Saturday, February 23, 2013

AKP, Berfo Ana ve Sinop



 
Ender İmrek
Berfo Ana’yı kaybettik. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden bir gün sonra devlet güçleri tarafından gözaltına alınan ve bir daha haber alınamayan oğlunun akıbetini öğrenmek için çırpınıp duran bir anne hayatını kaybetti. 33 yıldan bu yana kemiklerini aradığı oğlu Cemil Kırbayır’a kavuşamadan aramızdan ayrıldı.
Ancak 105 yaşındaki Berfo Ana herkese büyük bir ders verdi. Mücadelenin yaşla değil, başla ilgili olduğunu gösterdi.
O, yüzlerce Cumartesi Anneleri’nin, kaybedilenlerin yakınlarının annesi oldu. 12 Eylül askeri darbesinden sonra kaybedilen yüzlerce devrimciden biri olan Cemil Kırbayır’ın davasını, toplumsal bir dava olarak ele aldı, tüm ‘faili meçhul’ sayılan devlet kaynaklı cinayetlerin açığa çıkarılması için Kırbayır ailesiyle, oğulları, kızları ve kardeşleriyle son nefesine kadar mücadele etti.
Berfo Ana’nın cenazesi, dün Cumartesi Anneleri’nin eylemiyle “Cumartesi Anneleri Meydanı” olarak anılan İstanbul Galatasay Meydanı’ndan uğurlandı. Tüm emek, barış ve demokrasi güçlerinin temsilciler, işkencede ve gözaltında kaybedilenlerin yakınları Berfo Ana’yı sevgiyle, karanfillerle, çiçeklerle uğurladılar.
Galatasaray Meydanı’nda AKP Hükümeti’nden hiç kimse yoktu. İki yıl önce Başbakan’ın verdiği sözler uçmuş gitmişti. İki ay önce Adalet Bakanı’nın verdiği sözlerin de bir karşılığı yoktu. Savcılık dönemin sorumluları belliyken işlemi ilerletmiyordu. Bir dönem 12 Eylül darbecisi generallerden hesap soracağını iddia eden, kayıpların ve faili meçhullerin akıbetini açığa çıkaracağını, karanlık tarihi aydınlatacağını iddia ederek, seçimlerde ve 12 Eylül referandumunda oy isteyen, acıları dile getirip, timsah gözyaşlarına boğulan Başbakan ve temsilcilerinden kimse yoktu. Galatasay Meydanı’nda cenazesiyle hesap soran Berfo Ana’nın yanında karanlıkların aydınlatılması, darbecilerin ve arkasındaki sermayeden ve tüm güçlerden hesap sormakta kararlı olanlar vardı. Berfo Ana’nın arkasından yükselen ses, mücadelenin süreceği, darbecilerden, sistemden ve bugün darbe koşullarını aratmayan, baskı, şiddet, gözaltı, tutuklama operasyonlarını sürdürenlerden hesap sorulacağını haykırıyordu.
AKP’nin geçmişte yaşananlara bol keseden eleştiri getirdiği, ancak hiçbir şeyi açığa çıkarmadığının göstergelerinden biri de Cemil Kırbayır davasıdır. AKP’nin ırkçı ve şoven, ulusalcı ve inkarcı, emek ve demokrasi düşmanı parti ve hükümetlere karşı mangalda kül bırakmadığını biliyoruz. MHP ve CHP’ye ırkçılık ve şovenizm, ulusalcılık ve ayrımcılık üzerine söyledikleri az bile sayılabilir. Ancak Türk-İslam Sentezci AKP’nin günümüzde yaptıklarını nasıl okuyacak, nereye koyacağız?
Daha dün AKP’li Bekir Bozdağ’ın Marmara Üniversitesi’nde yapacağı konuşmayı ellerinde pankartla, demokratik biçimde protesto eden öğrencilere gazla, copla, tazyikli suyla saldıran AKP Hükümeti’nin, Sinop ve Samsun’da yaşattıklarını nasıl değerlendireceğiz? 3. yüzyıl filozoflarından Diyojen’in doğum yeri olduğu söylenen Sinop’ta yaşananlar, AKP’yi aklamıyor, aksine, daha önce yaşanan katliamları hatırlatmaya neden oluyor.
AKP iktidarı, Sinop’ta ve Samsun’da gerçekleştirilen saldırı ve linç girişimlerini izlemekle, büyütüp boyut kazanmasını sağlamakla desteklemiştir. Başından beri böyle olmasını istediği ve olayların üzerinden pirim yapmak istediği anlaşılmaktadır. Hükümetin, İçişleri Bakanı Güler’in valilerin, Belediye Başkanlarının gösterdiği tutum ırkçı ve faşist saldırganların yanında yer aldıklarını göstermektedir. Saldırganların karşısına çıkan tek bir yetkili yoktur. Sinop’ta yaşananların, 2 Temmuz 1993’teki Tansu Çiller-CHP (SHP) Hükümetini hatırlatması boşuna değil.
HDK’nin aylar önce planladığı ve Karadeniz Bölgesi’ndeki bir bölüm şehri kapsayan gezi, emek, barış ve demokrasi mücadelesinden korkan güçlerin ortak ittifakıyla saldırının hedefi olmuştur. Bu gelişme göstermiştir ki, geçmişte yaşanan katliamların yeniden yaşanmamasının garantisi yoktur. Demokrasi ve özgürlük kazanılmadan, halk iktidarı kurulmadan bu mümkün olmayacaktır. Bu bakımdan Berfo Ana’nın sürdürdüğü mücadeleyi kararlıca, daha da güçlü sürdürmek tarihi bir sorumluluk ve zorunluluktur.

Thursday, February 21, 2013

Gazprom da Kürdistan Bölgesi'nden çıkmayacak



 21-02-2013      
firatnews.com

MOSKOVA 21.02.2013
Merkezi Bağdat hükümetinin tepkilerine ve tehditlerine rağmen, Federal Kürdistan Bölgesi ile Rus devi Gazprom arasında petrol üretimi konusunda yeni anlaşmalar imzalandı

Moskova'ya ziyarette bulunan Federal Kürdistan Bölgesi Başkanı Mesut Barzani, "Bu son günlerde Gazprom Neft ile çok önemli anlaşmalara vardık" dedi. Moskova ziyareti sırasında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Mesut Barzani'yi kabul etti. Barzani ayrıca, Gazprom patronu Alexey Miller ile de görüştü.

Rus haber ajanslarına göre Barzani Gazprom'un Kürdistan Bölgesi'nden gideceği yönündeki iddiaları da yalanlayarak, bunun doğru olmadığını söyledi. Barzani, "Kısa bir süre önce imzalanan anlaşmalar (bölgede) çalışmaya devam edeceklerini doğruluyor" diye ekledi.

Kasım 2012'de Irak hükümeti, Rus petrol devi Gazprom'dan, ülkenin doğusunda bulunan petrol yatağındaki işletme ve Kürdistan Bölgesi ile yapılan anlaşma arasında tercih yapmasını istemişti. Gazprom, geçtiğimiz Aralık 2009'da açık arttırma suretiyle düzenlenen ihalede Badra petrol yatağını işletmeyi iki şirketle birlikte kazanmıştı. Ancak Rus grup Ağustos 2012'de Kürdistan Bölgesi ile de üretim ve petrol çıkarmayı öngören iki anlaşma imzaladı.

Petrol anlaşmaları konusunda uzun zamandır merkezi Bağdat ile Kürdistan Bölgesi arasında bir kriz durumu var. Geçtiğimiz Ocak ayı sonlarında Irak Petrol Bakanı Amerikan petrol enerji devi ExxonMobil'den de Irak'ın güneyindeki projesi ile Federal Kürdistan Bölgesi'ndeki anlaşması arasında seçim yapmasını istedi. 12 Kasım 2011'de Irak Başbakan Yardımcısı Hüseyin Şarıstani de ExxonMobil'i bir tercih yapmaya çağırmıştı.

