Friday, May 31, 2013

Ağaçlara Değil Ormana Bakmak



 
Aydın Engin

13.08.2012

Başlığa da koydum, ünlü bir söz var: Ağaçlara bakmaktan ormanı görememek!..
Ağaçlar mı?
Oh-hooooo, orman bu; ağaçtan çok ne var?
Jet uçağı düştü...
Haydi ağaca bakalım!..
Ardarda gelen sorular üstüne kafa patlatalım, yorum döktürelim:
O jet düştü mü; düşürüldü mü; nerede düştü; neden orada düştü; orada ne işi vardı; onu oraya kim yolladı ?..
Şemdinli’de çatışma var...
Haydi ağaca bakalım!..
Ardarda gelen sorular üstüne kafa patlatalım, yorum döktürelim:
Şemdinli’de devlet duruma hakim mi; yoksa Şemdinli PKK’nin kontrolüne mi geçti; PKK Şemdinli saldırısı ile neyi hedefliyor; bu hedefe ulaşabilir mi; ulaştı mı; yoksa püskürtüldü mü; peki aslında Şemdinli’de ne oldu, ne oluyor?..
Obama, Tayyip Erdoğan’la konuşurken elinde beyzbol sopası tutuyordu. Beyaz Saray’da hiç bir şey ince hesap olmaksızın yapılmaz. O fotoğraf da bir mesaj içermese servise konmazdı.
Haydi ağaca bakalım!..
Ardarda gelen sorular üstüne kafa patlatalım, yorum döktürelim:
Obama ne demek istedi; döverim mi dedi; dövelim mi dedi; sopa Erdoğan’a mı gösteriliyor; yoksa Kürtlere mi; Suriye’deki Baas diktatörlüğüne olmasın ?..
Erdoğan dün medya patronlarına seslendi: “Bu adamlara nasıl köşe veriyorsunuz” diye sordu.
Haydi ağaca bakalım!..
Ardarda gelen sorular üstüne kafa patlatalım, yorum döktürelim:
Bir başbakan kimin ne yazacağına, kimin, kime köşe yazdıracağına karışabilir mi; medya patronları mesajı alıp sindirdi mi ve yakında gazeteci kıyımı mı başlayacak; yoksa köşe yazarları Başbakan’a ağzının payını verecekler mi; vermeye kalkarlarsa  o yazılar basılacak mı ; basılırsa asıl bankacılıkta, madencilikte, enerji üretiminde, enerji dağıtımında at koşturan medya patronlarının başına ne gelecek?..
AKP, Suriye sorununda  çıkmaz sokağa daldı  ve ülkeyi de ardısıra sürüklüyor...
Haydi ağaca bakalım!..
Ardarda gelen sorular üstüne kafa patlatalım, yorum döktürelim:
Bir komşu ülkenin çürümüş bir dikta rejiminden kurtulmasını dilemek başka, bir egemen ülkenin içişlerine böylesine pervasız, böylesine küstahça karışmak;  hedefleri, hesapları ne olduğu bilinmez -demokrasi ve özgürlük olmadığı bilinir- bir takım silahlı adamları besleyip, barındırıp, silahlandırıp o ülkeye salmak başka... Peki  şimdi ne yapmalı; Suriye’de rejime destek vermeden, Suriye’yi ölümcül bir iç savaşın içine sürükleyecek bir suçtan paçayı nasıl kurtarmalı; iyi de bunu Tayyip Erdoğan – Ahmet Davutoğılu ikilisinden beklemek mümkün mü?...


*    *    *



Orman bu. Her yan ağaç. Say say bitmez. Hele AKP iktidarında orman ha bire büyüyor, her gün yeni fidanlar boy atıyor...
Ağaçlara takılıp kalalım mı? Her gün bir ağaç üstüne gazeteciler haber yapmalı; yazarlar yorum döktürmeli; kahvehane sohbetlerinde o ağaç üstüne konuşulmalı ve...
Ve böylece sürüp gitmeli mi?
Orman dediğin nedir?
Tek tek ağaçların toplamı.
Bir kaçını yukarıda sıraladığım ve daha yüzlercesini sayıp sıralayabileceğim “ağaçlar” tek tek bir anlam ve önem taşıyor, ama hepsinin toplamı, yani orman  galiba ve artık tek bir anlam taşıyor: Türkiye’nin AKP takımı tarafından yönetilmesi son bulmalıdır...
Demokrasiyi sakatlamayacak, yani askerden medet umma ya da askere ihale etme gibi bir tembelliğe, zavallılığa sapmadan ve saplanmadan bir çözüm üstüne kafa patlatmak bir yurttaşlık ödevi...
“Ağaçlarla oyalanmadan ormana bakmak” derken kastettiğim de zaten bundan ibaret...

Thursday, May 30, 2013

Şam: Eli kana bulaşmış olanlarla müzakere yok



Şam: Eli kana bulaşmış olanlarla müzakere yok
Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim, muhaliflerden eli Suriye halkının kanına bulaşmış olanlarla müzakere yapmayacaklarını açıkladı.  
YDH- Lübnan’dan yayın yapan el-Meyadin televizyonuna demeç veren Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim, Şam’ın müzakereler konusunda herhangi bir ön şartının olmadığını söyledi.
Dışişleri Bakanı Muallim, “Muhalifler, Cenevre konferansından önce ön şartlar ileri sürmese daha iyi olurdu. Suriye’nin ciran edilmesini planlayanlar, krizin uluslar arası düzeyde söz konusu edilmesini istiyor. Doha Koalisyonu ve onun içinde yer alanlar yabancı güçlerin elinde bir araçtır” dedi.
Suriye yönetiminin henüz konferansa katılacak heyeti belirlemediğini açıklayan Muallim, “biz öncelikle diğerleriyle ilgi ayrıntıları bilmek istiyoruz, Suriye heyeti bu konferansa tam bir iyi niyetle gidecektir; çünkü biz sorunun çözümünü istiyoruz” diye konuştu.
Dışişleri Bakanı Velid Muallim Suriye hükümetinin muhaliflerin kuracağı geçici hükümetle müzakere edip etmeyeceğine ilişkin bir soruya da şöyle cevap verdi: “Muhaliflerin kurduğu hükümeti tanımıyoruz, biz muhalif gruplarla müzakere ederiz. Biz elleri Suriye halkının kaına bulaşmış olanlarla müzakere etmeyeceğiz. Biz müzakereye, dökülen kanın durmasına ve sorunun çözülmesine istekli olan kişilerle müzakere yapacağız.”
Muhaliflerin Cumhurbaşkanı Beşşar Esed’in çekilmesine yönelik şartlarıyla ilgili bir soruya da Velid Muallim şöyle cevap verdi:
“Suriye anayasası cumhurbaşkanının da hükümetin de yetkilerini belirlemiştir. Müzakereye oturan taraflar yeni anayasa konusunda karar verinceye kadar hiç kimse bu yetkileri belirleyemez. Cumhurbaşkanının yetkilerini belirleyecek olan yalnızca Suriye halkıdır. Cumhurbaşkanı Esed’in 2014 yılında aday olup olmamasına karar erecek olan Suriye halkıdır.
Amerika’nın Suriye’nin iç işlerine müdahalesi son derece açıktır. Müzakere için muhaliflerin peşinde dolaşmak bizim sorumluluğumuz değildir. Cenevre’de oluşup referanduma giden her şey kesinlikle uygulanacaktır.”  

Wednesday, May 29, 2013

Müslüman Kardeşler Türk etkisi istemiyor, anlayın

Siz gerçekten Esad'dan sonra başa geçecek radikal İslamcı bir hükümetin Türkiye'ye dostane davranacağını mı sanıyorsunuz?
Barry Rubin, Global Research in International Affairs-GLORIA’nın (Uluslararası İlişkilerde Global Araştırma Merkezi) direktörü, İsrailli bir Ortadoğu uzmanı. Çok kitabı var da son çıkan ve baskı üstüne baskı yapanları sayayım. ‘Özgürlük İçin Uzun Savaş: Ortadoğu’da Demokrasi İçin Arap Mücadelesi’, ‘Suriye Hakkındaki Gerçek’. Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof. Kemal Kirişçi ile birlikte yazdığı ‘Dünya Siyasetinde Türkiye’ başlıklı bir kitabı daha var. Birkaç gün önce kendisiyle görüşme fırsatım oldu. İsrail-Türkiye ilişkileri, Suriye’deki savaş ve Başbakan Erdoğan’ın Filistin ziyareti temel konularımızdı. Bölgeyi çok ama çok yakından takip eden biri olması itibariyle Rubin’in sözlerinin kıymeti harbiyesi var.

* * *

Öncelikle Rubin’in yaklaşımı ve sözlerinden net bir şekilde anladığım kadarıyla İsrail, Türkiye’yle ilişkilerin hâlâ limoni seyretmesine karşılık “Naptıysak olmadı yahu” havasına bürünmüş. “Başbakan Erdoğan, İsrail ile ilişkilerin düzelmesini çok da istemiyor anladığımız kadarıyla. Çünkü İsrail ne yaparsa yapsın, kameraların önünde taviz verse de o arayı düzeltmemek için bir bahane buluyor. İsrail’le arayı düzeltmemek Erdoğan için bir iç siyaset malzemesi” diyor Rubin.

İkinci mevzu elbette Suriye’ydi. CIA şefi John Brennan’ın yakın zamanda İsrail’i ziyaret etmesiyle Suriye konusunda İsrail-ABD arasında nasıl bir ‘senkronizasyon’ kuruldu diye sordum. Şöyle dedi: “ABD ve İsrail bir süredir Suriye konusunda koordinasyon içerisinde. Fakat İsrail’in taraf tutmuyor olması bu koordinasyonun pratik anlamını azaltıyor. Koordinasyon genel olarak Suriye rejiminin silahlarının Lübnan Hizbullahı’nın eline geçmemesi üstüne. Şu kadarını söyleyebilirim: İsrail asla Suriye savaşında herhangi bir tarafla birlikte hareket etmeyecek ve yüzde yüz bu savaşa girmeyecektir. Nötr pozisyonuna devam edecek.”

