AHMET ALTAN
Bu kadar çok “gizli
örgütün” nereden çıktığını merak ediyor insanlar.
Bana sorarsanız,
bu çeteler “tarihten” çıkıyor.
Kökleri ta
Osmanlı’da. Bu kadar karanlıkta bırakılan bir tarihten ne çıkmasını
bekliyorsunuz? Osmanlı’nın son zamanındaki çeteler bugün de var. Sadece,
bahçeleri zakkum, leylak, yasemin, hanımeli kokan o köşkler yıkıldı.
Yıkılan da
galiba bir tek onlar oldu.
Yakın tarihin,
ardındakileri karaltılar halinde gösteren kalın tüllerini kaldırıp öbür yanına
geçtiğimizde, ıhlamur, akasya, çam, manolya ağaçlarının gölgelediği, zakkum,
yasemin, hanımeli, ağaçkavunu, gül kokan geniş bahçelerin içindeki yayvan
merdivenli uçuk sarı, beyaz, fıstık yeşili büyük konaklarla, çamurlu dar
sokaklarda birbirine yaslanmış, yıkılacak gibi gözüken, kararmış ahşabının
boyası dökülmüş eski evler karşılar bizi.
Ne bulaşık suyu
ve yanmış yağ kokan, tahtaları yerlerinden fırlamış eski evler ne de o evlerde
yaşayan avurdu çökmüş fakir insanlar tarihimizin ilgisini çeker; bizim
tarihimiz tombul bir kedi gibi köşklerin geniş bahçelerinde, koca sakallı, iri
sesli paşaların meşverete daldığı selamlıklarında dolaşmayı sever.
O paşalar devleti
yönetirlerdi.
En büyük
özellikleri Padişah Abdülhamid’e olan sadakatleriydi.
Bu sadakat
karşılığında padişah onlara servetler bağışlardı.
O paşaların bir
kısmı kendilerine birer örgüt kurmuş ve İstanbul’u paylaşmıştı.
Yıldız
Sarayı’nın çevresindeki güvenliği sağlayan Beşiktaş Muhafızı Yedi Sekiz Hasan
Paşa bu bölgeyi denetlerdi.
Padişah’ın baş
jurnalcisi Fehim Paşa ise şehrin külhanbeylerinden kurduğu “çetesiyle”
Beyoğlu’nun haracını yerdi.
Onun adamlarına
suç işlemek neredeyse serbestti, hiçbir polis onlara hesap soramazdı.
Fehim Paşa’nın
gençliğinde bir gün Kurtuluş’ta sarhoş bir şekilde sokaklarda koşarken
karşısına çıkan hiç tanımadığı yedi kişiyi elindeki palayla parçaladığı
dedikoduları dolaşırdı ama bunu yüksek sesle söylemeye cesareti yetecek hiç
kimse bulunmazdı şehirde.
Fehim Paşa
çetesinin tek rakibi, Tahir Paşa’nın Arnavut Tüfekçileri’ydi ve bu iki grubun
adamları sık sık Pera’nın orta yerinde kapışırlardı.
Koltukaltlarındaki
“saldırmalar, beldeki kuşağa sokulmuş iri Nagant tabancalar çekilir, iki
çetenin adamları geride ölülerini ve yaralılarını bırakıp gidene kadar polisler
saklanır, ortaya çıkmazdı.
Çatışma
bittikten sonra gelip yaralıları hastaneye götürürlerdi.
Kimse kimseden
şikayetçi olmaz, bir dahaki “müsademede” intikamlarını almak için
hazırlanırlardı.
Üsküdar ise
Bedirhan aşiretinin “prenslerinden” Kürt Ali Şamil Paşa’ya verilmişti.
Onun düşmanı da
İstanbul’un o zamanki belediye başkanı Rıdvan Paşa’ydı.
Rıdvan Paşa, Ali
Şamil Paşa’nın kardeşine ait köşkün önündeki yolu asfaltlamadığı için
aralarında başlayan düşmanlık sonunda Şişli’de iki grubun adamları çatışmış, bu
ilk çatışmada Şamil Paşa’nın yeğeni vurularak ölmüştü.