Bağdat, Kürdistan Bölgesi ile yapılan anlaşmaları tanımıyor. Buna karşın Amerikan devi ExxonMobil ile Fransız grup Total gibi petrol şirketleri Kürdistan ile anlaşma yapmayı tercih etti. Amerikan şirketi ExxonMobil Ekim 2011'de Güney Kürdistan'da altı alanda petrol işletimi için anlaşma sağladı. Buna paralel olarak ExxonMobil ile Hollanda-İngiliz grubu Shell Ocak 2010'da Irak'ın güneyindeki bir petrol yatağı için de anlaşma imzalamışlardı. 2012 yılı sonunda Amerikalı şirket Kürdistan ile imzaladığı anlaşmasına yoğunlaşmak için bu projedeki payını satmak istediğini açıklamıştı.

Federal Kürdistan Bölgesi Başkanı Mesut Barzani'nin bürosundan Ocak ayında yapılan bir açıklamada bölgenin güneyindeki Kara Dağ'da bir blokun Amerikalı Chevron grubuna verildiği bildirilmişti. Açıklamada, buna ilişkin bir anlaşmanın yakında sonuçlanacağı belirtilmişti. Chevron Temmuz 2012'de de Bağdat'ın tepkilerine rağmen Kürdistan Bölgesi'nde iki blok için anlaşma sağlamıştı.

Monday, February 18, 2013

Hizbullah ve İsrail, Suriye, İran bağlantısı



 Jim Muir
BBC, Beyrut
Kargaşanın ve hızlı değişimin hakim olduğu Ortadoğu'da Hizbullah görülmemiş tehdit ve sorunlarla karşı karşıya. Stratejik müttefiki Suriye rejiminin çökmesi Hizbullah'ın sonu olur mu?
Bir diğer stratejik müttefiki olan İran'a nükleer girişimlerinden dolayı saldırılması, Hizbullah'ı İsrail ile savaşın içine çeker mi?
İlgili Konular
Orta Doğu, Dünya
Özellikle Suriye'nin parçalanması ve bölgede dinsel balkanlaşma sürecine girilmesi durumunda, Hizbullah Lübnan'da Sünnilerle bir mezhep savaşının içinde mi bulur kendisini?
Bütün bu ihtimallere ek olarak, Bulgaristan'ın Temmuz ayında Burgaz'da beş İsrailli turistin ölümüne yol açan patlamadan onu sorumlu tutması, militan Şii hareketi Hizbullah'ı daha yoğun bir uluslararası sansür ve izolasyon muamelesine maruz bıraktı.
30 Ocak'ta İsrail jetlerinin, Lübnan'daki Hizbullah'a gittiğini iddia ettikleri Suriye askeri konvoyuna saldırı yoluyla attığı tokata da sessiz kaldı.
Bu karmaşık ve hassas koşullarda Hizbullah liderleri medyaya bu soruları cevaplandıracak bilgiler vermiyor.
İsrail ile savaş ihtimali
İsrail ile yeni bir savaş konusuna gelince, Hizbullah 2006'dan bu yana Suriye'deki silahlardan bağımsız olarak kendi cephaneliğini dolduruyor.
Bazı gözlemciler her iki tarafın hazırlığını savaşın kaçınılmazlığının göstergesi olarak değerlendirse de şu anda kimsenin savaş istemediği kesin.
Batılı diplomatlar, İsrail karşısında gücü sınırlı da olsa, savaş durumunda, Hizbullah'ın Bekaa Vadisi'ndeki uzun ve kısa menzilli roketleri ile İsrail'e üç-dört hafta boyunca yıkıcı saldırılarda bulunacağına inanıyor.
Öte yandan Hizbullah da savaş çıktığında İsrail saldırısının sadece Güney Lübnan'daki ve Beyrut'un güneyindeki Şii bölgeleriyle sınırlı kalmayacağını biliyor.
İsrail, böylesi bir durumda Beyrut'taki hükümeti ve ülkenin altyapısını da hedef alacağını açıkça ilan etti.

Hizbullah 2006'dan bu yana ateşkese özenle uydu.
Şii bir kaynak, "Ne Hizbullah ne de İsrail'in savaştan çıkarı var" diyor.
Yani sadece Lübnan göz önünde bulundurulduğunda, Hizbullah ile İsrail arasında yeni bir savaş çıkacağına inanmak için bir neden yok.
30 Ocak saldırısı sonrası tepkilere bakılırsa Suriye'deki gelişmeler de böyle bir savaşı tetiklemek için yeterli olmayabilir.
Eğer gerçekten de Hizbullah için gönderildiği söylenen silahlar hedef alındıysa, Hizbullah bunu doğrudan provokasyon olarak değerlendirmemeyi tercih etti. Diplomatlar da İsrail'in derhal Lübnan'ın içinde herhangi bir hedefin vurulmadığına dair Hizbullah'a güvence verdiğini söylüyor.
İran'a saldırı senaryosu
Fakat İran ile stratejik müttefikliği göz önünde bulundurulduğunda, bu ülkenin nükleer girişimlerine yönelik İsrail ya da Amerikan saldırısı olması durumunda Hizbullah-İsrail arasında yeni bir savaş hemen hemen kaçınılmaz olacaktır.
Bazı Şii gözlemciler, böylesi bir senaryoyu devre dışı bırakmak için, ABD ile İran arasında bu konuda anlaşma sağlanabileceğine kesin gözüyle bakıyor.
Lübnan'ın iç çatışmalarından biri de Hizbullah'ın 2008'de Sünni ve Dürzilere karşı yürüttüğü şiddetli çatışmaydı. Suriye konusunda derin siyasi ve mezhepsel sorunlar olsa da bu konuda yeni bir çatışma durumu göze alınacağa benzemiyor.
Hatta bazı Batılı diplomatlar Hizbullah'ı Lübnan'da istikrar unsuru olarak görmeye başladı.
Hizbullah, Sünni radikal Selefi cihatçılara karşı doğal denge unsuru ve Hristiyanların da savunucusu olarak görülüyor.
Hizbullah'ın bölgesel rolü
Bazı Şii gözlemciler, Suriye'nin inişe geçmesi nedeniyle Hizbullah'ın bölgesel bir rol üstlendiğini ve bu nedenle güçlü yerel temellere sahip olması gerektiğini söylüyor.
Bu bölgesel rolü en belirgin olarak Suriye'de görülüyor. Hizbullah elinden geldiğince gizli biçimde stratejik müttefikini desteklemeye çalışıyor.
Bazı gözlemciler Suriye'deki rejim çökse de Hizbullah'ın İran'dan silah almaya devam edeceğini vurguluyor.
Bir Şii gözlemci karşılıklı yarar anlamında "Suriye'nin Hizbullah'a daha fazla muhtaç olduğunu" ifade ediyor.

Devlet, kimin kuzusudur?


