Sunday, June 30, 2013

Halk isyan ettiğinde hekimler de isyancı olur

  • Cem Terzi
  • Başbakan TTB’yi baş provokatör ilan etti. Sağlık Bakanı, direnişçilere sağlık hizmeti veren hekimleri, sağlık çalışanlarını hatta Tabip Odaları’nı soruşturmayla tehdit etti.
    Ortak argümanları; Sağlığa niye siyaset karıştırıyorlar!
    Peki siyasetten bağımsız sağlık ve sağlıkçılık olur mu? Bu soruya yanıt arayalım.
    Sağlıkçılar bu suçlamalar karşısında  haklı olarak Hipokrat yeminini referans alıyor: “… Irk, milliyet,  dil, din, cinsiyet, siyasi görüş farklılıklarının görevimle vicdanım arasına girmesine izin vermeyeceğime…”
    Ben ilk “ahh” diyen insanı referans alacağım.
    Zira ilk hekim, ilk “ahh” diyen insanın yardımına koşan kişidir.
    Biz, ontolojik olarak acı çekenin yardımına koşan bir mesleğiz. Halk acı çekiyorsa tabii ki halkın yardımına koşacağız. Halk acılarından isyan ediyorsa tabi ki isyancı olacağız. Bu meslek bize yalnızca yaralı isyancıları tedavi etme görevini değil acı çeken halkın yanında isyancı olma görevini de yükler.
    “…Hastalıkların büyük çoğunluğu sosyoekonomik nedenlerden oluşur. Kapitalist ideoloji ekonomik ve politik çevreden sorumluluğu almak için hastalığı ve tedaviyi bireye hapseder. Böylelikle bireylerin ekonomik ve politik çevrelerine isyan etmeleri baskı altına alınır. Tıbbın ideolojisi toplumsal bir yanıt gerektiren toplumsal arızaları bireyselleştirmektir…” (T. McKeown ). Tıbba yıllardır devlet müdahalesi ile kapitalizmin bireyci ve liberal ideolojileri yerleştirilmeye çalışılmaktadır: Sağlığın bireysel sorumluluk olarak algılatılması, paran kadar sağlık hizmeti verilmesi vb. gibi söylemler bu ideolojinin ürünüdür. Toplumsal faktörler hastalıkların etyolojisinden soyutlanmaya çalışılmaktadır.
    Tıbbın siyasetle ne işi var diyenlere verilecek en güzel yanıt: Kapitalizm/Neoliberalizm  öldüyor olmalıdır: Soğuk Savaşın bitmesinden bu zamana kadar geçen 20 yıllık barış (!) döneminde, 20. yüzyıl boyunca savaşlarda, iç savaşlarda ve hükümetlerin baskılarından dolayı can verenlerden daha fazla insan -360 milyon- AÇLIKTAN VE TEDAVİ EDİLEBİLECEK HASTALIKLARDAN öldü.
    Yoksulluk değişmeden devam ediyor…
    Resmi raporların istatistiklerine durumu doğrulamaktadır:
    * 963 milyon insan kronik olarak beslenme yetersizliği içinde, 884 milyon insan temiz suya ulaşamıyor,
    * 2.5 milyar insan temel çevre hijyeninden yoksun,
    * 2 milyar insan temel ilaçlara ulaşamıyor,
    * 924 milyon insanın yeterli barınma imkanı yok
    * 1.6 milyar insan elektriğe sahip değil, 774 milyon yetişkin okuma yazma bilmiyor,
    * 218 milyon çocuk işçi olarak çalışıyor.
    Aşağı yukarı ölümlerin üçte biri, yılda 18 milyon, yoksullukla ilişkili nedenlerden kaynaklanmaktadır ve  bu ölümler daha iyi beslenme, temiz içme suyu, ucuz rehidrasyon paketleri, aşılar, antibiyotikler ve diğer ilaçlar ile önlenebilir niteliktedir.
    Küresel yoksulların çoğunluğunu, siyahlar, kadınlar ve gençler oluşturmaktadır ve doğal olarak aşırı yoksulluğun yıkıcı etkilerine de en çok bu grup maruz kalmaktadır.
    Beş yaşından küçük çocuklar, yoksullukla ilişkili nedenlerden kaynaklanan ölümlerin yarısından fazlasını (yılda 9.2 milyon ölüm) oluşturmaktadırlar
    Yoksullar içinde kadınların oranının çok daha yüksek olduğu net biçimde saptanmıştır (Pogge, 2008).