Rubin’e, özürden sonra Türkiye-İsrail arasında Suriye’yle ilgili bir koordinasyon başlayıp başlamadığını soruyorum. “Kesinlikle hayır” cevabını veriyor. “İsrail ve Türkiye’nin Suriye’de El Kaide’nin hâkim olmaması konusunda ortak kaygıları var, orası kesin. Kesin olmayan ise radikal Selefilerle ilgili tavır. Erdoğan, Müslüman Kardeşler’in kazanmasını istiyor ve aynı anda Selefilerin kazanmasını çok da umursamıyor. Gördüğüm kadarıyla Türkiye’de çok az kişi şu önemli gerçeğin farkında: Arap Baharı ile Türkiye’nin bölgesel hırslarının karşılık bulması imkânsız hale geldi. Türkiye içinde insanlar ne düşünürse düşünsün, ne Müslüman Kardeşler ne de Selefi İslamcılar Türk etkisini istiyor. Sebebi gayet basit ve net: Türkler Arap değil. Evet, Erdoğan Arap dünyasında bir süre için popüler olmuştu. Arapların dayanacak başka hiçbir şeyleri yokken. Ama unutmayın, artık onların kendi devrimleri var. Siz gerçekten Esad’dan sonra başa geçecek radikal İslamcı bir hükümetin Türkiye’ye dostane davranacağını mı sanıyorsunuz? Ve şunu da kabul edelim, Suriye’de yakın gelecekte diplomatik bir çözüm yok. İstediğiniz kadar konferans düzenleyin. Bu savaş bir tarafın zaferiyle bitecek ve bu, savaşın en iyi ihtimalle iki yıl daha sürmesi demek.”

* * *

Başbakan Erdoğan’ın haziranda gerçekleştireceği Filistin ziyaretiyle ilgili Rubin’in görüşü şu şekilde: “Bakın, eğer Erdoğan Batı Şeria’ya Filistin otoritesini ziyaret etmeye gitseydi kimsenin canı sıkılmayacaktı. Hatta bu İsrail’in hoşuna giderdi. Fakat Erdoğan hiçbir zaman Filistin otoritesini savunmadı, aksine hep Hamas’ın yanında durdu. Şu kadarını rahatlıkla söyleyebilirim, sırf bu yüzden Filistin otoritesi, en az İsrail kadar kızgın.” Bazen içinde yaşayınca insan sarih biçimde analiz edemiyor. “Girdik-girmedik-nasıl çıkacağız” başlıklarıyla değerlendirdiğimiz Ortadoğu meselesini, dışarıdan bir sesten dinlemek, ülke olarak nasıl göründüğümüze dışarıdan bir uzman tarafından bakmak faydalı olacak. Boş hayallerden vazgeçmek, gerçekten fersah fersah uzak öngörüler yapmak, hatadan dönmek… Bu gibi şeyler için faydalı.

Monday, May 27, 2013

Öpüşene Sınırlama Zarureti...

 

Öyle orada burada öpüşürsen...

*

Bak; yoldan geçerken konser için çimenlere oturmuş gençleri gördü, ellerinde bira kutusu, demek ki içiyorlar...
Arkasından
“ayran” dedi...
Ve bildiğin içki yasağı kanunu geldi...


*

Şimdi metroda öpüşme eylemi yapıyorsunuz ama...
Yanınıza kalmaz...
Gazetelerde görünce, baktı dudak dudağa, demek ki öpüşüyorlar...
Kısıtlama yasası gelebilir:
“20.00 ile 06.00 arası yan yana sokulmak ile, umuma açık yerlerde dip dibe oturmak ve camilere 100 metre mesafe içerisinde birbirlerine değecek şekilde yapış yapış gitmenin men edilmesine dair kanun...”


*

Metroda öpüşüp durmayın...
Altyapısını tamamlayan dinci faşizm, yavaş yavaş eğlenceye, sofraya, bardağa, ele, ayağa, dudağa, eteğe, saça, başa müdahale edecek...
Bu kaçınılmaz...
Çünkü; dine dayalı rejim, yaşamın her milimetresinde kendi ilahi emirlerini uygulamayı, ibadet olarak görür...


*

Nitekim önce metroda “ahlakdışı hareketlerden sakınılması” anonsu yaptılar... Buna tepki olarak gençler sembolik öpüşme eylemi yapınca...
Elinde sallama satırla geldi yobaz...
Maydanoz doğrayacak değil...
“Tekbir” diye bağırdığına göre...
Demek ki insan keserek ibadet edecek...


*

Henüz başındasın Türkiye...
Bak; aklı yeni yeni gelen yalaka “
demokrat” yazarlar, içki yasaklarına bakıp kaç gündür “Bu kadarını beklemiyorduk” diye yazılar yazıyorlar...
On yılda anca kafaları çalıştı...
Asıl bu önümüzdeki seçimlerden sonra, dört dörtlük yerleştiğinde imam...
Göreceksiniz...
Değil metroda, parkta, caddede, evinizde dahi...
Kamyonetin arkasına doluşmuş, eli sopalı ahlak bekçileri evinizin önünde durup kapınızı tekmelediklerinde...
Daha da iyi anlarsınız...


*

Hırsızlığı, avantayı, yağmayı, yalanı, dolanı, bombalamayı, öldürmeyi, kafa kesmeyi ahlaksızlık saymıyor...
Ama
içki içmeyi, öpüşmeyi ahlaksızlık sayana teslim ettiniz Türkiye’yi...

*

Öpüş de göreyim...
28 Mayıs 2013 - Cumhuriyet

Sunday, May 26, 2013

İçki


Nitelikli dolandırıcılık, kalpazanlık, ihaleye fesat karıştırma, rüşvet, kaçakçılık gibi suçlardan fezlekesi bulunan mütedeyyin milletvekilleri var. Asla içki içmiyorlar.

*
Hoca’ları da öyleydi rahmetli.
28 kere filan hacca gitti.
Zimmete para geçirdi.
Mahkûm oldu.
İçkiyi ağzına sürmezdi.
*
Abra kadabra şirketleri, davul tozu minare gölgesi holdingleri kurdular, camilerde tezgâh açıp ortaklık parası topladılar, paralar hokus pokus oldu... Bırak içkiyi, alkol var diye kolonya bile sürmezlerdi.
*
Keriz Feneri malum...
Dini-imanı alet ettiler, mübarek ramazan ayında, burnuna sinek konmuş Afrikalı aç çocukların fotoğraflarını gösterip bağış topladılar, sahte makbuzlarla indiragandi yaptılar, kendilerine gemi aldılar, villa aldılar, sevgililerine yedirdiler; Las Vegas’a kumara bile gittiler.
İçki içmiyorlar.
*
Bunları yakaladığı için yargılanan savcımız ne demişti? Zekât hırsızlarını koruma altına alan bir güç var, ben bu güce hırsızların imparatoru diyorum, demişti. Eminim içmiyordur, o hırsızların imparatoru.
*
Laf Almanya’ya gidince, aklıma geldi. Berlin’in en lüks genelevini bir vatandaşımız açtı. Havuz var, sauna var, disko var, restoran var, sarışın var, siyah var, her renk fuhuş var, her yol var. Bi tek alkol yok. Mekana içki sokmuyor.
*
Çalabilirsin.
Soyabilirsin.
Kandır, dolandır.
Fuhuş yap, yaptır.
Aman diim bira falan içmeye kalkma.
O çok fena.
Ahlaksız mı olacaksın başımıza.
 

Thursday, May 23, 2013

Hayri Kozakçıoğlu: Alacakaranlık yıllarının 'görev' adamı


12 Eylül'ün hemen öncesinde İstanbul Emniyet Müdürü, OHAL Bölgesi'nde 90'lardaki en kanlı hesaplaşmaların hemen öncesinde ise Bölge Valisi'ydi. 'Yargısız infazlar' İstanbul'unun valisi de O'ydu. Adı yolsuzluğa karıştığında Demirel tarafından korunacaktı.
Hayri Kozakçıoğlu: Alacakaranlık yıllarının 'görev' adamı
Radikal.com.tr - Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da şiddetin en yoğun olduğu dönemlerde uzun süre Olağanüstü Hal Bölge Valiliği yapan Hayri Kozakçıoğlu, hep isminin etrafındaki tartışmalarla gündeme geldi. Kimi zaman OHAL Bölgesindeki insan hakları ihlalleri ve infazlar, kimi zaman adının ve kişisel hesaplarının karıştığı yolsuzluklar konuşuldu. 12 Eylül’ün hemen öncesindeki kanlı günlerde İstanbul Emniyet Müdürü olan Kozakçıoğlu, darbenin hemen ardından Adana Valiliği’ne buradan da Diyarbakır Valiliği’ne atanmış, ‘hızlı yükseliş’ini sürdürerek Tansu Çiller’in başbakanlığı sırasında iki dönem milletvekilliği de yapmıştı.

1938 yılında Manisa’nın Alaşehir ilçesinde doğan Hayri Kozakçıoğlu liseye kadar doğduğu ilçede okuduktan sonra İzmir’e gitti ve 1955’te İzmir
Atatürk Lisesi'nden mezun oldu.

Daha sonra
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne kayıt yaptıran Kozakçıoğlu 1959’da mezun oldu ve aynı yıl, İçişleri Bakanlığı’nda Kaymakam adayı olarak göreve başladı. Çamlıhemşin, Ardeşen, Delice, Çüngüş, Çınar, Kepsut ve Gökçeada (İmroz) ilçelerinde kaymakamlık yaptıktan sonra 1970 yılında Mülkiye Müfettişliğine ve daha sonra Başmüfettişliğe atandı.

Soğuk savaşın en dizginsiz şekilde devam ettiği 70’li yıllarda, ABD-NATO-Batı ittifakı içinde yer alan
Türkiye ’nin ‘önemli bir güvenlik bürokratı’ haline geleceği, yurtdışına “güvenlik hizmetleri ile ilgili inceleme ve araştırma” yapmak üzere gönderilmesiyle belli olmuştu aslında. Daha sonra ortaya çıkacak ‘Kontrgerilla/Gladio’ tartışmalarında adı sıkça geçen Kozakçıoğlu’nun, bu yıllarda ABD’de diğer ülkelerden güvenlik bürokratlarıyla birlikte ‘özel’ eğitim aldığı öne sürüldü.