YETVART DANZİKYAN

Politika / 18/02/2013

Başbakan Erdoğan Mardin’de kalabalığa seslendi ve dedi ki, “Devlet sizin kuzunuzdur..” Şöyle bir etrafa bakayım
dedim. Devlet gerçekten kuzumuz olabilir miydi?
Başbakan Erdoğan önceki gün, Mardin’de halka hitap etti. Pek çok konuya değindi. Kadın cinayetlerini kınadı,
Mardin’li kadınların teröre karşı çıkmasını istedi, Mardin milletvekili Muammer Güler’e destek verdi, (ki aynı Muammer Güler Dink ailesi avukatlarının yargılanmasını istediği kamu görevlileri arasındadır) AKP’nin hizmetlerini
övdü, bölgedeki kaçak elektrik kullanımından şikayetçi oldu ve konuşmasının tam burasında muhtemelen devlet hizmetinin hor görülmemesini vurgulamak için “Devlet sizin kuzunuzdur” dedi. Tam olarak şöyle dedi:
“Hani yine Mardin’de söylenen söz var, ‘hiçbir koyun kendi kuzusunu çiğneyip geçmez’ öyle mi? Devlet sizin bir yerde kuzunuz, devletin kurumların sizin kuzunuzdur, onlar size hizmet için hizmetkarlık için vardır. Onları çiğneyip
geçmeyeceğinize, hassas davranacağınıza inanıyor, sizlere güveniyorum.”
İlginç bir yaklaşımdı. Fakat, Erdoğan’ın tam da kürsüden bu sözleri söylediği saatlerde, İstanbul’da, Galatasaray Meydanı’nda, soğuk havaya aldırmadan toplanan kadınlar vardı. Başka kadınlar. Cumartesi Anneleri. 412. kez
toplanıyorlardı, aynı meydanda. Hepinizin bildiği gibi bilhassa 90’lı yıllarda devletin alıp kaybettiği, işkence ederek öldürdüğü, bir yerlere gömdüğü çocuklarını, eşlerini istiyorlardı, aynı devletten. Mezarını, kemiklerini istiyorlardı ve en önemlisi: onları kaybedenlerin, işkence edip öldürenlerin hesap vermesini istiyorlardı. Belki yine biliyorsunuz, Cumartesi Anneleri her hafta, simgesel olarak bir kayıp için toplanıyor. Bu hafta da Rıdvan Karakoç için toplandılar.
Hepsinin hikayesi önemli, hepsinin hikayesi yürek yakıcı, ama madem bu “kuzu” işi bu haftaya denk geldi, biraz Rıdvan Karakoç’tan bahsedelim.
“Sicimle boğmuşlar. Ayaklarından, ellerinden bağlandığı belliydi. Vücudunda yanık izleri vardı. Naylon eritmişler göğsünde, sigara söndürmüşler. Dişlerinden ikisini kırmışlar. Hayasından ayak parmağına kadar cereyan vermişler.
Elbiselerini alamadık. Bir ayakkabısı, bir kemeri bile verilmedi bize.” (Ağabeyi Mehmet anlatıyor, alıntı Berat Günçıkan’ın “Cumartesi Anneleri” kitabından)
90’lardaki o cadı avında peşine düşmüştü devlet Rıdvan’ın. O tarihlerde araba tamirciliği işiyle uğraşıyordu.
Gözaltılardan birinde, biri, Karakoçların evini de bulaştırmıştı işe. O tarihten sonra Rıdvan’ın peşine düştü polis. Evi izlediler. Rıdvan bir yerlerden her gün telefon ediyordu annesine. Yerini söylemiyordu. Sonra bir gün, telefonlar
kesildi. Aramaya başladılar. İstanbul’un bütün karakollarına, emniyet amirliklerine gittiler, çalınmadık kapı bırakmadılar. Bir gün Rıdvan’ın kimsesizler mezarlığında olduğunu öğrendiler. 26 gün morgda bekletilmiş, sonra gömülmüştü. Rıdvan mezardan çıkarılarak Gazi Mahallesi mezarlığına gömüldü.
Aynı Hayrettin Eren gibi, Düzgün Tekin gibi, Fehmi Tosun gibi, Ali Efeoğlu-Ayhan Efeoğlu, gibi, Hasan Ocak gibi, İsmail Bahçeci gibi, onu da işkenceyle öldürenler de hesap vermediler. Aramızda dolaşıyorlar hala.
Cumartesi günü Hasan Ocak’ın ağabeyi Hüseyin Ocak tanıklığını paylaştı. Gözaltında kaybedilen kardeşi Hasan’I ararken Beykoz Cumhuriyet Savcılığı’nda Rıdvan Karakoç’a ait fotoğrafa ulaştıklarını ve Beykoz’da ormanlık bir alanda
bulunup, Altınşehir Kimsesizler Mezarlığı’na gömülen bedeninin savcılık dahil, resmi kurumlardan geçmiş olduğu gerçeğinin ortaya çıkmış olduğunu söyledi..
Ocak, “Beykoz Cumhuriyet Savcılığı’nda bunun gibi bir çok dosya var , devletin kendi geçmişi ile yüzleşip bu dosyaları açığa çıkarması gerekiyor” dedi. Açıkçası, kapsamlı bir soruşturma için devletin elinin altında her türlü imkan var,
görüyoruz.
Bu hafta Cumartesi Anneleri’nin konukları da vardı. Roboski’li aileler. Onların da çocukları, eşleri, devletin bir operasyonuyla yok edilmişti. Daha 14 ay önce. Bir yıldar fazla bir süredir onlar da bekliyorlar, sorumluların hesap
vermesini. Hayır. Devlet havaya bakıyor. Hükümet havaya bakıyor. Hiç üzerlerine alınmıyorlar. Sorumlular ellerini kollarını sallaya sallaya geziyor. Hala rapor bekliyoruz mesela TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu’ndan. Tam
geçen hafta gelecekti, yine ertelendi. “Ne oluyor, niye açıklanmadı rapor?” diye sordular, komisyon üyeleri, AKP’li başkan Ayhan Sefer Üstün’e. Yeni bir belge gelmiş, o araştırılıyormuş. Ancak komisyon üyelerinin bu yeni gelen
belgeden haberi yok. Bu da ayrı bir tuhaflık.
Bu da mı eskidi? Kamuoyumuzun ve devletimizin –işine gelmeyen konularda- hafızası pek iyi değildir zira. Peki o zaman geçen haftaya gidelim. 19 yaşındaki Şahin Öner’in nasıl öldüğünü hatırlayalım. Geçen hafta Diyarbakır’da bir
gösteri sırasında hayatını kaybetti Öner. Valilik ve yetkililer Öner’in el yapımı bir bombayı polislere fırlatırken, bombanın patlaması sonucu öldüğünü söylediler. Yalan söylediler. Çünkü Öner bir polis panzerinin altında can
vermişti.Görgü tanıkları vardı. Üstelik cesedi, hiç de elinde bomba patlamış birinin cesedine benzemiyordu. Devletin yalanı kısa sürede ortaya çıktı. Artık Öner’in polis panzerinin altında kalarak can verdiği ortadadır. Üstelik olay
sonrası hastane yerine –o halde- karakola götürüldüğü de ortadadır. Ama ne bir soruşturma var, ne bir görevden alma. Yetmezmiş gibi o açıklamaları yapan Vali, (yine geçtiğimiz cumartesi günü) bu kez şu açıklamayı yaptı:
“Hiçbir şekilde bir değerlendirme yazılı bir şekilde yapılmamıştır. O gün o manada yanlış yargıların içerisine girenler mahcup olmasınlar. Hiçbirimiz mahcup olmayalım. Evet olayın sıcaklığıyla orada bir meram ifade edildi. Bir açıklama
yapılmamıştır. Düşünüldüğü şeklinde bir ifade kullanılmıştır. Kimse çarpıtmaya çalışmasın.”
Aman hiçbiriniz mahcup olmayın. Vali mahcup olmasın, devletin resmi ajansı mahcup olmasın, o açıklamayı alıp yayınlayanlar mahcup olmasın.. kimse mahcup olmasın. Bu çok önemlidir çünkü. Devlet mahcup olmaz bu ülkede.
Basın da mahcup olmaz. Birilerinin yüreği yanar belki. Yanabilir. Ama kimse mahcup olmasın. Ha bir de, lütfen kardeşim, çarpıtmayın bu açıklamaları. Kimse çarpıtmasın..
Sormuştuk yazının başlığında “Devlet kimin kuzusudur?” diye. Devlet bu ülkede belki de birilerinin kuzusudur. Ne bileyim, belki otoriteye itaat edenlerin, iktidar her kimdeyse ona yakın duranların, şunun bunun. Ama şunu biliyoruz:
bu ülkede devlet birilerinin kuzusu değildir. Kurdudur.

Monday, February 11, 2013

Sanat ve Sanat Eseri


Hakikat, hakiki olanın varoluşudur. M. Heidegger

Sanat, yeni bir doğa, yeni bir nesne ve yeni bir insan yaratma gayretinin diğer adıdır. Bu tanımlama sanatın işlevsel yönünü ifade ederken aslında onun bir diğer kaygısını da ön plana çıkarır: Monotonluğu yıkmak… Sanat, farklı renkler, farklı nesneler tasarlarken sıradanlığı yok etmeyi amaçlar. Bunu bir amaç olarak değilde, “kendiliğinden gelişen esin yolculuğunun bir ürünü” olarak görmek daha doğrudur. Bu vak’a aynı zamanda hem varoluşsal hem de psikolojik birtakım sac ayakları üzerine oturur. Çünkü merkezinde birey vardır. Etten, kandan oluşmuş birey…

Sanat, hayatın ve insanın sürekli olarak yeniden yaratıldığı bir kaos alanıdır. Tanımı ve taşıdığı kaygılar nedeniyle asla dizginlenemez. Doğası gereği özgür bir insanın uğraş alanıdır. Bu kaosun yaratıcısı insandır, sonucu ise doğa ve nesneleri ilgilendirir.

