Tarihi bir
dönemecin, bir büyük virajı daha alındı, PKK, Öcalan’dan sonra en yetkili
ağızdan geri çekilme kararını açıkladı. Ortalık analizden, tartışmadan
geçilmiyor, olması gereken de bu; sürecin yorumlanması ve tartışılması. Yine
doğal olarak, farklı çevreler süreci kendi durdukları yerden ve bakış
açılarından yorumluyorlar. Tam da bu noktada; durduğumuz yeri ve sürece nereden
baktığımızı öne çıkaran, ciddi ve olgun bir siyasal tartışmayı merkeze almakta
fayda var.
Temel soruların
en başta geleni kimin barıştan ne anlıyor olduğudur. Muhafazakar iktidar
çevresi için barış, gelinen noktada önce bir zorunluluk, sonra Kürt siyasal
taleplerini asgari düzeyde karşılayarak yoluna devam etmekten ibarettir. Bunu
tesbit etmek zor değil, zaten açıkça söylüyorlar ve aslında daha ileri gidip,
Öcalan’ı öne çıkarmak suretiyle Kürt siyasetinin aktör ve dinamiklerini tasfiye
etmek çabasını açıkça dile getiriyorlar. ‘Muhafazakar bir iktidardan daha
fazlasını bekleyebilir miyiz?’ diye sorabiliriz. Bu sorunun cevabı hem evet,
hem hayır. Zira, böylesi bir kurgu, sadece iktidarın meseleyi algılayış
biçimini yansıtmakla kalmaz, aynı zamanda sürecin selametini belirleyecek
önemli bir etkendir. Kürt siyaseti, çıtayı ‘asgari’de tutan bir pazarlıkla
sindirilecek eşiği çoktan atlamış vaziyettedir. Bu noktada ısrar, süreci er geç
bir noktada kilitler. Kısacası gerçekçi ve akıllıca bir iş değildir, böylesi
bir bakış kalıcı ve sahici bir barış imkanını ortadan kaldırır.
Ne yazık ki, bu
gerçeği görmeyen sadece iktidar çevresi değil. Süreci tehlikeye atmamak veya
iktidarı ürkütmemek adına da olsa, demokrat ve liberallerin sürecin
tartışılması konusunda gösterdikleri isteksizlik de nihayetinde aynı kapıya
çıkıyor, süreci ‘iktidarın barışı’nın ötesine taşımanın imkanını kısıtlıyor.
Diğer taraftan, ‘iktidarın barış’ına kuşku ile bakanlar, eleştirilerinde ne
kadar haklı olursa olsun, en başından mesafe koyma tavrını derinleştirdikçe,
onlar da farklı bir yerden de olsa, kaçınılmaz olarak süreci ‘iktidarın
barışı’na mahkum etmenin araçları haline gelecekler diye düşünüyorum.
Bu açıdan,
Kürtler ile barış’a nereden baktığımız sorusunun cevabını vermeye çalışmanın
hayati bir önem taşıdığını düşünüyorum. Doğrusu, benim ‘iktidarın barışı’nı
aşma ve süreci onun ötesine taşımanın önemi düşüncem iki noktada yoğunlaşıyor.
‘İktidarın barışı’na ilişkin birinci sorun, mevcut iktidarın barış karşılığında
Türkiye’de yaşayan herkesi ‘en azına’ razı etme çabası ki, bunu
demokratikleşmeyi barışın rehinesi, fidyesi haline getirmek diye
özetleyebiliriz. Diğeri, iktidarın münhasıran Kürtleri en azına razı etmek
çabası, yani tüm yaşananlara karşın, Kürt taleplerini insan hakları ve sınırlı
kültürel haklar çerçevesinde, yani 2009 çıtasında tutma ısrarı. İktidar
açısından bu kez farklı olan belli ki, bölgesel siyaset alanını kullanmak ve
iktidar yanlısı bir ‘stratejist’in ifadesi ile “kucağındaki ateş topunu
sınırlarının dışına atmak… sorunu ötelemek ve başkalarının kucağına atmak
başarısı”nı göstermek (Sedat Laçiner, Star, 28 Nisan)
‘Sorunu
başkalarının kucağına atmak başarısı’ndan ne biçim bir barış çıkar’ sorusunu
şimdilik bir yana bırakalım. Dahası, ben Kürtlerin bunca bedel ödedikleri,
meşakkatli mücadelesinin sonunda ‘asgari’ değil, ‘azami’ kazanımları ile nihayetlenecek bir barışın
hakkaniyetli ve kalıcı olacağına inanıyorum. Bence Türkiye’nin sol, demokrat ve
liberallerinin öncelikle bu noktada tavırlarını netleştirmeleri lazım.
Sahiden de ‘barışın
kaybedeni olmaz’, yeter ki, sahiden bir barıştan söz ediyor olalım. Sahiden
barışın yolu ise; ‘Kürtlerin kazanımlarını’ ‘kayıp’ olarak görmemekten geçer.
Barış, tabiiki Türklerin, Kürtlerin, bu ülkede yaşayan herkesin kazanımı olarak
kurgulanabilir, ama evinde oturan, işi
tıkırında adamla, çile çekmiş büyük bedeller ödemiş olanlara aynı hakları
lütfetmeyi ‘nihai kazanım’ olarak tanımlamadığınız sürece. Bu saatten sonra,
Kürtler ile barış Türkler için başlı başına kazanımdır, bu kazamı için Türklerin
zahmet edip uğruna mücadele ettikleri hakları içine sindirmeleri gerek. Kürtler
ile savaş adına çocukları şehit olmuş Türklerin sonuna kadar tepki duyma hakkı
var ama onlara cevap vermesi gereken Kürtler değil, çocuklarını savaşa
gönderenler. İktidar için de zor bir süreç olduğunu teslim etmek gerek, ama
ancak meseleyi bu çerçeveye oturtabilirsek, barışın önü açık olur.
Son olarak,
siyasete soldan bakanların, Kürtler ile barışın stratejik ortaklığa, bölgesel
hesaplara, işin sonunda neo-liberal Kürdistan’da ciro edilmesi ihtimaline
işaret ve itiraz etmeleri son derece anlaşılır bir şeydir. Sevgili Akın Olgun
bu Pazar günkü yazısında çok güzel ifade etmiş: “ Eğer ödenen tüm bedellerin ve değerlerin
üzerine AVM inşa edilecekse ve üstüne asfalt çekilip ezen ve ezilen ulus
tüccarları çöreklenecekse üzerine çok düşünüp, çok tartışmalı ve halkların
özgür geleceği düşünü tavizsiz savunmalıyız” diyor. İşte tam da bu, ama
insanlığın onurlu mücadelelerini pespaye hesaplara tahvil etme ihtimaline
rağmen ve aynı zamanda bu ihtimale karşı Kürtler ile birlikte durmanın
kapılarını açık tutmak hayati önem taşıyor. Dahası, tarihsel süreçlerin
nerelere savrulabileceğini hesaba katmak bizi siyasetsizliğe itmemeli, Kürtler
için en fazlasını (özetle; anadilde eğitim ve özerklik) isteme konusunda
tereddüte ise mahal vermemeli diye düşünüyorum.
NURAY MERT