Türkiye’de giderek bir iç savaş görünümü almaya başlayan siyasi çatışmaların iyiden iyiye artmaya başladığı 1978 yılında yurda döndü ve Erzurum Valiliği’ne atandı. Ama kısa bir süre sonra, ülkenin kalbine İstanbul’a atanacaktı. Kanlı ‘77 1 Mayıs’ının üzerinden 1 yıldan biraz fazla geçmişti ki Vali kadrosu ile İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne atandı. İstanbul sokaklarının kanlı çatışmalara, suikastlara ve infazlara tanık olduğu o karanlık 1,5 yıl boyunca bu görevi sürdürdü.


12 Eylül 1980 askeri darbesinden hemen sonra Adana Valiliği’ne atandı. 3 yıl Adana ve 3,5 yıl Sakarya Valiliği görevlerinden sonra 12 Ocak 1987’de Diyarbakır Valiliği’ne başladı. Sadece 6 ay sonra 19 Temmuz 1987’de ise Olağanüstü Hal Bölge Valiliği’ne getirildi. Oldukça kanlı çatışmaların yaşandığı 4 yıllık bir görev süresinin ardından 19 Ağustos 1991’de İstanbul Valiliği’ne atandı.


Hayri Kozakçıoğlu’nun Valilik yaptığı dönemde İstanbul Emniyet Müdürü Necdet Menzir’di… İstanbul’da özellikle Dev-Sol’a yönelik sert operasyonlar düzenlendi ve bu operasyonlar hep ‘yargısız infaz’ iddialarıyla gündeme geldi. 6 Mart 1993’te Dev-Sol’un lideri Dursun Karataş’la anlaşmazlığa düşen ve Karataş tarafından ‘darbeye teşebbüs’le suçlanan Bedri Yağan’ın Kartal’da saklandığı eve yapılan operasyonda, ev sahibi çiftin 5 ve 9 yaşlarındaki çocuklarının gözleri önünde öldürülmesi büyük tartışma yaratmış, dönemin polis müdürlerinden Hanefi Avcı da daha sonra bu operasyonla ilgili Valilik ve Emniyet Müdürlüğü’nü de ilgilendiren önemli ifşaatlarda bulunmuştu. Türkiye bu operasyonlar nedeniyle AİHM tarafından pek çok kez yaşam hakkının ihlali suçlamasıyla mahkum edildi.


İstanbul Valiliği görevini sürdürdüğü 1993’te Kozakçıoğlu’yla ilgili bir yolsuzluk iddiası gündeme bomba gibi düştü. Olağanüstü Hal Bölge Valiliği hesaplarında yer alan ve Birleşmiş Milletler mülteci fonuna ait olduğu belirtilen 2 milyar lirayı (yaklaşık 250.000 dolar) kendi adına açılan hesaplara geçirdiği belirtiliyordu. Kozakçıoğlu basında yer alan bu iddiayı yalanlamak için iki klasörle çıktığı bir basın toplantısı düzenledi, ama tam bir yalanlama yapamadı. Söz konusu parayı dönemin İçişleri Bakanı Mustafa Kalemli’nin onayı ile 12 Ağustos 1991’de kendi hesabına aktardığını ve 18 Ocak 1993’te Bölge Valiliği’nin talebi üzerine geri gönderdiğini ileri sürdü. Ancak Mustafa Kalemli Kozakçıoğlu’nun söz ettiği transferlerden haberdar olmadığını açıkladı. Üstelik, "Vakıflar Bankası Sirkeci Şubesi'nde hesabım yok’’ dediği halde, bu şubedeki 5 ayrı hesabında, birbirine çok yakınn tarihlerde 1 aylık vadeyle yatırılmış 7 milyar lirası olduğu ortaya çıktı. Kozakçıoğlu, OHAL Bölgesinden İstanbul'a gelirken para transfer etmekle suçlanıyordu, aleyhinde güçlü deliller vardı ve oldukça zor durumdaydı. 


Mehmet Ağar, Ünal Erkan, Hayri Kozakçıoğlu 'üçlüsü', zaman zaman korku ve dehşet salan bir 'güvenlik trio'su olarak hep birlikte anıldı. Sonra 'siyasetçi' olarak DYP'de bir araya geldiler. Ama bu üçlünün arasını da ‘hesaptaki para’’ bozacaktı. Kozakçıoğlu, 'belgelerle' çıktığı basın toplantısında, kendisine yönelik suçlamaları ‘‘Erkan ve Ağar'ın komplosu’’ olarak tanımladı. Mehmet Ağar'ın İstanbul'daki görevinden alınmasını kendisine bağladığını, Ünal Erkan'ın da gözünü kendisinin koltuğuna diktiğini düşünüyor, bu yüzden, ‘‘Çeşitli organizasyonlara girdiklerini’’ söylüyordu. ‘‘Amaç, Köşk'ü yıpratmak’’ diyerek de bu güç çekişmesinde kendisine 'hami'lik yapabilecek noktaya 'selam' gönderdi!


Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de bu 'selamı' aldı ve devreye girdi. Tansu Çiller'in istifasını istediği DYP Gelen Başkan Yardımcısı ve İstanbul milletvekili Hayri Kozakçıoğlu için Hürriyet'e şunları söyleyecekti: ‘‘Bu insanı savunmak benim için vicdan borcudur. Ben bu işe karışırım ve kelle koltukta çalışan bu insanı korurum.’’ Demirel'e yakınlığıyla bilinen bakanlardan Cavit Çağlar da aynı tondan çalacaktı: ‘‘Kozakçıoğlu için zimmetli veya zimmetsiz suçlamaların kenarından bile bahsedilmesi haksızlıktır.’’


Son olarak Cumhurbaşkanı Demirel, “Paralar örtülü ödenekten teröre karşı mücadele için verilmiştir. Ancak ne için harcandığı açıklanırsa devlet sıkıntıya düşer” dedi ve 'konu' kapandı.


İstanbul Valiliği görevini 1 Kasım 1995'te Rıdvan Yenişen'e devrettikten sonra 20 ve 21. Dönem parlamentolarında DYP listelerinden İstanbul Milletvekilliği yaptı.


Kozakçıoğlu evli ve 3 çocuk babasıydı...

Monday, May 20, 2013

Evet Suriye’de elde var sıfır

Alptekin DURSUNOĞLU
Evet Suriye’de elde var sıfır
Obama'ya dosya vermeğe giden Erdoğan Washington’dan görev dosyası alarak döndü.