*Eser varlığı demek bir dünya kurmak demektir. M. Heidegger

Peki sanat eserleri nasıl ortaya çıkar? Bu sorunun cevabı bir o kadar basit ve zordur aslında. Şaheserler normal insan tipinde vücut bulmaz. Çünkü alçak bir hayat tipi sıradan bir zihin ve sezgi yaratır işte bu yüzden eser yaratıcısı normal değildir. Gündelik hayatın ihtiyaçlarından sıyrılmış bir yaşam biçimi sanat eseri için şarttır. Bu açıdan şahesere gebe olan yaratıcı sadece tek şeyi düşünür: Farklılık yaratıp yeni bir nesneler evreni yaratmak. İşte sorunun cevabı burada gizlidir. Eser, sıradan bir esin ortamında doğmaz, o sadece var olmayı yaratıcısına emreder ve o an olur. Kısaca sanatçı diğer insanlardan farklı heyecanlara ve ihtirasa sahip olan bireyin evrimleşmiş halidir.

Erken sonuç: Bir şeyin kökeni onun varlığıdır, sanatçının ve eserin kökeni ise sanattır. Sanat icrası, tanrı olmayı sürekli arzulamaktır.

Sanat, nesnelere farklı anlamlar yükleyip, onları seyirciye yabancı hale getirmektir, peki nesnenin var oluşunu değiştirmek ne derecede mümkündür? Bu sorunun cevabı nesne ve özne arasındaki ilişkide gizlidir. Nesnenin biçimlenmiş malzeme olduğu gerçeğinden yola çıkarak bu soruyu şöyle cevaplayabiliriz: *Var olan aydınlanmış olanda gizli kalabilir.

Sanatçı, nesneyi bize bozulmuş, oynanmış haliyle verir, halbuki bizim onun özüne ulaşmamız için, nesneyi özgür bırakmamız gerekir. Eser, her zaman dünya ile yeryüzü arasındaki kavgayı betimler. Bu mücadeleden hakkıyla çıkan nadirdir.

*Sanat Eserinin Kökeni; Martin HEIDEGGER

Thursday, February 7, 2013

Zakkum ve ölüm kokar tarihimiz


AHMET ALTAN




Bu kadar çok “gizli örgütün” nereden çıktığını merak ediyor insanlar.
Bana sorarsanız, bu çeteler “tarihten” çıkıyor.
Kökleri ta Osmanlı’da. Bu kadar karanlıkta bırakılan bir tarihten ne çıkmasını bekliyorsunuz? Osmanlı’nın son zamanındaki çeteler bugün de var. Sadece, bahçeleri zakkum, leylak, yasemin, hanımeli kokan o köşkler yıkıldı.
Yıkılan da galiba bir tek onlar oldu.
Yakın tarihin, ardındakileri karaltılar halinde gösteren kalın tüllerini kaldırıp öbür yanına geçtiğimizde, ıhlamur, akasya, çam, manolya ağaçlarının gölgelediği, zakkum, yasemin, hanımeli, ağaçkavunu, gül kokan geniş bahçelerin içindeki yayvan merdivenli uçuk sarı, beyaz, fıstık yeşili büyük konaklarla, çamurlu dar sokaklarda birbirine yaslanmış, yıkılacak gibi gözüken, kararmış ahşabının boyası dökülmüş eski evler karşılar bizi.
Ne bulaşık suyu ve yanmış yağ kokan, tahtaları yerlerinden fırlamış eski evler ne de o evlerde yaşayan avurdu çökmüş fakir insanlar tarihimizin ilgisini çeker; bizim tarihimiz tombul bir kedi gibi köşklerin geniş bahçelerinde, koca sakallı, iri sesli paşaların meşverete daldığı selamlıklarında dolaşmayı sever.
O paşalar devleti yönetirlerdi.
En büyük özellikleri Padişah Abdülhamid’e olan sadakatleriydi.
Bu sadakat karşılığında padişah onlara servetler bağışlardı.
O paşaların bir kısmı kendilerine birer örgüt kurmuş ve İstanbul’u paylaşmıştı.
Yıldız Sarayı’nın çevresindeki güvenliği sağlayan Beşiktaş Muhafızı Yedi Sekiz Hasan Paşa bu bölgeyi denetlerdi.
Padişah’ın baş jurnalcisi Fehim Paşa ise şehrin külhanbeylerinden kurduğu “çetesiyle” Beyoğlu’nun haracını yerdi.
Onun adamlarına suç işlemek neredeyse serbestti, hiçbir polis onlara hesap soramazdı.
Fehim Paşa’nın gençliğinde bir gün Kurtuluş’ta sarhoş bir şekilde sokaklarda koşarken karşısına çıkan hiç tanımadığı yedi kişiyi elindeki palayla parçaladığı dedikoduları dolaşırdı ama bunu yüksek sesle söylemeye cesareti yetecek hiç kimse bulunmazdı şehirde.
Fehim Paşa çetesinin tek rakibi, Tahir Paşa’nın Arnavut Tüfekçileri’ydi ve bu iki grubun adamları sık sık Pera’nın orta yerinde kapışırlardı.
Koltukaltlarındaki “saldırmalar, beldeki kuşağa sokulmuş iri Nagant tabancalar çekilir, iki çetenin adamları geride ölülerini ve yaralılarını bırakıp gidene kadar polisler saklanır, ortaya çıkmazdı.
Çatışma bittikten sonra gelip yaralıları hastaneye götürürlerdi.
Kimse kimseden şikayetçi olmaz, bir dahaki “müsademede” intikamlarını almak için hazırlanırlardı.
Üsküdar ise Bedirhan aşiretinin “prenslerinden” Kürt Ali Şamil Paşa’ya verilmişti.
Onun düşmanı da İstanbul’un o zamanki belediye başkanı Rıdvan Paşa’ydı.
Rıdvan Paşa, Ali Şamil Paşa’nın kardeşine ait köşkün önündeki yolu asfaltlamadığı için aralarında başlayan düşmanlık sonunda Şişli’de iki grubun adamları çatışmış, bu ilk çatışmada Şamil Paşa’nın yeğeni vurularak ölmüştü.
O da yeğeninin intikamını almak için belediye başkanıyla oğlunu Göztepe tren istasyonunun çıkışında, bugün Rıdvan Paşa’nın adını taşıyan sokağın başında Kürt silahşorlara vurdurarak öldürtmüştü.
Belediye başkanının öldürülmesine Abdülhamid bile kızmıştı.
Bu olayın ertesinde Bedirhan aşiretinin İstanbul’daki bütün üyeleri, kadın erkek ayrımı yapılmadan sürgüne gönderilmişti.
İstanbul’da paşalar birbirleriyle savaşırken Balkanlar’da da bağımsızlık hareketleri sürüyordu, Bulgar komitacılar “tedhiş” hareketlerine girişiyorlardı, karşılıklı Türk ve Bulgar köyleri basılıyor, insanlar öldürülüyordu.
İttihat Terakki Partisi de güçleniyordu.
Selanik’te ve Manastır’da bu gizli örgütün elemanları çoğalıyordu.
Osmanlı ordusunun subayları da “komitacılara” karşı komitacı usulleriyle dövüşüyorlardı.
O dönemde Bulgar komitacılara yardım ettiğinden şüphelenilen 1071 kişi “faili meçhul” cinayetlerde öldürülmüştü.
Özellikle İttihatçılar arasında “Türk milliyetçiliği” yükselişe geçmişti.
Türk ve Müslüman olmayan herkes düşman olarak görülüyordu.
İttihatçılar, hem bağımsızlık isteyenlerden hem de Abdülhamid’den nefret ediyorlardı.
Abdülhamid’i tahttan devirmek, Bulgarları da silahla susturmak istiyorlardı.
Sonunda üç “yüzbaşı”, Enver Bey, Niyazi Bey ve Eyüp Sabri Bey birliklerini alıp dağa çıktılar.
Bu, “yüzbaşıların” İstanbul’daki paşalara savaş açması anlamına geliyordu.
Abdülhamid, İttihatçı ayaklanmayı bastırmak için sertliğiyle ünlü Şemsi Paşa’yı gönderdi.
Ve, genç bir teğmen olan Atıf Bey, göreve başladığının ertesi günü Manastır’daki karargah binasının önünde bir el ateş ederek Şemsi Paşa’yı vurdu.
Abdülhamid panikledi.
Ve, İkinci Meşrutiyet ilan edildi. Bu, bizim tarihimizin belki de en özgür dönemiydi.
İktidarın tam olarak kimde olduğu belli değildi, padişah çok güçsüzdü, paşalar korkup sinmişti, İttihatçılar iktidara tam sahip çıkamamıştı.
O günlerde ardarda partiler kuruluyordu, dergiler çıkıyordu, insanlar fikirlerini açıkça söylüyorlardı.
Daha sonra, kimin tarafından kışkırtıldığı hálá tam olarak bilinemeyen o “esrarengiz” 31 Mart olayı yaşandı.
İki üç bin asker, başlarında çavuşlarıyla “şeriat isteriz” diye sokaklara döküldü.
İstanbul’daki Birinci Ordu, olaylara müdahale etmedi.
Ordunun, başlarında subayları olmayan bu iki üç bin askere niye müdahale etmediği, çok rahatlıkla bastırabileceği bir kalkışmayı neden hemen önlemediği de ayrı bir sır olarak kaldı.
Ayaklanan askerlerin cebinden çıkan altınları onlara kimin verdiği de bir türlü anlaşılamadı.
Ayaklanmayı el altından Abdülhamid’in kışkırttığı söylendi ama bu da hiçbir zaman kanıtlanamadı.
Sonunda, Mahmud Şevket Paşa komutasındaki Hareket Ordusu Selanik’ten geldi ve Birinci Ordu’nun nedense bastıramadığı ayaklanmayı üç günde bastırdı, askerleri yazıları ve konuşmalarıyla kışkırttığı söylenen Derviş Vahdeti gibi “yobazlar” asıldı.
Abdülhamid devrildi.
Mahmud Şevket Paşa’nın “güçlü adam” olduğu bir baskı dönemi başladı.
Bir kenara itilen İttihatçılar huzursuzlandıkları sırada, bugün İstanbul Üniversitesi’nin ana binası olan Beyazıt’taki Harbiye Nezareti’nin önünde Mahmud Şevket Paşa bir suikasta uğrayarak öldürüldü.
Vuran saldırganı yakaladılar, çok sayıda paşayı Divan-ı Harbe verdiler ama bu cinayet de tam aydınlığa çıkmadı.
Sonra Balkan Savaşı başladı.
Hemen hemen bütün paşalar bu savaşı Osmanlı’nın kazanmasının mümkün olmadığını biliyordu ama “şan kazanmak” isteyen Harbiye Nazırı ile ona uyan padişahı ikna etmek için kimse uğraşmadı.
“Biz bu savaşı kazanamayız” diyenin “vatan hainliğiyle” suçlanması işten bile değildi.
Sadece o zamanlar İstanbul belediye başkanı olan Cemil Topuzlu, bu savaşa girilmemesi için açıkça fikrini belirtti, kayınpederi olan şeyhülislamla padişahı etkilemeye çalıştı ama başaramadı.
Balkan savaşında arka arkaya yenilgiler gelmeye başladı.
Ve, İttihatçılar yeryüzünün en tuhaf “hükümet darbesini” gerçekleştirdiler.
Enver Paşa’nın liderliğinde beş altı kişi Babıali’yi basıp sadrazamı devirdi.
Baskın sırasında Enver Paşa’nın fedailerinden Yakup Cemil Bey, Harbiye Nazırı Nazım Paşa’yı vurup öldürdü.
Bu baskınla İttihatçılar kesin olarak iktidara geldiler.
Aslında iktidarı ele geçirenler Almanlar oldu.
Alman subaylar Osmanlı ordusunun önemli yerlerine yerleştirildi.
Enver Paşa “başkomutan vekili” yapıldı.
Ve, diğer İttihatçı yöneticilere de güvenmediği için ordu içinde kendine bağlı olan subaylardan gizli bir örgüt oluşturdu, başına da Harbiye Nezareti iaşe daire başkanı Topal İsmail Hakkı Paşa’yı getirdi.
Bu “gizli” örgütün başkanı olan paşa aynı zamanda “yolsuzluklarından” da en çok şikayet edilen paşaydı.
“Gizlilik” ve “hırsızlık” biraradaydı.
Almanlarla anlaşan Enver Paşa’nın bir “oldu bittisiyle” Osmanlı Birinci Dünya Savaşı’na girdi.
Enver Paşa, hükümetteki arkadaşlarına savaşa girdiğimizi şu cümleyle duyurdu.
·         Beyler bir çocuğunuz oldu.

