Wednesday, February 6, 2013

İnsan hiçbir şeydir, iktidar her şey



TAYFUN ATAY
 'House of Cards'ın Amerikan uyarlaması, orijinaldeki edebi-teatral ağırlıktan uzak, ama iktidar arayışının insanın temel motivasyonu olduğuna ilişkin mesaj aynı.

'House of Cards’ 1990’da BBC’de yayınlandığı zaman İngiltere’deydim ve diziyi yerinde, sıcağı sıcağına izleme fırsatı bulmuştum. Bu dört bölümlük İngiliz dramasından geriye kalmış, hâlâ gözümün önünden gitmeyen iki görüntü vardır.

Birincisi, dizi boyunca sahne geçişlerinde aralara serpiştirilmiş fareler... Bununla dizi, ortada dönüp duran her şeyin özü hakkında metaforik bir bildirimde bulunmaktaydı: Komplo, şantaj, hıyanet, iki yüzlülük, yüze gülüp arkadan kuyu kazma, sırttan bıçaklama, tuzağa düşürüp atlatma, alt etme ve benzeri her şey...

İkincisi de son bölümün son kısmından bir sahne: Makyavelist bir hırsla siyaset arenasında tüm rakiplerini ‘yiyen’ ve en tepeye, başbakanlığa giden Muhafazakâr Parti milletvekili Francis Urquart’ın (Ian Richardson) bu yolda kendisiyle hem işbirliği yapmış, hem de ‘elektra kompleksi’nden de beslenen bir yasak ilişkiye girmiş, dolayısıyla tüm kirli işlerini bilen genç gazeteci Mattie Storin’i (Susannah Harker) parlamento binasının çatısından attığı o korkunç sahne. Daha doğrusu o sahnede Richardson’un ürpertici ölçüde inandırıcı performansı.

Dizi, bu sahnelerden de tahmin edilebileceği gibi, iktidar tutkusunun her şeyin üzerinde olup sınır, insaf ve vicdan tanımazlığını oldukça ‘hardcore’ bir içerik ve gerilimli bir akışla temalaştırmaktaydı. Aradan 20 küsur yıl geçtikten sonra o, daha uzun soluklu, daha tempolu ve biraz da ‘hafif meşrep’ bir Amerikan uyarlamasıyla tekrar karşımızda.

İlk bölümü Türkiye’de de Dizimax Drama’da önceki gün ekrana gelen dizi, İngiliz orijinalinin belirgin şekilde edebi ve teatral havasından ister istemez uzak. Çünkü ‘zamane seyircisi’nin öylesi bir içerik ve akışı kaldırabilecek takati yok. Ayrıca, hırslı, kurnaz ve acımasız politikacı Francis rolünü devralan Kevin Spacey’nin de Richardson’un kan donduran, ‘jilet’ gibi performansıyla pek ilgisi yok. ‘Yeni Francis’ daha yumuşak ve Spacey ne yaparsa yapsın yine de oldukça ‘sevimli’. Ve yine önceki karakterizasyonla karşılaştırıldığında daha insancıl; gündelik hayat içerisinde insani ilişkilere açık, ‘terbiyelenmiş’ bir Francis’le karşı karşıyayız.

Keza, genç gazeteci kadın rolünü (‘Zoe Barnes’ adıyla) üstlenmiş Kate Mara da orijinal dizide Harker’ın sergilediği performansa uzak, hatta ona aykırı bir karakter çıkarmış gibi. Tabii aradaki zaman-mekân ve ‘insan’ farkını da tekrar hatırlamak gerek burada: Londra yerine Washington’dayız. Görece durgun, mesafeli ve kontrollü İngiliz mizacının yerinde canlı, içli-dışlı ve dobra bir Amerikan mizacı var. Bunlar da hem üslûp hem akış olarak farklı bir uyarlamayla bizi karşı karşıya bırakıyor.

Ama değişmeyen bir ana fikir var: İnsan, iktidara tâbidir. İnsan ilişkilerini yürüten, yöneten, yönlendiren dinamik, iktidar arzusu ve arayışından başka bir şey değildir. Bu mesaj aynı. Nasihat de galiba şu: İyi olmayı değil, iktidar olmayı hedefleyin! Çünkü, üstad Machiavelli’nin dediği üzere, “Her zaman iyi olmaya çalışan biri, iyi olmayan çok sayıda insan arasında bir yıkıntı olmaya mahkûmdur”.
İnsan dünyasında geçmişten bugüne her daim alıcısı olmuş bu anlayışın Amerikan sürümü bir güncel kurgusu ‘House of Cards’. Meraklısına!..