    Mann “AIDS bir virüsten çok toplumla ilgilidir” (J M Mann 1995) derken de aynı şeyi söylüyordu.  Çok iyi biliyoruz ki yoksul ülkelerde, HIV/AIDS’in önlenmesi ve de tedavi edilmesi için gerekli adımlar, bu ülkelerin kalkınma ve sağlık ihtiyaçlarını gidermek için gereken adımlarla aynıdır. Afrika’nın HIV/AIDS mücadelesi, insanlara ücretsiz su, ücretsiz elektrik, ücretsiz anti-retroviral ilaçlar, ücretsiz temel eğitim sağl...anması, toprak reformu ve temel geçim desteği verilmesi gibi gerçek sorunları çözmeye yönelik olmadıkça kazanılamayacaktır. Gelişmiş ülkelerde, risk gruplarında HIV/AIDS’in önlenmesi ve tedavi edilmesi için gerekli adımlar, bu insanların insanca yaşama ve sağlık gereksinimlerini gidermek için gereken adımlarla aynıdır.
    Küreselleşmenin pandemisi AIDS’i yenmek için merhamet değil, eşitlik gerekmektedir.Bill Gates ve eşine ait bir vakfın 2-3 milyar ABD Doları’nı HIV/AIDS mücadelesine ayırdığı bilinmektedir. Pek çoklarınca büyük bir övgü ve hayranlıkla karşılanan bu yardımseverlik, aslında dünyanın en varsıl insanının rasyonalize edilemeyecek kadar büyük servetinin bir kısmını ‘hayırlı’ işler için kullanması şeklinde görülmemelidir. Bill Gates’in... kişisel servetini edinmesini ve sürdürmesini sağlayan küresel ekonomik sistem, HIV/AIDS mücadelesinde başarı kazanılamamasına yol açmaktadır. Hayırseverlik/yardımseverlik, yeryüzündeki akıl ve ahlak sınırlarını zorlayan büyüklükteki kişisel servetleri, kamuoyu vicdanında meşrulaştırmanın bir aracı olarak kullanılmaktadır. Dünya kamuoyuna bu ve benzeri kişisel girişimlerle sonuç alınamayacak kadar büyük bir sorunla karşı karşıya olunduğu gerçeği söylenmelidir.
    Dünya kamuoyu, yukarıda anlatılmaya çalışılan boyutta bir felakete karşı hayırsever/yardımsever temelli ve sivil toplum kuruluşları aracılığı ile bir mücadele yürütülemeyeceğini anlamak zorundadır.
    Bu tip yardımlar, kişiseldir, geçicidir, zayıf ve yoksulu bağımlı kılan ortamı besler, varsıl ve güçlünün keyfine bağlıdır. Her zaman en doğru şekilde kullanılmayabilir. Yardımsever örgütlenmeler eliyle yürütülen HIV/AIDS mücadelesi, ortak sosyal, ekonomik, politik kararlığın ve kamu çıkarının yerini alamaz. Sivil toplum kuruluşları, yardımsever örgütlenmeler, HIV/AIDS mücadelesinde ancak, tamamlayıcı rol oynayabilirler.
    Afrika’nın yeryüzünden silinmemesi ve diğer kıtalar gibi olabilmesi için yılda 3 milyar ABD Doları gerekmektedir. Bu miktarı kim/hangi hayır kurumu karşılayabilir?
    ABD’de kellik sorununu çözmek için yapılan yıllık harcama, Afrika’da bir yılda AIDS için harcanan paranın yarısı kadardır.
    ABD’de kozmetik ürünler için yılda 8 milyar ABD Doları harcanmaktadır. Bu rakam dünya nüfusunun tümünün temel eğitim görmesi için gereken yıllık harcamadan yaklaşık 2 milyar ABD Doları daha fazladır.
    Avrupa’da dondurma için yılda 11 milyar ABD Doları harcanmaktadır. Bu rakam bütün dünyanın temiz su ve kanalizasyon gereksinimini karşılamak için gereken yıllık harcamadan daha fazladır.
    ABD ve Avrupa’da kedi-köpek gibi ev hayvanlarının mama harcamaları yılda yaklaşık 17 milyar ABD Dolarıdır. Bu rakam, dünyada yaşayan herkesin temel sağlık ve beslenme gereksinimleri için gereken yıllık ek harcama tutarından yaklaşık 4 milyar dolar daha fazladır.