Savaşta Osmanlı halkı büyük felaketler yaşadı.
Çok acı yenilgiler aldık.
Sarıkamış’ta Enver Paşa’nın yeteneksizliği yüzünden onbinlerce genç asker donarak öldü ve yıllarca bu askeri fiyaskonun konuşulması yasaklandı.
Bugün hálá tartışamadığımız ve ölenlerin sayısını bile tam bilemeyip “üç yüz binle bir buçuk milyon” arasında bir sayı seçmeye çalıştığımız “Ermeni tehciri” yaşandı.
Doğu’da Ruslarla işbirliği yapan Ermeni çeteleriyle hiçbir ilgisi olmayan günahsız bebekler, kadınlar, ihtiyarlar o tehcir sırasında öldürüldü.
İttihatçılara bağlı istihbarat örgütü “Teşkilat-ı Mahsusa”nın Ermeni ölümleriyle ilişkisi asla gündeme getirilmedi.
Öldürülen Ermenilerin mallarına hangi İttihatçıların el koyduğu, kimlerin nasıl aniden zenginleştiği hiçbir zaman araştırılmadı.
Bu olay, yakın tarihimizin ciğerine, hálá çıkartamadığımız kanlı bir kıymık gibi girdi.
Bu olayın sorumlularını yargılamak için bir Divan-ı Harp kuruldu ama asıl sorumlular ortaya çıkmadı.
Daha sonra Cihan Savaşı’nı kaybettik.
Anadolu’nun önemli bir bölümü işgal edildi.
Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde Kurtuluş Savaşı başladı.
Bu savaşın başlangıcında çok yararlıkları görülen ama daha sonra yurt dışına kaçmak zorunda kalan Çerkez Ethem meselesinin ayrıntılarını da; o sırada tek düzenli kuvvet olan doğudaki Üçüncü Ordu’nun komutanı Kazım Karabekir’le Kurtuluş Savaşı’nın diğer önemli paşalarının büyük çoğunluğunun daha sonra neden sahne dışına itildiğini de pek merak etmedik.
Birinci Meclis kuruldu.
İkinci Meşrutiyet’ten sonra en özgür dönem olan o günlerde Meclis’te Mustafa Kemal’in muhalifleri de vardı.
Mustafa Kemal’in muhaliflerinden Ali Şükrü Bey bir “faili meçhul” cinayetle öldürüldü.
Cinayeti Topal Osman’ın işlediği söylentisi yayıldı.
Başının belaya gireceğini anlayan Topal Osman çetesiyle birlikte Çankaya’yı bastı.
Geçen hafta, Hürriyet’te bazı bölümleri yayınlanan Latife Hanım’ın kızkardeşinin anılarından öğrendiğimiz kadarıyla Mustafa Kemal bir kadın çarşafı giyerek kaçtı.
Mustafa Kemal’e bağlı askerler Topal Osman’la çetesini sıkıştırarak “imha” etti.
Ali Şükrü Bey’i kimin öldürttüğü ise o zamandan bu yana aydınlatılmadı.
Daha sonra Doğu’da Şeyh Sait isyanı patladı.
İsyan doğuda patladı ama “Takrir-i Sükun” yasası İstanbul’daki gazetelere yasaklar getirdi.
1950 yılına kadar “tek parti” ve “tek şef” anlayışıyla yönetildik.
On yıl sonra bir askeri darbe oldu.
Ondan on yıl sonra bir tane daha.
Ondan on yıl sonra bir tane daha.
Son askeri darbenin getirdiği baskılar sürerken, Kürtlerin Kürtçe konuşması, çocuklarına Kürtçe isimler vermesi, Kürtçe şarkılar söylemesi yasaklanırken son Kürt ayaklanması başladı.
Ordu birlikleri dağlarda Kürt militanlarıyla savaşırken, şehirlerde binlerce insan “Kürt örgütüne” yardım ettiği kuşkusuyla “faili meçhul” cinayetlerin hedefi oldu.
Devletin içinde, daha sonra “Susurluk çetesi” adını alan gizli örgütler kuruldu.
Bu örgütlere hiç kimse karışamadı. Uyuşturucu kaçakçılığı yaptılar, haraç topladılar, cinayetler işlediler...
Kendi aralarında çatıştılar. Birbirlerini de öldürdüler.
Ve, bugüne geldik.
Şimdi gene aralarında “devlet görevlilerinin” bulunduğu birçok çete çıkıyor ortaya.
Bu kadar çok “gizli örgütün” nereden çıktığını merak ediyor insanlar.
Bana sorarsanız, bu çeteler “tarihten” çıkıyor.
Kökleri ta Osmanlı’da.
Bu kadar karanlıkta bırakılan bir tarihten ne çıkmasını bekliyorsunuz?
Osmanlı’nın son zamanındaki çeteler bugün de var.
Sadece, bahçeleri zakkum, leylak, yasemin, hanımeli kokan o köşkler yıkıldı.
Yıkılan da galiba bir tek onlar oldu.

