasın’ Liberal bönlüğünden, üç kuruşluk istikbal uğruna yerel mevzisini terk etmiş taşralı-etnik aydın Sağduyuculuğuna Türkiye basınının ve siyasetinin politik bir vaka karşısında takındığı acemi kolonyalist edayı anlamak için yukardaki kıssada geçen ülke, kişi ve gazete adlarını sadece yerli malı bir pazıla uygun şekilde yerleştirmeniz kafi. O zaman, bugünkü dersimiz yakın dönem beden ve ahlak tarihi olsun; ilk konumuzun başlığı ise ‘Kolonyalist Aklın Evrenselliği İlkesi’...   
 

Saturday, November 10, 2012

60. gün




Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak demek. Her anlamda.
Kuzey İrlanda, Maze Hapishanesi’nde IRA militanlarından Bobby Sands ve arkadaşlarının açlık grevi 60. gününe ulaştığında Demir Leydi o buz gibi mekanik sesiyle Büyük Britanya’ya sesleniyordu:
“Gözden düşmüş amaçlarının başarısızlığı ile yüzleşince ellerinde olan son kartı oyuna sürmeyi tercih ettiler. Hapishanelerdeki açlık grevini intihara dönüştürerek, uyguladıkları şiddeti kendilerine yönelttiler.  Gerilim yaratmak, acı ve nefreti körüklemek için en temel insani duygu olan merhameti kullanmaya çalışıyorlar.”
Bobby Sands açlık grevine devam ederken, Sinn Fein tarafından aday gösterildiği kendi bölgesinde Margaret Thatcher’dan daha fazla oy alarak milletvekili seçilmişti.
Sands, 5 Mayıs 1981’de açlık grevinin 66. gününde öldüğünde 27 yaşındaydı. Birlikte ‘ölmeye yattıkları’ dokuz arkadaşı da onunla aynı kaderi paylaştı.
Açlık grevi kararı aldıklarında, Bobby Sands ile kendisini görmeye gelen rahip arasında şöyle bir konuşma geçmişti:
  
Ölerek ne anlatabileceğini sanıyorsun?’

“Hayata saygım olmadığını düşünmenizi istemem. Yaşama, doğaya saygı duyuyorum ve özgürlüğü arzuluyorum. Ama hayatın nasıl bir şey olduğunu bilmeden yaşamaya katlanamam...”
“Ama bu hiç normal bir davranış değil, Tanrı katında buna hakkınız yok.”
“Bu koşullarda nasıl ‘normal’ olmamı beklersiniz ki? Bu iş buralara gelmeyecekti de ne olacaktı. Hayatım benim her şeyim. Özgürlük benim her şeyim. Buna hakkımız olduğunu düşünüyorum.”
“Tek seçenek hayatını tehlikeye atmak olmamalı, bu kadar inançsız olmamalısın.”
“İnançsız değilim; bu davaya sarsılmaz bir inanç besliyorum. Hayatımı tehlikeye atmak tek seçeneğim değil ama şu anda doğru olan bu. Burada öylece hiç bir şey yapmadan bekleyemem. Bunu vicdanım kaldırmaz.  Hayır. Burada hiçbir şey değişmiyor. Hiçbir şey olmuyor...”
“Sen zaten ölmeye karar vermişsin... Ama sırf birkaç ‘terörist’ öldü diye iktidarın geri adım atacağını hayal ediyorsan önceden ölümü kabullenmişsin demektir. Belki yirmi kişinin ölümünden sonra İngilizler pes edecekler ama bu neden senin umrunda olsun ki, sen zaten ölmüş olacaksın?”
“Bizim burada ‘yaşadığımızı’ mı düşünüyorsunuz? Son dört yılı geçirdiğimiz bu cezaevinde neler yaşadık? Vahşet. Aşağılanma. Bütün temel haklarımız elimizden alındı. Hayır, bu yaşamak değil. Bu bir savaş. Ölüm kalım savaşı. Önceden ölümün kabul edildiği. Evet ölmüş olacağız. Ama bizim küllerimizden yeni bir kadın ve erkek nesli doğacak. Hatta bizden daha azimli ve daha kararlı. İnançlarımız var ve siz beğenseniz de beğenmeseniz de çok güçlüler...
Sizler bizimle bir arada, insanca yaşamaya korkuyorsunuz. Barışı konuşmaya korkuyorsunuz. Siz buna ‘intihar’ diyorsunuz ama ben ‘cinayet’ diyorum, aramızda böyle bir fark var. Siz çocukken güvenli evlerinizde top oynayarak büyüdünüz; biz sürekli yakıp yıktıkları evlerimizi onarmaya çalışarak büyüdük, aramızda böyle de bir fark var...
Ben çocukken bir kır koşusu müsabakasına katılmış ve birinci olmuştum.  Bizi sürekli küçümseyen bütün o İngiliz çocuklarını geride bırakarak yarışmayı kazanmıştım. Bitiş çizgisini geçtiğim zaman beni tutmasalardı koşmaya devam edecektim. Koşmaya hâlâ gücüm vardı.  Anlıyor musun?”