“Arap Baharı”, sonuçları bakımından da, uluslar arası güçlerin bu isyanları ve isyan sonrası süreçleri yönetme biçimi bakımından da üç model ortaya çıkardı.
1- Kitlesel “devrimler”: Büyük kentlerde bastırılamayan kitlesel gösterilere orduların müdahale ed(e)memesi sebebiyle üç haftada gerçekleşen bu devrimler, Tunus ve Mısır’da yaşandı.
2- Dış müdahaleli devrimler: Libya devrimi, NATO müdahalesiyle, Yemen devrimi ise Körfez İşbirliği Örgütü’nün Ali Abdullah Salih’i çekilmeye ikna etmesiyle gerçekleşti.
3- Bastırılan devrim: ABD’nin 5. Filosunun bulunduğu Bahreyn’de başlayan kitlesel gösteriler, Suudilerin askeri müdahalesiyle bastırıldı.
Uluslar arası güçler, bu üç modele göre gelişen isyanlara ve isyan sonrası süreçlere şu üç şekilde müdahil oldu.
1- Destekleme: Batı’nın çıkarlarıyla çelişen ülkelerde devrimler desteklendi, Libya’ya doğrudan, Suriye’ye ise “vekiller” aracılığıyla askeri müdahalede bulunuldu.
2- Bastırma veya yönlendirme: ABD açısından hayati öneme sahip Bahreyn’de bastırıldı, Yemen’de ise iktidarın Ali Abdullah Salih’in Yardımcısı Abdurabbih Mansur Hadi’ye devredilmesi sağlanarak yönlendirildi.
3- Çalma: Barışçı, kitlesel ve kısa bir süreli olduğu için önlenemeyen Tunus ve Mısır devrimleri sonrasında siyasi süreçlerin eski rejimlerin bürokratları tarafından hazırlanması sağlandı. Bu ülkelerde devrimden sonra iktidara gelenler de “ülke gerçeklerini” gerekçe göstererek Batı’yla uyumlu olacaklarının güvencesini verdiler. Nitekim Tunus seçimlerinden “birkaç gün önce ABD’li Senatör Joe Lieberman, “El Nahda ile Yaşamayı Öğrenme Üzerine Düşünceler” başlıklı yazısında uluslararası toplumun Nahda’ya bir şans tanıması yönünde bir mesaj vermiş” ve “Lieberman’ın 23 Ekim seçimlerinden önce El Nahda’ya verdiği açık destek, hareketin ülke içinde ve dışındaki alanını oldukça genişletmiş”ti.[1]
Mısır’da ise hem meclis hem de cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanan Müslüman Kardeşler Camp David anlaşmasına bağlı olduklarını açıkladı.[2] Gazze ablukası konusunda Mübarek dönemiyle Mursi dönemi arasında ciddi bir nitelik farklılığı olmadı; hatta Hamas Siyasi Büro Başkanı Yardımcısı Musa Ebu Merzuk’un ifadesiyle Mursi, Hüsnü Mübarek’ten çok daha fazla tünel imha etti.[3]
Demokrasi talebinden vekalet savaşına Suriye           
Yaklaşık yarım yüzyıldır totaliter bir yönetimle ve olağanüstü halle yönetilen Suriye’de 18 Mart’ta başlayan isyanda “Arap Baharı”nın tetikleyici rolü inkar edilmiyor. Ancak diğerlerinin aksine Şam’ın, “demokrasi” taleplerine direnmek yerine bunları aşamalı ve kontrollü bir şekilde gerçekleştirme yönünde adımlar attığı da bir gerçek.
Örneğin 24 Mart’ta olağanüstü halin kaldırılacağı, diyalog komitesinin kurulacağı, geniş çaplı reformlara gidileceği açıklandı.[4] 30 Mart’taki konuşmasında “reformlardan ve halkın taleplerinin karşılanmasından yana olduklarını belirten Cumhurbaşkanı Beşşar Esed, ulusal diyalog toplantıları çerçevesindeki talepleri karşılamak üzere 6 Nisan’da peçeli kadınların devlet dairelerinde çalışmasına izin verdi. 8 Nisan’da vatandaşlık haklarından mahrum olan Kürtlere vatandaşlık verildi, 21 Nisan’da olağanüstü hal ve devlet güvenlik mahkemeleri kaldırıldı ve nihayet yeni anayasa ile çok partili hayata geçildi.
Suriye için devrim modeli arayışı
Ancak Yarım yüzyıl boyunca totaliter bir rejimle yönetilen Suriye’de atılan reform adımları, diasporadaki muhalifler ile uluslar arası çevreler tarafından “geç kalınmış” ve “yetersiz” bulundu. Onlara göre sorun reformlarla değil, devrimle çözülebilirdi. Peki ama hangi modelle?
Suriye’de 3 haftalık Tunus ve Mısır devrimlerinin şartlarının oluşmayacağı, 3 ay sonra artık kesinlik kazanmıştı. Çünkü milyonluk nüfuslara sahip Halep’te hiç gösteri olmamış, Şam’daki gösterilere katılım 3-5 bin kişiyle sınırlı kalmış ve yönetimin reform yönünde attığı adımlar da tansiyonu düşürmeye başlamıştı.
Haziran’dan itibaren Libya modelinin zeminleri oluşturulmaya başlandı. Bu modelin gerçekleşmesi için 3 araç gerekiyordu.
1- Devrime liderlik edecek bir örgüt,
2- Kurtarılmış bölge
3- Uluslar arası müdahale kararı
Diasporadaki muhaliflerin 3 Haziran’daki Antalya toplantısından 3 gün sonra Cisr eş-Şugur’da 120 güvenlik görevlisi öldürüldü. Bu eylem, sadece büyüklüğü bakımından değil, doğrudan muhalifler tarafından üstlenilmesi bakımından da bir dönüm noktasıydı. Aslında 2011 yılının nisan[5] ayından  itibaren silahlı eylemlerde bulunan muhalifler, bu eyleme kadar gösterilerin barışçı olduğunu rejimin tek yanlı şiddet kullandığını iddia ediyordu.
Suriye ordusundan firar eden Yarbay Hüseyin Harmuş, olaydan sonra sığındığı Türkiye’de eylemi üstlendi ve Hür Subaylar adlı bir örgüt kurduğunu açıkladı. Hür Subaylar, Harmuş’un bazı MİT görevlileri tarafından Suriye’ye “satılması” sebebiyle devrime liderlik edecek örgüt olamadı; ancak onun ortadan kaldırılması, rütbesi sebebiyle Harmuş’la liderlik kavgasına tutuşan Albay Riyad Esad’ın ve kurduğu Özgür Suriye Ordusu’nun önünü açtı.
  Askeri alandaki bu örgütü, sivil muhaliflerin ABD, Katar ve Türkiye öncülüğünde örgütlenmesi izledi ve sivil muhalifler 2 Ekim’de İstanbul’da Ulusal Konsey adlı örgütü kurdu, böylece Libya modeli devrimin ilk aracı oluşturulmuş oldu.
 Türkiye, olaylar öncesinde mülteci kampları kurmaya başlayarak, muhalifleri örgütleyerek ve Davutoğlu’nun tabiriyle “4 aşamalı stratejik plan” çerçevesinde adımlar atarak Suriye’deki iç sorunun uluslar arası bir krize dönüştürülmesinde öncü rol oynadı.
Buna rağmen Arap Birliği girişiminin sürdüğü 3 Ocak 2012’de bile muhalifleri silahlandıran Türkiye ve Katar,[6] içeride bir kurtarılmış bölge yaratmayı, bunların Batılı müttefikleri de BM’den müdahale kararı çıkarmayı başaramadı.
Dostlar’ın vekalet savaşı
İnsani yardım koridoru adı altında kurtarılmış bölge oluşturulmasını öngören karar Rusya ve Çin tarafından 4 Şubat’ta veto edilince BM’yi bypass etmek üzere “Dostlar grubu” kuruldu. Bu, aslında Bush’un Irak işgalinde kullandığı 40 üyelik işgal koalisyonunun tekrarıydı.
Irak tecrübesi sebebiyle ABD’nin tek taraflı müdahaleye yanaşmaması, uluslar arası müdahale seçeneğini devre dışı bıraktı; ancak “Dostlar” muhalifleri silahlandırarak sahaya vekillerini sürmeyi uygun gördü. Üst düzey güvenlik yetkililerinin öldürüldüğü 18 Temmuz saldırısıyla eş zamanlı olarak Halep ve Şam halkının “devrimciler”e katılacağı ve yönetimi birkaç haftada devireceği hesabıyla vekalet savaşının düğmesine basıldı.
Savaşta ikinci yıla giriliyor olması, rejimin birkaç hafta içerisinde devrileceği yönündeki hesapların gerçekçi olmadığını ortaya koyarken, Suriye ordusunun özellikle son 2 ay içerisinde silahlı grupların lojistik ikmal hatlarını kesmeye ve onları gittikçe daralan geniş çemberler içine almaya yönelik nitelikli operasyonları, “Dostların” sahadaki vekillerinin bu yıpratma savaşını kazanabilecek bir disiplin ve kapasiteden yoksun olduğunu gösteriyor.
Kimyasal silah iddiası ve dış müdahale arayışları
ABD’nin tek bir mermi dahi atmadan Suriye’yi ağır ve sancılı bir ölüme sürükleyen bu vekalet savaşı konusundaki tek kaygısı, sahada üstünlük kazanan aşırı grupların Suriye’yi ikinci bir Somali veya Afganistan haline getirerek bu savaşı kontrolden çıkarması.
ABD, kasım ayında siyasileri, aralık ayında da silahlıları yeniden örgütleyerek cihatçılar lehine gelişen isyanda vekillerini güçlendirmeyi ve savaşı kontrol altında sürdürmeyi denedi. Ancak son altı ayda sahadaki durum, siyasi olarak Ulusal Koalisyonun, askeri olarak da Selim İdris komutasındaki örgütün kendilerinden beklenen liderlik rolünde başarısız olduklarını ortaya koydu.
Çünkü geçen 6 aylık süre içerisinde Selim İdris komutasındaki silahlı örgüt, ne cihatçılara ne de Suriye ordusuna karşı hiçbir varlık gösteremedi, Ulusal Koalisyon ise bölge ülkelerinin nüfuz çatışması sebebiyle başkanını bile tutmayı başaramadı.[7]
 Sahanın vekiller aracılığıyla kontrol edilememesi, asılların doğrudan müdahalesini zorunlu hale getirdiyse de, dünyada Suriye ölçeğinde oluşan Soğuk Savaş dengesi, BM aracılığıyla “meşru” dış müdahaleye izin vermediği gibi “Dostlar” aracılığıyla tek taraflı fiili müdahaleye de imkan vermiyor.
İngiltere, Fransa ve Türkiye’nin kurduğu kimyasal silah oyununda İsrail’in joker rolü
Vekillerin sahayı kontrol altına almadaki yetersizliğinden, asılların da Suriye ölçeğinde oluşan yeni Soğuk Savaş dengesiyle sınırlanmasından kaynaklanan müdahale tıkanıklığı, ocak ayından itibaren oyuna alınan joker oyuncuyla aşılmaya çalışıldı.
İngiltere, Fransa, İsrail ve Türkiye’nin Suriye yönetimini kimyasal silah kullanmakla suçlamaya başladığı dönemde el-Hayat gazetesinde yer alan Reuters mahreçli haber, Suriye’ye fiili müdahale için hazırlanan oyunu da bu oyunun aktörlerini de ihbar eder nitelikteydi.
Mossad kaynaklarının, Suriye yönetiminin kimyasal silah kullanması halinde, Amerika, İsrail, Türkiye ve Ürdün'den oluşan dörtlünün Suriye'ye askeri müdahalede bulunmak için hazırlıklara başladığını belirten bu haberin[8] ardından Suriye yönetiminin kimyasal silah kullandığına ilişkin iddiaların arttığına ve İsrail’in birkaç ay arayla Suriye’yi bombaladığına tanık olduk.
Hiçbir uluslar arası yasayı tanımamasına rağmen her zaman olağanüstü bir uluslar arası hoşgörüyle karşılanan İsrail’in Suriye’ye müdahale oyununa dahil edilmesi, Dostlar adına son derece akıllıca bir tercihti.
Nitekim Şam’ın müttefiklerinin bu joker oyuncuyu dengeleyecek bir adım atmaması durumunda Libya devrimindeki NATO rolünün Suriye’de İsrail tarafından oynanmasının önü açılmış ve silahlı gruplara fiili hava desteği sağlanmış olacaktı.
İsrail’e karşı S-300 jokeri
Ancak Suriye’ye yönelik saldırısı her zamanki gibi hoşgörüyle karşılanan İsrail’i dengeleyen hatta belki de oyundan düşüren gelişme, Rusya’nın S-300 füzelerini joker olarak oyuna sürmesi oldu.
2010 yılında anlaşması yapılan S-300 füzelerinin bir savunma silahı olduğunu belirterek bu silahları Suriye’ye vermekte kararlı olduğunu[9] ortaya koyan Rusya’nın, bir adım daha atarak uçuşa yasak bölge ve deniz ablukası ihtimaline karşı Suriye’ye gelişmiş deniz füzeleri vereceği açıklandı.[10]
Rusya’nın oyuna sürdüğü bu jokerler, kimyasal silah gündemi üzerinden Suriye’ye İsrail aracılığıyla başlatılacak müdahale imkanını zayıflattığı gibi, Amerika’yı Cenevre bildirisi temelindeki bir siyasi çözüme de daha fazla yaklaştırdı.
Dosya vermeğe giden Erdoğan Washington’dan görev dosyası alarak döndü
ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin önceki hafta Rusya ile 2. Cenevre konferansı ve siyasi çözüm konusunda anlaşmaya vardıklarını açıklaması, Annan planı başta olmak üzere tüm siyasi çözüm çabalarına karşı çıkan ve savaş seçeneğindeki ısrarını koruyan Ankara’da rahatsızlık yaratmıştı.
Nitekim Washington ziyareti öncesinde Obama’ya Suriye yönetiminin kimyasal silah kullandığına dair delil götüreceğini belirten Erdoğan, Suriye’de uçuşa yasak bölge oluşturulmasına destek vereceklerini belirterek[11] ABD’yi savaş seçeneğinde tutmaya çalıştı.
Ancak Obama ile görüşmeye “kimyasal silah delilleri”, “uçuşa yasak bölge” talebi ve “siyasi çözümü ertele” ricası ile giden Erdoğan, Washington’da Rus jokerlerinden sonra kimyasal silah kullanıldığına ilişkin delil olmadığına inanmak zorunda kalan[12] Obama yönetimini ikna edemedi.
Uçuşa yasak bölgeden umudunu kesti[13],  Obama’dan “Cenevre görüşmelerinde Suriye’de tarafların bir araya getirilmesi konusunda rol”[14] aldı. Hatta daha da ötesi, iki yıldır ABD’nin bilgisi dahilinde Suriye’ye sokulan ve silahlandırılan bazı grupların “terörist”[15] olduğunu fark etti.
Bonus görev
Obama ile nasıl olacağını ABD’nin de bilmediği “Esed’siz Suriye” konusunda anlaşmaya varmakla avunan Erdoğan’ın Washington’dan aldığı görev dosyasındaki önemli bir başlık Suriye gündeminin yoğunluğunda pek dikkat çekmedi.
Erdoğan’ın Washington’dan aldığı görev dosyasındaki bu önemli başlık Filistin sorunuyla ilgili.
“Erdoğan, Filistin lideri Mahmud Abbas ile Hamas lideri Halid Meşal’i bir araya getirerek ABD’ye barış sürecinde İsrail’in tek bir muhatap bulması yönünde hayati bir destek atacak”[16] şeklinde basına yansıyan bu görevi, şu iki gelişmeyle birlikte düşünmek gerekiyor.
1- Katar’ın Türkiye ile birlikte Suriye’den kopardığı Hamas’ı, iki devletli çözüm müzakereleri konusunda el-Fetih’le uzlaşmaya zorlaması.
2- Katar öncülüğündeki Arap Birliği heyetinin iki hafta önce Washington’da barış görüşmelerinin yeninden başlatılabilmesi için İsrail’le Filistin arasında toprak takası önermesi.
Suriye’de savaş seçeneğini sonuna kadar zorlayan Erdoğan yönetiminin Hamas’ı bu iki gelişme çerçevesinde İsrail’le “iki devletli siyasi çözüme” ikna etmek için nasıl bir rol oynayacağını ilerleyen günlerde göreceğiz.