AHMET ALTAN tarafından yazılan bu makale, 11 Haziran 2006’da yayınlanan Hürriyet Gazetesindeki köşe yazısıdır.

Wednesday, February 6, 2013

İnsan hiçbir şeydir, iktidar her şey



TAYFUN ATAY
 'House of Cards'ın Amerikan uyarlaması, orijinaldeki edebi-teatral ağırlıktan uzak, ama iktidar arayışının insanın temel motivasyonu olduğuna ilişkin mesaj aynı.

'House of Cards’ 1990’da BBC’de yayınlandığı zaman İngiltere’deydim ve diziyi yerinde, sıcağı sıcağına izleme fırsatı bulmuştum. Bu dört bölümlük İngiliz dramasından geriye kalmış, hâlâ gözümün önünden gitmeyen iki görüntü vardır.

Birincisi, dizi boyunca sahne geçişlerinde aralara serpiştirilmiş fareler... Bununla dizi, ortada dönüp duran her şeyin özü hakkında metaforik bir bildirimde bulunmaktaydı: Komplo, şantaj, hıyanet, iki yüzlülük, yüze gülüp arkadan kuyu kazma, sırttan bıçaklama, tuzağa düşürüp atlatma, alt etme ve benzeri her şey...

İkincisi de son bölümün son kısmından bir sahne: Makyavelist bir hırsla siyaset arenasında tüm rakiplerini ‘yiyen’ ve en tepeye, başbakanlığa giden Muhafazakâr Parti milletvekili Francis Urquart’ın (Ian Richardson) bu yolda kendisiyle hem işbirliği yapmış, hem de ‘elektra kompleksi’nden de beslenen bir yasak ilişkiye girmiş, dolayısıyla tüm kirli işlerini bilen genç gazeteci Mattie Storin’i (Susannah Harker) parlamento binasının çatısından attığı o korkunç sahne. Daha doğrusu o sahnede Richardson’un ürpertici ölçüde inandırıcı performansı.

Dizi, bu sahnelerden de tahmin edilebileceği gibi, iktidar tutkusunun her şeyin üzerinde olup sınır, insaf ve vicdan tanımazlığını oldukça ‘hardcore’ bir içerik ve gerilimli bir akışla temalaştırmaktaydı. Aradan 20 küsur yıl geçtikten sonra o, daha uzun soluklu, daha tempolu ve biraz da ‘hafif meşrep’ bir Amerikan uyarlamasıyla tekrar karşımızda.

İlk bölümü Türkiye’de de Dizimax Drama’da önceki gün ekrana gelen dizi, İngiliz orijinalinin belirgin şekilde edebi ve teatral havasından ister istemez uzak. Çünkü ‘zamane seyircisi’nin öylesi bir içerik ve akışı kaldırabilecek takati yok. Ayrıca, hırslı, kurnaz ve acımasız politikacı Francis rolünü devralan Kevin Spacey’nin de Richardson’un kan donduran, ‘jilet’ gibi performansıyla pek ilgisi yok. ‘Yeni Francis’ daha yumuşak ve Spacey ne yaparsa yapsın yine de oldukça ‘sevimli’. Ve yine önceki karakterizasyonla karşılaştırıldığında daha insancıl; gündelik hayat içerisinde insani ilişkilere açık, ‘terbiyelenmiş’ bir Francis’le karşı karşıyayız.

Keza, genç gazeteci kadın rolünü (‘Zoe Barnes’ adıyla) üstlenmiş Kate Mara da orijinal dizide Harker’ın sergilediği performansa uzak, hatta ona aykırı bir karakter çıkarmış gibi. Tabii aradaki zaman-mekân ve ‘insan’ farkını da tekrar hatırlamak gerek burada: Londra yerine Washington’dayız. Görece durgun, mesafeli ve kontrollü İngiliz mizacının yerinde canlı, içli-dışlı ve dobra bir Amerikan mizacı var. Bunlar da hem üslûp hem akış olarak farklı bir uyarlamayla bizi karşı karşıya bırakıyor.

Ama değişmeyen bir ana fikir var: İnsan, iktidara tâbidir. İnsan ilişkilerini yürüten, yöneten, yönlendiren dinamik, iktidar arzusu ve arayışından başka bir şey değildir. Bu mesaj aynı. Nasihat de galiba şu: İyi olmayı değil, iktidar olmayı hedefleyin! Çünkü, üstad Machiavelli’nin dediği üzere, “Her zaman iyi olmaya çalışan biri, iyi olmayan çok sayıda insan arasında bir yıkıntı olmaya mahkûmdur”.
İnsan dünyasında geçmişten bugüne her daim alıcısı olmuş bu anlayışın Amerikan sürümü bir güncel kurgusu ‘House of Cards’. Meraklısına!..

Tuesday, February 5, 2013

Bekir Coşkun: Saksı Kadınlar…



Af sürecinde önce kadınları dövenleri saldılar…
En hafif suç ne de olsa…
Sıradan hadisedir…
Yobaza göre “caiz” bile, hâkim anlamadı…
*
“Kocanın vurduğu yerde gül biter” derken suç bile değil kadın dövmek…
Eziyorsun, gül çıkıyor…
Saksı gibi yani…
Ve elinde kürek, tırmık, hortum ile yanaşan bahçıvan erkekler…
*
Önce TBMM’de görüşüldü…
Kadın milletvekilleri “Kadın dediğin hakikaten okşanmalı yani” dediler itiraz olarak…
Yarısı dul, yarısı bekâr…
*
“Küresel kadın haklarından” söz edildi mesela…
“Küresel” sözcüğünü duyan bıyıklı ve kırmızı kravatlı milletvekillerinin aklına ise haliyle saksı geldi…
Başkan kızdı:
“Rica ederim sayın üye, eve kadar biraz gül ekip geleyim ne demek?..”
Yasanın Meclis’ten geçtiği gece kaç kadın dövüldü, kaçı evinden atıldı, kaçı sokakta kaldı, bilemeyiz…
Ama duyduğumuz, bıçaklanan yedi…
Birisi öldü…
Cumhurbaşkanı kanunu imzaladı…
*
Ne yapsın kadın?..
Onlar sizlere benzemez…
Devletten umudu kesip Allah’a sığınmaya gitse, dinci izin vermiyor…
Ne imam olabiliyor kadın, ne cemaat…
*
Ve yasa yayımlandı neticede, önce kadınları dövenleri affettiler…
Geceleri sokakları dinlemek vardır…
Merdiven altlarını, kapı eşiklerini, mutfak köşelerini…
Ömür boyu mahkûm olduğu bulaşık sularına gözyaşı damlaya damlaya kaç kadın çaresiz ağlar kim bilir?..
*
Eminim yine de koşarak, güleç yüzle, sevinçle karşılamıştır çoğu…
Bahçıvan geldi…
*
Belki de doğrusunu söylemişler; saksıdır dayak yiyen kadınlar…
Dar dünyasında, avluda, balkonda, pencere kenarında…
Nereye koyarsan orada durur, çoğu gün yüzüne hasret…
Ne kır çiçekleri gibi özgür, ne papatya tarlasında hür… Kısıtlanmış bir avuç toprakta, çiçek olamasa da çiçeğini verir meleğim…
*
Sessiz sedasız, razıdır saksı kadınlar…
Bir kavgada düşüp parçalanana kadar…

