Saturday, November 10, 2012

60. gün




Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak demek. Her anlamda.
Kuzey İrlanda, Maze Hapishanesi’nde IRA militanlarından Bobby Sands ve arkadaşlarının açlık grevi 60. gününe ulaştığında Demir Leydi o buz gibi mekanik sesiyle Büyük Britanya’ya sesleniyordu:
“Gözden düşmüş amaçlarının başarısızlığı ile yüzleşince ellerinde olan son kartı oyuna sürmeyi tercih ettiler. Hapishanelerdeki açlık grevini intihara dönüştürerek, uyguladıkları şiddeti kendilerine yönelttiler.  Gerilim yaratmak, acı ve nefreti körüklemek için en temel insani duygu olan merhameti kullanmaya çalışıyorlar.”
Bobby Sands açlık grevine devam ederken, Sinn Fein tarafından aday gösterildiği kendi bölgesinde Margaret Thatcher’dan daha fazla oy alarak milletvekili seçilmişti.
Sands, 5 Mayıs 1981’de açlık grevinin 66. gününde öldüğünde 27 yaşındaydı. Birlikte ‘ölmeye yattıkları’ dokuz arkadaşı da onunla aynı kaderi paylaştı.
Açlık grevi kararı aldıklarında, Bobby Sands ile kendisini görmeye gelen rahip arasında şöyle bir konuşma geçmişti:
  
Ölerek ne anlatabileceğini sanıyorsun?’

“Hayata saygım olmadığını düşünmenizi istemem. Yaşama, doğaya saygı duyuyorum ve özgürlüğü arzuluyorum. Ama hayatın nasıl bir şey olduğunu bilmeden yaşamaya katlanamam...”
“Ama bu hiç normal bir davranış değil, Tanrı katında buna hakkınız yok.”
“Bu koşullarda nasıl ‘normal’ olmamı beklersiniz ki? Bu iş buralara gelmeyecekti de ne olacaktı. Hayatım benim her şeyim. Özgürlük benim her şeyim. Buna hakkımız olduğunu düşünüyorum.”
“Tek seçenek hayatını tehlikeye atmak olmamalı, bu kadar inançsız olmamalısın.”
“İnançsız değilim; bu davaya sarsılmaz bir inanç besliyorum. Hayatımı tehlikeye atmak tek seçeneğim değil ama şu anda doğru olan bu. Burada öylece hiç bir şey yapmadan bekleyemem. Bunu vicdanım kaldırmaz.  Hayır. Burada hiçbir şey değişmiyor. Hiçbir şey olmuyor...”
“Sen zaten ölmeye karar vermişsin... Ama sırf birkaç ‘terörist’ öldü diye iktidarın geri adım atacağını hayal ediyorsan önceden ölümü kabullenmişsin demektir. Belki yirmi kişinin ölümünden sonra İngilizler pes edecekler ama bu neden senin umrunda olsun ki, sen zaten ölmüş olacaksın?”
“Bizim burada ‘yaşadığımızı’ mı düşünüyorsunuz? Son dört yılı geçirdiğimiz bu cezaevinde neler yaşadık? Vahşet. Aşağılanma. Bütün temel haklarımız elimizden alındı. Hayır, bu yaşamak değil. Bu bir savaş. Ölüm kalım savaşı. Önceden ölümün kabul edildiği. Evet ölmüş olacağız. Ama bizim küllerimizden yeni bir kadın ve erkek nesli doğacak. Hatta bizden daha azimli ve daha kararlı. İnançlarımız var ve siz beğenseniz de beğenmeseniz de çok güçlüler...
Sizler bizimle bir arada, insanca yaşamaya korkuyorsunuz. Barışı konuşmaya korkuyorsunuz. Siz buna ‘intihar’ diyorsunuz ama ben ‘cinayet’ diyorum, aramızda böyle bir fark var. Siz çocukken güvenli evlerinizde top oynayarak büyüdünüz; biz sürekli yakıp yıktıkları evlerimizi onarmaya çalışarak büyüdük, aramızda böyle de bir fark var...
Ben çocukken bir kır koşusu müsabakasına katılmış ve birinci olmuştum.  Bizi sürekli küçümseyen bütün o İngiliz çocuklarını geride bırakarak yarışmayı kazanmıştım. Bitiş çizgisini geçtiğim zaman beni tutmasalardı koşmaya devam edecektim. Koşmaya hâlâ gücüm vardı.  Anlıyor musun?”

Anlıyor musunuz?

Demir Leydi, yirmili yaşlarında cezaevine kapatılan bu insanların ‘ya insanca yaşayacağız ya da öleceğiz’ tutumlarını oyuna sürdükleri son kart olarak algılıyordu.
Onun için her şey bir oyundan ibaretti. Bir iktidar ve güç oyunu.
Oynardın kazanırdın. Oynardın kaybederdin. Oynardın...

60. gün

Bugün açlık grevini sonlandırmak için bir adım atılsa; yine de geriye dönüşü olmayan bir yerdesiniz demektir.
Ne olursa olsun ölüme direnme eğiliminde olan bedeniniz, sadece hayatta kalma ümidiyle bir takım organlarını feda etmeye başlamıştır çoktan.
Açlık grevinde 60. gün midenin ağır tahribata uğradığı, göz sinirlerinin harap olduğu, ciğerlerinin bir daha aynı güçle havayı solumayacağı, bedeninin asla aynı canlılığı gösteremeyeceği kadar geç kalınmış demektir.
Grevin 40. gününde cezaevlerini ziyaret eden Sadullah Ergin ‘seslerini duyduk’ demişti. Acaba ne duydular diye merak ettik ardından. ‘Sesini duyurabilmek’ alışık olmadığımız bir şeydi bu topraklarda. Çok geçmeden Başbakan merakımızı giderdi:

“Açlık grevi değil, şov yapıyorlar!”

 “Ama öldü efendim,” diyorsun; “Ben bilmem...” diyor.
“İşkence görmüş,” diyorsun; “Ben polisimi yedirtmem,” diyor.
“Tecavüze uğramış,” diyorsun. “Ama zaten teröristti...” diyor.
Bütün dikkati kendi iktidarına çevrili bir Başbakan, geri kalan her şeye boş verebiliyor.
Vicdandan muaf.

(Alıntıdır...)