Sunday, May 19, 2013

Liseli Genç Umut: ‘Reyhanlı’da bombalar patlayalı bir hafta oldu’

Reyhanlı Katliamı’nın üzerinden bir hafta geçti. Liseli Genç Umut Reyhanlı Katliamı’nı ve aradan geçen bir haftayı değerlendirmek üzere bir açıklama yayımladı. İşte o açıklama:
‘Reyhanlı’da bombalar patlayalı bir hafta oldu’
Reyhanlı katliamının üzerinden tam bir hafta geçti. 11 Mayıs Cumartesi günü saatler 13.45’i gösterdiğinde Hatay’ın Reyhanlı İlçesi’nde iki ayrı patlama meydana geldi. 50’nin üzerinde insan hayatını kaybetti, onlarcası yaralandı.
AKP’nin dış politikasının savaş politikası olduğunu bu politikanın da bizlere kan, gözyaşı, ölüm getirdiğine bir kez daha tanık olduk. Bugüne kadar AKP elleriyle cihatçı çeteleri besledi. Emperyalizmin Ortadoğu’daki aktif taşeronu oldu. O yüzdendir ki Reyhanlı’da ki patlayan bombaların sahibi AKP’dir, ölen, yaralanan insanlarımızın faili AKP’dir.
Patlamaların ardından 1 hafta geçmesine rağmen patlamalar hakkında hiçbir şey açığa çıkmış değil. Aksine AKP getirdiği basın-yayın yasağı ile patlamanın delillerini ortadan kaldırmayı ve patlamanın üstünü kapatmayı hedefliyor.
AKP Oğulcan arkadaşımızın üstünü kapatamaz!
Ancak AKP patlamada hayatını kaybeden 17 yaşındaki Liseli Genç Umut üyesi Oğulcan Tuna arkadaşımızın üstünü öyle kolay örtemez. Arkadaşımızı katlettiği ile kalamaz.
Patlamanın yaşandığı noktada bulunan dershanesine gitmek üzereyken bombaların arasında kalan arkadaşımız Oğulcan, AKP’nin savaş politikaları sonucu hayatını kaybetmiştir. Bizler geçtiğimiz günlerde Dışişleri Bakanlığı önünde arkadaşımızın hesabını sorduk, bugünden sonra da sormaya devam edeceğiz.
AKP faşizmi saldırmaya devam ediyor
AKP faşizmi Reyhanlı için ayağa kalkan herkese saldırıyor. Patlamanın hemen ardından ‘’Reyhanlı için yasta, savaşa karşı ayaktayız’’ diyerek Türkiye’nin dört bir yanında sokağa çıkan toplumsal muhalefet hemen hemen her ilde polis saldırısı ile karşılaştı. Ankara’nın bir çok üniversitesinden Dışişleri Bakanlığı’na yürümek isteyen üniversiteliler, İstanbul’da yine üniversitelerden çıkarak Başbakanlık Ofisi’ne yürümek isteyen üniversiteliler, Eskişehir, Adana, İzmir’de Reyhanlı için sokağa çıkanlar polisin saldırısı ile karşılaştı.
Reyhanlı Katliamı’nın birinci haftasında Ankara’da polis saldırısı
Halkevleri, 18 Mayıs’ı Reyhanlı için yas günü olarak ilan etti. Halkevleri Hatay, Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Mersin, Antalya, Samsun, Kocaeli, Bursa, Çanakkale başta olmak üzere pek çok kentte Reyhanlı için sokaktaydı. Hatay’da hayat durdu, Ankara’da polis saldırdı.
Biz Liseli Genç Umut üyesi liseliler olarak AKP’nin kan, intikam, gözyaşı getiren savaş politikasına karşı her zaman mücadele edeceğiz. Reyhanlı Katliamı’nın ve diğer tüm katliamların hesabını tek tek sorana kadar sorumluların yakasından ellerimizi çekmeyeceğiz. Ve patlamada hayatını kaybeden Liseli Genç Umut üyesi Oğulcan Tuna arkadaşımızın hesabını soracağız.
Sendika.Org
 

Thursday, May 16, 2013

Yazan ve 'senaryolaştıran' Mazlum-Der: AKP'yi aklama Reyhanlı halkını suçlama raporu


Reyhanlı’da yaşanan katliamın ardından AKP’nin saldırgan Suriye politikalarına destek veren kurumlar, şimdi ise Suriye’deki savaştan kaçmak zorunda kalan mültecileri kendilerine kalkan edinerek adeta Reyhanlılıları katliamcı ilan ediyor.
Gerici yazar Hakan Albayrak’ın ardından Reyhanlı raporu hazırladığını öne süren Mazlum-Der de Reyhanlı halkını linççi ilan etti.
Reyhanlı halkı linççi, AKP ve ÖSO ak kaşık…
Mazlum-Der’in raporunda, gerici yazar Hakan Albayrak’ın ileri sürdüğü “Suriyeliler öldürüldü” iddiasına yer verilirken, Reyhanlı’da yaşanan saldırılarda hükümetin rolüne ilişkin ise sessiz kalındı.
Raporda Reyhanlıların AKP politikaları sonucunda yaşadıkları katliamın ardından şimdi de açık şekilde linççi ilan edilmesi dikkat çekerken, Suriyelilere sürekli biçimde saldırı olduğu iddia edildi. Aynı raporda Reyhanlı’da 50 bin Suriyeli olduğu iddia edilirken, Reyhanlı’da yaşayan Suriyelilerin çoğunluğunun AKP talimatıyla otobüslerle Reyhanlı’dan götürüldüğüne ise yer verilmedi.
Sürekli biçimde Suriyelilere linç girişimi olduğunu belirten Mazlum-Der’in raporuna karşın kentte böyle bir olay yaşandığına ilişkin henüz net bir haber ortaya çıkmış değil.
“Halkın tepkisi ÖSO’cu çetelere”
Reyhanlı’da yaşanan saldırı sonrası ilçeye giderek gözlemlerde bulunan soL gazetesinden Onur Emre Yağan, Mazlum-Der’in iddialarına ilişkin şöyle konuştu:
İlçede gerginlik olduğu doğru. Bu gerginlik patlama ile de başlamadı. Ancak ortada söylendiği gibi görülen Suriyeli linç ediliyor gibi bir durum yok. Halkın tepkisi önceden de patlama sonrasında da Reyhanlı’yı merkeze çeviren, burada bomba üretip Suriye’de saldırılar yaptığı bilinen cihatçı, ÖSO’cu gruplara. Buraya geldiğimden beri bir linç veya saldırı olayı ile karşılaşmadım, bir kez Suriyelilere saldırı olduğunu duydum ama bunu doğrulatamadım. Burada görüştüğümüz insanlar Suriye’de savaş ortamından kaçıp sığınan sivillere değil ÖSO’cu çetelere ve AKP’ye tepki duyuyor ve bunu da her defasından dile getiriyor. Buradaki gerginliğin ve gelinen durumun tek sorumlusunun açıkça hükümet olduğu söyleniyor.”
İlçede yaşayan Suriyelilerin birçoğunun Reyhanlı’dan ayrıldığını belirten Yağan, Reyhanlı’da kalan Suriyelilerin gerginlik dolayısıyla evlerinden dışarı çıkmadığını söyledi.
Yaralılar derken?
Raporda “Yaralı olduğu halde korkudan hastaneye gidemeyen, evden çıkamayan bazı Suriyelilerin tedavileri gizlice gece vakitlerinde bazı gönüllüler tarafından yapılmaya çalışılmaktadır” ifadeleri ise dikkat çekti.
Bilindiği üzere Antakya’nın birçok bölgesinde ve Reyhanlı’da birçok ev gizli şekilde ÖSO’cu militanların tedavileri için kullanılıyor. Bu evlerde cihatçı çetelere yardım için “gönüllü” doktorlar çalışıyor.
Yani bu durum Reyhanlı için yeni bir durum değil. ÖSO’cu çeteler uzun süredir Reyhanlı’da devletin açıkça göz yumması sonucu hastanelerde ameliyat oluyor, sonrasında ise hastaneye çevirdikleri binalarda “gizlice” tedavilerini sürdürüyor. Sonrasına ise yeni katliamlar için Suriye’ye yeniden gönderiliyor.
Ancak yaşanan son saldırıların ardından bu militanların da AKP’nin düzenlediği gece yarısı operasyonuyla Reyhanlı’dan otobüslerle çıkarıldığı tahmin ediliyor.
Mazlum-Der Reyhanlı halkıyla konuştu mu?
Mazlum-Der ilçe girişinde bir grup tarafından durdurulduğunu ve polisin bu gruba sessiz kaldığını söylüyor. Emperyalist destekli saldırılara destek olan bir gruba tepki gösterilmesine şaşıran Mazlum-Der "bazı Reyhanlıları fanatik ilan ederken" müdahale istiyor:
Reyhanlı’da her sokakta bir taziye çadırı kurulmuş durumdadır. Fanatik, saldırgan gruplar taziye çadırlarını ziyaret ederek propaganda yapmakta ve taraftar sayılarını her geçen dakika artırmaktadırlar. Taziye süresinin bitmesi ile intikam alınacağı bu fanatik gruplar tarafından dillendirilmektedir. Reyhanlı’da her geçen gün güçlenen aşiret destekli fanatik gruplara derhal müdahale edilmeli, böylece, Suriyeli vatandaşlar içinde bulundukları sıkıntılı bekleyişten kurtarılmalıdır.
Raporun ardından akıllarda kalan soru ise Mazlum-Der'in raporu hazırlarken, AKP saldırganlığı sonucu hayatını kaybeden yurttaşlarımızın aileleri ve Reyhanlı'da yaşayan ve AKP'ye tepki gösteren insanlarla konuşup konuşmadığı oldu.
SoL Portal