Anlıyor musunuz?

Demir Leydi, yirmili yaşlarında cezaevine kapatılan bu insanların ‘ya insanca yaşayacağız ya da öleceğiz’ tutumlarını oyuna sürdükleri son kart olarak algılıyordu.
Onun için her şey bir oyundan ibaretti. Bir iktidar ve güç oyunu.
Oynardın kazanırdın. Oynardın kaybederdin. Oynardın...

60. gün

Bugün açlık grevini sonlandırmak için bir adım atılsa; yine de geriye dönüşü olmayan bir yerdesiniz demektir.
Ne olursa olsun ölüme direnme eğiliminde olan bedeniniz, sadece hayatta kalma ümidiyle bir takım organlarını feda etmeye başlamıştır çoktan.
Açlık grevinde 60. gün midenin ağır tahribata uğradığı, göz sinirlerinin harap olduğu, ciğerlerinin bir daha aynı güçle havayı solumayacağı, bedeninin asla aynı canlılığı gösteremeyeceği kadar geç kalınmış demektir.
Grevin 40. gününde cezaevlerini ziyaret eden Sadullah Ergin ‘seslerini duyduk’ demişti. Acaba ne duydular diye merak ettik ardından. ‘Sesini duyurabilmek’ alışık olmadığımız bir şeydi bu topraklarda. Çok geçmeden Başbakan merakımızı giderdi:

“Açlık grevi değil, şov yapıyorlar!”

 “Ama öldü efendim,” diyorsun; “Ben bilmem...” diyor.
“İşkence görmüş,” diyorsun; “Ben polisimi yedirtmem,” diyor.
“Tecavüze uğramış,” diyorsun. “Ama zaten teröristti...” diyor.
Bütün dikkati kendi iktidarına çevrili bir Başbakan, geri kalan her şeye boş verebiliyor.
Vicdandan muaf.

(Alıntıdır...)

Thursday, November 8, 2012

TEKNOLOJİ BİZİ ÖLDÜRÜYOR!

 JOHN ZERZAN

Dijital dünyaya olan bağımlılığımız bir materyal pahasına  ortaya çıkıyor.

Her defasında Apple yeni bir iPhone ya da iPad halka sunduğunda dünya çıldırıyor. Fakat ne fark eder? Neden ‘smartphone’ (Akıllı Telefon) ve tabletler bu kadar önemli oldular?

CNN’de Şubat’ın sonlarında, Andrew Keen, Cep Telefonu Dünya Kongresinde (Mobile World Congress) rapor verirken, raporun “Cep Telefonlarımız Nasıl Frankenstein’in Canavarı Oldu”  isimli bir bölümünü “cep telefonlarına olan bağımlılığımızda bir artış” olarak andı.

SecureEnvoy, bir İngiliz güvenlik firması, cep telefonu yokluğu korkusu ya da cep telefonu kaybetme korkusu olarak adlandırılan yaygın bir durumu açıkladı. SecureEnvoy tarafından yapılan ankete katılanların üçte ikisi cep telefonlarını kaybetmekten çok korktuklarını – bu korku 4 sene önce %53’ten yükseldi – belirterek bu korkunun titreme, terleme ve mide bulantısı gibi belirtileri olduğunu kaydettiler.

Bu garip gelişme bazı yönlerden yenidir ve ayrıca çok yeni değil. Hızlanan bir süratle ve yeni teknolojinin çığırtkan vaatleriyle şüpheler ortaya çıkmaya başlar. iPhone gibi cihazlar yüksek teknolojinin bizi güçlendirdiği ve iletişim sağladığımız iddiasını somutlaştırır. Ve bir kat daha biz her zamankinden daha güçsüzleşmiş ve daha izole edilmiş olmadık mı?