O da yeğeninin
intikamını almak için belediye başkanıyla oğlunu Göztepe tren istasyonunun
çıkışında, bugün Rıdvan Paşa’nın adını taşıyan sokağın başında Kürt
silahşorlara vurdurarak öldürtmüştü.
Belediye
başkanının öldürülmesine Abdülhamid bile kızmıştı.
Bu olayın
ertesinde Bedirhan aşiretinin İstanbul’daki bütün üyeleri, kadın erkek ayrımı
yapılmadan sürgüne gönderilmişti.
İstanbul’da
paşalar birbirleriyle savaşırken Balkanlar’da da bağımsızlık hareketleri
sürüyordu, Bulgar komitacılar “tedhiş” hareketlerine girişiyorlardı, karşılıklı
Türk ve Bulgar köyleri basılıyor, insanlar öldürülüyordu.
İttihat Terakki
Partisi de güçleniyordu.
Selanik’te ve
Manastır’da bu gizli örgütün elemanları çoğalıyordu.
Osmanlı
ordusunun subayları da “komitacılara” karşı komitacı usulleriyle
dövüşüyorlardı.
O dönemde Bulgar
komitacılara yardım ettiğinden şüphelenilen 1071 kişi “faili meçhul”
cinayetlerde öldürülmüştü.
Özellikle
İttihatçılar arasında “Türk milliyetçiliği” yükselişe geçmişti.
Türk ve Müslüman
olmayan herkes düşman olarak görülüyordu.
İttihatçılar,
hem bağımsızlık isteyenlerden hem de Abdülhamid’den nefret ediyorlardı.
Abdülhamid’i
tahttan devirmek, Bulgarları da silahla susturmak istiyorlardı.
Sonunda üç “yüzbaşı”,
Enver Bey, Niyazi Bey ve Eyüp Sabri Bey birliklerini alıp dağa çıktılar.
Bu, “yüzbaşıların”
İstanbul’daki paşalara savaş açması anlamına geliyordu.
Abdülhamid,
İttihatçı ayaklanmayı bastırmak için sertliğiyle ünlü Şemsi Paşa’yı gönderdi.
Ve, genç bir
teğmen olan Atıf Bey, göreve başladığının ertesi günü Manastır’daki karargah binasının
önünde bir el ateş ederek Şemsi Paşa’yı vurdu.
Abdülhamid
panikledi.
Ve, İkinci
Meşrutiyet ilan edildi. Bu, bizim tarihimizin belki de en özgür dönemiydi.
İktidarın tam
olarak kimde olduğu belli değildi, padişah çok güçsüzdü, paşalar korkup sinmişti,
İttihatçılar iktidara tam sahip çıkamamıştı.
O günlerde
ardarda partiler kuruluyordu, dergiler çıkıyordu, insanlar fikirlerini açıkça
söylüyorlardı.
Daha sonra,
kimin tarafından kışkırtıldığı hálá tam olarak bilinemeyen o “esrarengiz” 31
Mart olayı yaşandı.
İki üç bin
asker, başlarında çavuşlarıyla “şeriat isteriz” diye sokaklara döküldü.
İstanbul’daki
Birinci Ordu, olaylara müdahale etmedi.
Ordunun,
başlarında subayları olmayan bu iki üç bin askere niye müdahale etmediği, çok
rahatlıkla bastırabileceği bir kalkışmayı neden hemen önlemediği de ayrı bir
sır olarak kaldı.
Ayaklanan
askerlerin cebinden çıkan altınları onlara kimin verdiği de bir türlü anlaşılamadı.
Ayaklanmayı el
altından Abdülhamid’in kışkırttığı söylendi ama bu da hiçbir zaman
kanıtlanamadı.
Sonunda, Mahmud
Şevket Paşa komutasındaki Hareket Ordusu Selanik’ten geldi ve Birinci Ordu’nun
nedense bastıramadığı ayaklanmayı üç günde bastırdı, askerleri yazıları ve
konuşmalarıyla kışkırttığı söylenen Derviş Vahdeti gibi “yobazlar” asıldı.
Abdülhamid
devrildi.