Tuesday, May 14, 2013

Mihraç Ural, Reyhanlı katliamı suçlamalarını reddetti


 
Mahmut Hamsici
BBC Türkçe, Hatay
Son güncelleme: 14 MAYIS 2013 - TSİ 10:25

Türkiye’deki Reyhanlı ve Suriye’deki Banyas katliamlarının arkasındaki isim olduğu iddia edilen Mihraç Ural BBC Türkçe’nin sorularını yanıtladı.
Katliamlarla ilgili iddiaları reddeden Ural, günümüzde THKP/C Acilciler isimli silahlı bir örgütün de bulunmadığını söyledi.

Türkiye

Ural, Reyhanlı saldırısının Türkiye’yi kendi ifadesiyle Orta Doğu bataklığına çekmek için düzenlendiğini öne sürdü.
Ural, “Reyhanlı’daki saldırıda kendisinin liderliğindeki Mukaveme Suriye (Suriye Direnişi)” adlı örgütün yer aldığı iddialarına, “Yapılan bu eylemde insanlık yoktur. Bu, vahşet dolu karanlık akılların işidir. Bu eylemi şiddetle kınıyorum” yanıtını verdi.
Masum insanları katletmek gibi bir hedefinin olamayacağını savunan Ural, 30 yıldan fazladır Türkiye’ye gitmediğini de söyledi.
Ural, yapanlar kim olursa olsun bu eylemin İsrail ve yeni Osmancılık anlayışıyla uyuştuğunu, saldırılarda İsrail istihbarat servisinin parmağı olduğunu öne sürdü.
Ural’a göre Reyhanlı katliamı, “Türkiye’yi Orta Doğu bataklığına çekmek için yapılmış bir eylem, amacı da Türkiye halkını savaşa sürüklemek ve Suriye halkına düşmanlaştırmak.”
“Bataklık” benzetmesini Başbakan Erdoğan da kullanmış ve saldırıyı “Türkiye’yi Suriye bataklığına çekmek isteyenlerin işi” olarak nitelemişti.
‘Artık Acilciler diye bir örgüt yok’
Hükümet yetkililerin açıklamalarında doğrudan isim verilmese de, Ural’ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye suçlanıyor. Başbakan Erdoğan, saldırının Esad rejimiyle bağlantısı olduğunu ve rejimin Türkiye’de uzantılarının bulunduğunu söyledi.
Ural’ın Suriye istihbaratıyla ve rejimle ilişkisi olduğu da yoğun şekilde dile getirilen iddialar arasında.
Mihraç Ural hakkındaki iddialar
Geçen Ağustos ayında çeşitli basın organları Ural’ın Hatay üzerinde provokatif faaliyetler içinde bulunduğunu iddia eden haberler yayımladı.
Banyas katliamından sonra İngiliz Times gazetesi başta olmak üzere bazı medya organları, Ural’ın Banyas katliamının sorumlularından biri olduğunu iddia etti.
Times konuyla ilgili haberinde, video kaydında Ural’ın şu sözleri sarf ettiğini aktarmıştı: “Banyas teröristlerin denize tek erişim yoludur. Banyas’ı kuşatmak son derece acildir (…) Banyas’ı kuşatmak ve sonra temizliğe başlamak… Mukaveme Suriye olarak bizler devreye girip savaşı desteklemeliyiz.”
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Reyhanlı saldırısıyla ilgili bir açıklamasında “Bunlar üzerinden yaptığımız çalışmalarda rejimle doğrudan irtibatlı eski bir Marksist terör örgütüne ait olduğu ortaya çıktı” dedi.
İçişleri Bakanı Muammer Güler de “Saldırganlar Suriye’deki rejim ve istihbarat yanlısı örgüte bağlı” açıklamasını yaptı. Bu açıklamalarda Mihraç Ural liderliğindeki örgütlenmenin işaret edildiği düşünülüyor.
Eylemin ardından, soruşturma makamlarından elde edildiği belirtilen haberlerde, Ural’ın geçmişte liderlerinden olduğu söylenen THKPC/Acilciler örgütü Reyhanlı katliamının sorumlusu olarak gösterildi.
Ancak, Ural, örgütün 1980’lerde demokratik, yasal siyasete kaydığını, artık Acilciler diye silahlı bir örgütün bulunmadığını söyledi.
Ural, ‘Bu örgütle yattık, bu örgütle kalktık, doğrudur. Öldüğü zamanda da içinde olmaktan şeref duydum. Ama bugün böyle bir silahlı örgüt yoktur’ dedi.
Banyas katliamı iddiaları
Banyas’ta çok sayıda kişinin hayatını kaybettiği katliamdan da Ural’ın başında olduğu örgüt sorumlu tutuluyor. Katliamdan kısa bir süre önce kaydedildiği anlaşılan bir videoda Ural’ın “bölgenin temizlenmesi” çağrısını içeren sözleri katliam talimatı olarak yorumlanıyor.
Ural ise, “temizlik” derken silahlı muhalifleri kastettiğini, olay sırasında da Banyas’ta değil Lazkiye kentinde olduğunu iddia etti.
Ural, videonun kesilerek yayınlandığını savundu ve şöyle devam etti:
“Buna rağmen orada diyorum ki, vatan hainlerini kuşatmak ve onları temizlemek gerekli. Benim hedefim teröristlerdir, eli silahlı olanlardır. 2 Mayıs’ta şehit olan bir insanın, bir arkadaşımızın taziyesine gittik. Lazkiye’nin bir mahallesindeydik.
Banyas olayları olduğunda ben ve Mukaveme Suriye olarak Lazkiye’deydik. Orada, ‘Banyas hainlerin denize açılan tek kapısıdır, burayı kuşatmak, hainlerden temizlemek ve kurtarmak gerekir’ dedim. ‘Eğer ordu bize ihtiyaç duyarsa bir hafta içinde girebiliriz’ dedim.
Ama bize bu konuda ne teklif geldi ne de gittik. Benim işim Lazkiye’nin kuzeyinde. Banyas’a ayak basmışlığım yok.”
Silahlı bir örgütün yöneticisi olmakla birlikte sivillere yönelik eylemler yapmadıklarını savunan Ural, “Mukaveme Suriye sivillere asla dokunmaz. Bir halk örgütüdür. Elinde silahla cephede savaşanla vuruşur. Mukaveme Suriye’nin katliam yaptığı iddiası saçma bir iddiadır. Bunun ispatı yoktur” dedi.
Esad yönetimi de yaygın olarak sivilleri hedef aldığı suçlamalarına hedef olmuş durumda. Ural, her türlü katliamı, kanıtlanması durumunda sorumlusu Suriye yönetimi de olsa kınadıklarını söyledi.
“Mukaveme Suriye ile Esad yönetimi arasındaki bağın ne olduğu”na ilişkin sorusuna, “organik bir bağ olmadığı” yanıtını veren Ural, örgütün “Suriyeliler ve 12 Eylül’den sonra sürgünde olan Türkiyeli devrimcilerden oluşmuş bir halk savunma örgütü” olduğunu savundu.
Peki ordu, silahlı isyancılarla mücadele ederken, Mukaveme Suriye’ye neden ihtiyaç var? Ural’a göre, bunun yanıtı, dünyanın dört bir yanından Suriye’ye gelen silahlı muhaliflere karşı ülkelerini ve yaşamlarını savunmak için.
Suriye yönetiminden destek aldıkları iddiasını da reddediyor, kendilerine yardımın halk tarafından sağlandığını öne sürüyor Mukaveme Suriye lideri.
Ağır silahları olmadığını savunan Ural’a göre, ellerindeki uzun namlulu silahlar kendilerini silahlı muhaliflere karşı korunma amaçlı.
Aleviler içinde örgütlendikleri ve mezhepçilik yaptıkları iddialarına da karşı çıkan Ural, “Örgütün içinde Kürtler, Sünniler, Şiiler, Aleviler, her türlü etnik yapıdan ve dini inançtan insanlar savaşıyor” görüşünü savunuyor.
Ural, adil bir yargılama yapılacağından emin olsa yarın Türkiye’ye dönmeye hazır olduğunu, ama yargısız infaza hedef olduğunu da öne sürüyor.
 

Monday, May 13, 2013

Dünya Basını Reyhanlı İçin Ne Dedi?

