TAYFUN ATAY
'House of Cards'ın
Amerikan uyarlaması, orijinaldeki edebi-teatral ağırlıktan uzak, ama iktidar
arayışının insanın temel motivasyonu olduğuna ilişkin mesaj aynı.
'House of Cards’
1990’da BBC’de yayınlandığı zaman İngiltere’deydim ve diziyi yerinde, sıcağı
sıcağına izleme fırsatı bulmuştum. Bu dört bölümlük İngiliz dramasından geriye
kalmış, hâlâ gözümün önünden gitmeyen iki görüntü vardır.
Birincisi, dizi
boyunca sahne geçişlerinde aralara serpiştirilmiş fareler... Bununla dizi,
ortada dönüp duran her şeyin özü hakkında metaforik bir bildirimde
bulunmaktaydı: Komplo, şantaj, hıyanet, iki yüzlülük, yüze gülüp arkadan kuyu
kazma, sırttan bıçaklama, tuzağa düşürüp atlatma, alt etme ve benzeri her
şey...
İkincisi de son
bölümün son kısmından bir sahne: Makyavelist bir hırsla siyaset arenasında tüm
rakiplerini ‘yiyen’ ve en tepeye, başbakanlığa giden Muhafazakâr Parti
milletvekili Francis Urquart’ın (Ian Richardson) bu yolda kendisiyle hem
işbirliği yapmış, hem de ‘elektra kompleksi’nden de beslenen bir yasak ilişkiye
girmiş, dolayısıyla tüm kirli işlerini bilen genç gazeteci Mattie Storin’i
(Susannah Harker) parlamento binasının çatısından attığı o korkunç sahne. Daha
doğrusu o sahnede Richardson’un ürpertici ölçüde inandırıcı performansı.
Dizi, bu
sahnelerden de tahmin edilebileceği gibi, iktidar tutkusunun her şeyin üzerinde
olup sınır, insaf ve vicdan tanımazlığını oldukça ‘hardcore’ bir içerik ve
gerilimli bir akışla temalaştırmaktaydı. Aradan 20 küsur yıl geçtikten sonra o,
daha uzun soluklu, daha tempolu ve biraz da ‘hafif meşrep’ bir Amerikan
uyarlamasıyla tekrar karşımızda.
İlk bölümü
Türkiye’de de Dizimax Drama’da önceki gün ekrana gelen dizi, İngiliz
orijinalinin belirgin şekilde edebi ve teatral havasından ister istemez uzak.
Çünkü ‘zamane seyircisi’nin öylesi bir içerik ve akışı kaldırabilecek takati
yok. Ayrıca, hırslı, kurnaz ve acımasız politikacı Francis rolünü devralan
Kevin Spacey’nin de Richardson’un kan donduran, ‘jilet’ gibi performansıyla pek
ilgisi yok. ‘Yeni Francis’ daha yumuşak ve Spacey ne yaparsa yapsın yine de
oldukça ‘sevimli’. Ve yine önceki karakterizasyonla karşılaştırıldığında daha
insancıl; gündelik hayat içerisinde insani ilişkilere açık, ‘terbiyelenmiş’ bir
Francis’le karşı karşıyayız.
Keza, genç
gazeteci kadın rolünü (‘Zoe Barnes’ adıyla) üstlenmiş Kate Mara da orijinal
dizide Harker’ın sergilediği performansa uzak, hatta ona aykırı bir karakter
çıkarmış gibi. Tabii aradaki zaman-mekân ve ‘insan’ farkını da tekrar
hatırlamak gerek burada: Londra yerine Washington’dayız. Görece durgun,
mesafeli ve kontrollü İngiliz mizacının yerinde canlı, içli-dışlı ve dobra bir
Amerikan mizacı var. Bunlar da hem üslûp hem akış olarak farklı bir uyarlamayla
bizi karşı karşıya bırakıyor.
Ama değişmeyen bir
ana fikir var: İnsan, iktidara tâbidir. İnsan ilişkilerini yürüten, yöneten,
yönlendiren dinamik, iktidar arzusu ve arayışından başka bir şey değildir. Bu
mesaj aynı. Nasihat de galiba şu: İyi olmayı değil, iktidar olmayı hedefleyin!
Çünkü, üstad Machiavelli’nin dediği üzere, “Her zaman iyi olmaya çalışan biri,
iyi olmayan çok sayıda insan arasında bir yıkıntı olmaya mahkûmdur”.
İnsan dünyasında
geçmişten bugüne her daim alıcısı olmuş bu anlayışın Amerikan sürümü bir güncel
kurgusu ‘House of Cards’. Meraklısına!..