Mahmud Şevket
Paşa’nın “güçlü adam” olduğu bir baskı dönemi başladı.
Bir kenara
itilen İttihatçılar huzursuzlandıkları sırada, bugün İstanbul Üniversitesi’nin
ana binası olan Beyazıt’taki Harbiye Nezareti’nin önünde Mahmud Şevket Paşa bir
suikasta uğrayarak öldürüldü.
Vuran saldırganı
yakaladılar, çok sayıda paşayı Divan-ı Harbe verdiler ama bu cinayet de tam
aydınlığa çıkmadı.
Sonra Balkan
Savaşı başladı.
Hemen hemen
bütün paşalar bu savaşı Osmanlı’nın kazanmasının mümkün olmadığını biliyordu
ama “şan kazanmak” isteyen Harbiye Nazırı ile ona uyan padişahı ikna etmek için
kimse uğraşmadı.
“Biz bu savaşı
kazanamayız” diyenin “vatan hainliğiyle” suçlanması işten bile değildi.
Sadece o
zamanlar İstanbul belediye başkanı olan Cemil Topuzlu, bu savaşa girilmemesi
için açıkça fikrini belirtti, kayınpederi olan şeyhülislamla padişahı
etkilemeye çalıştı ama başaramadı.
Balkan savaşında
arka arkaya yenilgiler gelmeye başladı.
Ve, İttihatçılar
yeryüzünün en tuhaf “hükümet darbesini” gerçekleştirdiler.
Enver Paşa’nın
liderliğinde beş altı kişi Babıali’yi basıp sadrazamı devirdi.
Baskın sırasında
Enver Paşa’nın fedailerinden Yakup Cemil Bey, Harbiye Nazırı Nazım Paşa’yı
vurup öldürdü.
Bu baskınla
İttihatçılar kesin olarak iktidara geldiler.
Aslında iktidarı
ele geçirenler Almanlar oldu.
Alman subaylar
Osmanlı ordusunun önemli yerlerine yerleştirildi.
Enver Paşa “başkomutan
vekili” yapıldı.
Ve, diğer
İttihatçı yöneticilere de güvenmediği için ordu içinde kendine bağlı olan
subaylardan gizli bir örgüt oluşturdu, başına da Harbiye Nezareti iaşe daire
başkanı Topal İsmail Hakkı Paşa’yı getirdi.
Bu “gizli”
örgütün başkanı olan paşa aynı zamanda “yolsuzluklarından” da en çok şikayet
edilen paşaydı.
“Gizlilik” ve “hırsızlık”
biraradaydı.
Almanlarla
anlaşan Enver Paşa’nın bir “oldu bittisiyle” Osmanlı Birinci Dünya Savaşı’na
girdi.
Enver Paşa,
hükümetteki arkadaşlarına savaşa girdiğimizi şu cümleyle duyurdu.
·
Beyler
bir çocuğunuz oldu.
Savaşta Osmanlı
halkı büyük felaketler yaşadı.
Çok acı
yenilgiler aldık.
Sarıkamış’ta
Enver Paşa’nın yeteneksizliği yüzünden onbinlerce genç asker donarak öldü ve
yıllarca bu askeri fiyaskonun konuşulması yasaklandı.
Bugün hálá
tartışamadığımız ve ölenlerin sayısını bile tam bilemeyip “üç yüz binle bir
buçuk milyon” arasında bir sayı seçmeye çalıştığımız “Ermeni tehciri” yaşandı.
Doğu’da Ruslarla
işbirliği yapan Ermeni çeteleriyle hiçbir ilgisi olmayan günahsız bebekler,
kadınlar, ihtiyarlar o tehcir sırasında öldürüldü.
İttihatçılara
bağlı istihbarat örgütü “Teşkilat-ı Mahsusa”nın Ermeni ölümleriyle ilişkisi
asla gündeme getirilmedi.
Öldürülen
Ermenilerin mallarına hangi İttihatçıların el koyduğu, kimlerin nasıl aniden
zenginleştiği hiçbir zaman araştırılmadı.
Bu olay, yakın
tarihimizin ciğerine, hálá çıkartamadığımız kanlı bir kıymık gibi girdi.