    Kapitalizm ürettiği yoksulluk, sömürü ve yol açtığı savaşlar ile sağlığın  baş düşmanıdır. Yoksul ve  varsıl ülkelerde temel sağlık sorunları sürmekte hatta  her geçen gün toplumsal ölçekte etkili yeni sağlık sorunları eklenmektedir. Ekonomik büyümenin bir ülkenin gelişmişliğine, gelişmiş olmanın da her  zaman insani gelişmişliğe karşı gelmediği açıkça görülmüştür. En varsıl ülke ABD’de 50 milyon insanın hiçbir sağlık güvencesi yoktur.
    Kapitalist ideoloji günümüzde modern kültürün merkezlerinden birini insan vücudu, sağlık, tıp ve sağlık hizmeti olarak yapılandırmıştır.
    Kapitalist toplumlarda sağlık ve tıp adeta yeni bir ahlak, seküler bir din; toplumsal kontrolün yeni bir türü haline gelmiş durumdadır...
    AKP Hükümeti’nin son zamanlardaki  kürtaj, sezaryen, doğum kontrol hapı, üç çocuk, alkol yasağı vs. atakları bir biyoiktidar kurma çabasıdır.  “…İnsan varoluşunun biyolojik boyutları üzerinden kurulan modern iktidarlardan biri de biyoiktidardır.  Biyoiktidarı egemenler anatomo-politik (vücut halinde insanı hedefleyen politik stratejiler)ve biyopolitik (tür halinde insana topluca yönelik politik stratejiler) olarak kurgularlar…”  (M.Foucault). Toplumda güç ve kaynakların dağılımında tp bir hegemonik alan olarak kullanılmak istenmektedir.
    19. yüzyılda kapitalizmin bilime yaptığı etkiden tıp da kendine düşeni almış ve tıp bilimi toplumsal yerine biyomedikal perspektife yönelmiştir. Günümüz tıbbına uzunca bir süredir biyomedikal perspektif hakimdir. Kapitalizmin hegomonik projesinin bir parçası olan toplumun kontrol altına alınması ile tıbbın biyomedikal perspektifinin egemen kılınması yakın ilişki içindedir. Tıbbın biyomedikal perspektifi, hastalıkları bireyin sorunu olarak ele alır ve çözümü/tedaviyi cerrahi ya da farmakoterapi (ilaçla tedavi) olarak kurgular. Biyomedikal paradigmada hastalıklar mekanik bir kaza/hasar gibi görülür ve olanaklı olduğu ölçüde moleküler düzeyde nedenleri açıklanmaya çalışılır. Hastalıkların toplumların sosyoekonomik durumları ile ilişkisi göz ardı edilir. Bilimsel verilerin oluşturulmasının ve değerlendirilmesinin bir toplumsal süreç olduğu göz ardı edilir.Hastalıklar bireylerin vücutlarında ortaya çıktığı için toplumun herhangi bir sorumluluğu olmadığı kabul edilir. Toplumsal faktörler hastalıkların etyolojisinden soyutlanmaya çalışılmaktadır.
    Durum bu kadar açık iken tıbbın siyasetle ne işi var diyenlere yanıtımız; İşimiz bu!
    Biliniz ki, hekimlik mesleği seçimi, yalnızca bir kariyer tercihi değildir. Bu mesleği seçerken ve uygularken hümanizm ve insana hizmet etme güdüleri başat rol oynar. Tıp mesleğinin bu özelliği, hastalar ve toplum için binlerce yıldır büyük olumluluklara yol açmıştır. Hekimlerin meslekleri ile edindikleri insana hizmet etme ve hümanizm gibi değerler, bir birey olarak kişisel çıkarları doğrultusunda hareket etmelerine karşı güçlü bir denge oluşturmaktadır. Hekimlerin toplumsal olarak şekillendirilmiş bir bilinçle karar verdikleri kabul edilmektedir. Hekimlerin toplumsal eğitimleri birine, birinin ailesine ya da toplumun kolektif yapısına zarar verecek bir tercih yaptıklarında derin bir suçluluk duymalarına neden olmaktadır. Hekimlik ontolojik olarak toplum çıkarına uygun davranmayı gerektirir. Bu nedenle, halk isyan ettiğinde hekimler de isyancı olur…
    evrensel.net