Monday, February 4, 2013

Dost acı söylermiş


Hrant Dink
Agos, 19 Ağustos 2005
Biz ‘Kürt sorunu’ desek de demesek de, biz “Varlardı - yoklardı” diye tartışsak da, Kürtler varlar ve Kuzey Irak’ta gayrı bir Kürdistan kurdular. Ve şu da kesin olarak bilinmeli ki Kuzey Irak’ta Kürdistan’ın kurulmasıyla birlikte, Türkiye’nin Kürt sorunu da bütünüyle çehre değiştirdi ve kaçınılmaz sürecine girdi.
Bu sürecin özeti şudur: Gayrı Kürt sorunu Türkiye’nin sadece bir iç sorunu değil, ağırlıklı olarak dış sorunudur.
Gerçek bir…Türkiye’nin Güneydoğusu’nda sınır komşusunun adı artık Kürdistan’dır. Gerçek iki... Bu gerçeği kabul etmesi gereken sadece Türkiye değil, idrak etmesi gereken de bizatihi Kürdistan yönetiminin kendisidir. Gerçek üç... Dolayısıyla Kürdistan yönetimi, Kuzey komşusu Türkiye’de yaşanacak bir Kürt hareketinin kendisi ile komşusu Türkiye arasındaki ilişkileri etkileyeceğinin ve belirleyeceğinin farkında olmalıdır.
Öte yandan Türkiye’deki ‘Kürt hareketi’nin de farkında olması gereken gerçekler söz konusudur. Gerçek bir... Amerika’nın Irak’ta yarattığı Kürdistan devletinin oluş biçimine özenerek, bir bağımsız Kürt devleti de Türkiye’de yaratılabileceğine heves etmek, bizatihi Irak Kürdistan’ının varlığı nedeniyle gayrı olanak dışıdır. Gerçek iki... Şu noktadan sonra devam edecek ve PKK tarafından gerçekleştirilecek silahlı terör eylemleri sadece Türkiye’nin demokratik gelişimine darbe vurmakla kalmaz, esas olarak o çok özenilen Kuzey Irak’taki Kürdistan devletinin bekasına da darbe indirir…
Bireysel tercih açısından bakıldığında ise bundan böyle kendisine ille de Kürt devleti isteyen bir Kürt için sonuçta devlet de hazır. Göçer iki adım öteye ve bu arzusuna kavuşur. Tehlike topu topu bu kadardır.  Diğer bir deyişle Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünün yegane teminatlarından biri bizatihi Irak Kürdistanı’nın varlığıdır. Bunun ters okuması da şudur: Eğer Türkiye’nin Güneydoğu’sunda ayrılıkçılık sürdüren bir Kürt hareketi varlığını sürdürürse bunun vebalini sadece Türkiye değil, aynı zamanda Irak Kürdistanı da çeker.
Demem o ki gayrı yüreğiniz ferah olsun. Bu ülke gerçekten bölünmez.
Tek yol ‘bir arada yaşama’
Önce şu vurgulamayı yapmak isterim: Kürtlerle konuşmanın temel yöntemi kendimizi Kürtlerin yerine koymaktan geçer. Bu yönteme başvurmadan Kürt sorunu üzerine konuşmak ahlaki de değildir, adil de. Dolayısıyla, “Siz Kürt olsaydınız ne yapardınız?” sorusu hayli önemlidir. Kuşkusuz bunun karşılığı olan “Siz Türk olsaydınız ne yapardınız?” sorusu da Kürtler için geçerlidir ve benzeri bir empatik yaklaşım gerektirir. Kürt’ün Kürt kalabilmesi arada bir Türk olabilmesiyle, Türk’ün de Türk kalabilmesi arada bir Kürt olabilmesiyle yakından ilgilidir.

Tabii bir de, ne Türk ne Kürt olarak Kürt sorununa bakmak var!
Sözgelimi, benim gibi Ermeni olabilirsiniz ve kendinizi hem Türklerin hem de Kürtlerin yerine koyup soruna bakmak mecburiyetinde hissedebilirsiniz.
O da yetmez tabii... Soruna bir de Ermeni gibi bakmanız gerekir. Ermeni gibi bakmanın ise tehlikesi daha baştan bellidir. “N’olacak” derler, “O zaten Türklerin ve Kürtlerin iyiliğini istemez. O bu çatışmanın varlığına için için seviniyordur. Geçmişte atalarına Türklerin ve Kürtlerin yaptıklarını unutmamıştır. Bedelinin ödendiğini düşünüyordur!”
Evet, Kürt sorunu üzerine bir Ermeni olarak söz söylerken işimin daha baştan çok zor olduğunu biliyorum. Ama yılacak değilim ve sonda söyleyeceğimi baştan söyleyeyim. Ne Türk ne de Kürt halkına geçmişte yaşananlardan ötürü herhangi bir kin duyuyorum. En büyük isteğim ise bu iki halkın bugün birbirinden kopmaması ve geçmişte bizlerin yaşadığı türden dramların tekrar yaşanmaması.
Bugün kendimi Kürtlerin yerine koyuyorum ve onları çok iyi anlıyorum, çünkü geçtikleri bu süreçten benim halkım da geçti.  ‘Ezen ulus milliyetçiliği’nin ürettiği ‘ezilen ulus milliyetçiliği’nin ne demek olduğunu iyi bilirim. Bugünkü tartışmalar geçen iki asır boyunca bu topraklarda benim halkım üzerinden de aynı biçimiyle zaten yaşandı. Ezen ulus milliyetçiliğinin baskı ve dayatmalarının, ezilen ulus milliyetçiliğinin aklını başından nasıl aldığını ve ne gibi yanlışlara sürüklediğini ve buradan da ne gibi sonuçlar doğurduğunu asla unutmamalıyız.
Bugün tekrarlanan da aynı oyundur. Kürtler bu tuzağa düşmemeliler. Irak, İran, Suriye ve Türkiye coğrafyasında yaygın bir halde yaşayan Kürt halkı, tarihte hiç yaşamadığı yeni bir süreçten geçiyor. Kuzey Irak’ta oluşan ve artık bir devlet yapılanması haline dönüşen Kürt egemenliğiyle birlikte ilk kez bir fırsat ve şans yakaladığını düşünüyor. Bunun bir şans mı, şansızlık mı olacağı kaderin elinde değil, tamamıyla Kürtlerin elinde. Üstelik sadece Kuzey Irak’taki Kürt yöneticilerin değil, özellikle de Türkiye, İran, Suriye gibi komşu ülkelerin sınırlarında yaşayan Kürtlerin bundan sonraki tutumlarına çok daha bağlı.
On yıllardır ezen ulus milliyetçiliğinin baskısı altında yaşayan Türkiyeli Kürtlerin son zamanlarda yaşamaya başladığı ruhsal kopuş ve bu ruhsal kopuştan yükselen ezilen ulus milliyetçiliği, bugün artık her zamankinden daha fazla aklına sahip çıkmak durumundadır.
Gelinen noktada, Kürt halkı milliyetçilik cenderesine sıkıştırılmış, ‘aşağıya doğru’ uçuruma sürülmektedir. Biz Türkiyeliler bu uçurumun eşiğindeki Kürt halkına işte bir kurtuluş dalı uzatıyoruz. “Gelin, bir arada yaşamı savunalım” diyoruz. Tutunun bu dala sevgili Kürt kardeşlerim. Tutunun... Hem kendinizi kurtarın, hem bizleri..