Bu olayın
sorumlularını yargılamak için bir Divan-ı Harp kuruldu ama asıl sorumlular
ortaya çıkmadı.
Daha sonra Cihan
Savaşı’nı kaybettik.
Anadolu’nun
önemli bir bölümü işgal edildi.
Mustafa Kemal
Paşa’nın önderliğinde Kurtuluş Savaşı başladı.
Bu savaşın
başlangıcında çok yararlıkları görülen ama daha sonra yurt dışına kaçmak
zorunda kalan Çerkez Ethem meselesinin ayrıntılarını da; o sırada tek düzenli
kuvvet olan doğudaki Üçüncü Ordu’nun komutanı Kazım Karabekir’le Kurtuluş Savaşı’nın
diğer önemli paşalarının büyük çoğunluğunun daha sonra neden sahne dışına
itildiğini de pek merak etmedik.
Birinci Meclis
kuruldu.
İkinci
Meşrutiyet’ten sonra en özgür dönem olan o günlerde Meclis’te Mustafa Kemal’in
muhalifleri de vardı.
Mustafa Kemal’in
muhaliflerinden Ali Şükrü Bey bir “faili meçhul” cinayetle öldürüldü.
Cinayeti Topal
Osman’ın işlediği söylentisi yayıldı.
Başının belaya
gireceğini anlayan Topal Osman çetesiyle birlikte Çankaya’yı bastı.
Geçen hafta,
Hürriyet’te bazı bölümleri yayınlanan Latife Hanım’ın kızkardeşinin anılarından
öğrendiğimiz kadarıyla Mustafa Kemal bir kadın çarşafı giyerek kaçtı.
Mustafa Kemal’e
bağlı askerler Topal Osman’la çetesini sıkıştırarak “imha” etti.
Ali Şükrü Bey’i
kimin öldürttüğü ise o zamandan bu yana aydınlatılmadı.
Daha sonra
Doğu’da Şeyh Sait isyanı patladı.
İsyan doğuda
patladı ama “Takrir-i Sükun” yasası İstanbul’daki gazetelere yasaklar getirdi.
1950 yılına
kadar “tek parti” ve “tek şef” anlayışıyla yönetildik.
On yıl sonra bir
askeri darbe oldu.
Ondan on yıl
sonra bir tane daha.
Ondan on yıl
sonra bir tane daha.
Son askeri
darbenin getirdiği baskılar sürerken, Kürtlerin Kürtçe konuşması, çocuklarına
Kürtçe isimler vermesi, Kürtçe şarkılar söylemesi yasaklanırken son Kürt ayaklanması
başladı.
Ordu birlikleri
dağlarda Kürt militanlarıyla savaşırken, şehirlerde binlerce insan “Kürt
örgütüne” yardım ettiği kuşkusuyla “faili meçhul” cinayetlerin hedefi oldu.
Devletin içinde,
daha sonra “Susurluk çetesi” adını alan gizli örgütler kuruldu.
Bu örgütlere hiç
kimse karışamadı. Uyuşturucu kaçakçılığı yaptılar, haraç topladılar, cinayetler
işlediler...
Kendi aralarında
çatıştılar. Birbirlerini de öldürdüler.
Ve, bugüne
geldik.
Şimdi gene
aralarında “devlet görevlilerinin” bulunduğu birçok çete çıkıyor ortaya.
Bu kadar çok “gizli
örgütün” nereden çıktığını merak ediyor insanlar.
Bana sorarsanız,
bu çeteler “tarihten” çıkıyor.
Kökleri ta
Osmanlı’da.
Bu kadar karanlıkta
bırakılan bir tarihten ne çıkmasını bekliyorsunuz?
Osmanlı’nın son
zamanındaki çeteler bugün de var.
Sadece,
bahçeleri zakkum, leylak, yasemin, hanımeli kokan o köşkler yıkıldı.
Yıkılan
da galiba bir tek onlar oldu.
AHMET ALTAN
tarafından yazılan bu makale, 11 Haziran 2006’da yayınlanan Hürriyet
Gazetesindeki köşe yazısıdır.
