Kuzey İrlanda,
Maze Hapishanesi’nde IRA militanlarından Bobby Sands ve arkadaşlarının açlık
grevi 60. gününe ulaştığında Demir Leydi o buz gibi mekanik sesiyle Büyük
Britanya’ya sesleniyordu:
“Gözden düşmüş
amaçlarının başarısızlığı ile yüzleşince ellerinde olan son kartı oyuna sürmeyi
tercih ettiler. Hapishanelerdeki açlık grevini intihara dönüştürerek,
uyguladıkları şiddeti kendilerine yönelttiler.
Gerilim yaratmak, acı ve nefreti körüklemek için en temel insani duygu olan
merhameti kullanmaya çalışıyorlar.”
Bobby Sands
açlık grevine devam ederken, Sinn Fein tarafından aday gösterildiği kendi
bölgesinde Margaret Thatcher’dan daha fazla oy alarak milletvekili seçilmişti.
Sands, 5 Mayıs
1981’de açlık grevinin 66. gününde öldüğünde 27 yaşındaydı. Birlikte ‘ölmeye
yattıkları’ dokuz arkadaşı da onunla aynı kaderi paylaştı.
Açlık grevi
kararı aldıklarında, Bobby Sands ile kendisini görmeye gelen rahip arasında
şöyle bir konuşma geçmişti:
Ölerek ne
anlatabileceğini sanıyorsun?’
“Hayata saygım
olmadığını düşünmenizi istemem. Yaşama, doğaya saygı duyuyorum ve özgürlüğü arzuluyorum.
Ama hayatın nasıl bir şey olduğunu bilmeden yaşamaya katlanamam...”
“Ama bu hiç
normal bir davranış değil, Tanrı katında buna hakkınız yok.”
“Bu koşullarda
nasıl ‘normal’ olmamı beklersiniz ki? Bu iş buralara gelmeyecekti de ne
olacaktı. Hayatım benim her şeyim. Özgürlük benim her şeyim. Buna hakkımız
olduğunu düşünüyorum.”
“Tek seçenek
hayatını tehlikeye atmak olmamalı, bu kadar inançsız olmamalısın.”
“İnançsız
değilim; bu davaya sarsılmaz bir inanç besliyorum. Hayatımı tehlikeye atmak tek
seçeneğim değil ama şu anda doğru olan bu. Burada öylece hiç bir şey yapmadan
bekleyemem. Bunu vicdanım kaldırmaz. Hayır.
Burada hiçbir şey değişmiyor. Hiçbir şey olmuyor...”
“Sen zaten
ölmeye karar vermişsin... Ama sırf birkaç ‘terörist’ öldü diye iktidarın geri
adım atacağını hayal ediyorsan önceden ölümü kabullenmişsin demektir. Belki
yirmi kişinin ölümünden sonra İngilizler pes edecekler ama bu neden senin
umrunda olsun ki, sen zaten ölmüş olacaksın?”
“Bizim burada ‘yaşadığımızı’
mı düşünüyorsunuz? Son dört yılı geçirdiğimiz bu cezaevinde neler yaşadık?
Vahşet. Aşağılanma. Bütün temel haklarımız elimizden alındı. Hayır, bu yaşamak
değil. Bu bir savaş. Ölüm kalım savaşı. Önceden ölümün kabul edildiği. Evet ölmüş olacağız. Ama bizim
küllerimizden yeni bir kadın ve erkek nesli doğacak. Hatta bizden daha azimli
ve daha kararlı. İnançlarımız var ve siz beğenseniz de beğenmeseniz de çok
güçlüler...
Sizler bizimle
bir arada, insanca yaşamaya korkuyorsunuz. Barışı konuşmaya korkuyorsunuz. Siz
buna ‘intihar’ diyorsunuz ama ben ‘cinayet’ diyorum, aramızda böyle bir fark
var. Siz çocukken güvenli evlerinizde top oynayarak büyüdünüz; biz sürekli
yakıp yıktıkları evlerimizi onarmaya çalışarak büyüdük, aramızda böyle de bir
fark var...
Ben çocukken bir
kır koşusu müsabakasına katılmış ve birinci olmuştum. Bizi sürekli küçümseyen bütün o İngiliz
çocuklarını geride bırakarak yarışmayı kazanmıştım. Bitiş çizgisini geçtiğim
zaman beni tutmasalardı koşmaya devam edecektim. Koşmaya hâlâ gücüm vardı. Anlıyor musun?”
Anlıyor musunuz?
Demir Leydi,
yirmili yaşlarında cezaevine kapatılan bu insanların ‘ya insanca yaşayacağız ya
da öleceğiz’ tutumlarını oyuna sürdükleri son kart olarak algılıyordu.
Onun için her
şey bir oyundan ibaretti. Bir iktidar ve güç oyunu.
Oynardın
kazanırdın. Oynardın kaybederdin. Oynardın...
60. gün
Bugün açlık
grevini sonlandırmak için bir adım atılsa; yine de geriye dönüşü olmayan bir
yerdesiniz demektir.
Ne olursa olsun
ölüme direnme eğiliminde olan bedeniniz, sadece hayatta kalma ümidiyle bir
takım organlarını feda etmeye başlamıştır çoktan.
Açlık grevinde
60. gün midenin ağır tahribata uğradığı, göz sinirlerinin harap olduğu,
ciğerlerinin bir daha aynı güçle havayı solumayacağı, bedeninin asla aynı
canlılığı gösteremeyeceği kadar geç kalınmış demektir.
Grevin 40.
gününde cezaevlerini ziyaret eden
Sadullah Ergin ‘seslerini duyduk’ demişti. Acaba ne duydular diye merak ettik
ardından. ‘Sesini duyurabilmek’ alışık olmadığımız bir şeydi bu topraklarda.
Çok geçmeden Başbakan merakımızı giderdi:
“Açlık grevi değil, şov yapıyorlar!”
“Ama öldü
efendim,” diyorsun; “Ben bilmem...” diyor.
“İşkence görmüş,”
diyorsun; “Ben polisimi yedirtmem,” diyor.
“Tecavüze
uğramış,” diyorsun. “Ama zaten teröristti...” diyor.
Bütün dikkati
kendi iktidarına çevrili bir Başbakan, geri kalan her şeye boş verebiliyor.
Vicdandan muaf.
(Alıntıdır...)