Dünya Basını Reyhanlı İçin Ne Dedi?,Dünya Basını Reyhanlı Hatay'da onlarca yurttaşın hayatını kaybettiği patlamaların ardından, dünya basını ağırlıklı olarak AKP'nin açıklamalarını "yorumsuzca" yazmayı tercih etti. BBC Türkçe'nin haberinde Reyhanlı halkının söylediği sözler ise fazla söze yer bırakmadı.
NY Times Onlarca kişinin Suriye sınırındaki kasabada öldüğü patlamalarda, Türkiye hükümeti Suriye rejimini suçlayan açıklamalar yaptı. Bu hafta Washington'ı ziyareti planlanan Başbakan Erdoğan'ın Obama ile Suriye'deki çözüm sürecini konuşması beklenirken, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry patlamanın ardından "Türkiye'nin bölgedeki rolü hayati" dedi.
BBC Balkonlardaki Galatasaray ve Türk bayrakları olmasa, Reyhanlı’nın Türkiye’den ziyade savaş içindeki bir ülkenin toprağı olduğunu düşünebilir.
“Biz savaşta mıyız? Bizi bu Suriye isinin neden parçası haline getirdiler?”, “Size konuşsak ne olacak hükümet aleyhinde tek bir şey yazamazsınız siz!” (Görüş alınmak istenen halkın verdiği yanıtlar)
Press Tv Protestocular şiddetin Erdoğan'ın anti-Suriye politikasından kaynaklandığını söyleyerek, Başbakan'ı istifaya çağırdı.
Guardian Başbakan yardımcısı Bülent Arınç patlamanın ardındaki "olağan şüpheliyi" buldu : Suriye rejiminin istihbarat örgütü
Reuters NATO üyesi Türkiye bu zamana kadar Esad rejimini sert eleştirenlerden biri olmuştu. Yaklaşık 3 yıldır da Suriyeli mültecilere ve Esad karşıtlarına yardımda bulunuyor.
Fox Tv Patlamada ölenlerin büyük çoğunluğu Türkiye'ye giriş yapmak için bekleyen Suriyeli'lerdi.
ABC Washington Enstitüsü'nde görev yapan Türkiye uzmanı Soner Çağaptay: Washington bölgede istese de istemese de daha aktif bir rol almak zorunda kalacak.
El-Cezire Türkiye, Esad'a bağlı grupları suçluyor.
BBC 'den James Reynolds, saldırıların Recep Tayyip Erdoğan'ı sıkıştıracağını savunarak, başından beri Suriyeli muhalifleri destekleyen ancak savaşa dahil olmayan Erdoğan'ın patlamaların ardından çatışmadan uzak kalmasının zor göründüğünü belirtti.
Politics First dergisi editörlerinden Marcus Papadopoulos ise Reuters 'e yaptığı açıklamada, Türkiye'nin Suriye'ye askeri müdahale için çabaladığını, saldırıların NATO müdahalesi için Türkiye'nin istihbarat servisinin desteğiyle düzenlemiş olabileceğini öne sürdü.
,Hatay'da onlarca yurttaşın hayatını kaybettiği patlamaların ardından, dünya basını ağırlıklı olarak AKP'nin açıklamalarını "yorumsuzca" yazmayı tercih etti. BBC Türkçe'nin haberinde Reyhanlı halkının söylediği sözler ise fazla söze yer bırakmadı.
NY Times Onlarca kişinin Suriye sınırındaki kasabada öldüğü patlamalarda, Türkiye hükümeti Suriye rejimini suçlayan açıklamalar yaptı. Bu hafta Washington'ı ziyareti planlanan Başbakan Erdoğan'ın Obama ile Suriye'deki çözüm sürecini konuşması beklenirken, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry patlamanın ardından "Türkiye'nin bölgedeki rolü hayati" dedi.
BBC Balkonlardaki Galatasaray ve Türk bayrakları olmasa, Reyhanlı’nın Türkiye’den ziyade savaş içindeki bir ülkenin toprağı olduğunu düşünebilir.
“Biz savaşta mıyız? Bizi bu Suriye isinin neden parçası haline getirdiler?”, “Size konuşsak ne olacak hükümet aleyhinde tek bir şey yazamazsınız siz!” (Görüş alınmak istenen halkın verdiği yanıtlar)
Press Tv Protestocular şiddetin Erdoğan'ın anti-Suriye politikasından kaynaklandığını söyleyerek, Başbakan'ı istifaya çağırdı.
Guardian Başbakan yardımcısı Bülent Arınç patlamanın ardındaki "olağan şüpheliyi" buldu : Suriye rejiminin istihbarat örgütü
Reuters NATO üyesi Türkiye bu zamana kadar Esad rejimini sert eleştirenlerden biri olmuştu. Yaklaşık 3 yıldır da Suriyeli mültecilere ve Esad karşıtlarına yardımda bulunuyor.
Fox Tv Patlamada ölenlerin büyük çoğunluğu Türkiye'ye giriş yapmak için bekleyen Suriyeli'lerdi.
ABC Washington Enstitüsü'nde görev yapan Türkiye uzmanı Soner Çağaptay: Washington bölgede istese de istemese de daha aktif bir rol almak zorunda kalacak.
El-Cezire Türkiye, Esad'a bağlı grupları suçluyor.
BBC 'den James Reynolds, saldırıların Recep Tayyip Erdoğan'ı sıkıştıracağını savunarak, başından beri Suriyeli muhalifleri destekleyen ancak savaşa dahil olmayan Erdoğan'ın patlamaların ardından çatışmadan uzak kalmasının zor göründüğünü belirtti.
Politics First dergisi editörlerinden Marcus Papadopoulos ise Reuters 'e yaptığı açıklamada, Türkiye'nin Suriye'ye askeri müdahale için çabaladığını, saldırıların NATO müdahalesi için Türkiye'nin istihbarat servisinin desteğiyle düzenlemiş olabileceğini öne sürdü.
(soL - Dış Haberler)

Friday, May 10, 2013

İhlaszedeler Meclis gündeminde: "Hükümet suç işliyor"

İhlaszedeler Meclis gündeminde:
İktidarı destekleyen cemaat ve tarikatlardan Işıkçılar Tarikatı’nın lideri Enver Ören’in ailesine ait İhlas Finans'ın paralarını iç ettiği mağdurların sorunu yeniden Meclis gündeminde

Tarih: 10 Mayıs 2013, 11:06

CHP, iktidarı destekleyen cemaat ve tarikatlardan Işıkçılar Tarikatı’nın lideri Enver Ören’in ailesine ait İhlas Finans Kurumu’nun paralarını iç ettiği mağdurların sorunu yeniden Meclis gündemine taşıdı. CHP Konya Milletvekili Atilla Kart, hükümeti dolandırılan dini bütün vatandaşlar yerine İhlas Grubu’nu korumaya almakla ve suç üstüne suç işlemekle suçladı.

Kart, İhlas Finans Kurumu’na yatırdıkları 1 milyar doları aşan paraları gruba ait diğer şirketlere aktarılarak iç edilen ve aradan 10 yılı aşkın süre geçmesine karşın paralarını hala alamayan mudilere ilişkin Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na bir soru önergesi verdi. Sorularının, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından yanıtlanmasını isteyen Kart, şunları söyledi:

“AKP iktidarları döneminde; ağırlıklı olarak yurtdışında yaşayan yurttaşlarımızın tasarruflarını ve emeklerini istismar ederek, bundan haksız çıkar sağlayan sermaye grupları  himaye edilmiştir. Bu grupların başında 'İhlas Holding' gelmektedir.

“Merhum Enver Ören döneminde , sayıları yüzbine yaklaşan bu mağdurların alacakları halen ödenmemiş ve tasfiye edilmemiştir. Mağdurlar çaresiz durumdadır. Enver Ören’in hakkın rahmetine kavuşmuş olması, bu grubun yasal sorumluluğunu ortadan kaldıramayacağı gibi, aksine bu gelişme mirasçıların yasal, vicdani ve dini sorumluluklarını daha da artırmıştır.”

ÖREN'İ SERT ELEŞTİRDİ AMA...

Başbakan Erdoğan’ın, 2002 seçimleri öncesinde, Enver Ören’e “Sizin Ahiretiniz yok mu? Siz de Allah korkusu yok mu?” dediğini anımsatan Kart, Başbakan’ın bu sert eleştirilerine karşın 2002 seçimlerinden sonra İhlas Grubu’nu grubunu himayesine aldığını belirterek, “Başbakan’ın doğrudan müdahalesiyle, İhlas Finans Kurumu’nun borçlarının, Tasarruf Sigorta Mevduat Fonu tarafından takibi de engellenmiştir” dedi.

AKP Grup Başkanvekili ve Giresun Milletvekili Nurettin Canikli’nin 22 Haziran 2001 tarihinde Yeni Şafak Gazetesi’ndeki makalesinde; “İhlas Finans’ın, 1 milyar dolar üzerindeki parayı, paravan şirketler aracılığıyla belirli şirketlere aktardığı ve bir kısmını yurtdışına kaçırdığını” söylediğine dikkat çeken Kart, şu suçlamaları yöneltti:

“Canikli de Başbakan gibi, bugün İhlas Finans mağdurlarının sorunlarına ve taleplerine duyarsız kalmaktadır. Bir başka ifadeyle, İhlas Finans Kurumu ve iştirakleri, Başbakan ve AKP tarafından kurumsal olarak himaye altına alınmıştır.

“Onbinlerce İhlas mağdurunun hak ve hukukuna sahip çıkmayan, onları kandıran  Başbakan ve AKP Yönetimi, tam kadro olarak , Enver Ören’in cenaze namazına katılmışlar ve dini vecibelerini yerine getirmişlerdir. Başbakan ve AKP yönetiminin, dini vecibesini yerine getirmesine elbette bir diyeceğimiz olamaz. Başbakan ve AKP Yönetiminin Enver Ören ile helalleştiği anlaşılıyor. Ancak ortada olan bir diğer gerçek şudur;  bu vecibe yerine getirilirken, kendi sorumlulukları altında bulunan onbinlerce İhlas mağduru Enver Ören ile helalleşmemiştir. Başbakan ve AKP Yönetimi, onbinlerce İhlas mağdurunun hak ve hukukunu görmezden gelmişlerdir.”