Saturday, February 2, 2013

30 günde maden ocaklarında 16 işçi öldü


Bir ay içerisinde maden ocaklarındaki 16 maden işçisi yaşamını yitirdi, 99 işçi ise yaralandı
T24
Dev Maden-Sen Yönetim Kurulu, Ocak ayında madencilik sektöründe 14 "iş kazası"nın meydana geldiğini ve bu kazalarda 16 işçinin yaşamını yitirdiğini, 99 işçinin ise yaralandığını açıkladı.
Dev Maden-Sen, madencilik sektöründe Ocak ayında meydana gelen "kazalara" ilişkin yazılı açıklama yaptı.
Açıklamada, AKP hükümetinin itirazlara rağmen 6356 Sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu'nu Meclis'ten geçirdiğine işaret edilerek, "Resmi Gazetede yayınlanan istatistiklerde madencilik ve taşocakları 3 numaralı işkolunda gösterilmekte, sosyal güvenlik kapsamında çalışan işçi sayısının 186 bin 698 olduğu görülmektedir.
Madencilik ve taşocakları işkolunda çalıştığı bildirilen 186 bin 698 kişiden ancak 35 bin 894'ü sendikal hak ve özgürlüklerden yararlandığı, 150 bin 804 kişi ise sendikasız çalıştığı anlaşılmaktadır. Güvencesiz iş, sağlıksız çalışma ortamı ve düşük ücreti işaret eden taşeron sisteminin çok yaygın olduğu ve son dönemde meydana gelen iş cinayetleriyle ayyuka çıktığı bir sektörde, 12 Eylül darbe yasalarının bir versiyonu olan, 6356 Sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanununu geçerli olduğu sürece, iş cinayetlerinin de önlenebilmesinin mümkünü yoktur ve kaçınılmaz olarak sürecektir" denildi.
Açıklamada, AKP'nin insan yaşamını hiçe sayarak Türkiye'yi sermayenin dikensiz gül bahçesine çevirmeye çalıştığı vurgulanarak, "Madencilik sektöründe yılın ilk ayı olan Ocak 2013 yine madenciler açısından kan ve gözyaşıyla geçmiştir. Ocak ayında yaşanan 'iş kazaları' ve sonuçlarına bakıldığında, AKP hükümetinin işçi ve emekçilere yaklaşımında bir değişiklik olmadığı ocaklara net olarak yansımıştır.
Ocak ayında 14 'iş kazası' meydana geldi. Bunlarda 16 işçi yaşamını yitirirken, 99 işçi ise yaralandı" ifadesi kullanıldı. Açıklamada, 2012 yılının Ocak ayında yaşanan 12 "iş kazası"nda 4 işçinin yaşamını yitirdiği, 13 işçinin ise yaralandığı hatırlatıldı.
Açıklamada, Ocak ayında meydana gelen "kazalar" ise şu şekilde sıralandı:
"4 Ocak: Bursa'nın Orhaneli ilçesinde, ŞE - TAT Madencilik krom işletmesinde, 27 Aralık 2012 tarihinde taşıyıcı bandın tıkanması sonucu kafasına büyük bir krom parçası düşerek ağır yaralanan Mehmet Işık (29), tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitirdi.
7 Ocak: Zonguldak TTK Kozlu Müessese Müdürlüğüne bağlı çalışan taşeron şirketlerden Star Madencilik işletmesinde, galeri açılması sırasında meydana gelen degaj patlamasında (kömürün gaz basıncı sonucu püskürmesi) Hasan Bozacı, Hüseyin Kürekci, Muharrem Yapıcı, Ahmet Şekerci, Yüksel Koca, Köksal Kadıoğlu, Muhsin Akyüz, Satılmış Arslan yaşamını yitirdi, 7 işçi ise yaralı olarak hastanelere kaldırıldı.
10 Ocak: Zonguldak Gelik'te Bahadır Madencilik'e ait ocakta gece meydana gelen metan gazı patlaması sonucu meydana gelen göçükte; Sedat Hamarat (34) yaşamını yitirirken, Naim Kuyumcu (36) ve Ömer Caymaz (44) yaralandı. Kurtarma çalışmalarına katılan işçilerden Mustafa Bektaş, Murat Karaman ve Mustafa Gideroğlu da metan gazından zehirlendi.
16 Ocak: Zonguldak Çatalağzı beldesindeki kömür yıkama tesisinde (lavuar) çalışan Kadir Çelep isimli işçi de yüksekten düşmesi sonucu olay yerinde yaşamını yitirdi.
17 Ocak: Zonguldak'ın Gelik beldesinde, Akkurt Madencilik şirketinin 2 numaralı sahadaki faaliyet yürüten taşeronu Bahadır Madenciliğin üretim yaptığı ocakta sabah saatlerinde meydana gelen göçükte, Yunus Aktaş (36) yaşamını yitirdi.
18 Ocak: Manisa Soma'da Cenkyeri Beldesi Eynez bölgesinde faaliyet gösteren özel yer altı maden ocağında akşam saatlerinde üzerine demir ayakların düşmesi ve iki demirin arasında kalması sonucu Fahrettin Başkan (53) yaşamını yitirdi.
21 Ocak: Zonguldak'ın Ereğli ilçesine bağlı Kandilli beldesinde Türkiye Taş Kömürü Kurumu (TTK) Armutçuk Müessesesi Havalandırma Bölümü'nde çalışan ve kendisinden bir gündür haber alınamayan Tahsin Yiğit'in (38), Kandilli beldesinde bir evde bulunarak Ereğli Devlet Hastanesi'nde tedavi altına alındı.
22 Ocak: Bartın'ın Amasra ilçesinde faaliyet gösteren bir maden ocağında Silo çalışması yapıldığı esnada E.Z. isimli bir işçinin kullandığı vinç makinesine bağlı çimento silosunun üzerinde bulunan R.S. isimli işçi, halatın kopması sonucu 3 metre yükseklikten aşağıya düştü. Düşmenin etkisiyle ağır yaralanan R.Sb, hastaneye kaldırıldı.
23 Ocak: Adana Aladağ'da, özel sektöre ait krom işletmesinde öğle yemeğinden sonra rahatsızlanan işçilerin zehirlendikleri belirlendi. Zehirlenen 80 işçi kaldırıldığı hastanelerde tedavi altına alındı.
26 Ocak: Edirne'nin Uzunköprü ilçesinde özel sektöre ait linyit ocağında meydana gelen göçükte Davut Şahin (25) yaşamını yitirdi.
28 Ocak: Kayseri'nin Pınarbaşı ilçesi Demircili köyünde faaliyet yürüten özel sektöre ait krom ocağında, galeride çalışırken kafasına düşen krom parçası düşen Ö.D ve İ.Y yaralı olarak hastaneye kaldırıldı.
Kayseri'nin Pınarbaşı ilçesi Büyükpotuklu köyünde özel sektöre ait krom işletmesinde çalışan T.B., galeride başına çarpan krom kütlesinin ağır yaralaması sonucunda hastaneye kaldırılarak tedavi altına alındı.
29 Ocak: Çanakkale Çan Kumarlar köyünde faaliyet sürdüren özel sektöre ait kurşun ocağında meydana gelen göçükte Demsur Karadeniz (33) hayatını kaybederken 2 işçi de yaralandı.
30 Ocak: Burdur'un Karamanlı İlçesi Kaleler bölgesinde, özel sektöre ait bir mermer ocağında, üstüne yaklaşık 3 ton ağırlığında mermer blok düşen İsmail Karnak (29) yaşamını yitirdi."