Bir mezar kinizm noktasında güçsüzleştirilmiş ve hesap verilebilirlik ya da sorumluluk duygusu kaybıdır. Sosyologlara göre izole edilmiş bir toplumda daha az arkadaşlarımız var ve onları daha az ziyaret ediyoruz. 1980’lerin ortalarından itibaren arkadaşları olmayanların sayısı 3 katına çıktı.

İzole edilmiş ve aralıksız bir şekilde devam eden daha ve daha çok teknolojik kültürde dayanışma erozyonuna, bağların yıpranmasına şahit oluyoruz. Teknolojinin tek faktör olduğu söylenemez, fakat yüksek düzeyde bunalan ve dağınık duyguların toplumun koşulu olarak yükselişine eşlik etmesi tesadüf değildir.

Fenomenin hayatımızı teknikleştirmekle ilgisi olduğu için ben şu anın kronik öfkeli alanlarına kadar gidebilirim. İnsan topluluklarını cihazlarıyla birlikte belirlediğimizde herşey olabilir. Sosyal ilişkilerde giderek artan çatlaklar herşeyin olabileceği ve olurluğu demektir. Hiçbir yerden hiçbir yere anında bağlantı bizim aşırılığımıza bir çözüm değildir.

Okullardaki, işyerlerindeki ve alışveriş merkezlerindeki alanlar bilinçli olarak incelenmediler ve bilinmez olarak kaldılar. Bu yönelimin toplum hakkında ne söylediği tartışılmıyor. Bu arada son versiyonunda daha da kötüleşiyor. Baba (ya da anne) bütün ailede katliam yapıyor.

Toplum da giderek zayıflamakta iken gerçek; ekranın arkasında kaybolduğunda ve direkt deneyim zayıfladığında  tekno-meditasyon yeni zirvelere ulaşır. Sanal gerçeklik, herhangi biri? Gerçekten hemen hemen hiçbir topluluğun kalmaması üzücü bir durumdur. Bu nedenle siyasetçiler ve geliştiriciler (programcılar) bu sözü sıklıkla kullanıyorlar. Günümüzde toplum ne süreklidir ne de dolaysızdır (doğrudandır). Dijital dünyaya gerçekten ev denir mi?

Nasıl yapılırlığın problemi olarak bu kadar çok hayat teknolojik terimlerde inceleniyor. Bizim dünya ile, birbirimiz ile, insan olarak içgüdülerimiz ile olan doğal bağımıza ne oldu? Bu bir gecede olmadı. 1968’de Bilgisayar öncüsü J.C.R Licklider; “Gelecekte yüz yüze iletişim kurmaktansa makina yoluyla iletişim kurmak daha etkin biçimde olabilecek.” dedi. İnancını yitirmiş teknolojik alan yüz yüze iletişimi ısrarla tüketerek bu durumu başardı. Hangi yüksek fiyatla? Cep telefonlarının yerleşik gözetim fonksiyonunu ve beyin kanseri riskini bir yana bırakın diğer teknolojik gruplar gibi onlar doğal dünyanın sistematik yıkımı üzerine inşa edilmektedir. Ölü sayısı ne kadar ve böyle “harika” şeylere düşkünlük için alternatif olabilir mi?

Bireysel ve toplumsal yabancılaşma kitle toplumunun doğasında birleşiyor. Seri üretim, kitle kültürü, kitle tüketimi ne kadar sağlıklı? Bir zaman önce, W. H. Auden; “bir aldatıcı suç gibi zamanımızın koşullarının etrafı sarılıyor” sonucuna vardı. Fakat bu sadece aldatıcı bir ölçüde çünkü belirlenmiş olarak çağımızın temel özelliklerini kabul etmeye devam ediyoruz – sorunlaştırılmamaya ya da politize olmamaya, soruya açık değil.

Muazzam bir teknolojik yabancılaşma aileye de uzanıyor. Hiçbir yer bundan muaf değil. 1800’den itibaren küresel ısınma küresel sanayileşmenin artan seviyesine cevap verdi. Aletlere karşı olan modern sistemlerin teknolojisi endüstri olmadan varlığını sürdüremez.

iPhones ve diğerleri bu bütünün bir parçası. Bir çözüm tüm parçaları sorgulamayı gerektirir. Teknolojik gelecek, gelecek değildir.