"HÜKÜMET SUÇ ÜSTÜNE SUÇ İŞLİYOR"

Mağdurlarının alacakları ödenmeyen İhlas Finans’ın, Hükümet tarafından özel olarak himaye edildiğini bir de AKP’den siyaseten her türlü desteği aldığını söyleyen Kart, İhlas Finans’ın iştiraklerinin halka arz çalışmalarının sürdüğüne dikkat çekerek, hükümete şöyle yüklendi:

“Hükümet, suç üstüne suç işlemektedir. AKP’nin; hak ve hukuktan yana olmadığını, garip-gurebanın hukukunu korumak yerine, kendisine devlet nüfuzu yoluyla haksız çıkar sağladığını ve buradan beslendiğini gösteren acı bir tabloyla karşı karşıyayız. Din istismarı üzerinden ticaret yapanları himaye eden Hükümet, onbinlerce  İhlas mağdurunun hak ve hukukuna ise sahip çıkmamıştır.”

Kart, Erdoğan’dan şu sorulara yanıt vermesini istedi:

1) İhlas Finans Kurumunun 80 bine yaklaşan mağdurlarının hak ve alacaklarının son durumu nedir? Bu mağdurların hak ve alacaklarının tahsil edilmediği bilindiği halde; bu grup bünyesindeki şirket-şirketlerin halka arzına neden izin verilmektedir?

2) İhlas Grubu bünyesindeki şirketlerin “halka arz” durumu hangi aşamadadır?

3) Onbinlerce hak sahibinin mağduriyeti giderilmeden, Kurum bünyesindeki şirketlerin halka arzına izin verilmesi, Siyasi İktidar ile bu grup arasında haksız çıkar ilişkilerinin bulunduğu anlamına gelmez mi?

Tuesday, May 7, 2013

‘İntikam alacaktık, Mandela yasakladı’


'İntikam alacaktık, Mandela yasakladı'
AHMET İNSEL
Bizi ezen beyazlardan intikam alınmasını istiyordum. Mandela bana ‘Barışacağız, başka çaremiz yok’ dedi. Ben de kabul ettim.
‘İntikam alacaktık, Mandela yasakladı’ Sparks Mlilwama Güney Afrika daki barışta umudu da hüsranı da yaşamış.
Güney Afrika hükümetinin davetlisi olarak, Democratic Progress Institute’ün düzenlediği karşılaştırmalı araştırma ziyareti için altı gündür Güney Afrika’dayız. Türkiyeli milletvekilleri, gazeteciler ve öğretim üyelerinden oluşan heyetimizin yaptığı bir dizi önemli görüşmenin özetlerini, izlenimleri eşliğinde Cengiz Çandar Radikal’de, Ali Bayramoğlu Yeni Şafak’ta, Mithat Sancar Milliyet’te yazı dizileri olarak etraflı biçimde aktarıyor. Ben size Nelson Mandela ve binlerce ANC militanının yıllarca hapis yattıkları Robben Adası’ndaki müzeye dönüştürülmüş hapishaneyi bize gezdiren mihmandarımız Sparks Mlilwama’dan biraz bahsedeceğim.
Sparks, 1982’de 17 yaşında Robben Adası’na hükümlü olarak gelmiş ve bu ada hapishanesinde sekiz yıl, yani barış sürecinin ilk adımları atılana kadar kalmış. 5682 numaralı hükümlü Sparks, ANC’nin silahlı kanadının militanı imiş. Irk ayrımcısı hükümetin mahkemelerinde terörist olarak hapis cezası almış. Kendisi silahlı sabotaj suçlusu olarak hüküm giymiş. ANC militanı olarak yaptığı işin örgüte militan devşirmek olduğunu söylüyor.
Mandela’nın serbest bırakılmasını takiben, ırk ayrımcılığına son veren adımların atılması ve buna bağlı olarak barış sürecinin başlamasıyla zor bir karar almak zorunda kaldığını samimiyetle ifade ediyor. “Ben bizi ezen, bize zulmeden, bizim onurumuzu ayaklar altına alan beyazlardan intikam almayı, alınmasını istiyordum. Ama Mandela şahsen bana ‘Barışacağız, başka çaremiz yok; intikam alırsak bütün Güney Afrika iç savaşa gidecek’ dedi. Bize intikam almayı yasakladı ve ben de bunu kabul ettim” diyor, yüzünden hiç eksik olmayan belli belirsiz bir hüzünle. Heyetimizden birçok kişinin aynı anda sorduğu “Şimdi pişman mısın?” sorusuna, “Hayır değilim. Başka yol yoktu ve Mandela intikamı yasaklamıştı” diyerek cevap veriyor. Bu konuda ne büyük bir iç fırtınası yaşamış olduğunu, size bakarken bile sanki ufka bakıyormuş hissi veren bakışları ve göğsü hizasında birbirine kenetli tuttuğu elleri anlatıyor.
Irk ayrumcılığına son verilmesinin ardından Sparks gibi bazı mahkûmlar, toplumsal barışı desteklemek için Robben Adası’nda kalmayı tercih etmişler. Adada kalıp burada yaşananların tanıklığını yapmaya, başkalarına anlatmaya hayatlarını hasretmeye karar vermişler. Sparks, sırtında taşıdığı büyük bir yükün ağırlığı altında ezilirmişçesine attığı yavaş adımlarla ilerlerken monoton ve yumuşak bir sesle bu seçimin aynı zamanda kendisi için bir terapi işlevi gördüğünü de söylüyor. Hapishane müzeye dönüştürüldüğünden beri adada yaşıyor. Bu göreli izole ve yoksun yaşamın kendisi için zor olup olmadığını sorduğumuzda, yarı acı bir gülümsemeyle verdiği yanıt “Hiç olmazsa bu adada güvenlik sorunu yok” oluyor.
Bugün Güney Afrika, bir yandan Afrika’nın en demokratik, özgürlüklerin en güçlü biçimde korunduğu ülkesi. Diğer yandan Cape Town hariç, kent sokaklarında güvenliğin en az olduğu ülkelerden birisi de burası. Bir de kadınlara yönelik cinsel tacizin en yüksek olduğu ülkelerden biri.
Sparks, sadece birkaç yüz kişi yaşadığı için güvenlikli olan, Cape Town’ın 12 km. açığındaki bir adada yaşadığı için göreli şanslı saymıyor herhalde kendini. Nüfusun % 40’ının işsiz olduğu, nüfusun % 10’unun –ki ezici çoğunluğu beyaz- zenginliğin % 80’ine sahip olmaya devam ettiği bir ülkede, müze mihmandarlığı gibi bir işi olduğu için kendini şanslı sayıyor olması daha güçlü bir ihtimal. ANC’nin daha üst düzey kadrolarının yirmi yıla yakın bir süredir iktidar olanaklarına sahip oldukları, siyahlar arası gelir dağılımının da hızla arttığı düşünülürse, 17 yaşında hapse girmiş, 25 yaşında serbest kalmış, artık 48 yaşına gelmiş ve hapis yattığı yerde şimdi mihmandarlık yapan Sparks Mlilwama, Güney Afrika’da yaşanan büyük ve güzel dönüşümün tüm umut ve hüsranlarını, gurur ve hayal kırıklıklarını özetliyor. Kendisiyle vedalaşırken, Sparks’a otuz yıl önce ne için mücadeleye atıldığını soruyorum. “Her şeyden önce Afrikalıların onurlarını kazanmak için” diyor ve bunu başardıklarını ilave ederken yüzündeki o hüzün sadece o an kayboluyor.

Friday, May 3, 2013

Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nde uçurtmalar tutuklu gazeteciler için uçuruldu


Türkiye Gazeteciler Sendikası 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nde üzerinde cezaevlerindeki 62 gazetecinin fotoğraflarının bulunduğu 62 uçurtma uçurdu.
Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nde, dünyanın en çok gazeteci hapseden ülkesi olan Türkiye’de, Avrupa’nın en büyük adliye binası önünde, hapisteki 62 gazetecinin fotoğraflarını taşıyan 62 uçurtma uçuruldu. Türkiye Gazeteciler Sendikası tarafından organize edilen eyleme basın emekçileri, yargılaması devam eden gazeteciler, hapisten çıkan gazeteciler, hapisteki gazetecilerin aileleri, avukatlar, öğrenciler, yazarlar, sanatçılar, aydınlar, sivil toplum örgütleri ve vatandaşlar destek verdi.

Bir kişi eksik olursa, bir gazetecinin uçurtması yerde kalacak

“Bir kişi eksik olursa, bir gazetecinin uçurtması yerde kalacak” sloganı ile bir araya gelen gazeteciler, sendika ve vatandaşlar dün saat 12:00’da 62 gazeteciye özgürlük için üzerlerinde tutuklu gazetecilerin fotoğrafları bulunan uçurtmaları havalandırdılar. Türkiye Gazeteciler Sendikası Genel Başkanı Ercan İpekçi de etkinliğin ardından Adiliye önünde bir basın açıklaması düzenledi.
İpekçi, “Bugün Dünya Basın Özgürlüğü Günü, basın özgürlüğünü tartışma, hükümetere basın özgürlüğünü hatırlatma, meslek etiği ve basın özgürlüğü konusunda tartışmaları açma, mesleki faaliyetleri sırasında hayatını kaybedenleri anma günü. Türkiye bugün dünyada en çok gazetecinin hapsedildiği unvanını elinden bırakmak mevcut iktidarın elinde. Meslektaşlarımız herhangi bir suç işlememiş olup yalnızca mesleki faaliyetlerinde bulunmuşlardır” dedi.

“Meslektaşlarımızın yargılandığı tüm davaları reddediyoruz”

Cezaevlerindeki gazetecilerin TGS’nin onuru olduğunu belirten İpekçi şöyle devam etti, “Bugün içerde tutuklu bulunan 62 gazeteci mevcut iktidarın utancıdır. Şayet Türkiye bu utançtan kurtulmak istiyorsa derhal içeride bulunan gazetecileri serbest bırakmalıdır. Gazetecilerin yaptıkları haberleri, fotoğrafları delil olarak sunuyorlar. Bunlar kabul edilir nedenler değil. Dolayısı ile meslektaşlarımızın yargılandığı tüm davaları reddediyoruz. Bugün uçurtmaları tutuklu gazetecilere tahliye talebi ile uçuyoruz.”
CHP İstanbul Milletvekili Melda Onur ise yaptığı konuşmada, “Adalet Sarayları’nda adalet aradıklarını söylüyorlar.Onlar önce adaleti vicdanlarında arasınlar” ifadelerini kullandı.