Wednesday, June 26, 2013

'Refah her zaman özgürlükçü siyaset getirmez'


Financial Times yazarlarından Stefan Wagstyl, Türkiye ve Brezilya'daki gösterileri gelişmekte olan ekonomilerde görülen protesto eylemlerinin ışığında değerlendiriyor.
'Artan refah her zaman daha özgürlükçü bir siyaset getirmiyor' başlığını taşıyan yazı, 'Dünyanın gelişmekte olan pazarları daha önce görülmemiş protestoların pençesinde' tespitiyle başlıyor ve şöyle devam ediyor;
"Bugün Brezilya, birkaç gün önce Türkiye'ydi. Ondan önce de Rusya, Endonezya, Hindistan ve Güney Afrika. Bu ülkelerin hepsi son bir yılda büyük gösterilere sahne oldu. Ondan önce de Arap Baharı vardı. Farklı siyasi, ekonomik ve sosyal koşullara sahip ülkeler arasında benzerlikler kurmak tehlikeli. Rusya lideri Vladimir Putin geçen yıl üçüncü kez seçilmiş olsa da, otoriter rejimi Brezilya, Türkiye, Hindistan ve hatta Endonezya'da görülen demokratik çoğulculuğa pek benzemiyor. Türkiye ve Ortadoğu'da anahtar önemde rol oynayan İslamcı güçler, başka yerlerde kayde değer değil. Güney Afrika apartheid rejiminin zehirli mirasının acısını çekiyor. Brezilya ve Rusya'da göstericilerin hedefi resmi düzeydeki yolsuzluk. Hindistan ve Endonezya'da ise sorun kesilen yakacak yardımlarıydı."

'Gösteriler gösterileri besliyor'

Financial Times yazarı, gelişmekte olan ülkelerdeki bu farklı sorunlara karşın, bu protesto dalgasının bir tesadüften fazlası olduğu görüşünde. Gösterilerin gösterileri beslediğini belirten Waghstyl, 1960'ların sonunda Avrupa'da görülen eylemler ve 1989-1991 yılları arasında Doğu Avrupa'da görülen komünizm karşıtı gösterilerin hızla sınırları aştığını hatırlatıyor.
'Yetkililer bilgiyi bastırmak için hızla hareket geçebiliyor. Körfez ülkeleri Arap Baharı sürecinde bunu yaptılar. Ama mobil iletişim ve internet eylemcilere avantaj sağladı' diyen yazar şöyle devam ediyor;
'Eylemler, ekonomik sıkıntı çekildiği bir dönemde yapılıyor. Gelişmekte olan ekonomiler kalkınmış dünyadan daha hızlı büyüyor ama onlar da, Arap ülkelerinde gençler arasındaki işsizlikten, Brezilya'daki yetersiz kamu hizmetleri ve Hindistan'da sübvansonların büyüttüğü bütçe açığına, mali zorluklarla yüz yüze.Suudi Arabistan'ın başını çektiği birkaç petrol zengini ülke protestoları büyük kamu harcamalarıyla bastırabilir ama diğer hükümetler taviz vermek zorunda'

'Büyüyen orta sınıfların talepleri'

Stefan Wagstyl gösterilerin bir nedeninin de, eylemlerin görüldüğü ülkelerde uzun süredir iktidarda bulunan hükümetlerin gençlere miadını doldurmuş gibi görünmesi olabileceğini belirtiyor ve Putin'in 2000, Erdoğan'ın 2002, Brezilya'da da İşçi Partisi'nin 2003'ten bu yana iktidarda bulunduğunu hatırlatıyor. Güney Afrika'da da Afrika Ulusal Kongresi'nin 1994'ten bu yana ülkeyi yönettiğini belirtiyor. Yazı şöyle sona eriyor;
"Güney Afrika, Brezilya, Türkiye ve Rusya'da kişi başına düşen yıllık gelir 12-18 bin Dolar düzeyinde. Bu düzey yükselen orta sınıfın daha fazlasını talep ettiği bir seviye. Temel ihtiyaçları büyük oranda giderilince, daha geniş bir çerçeveden bakmaya başlıyor, daha iyi kamu hizmeti, sosyal özgürlükler, siyasi katılım ve polis zulmüne son verilmesini istiyorlar. Tarih bu taleplerin ekonomik kalkınmanın normal, doğal sonuçları olduğunu gösteriyor. Ama hiç şüphesiz tarih geleceği belirlemiyor. Rusya ve Çin gibi hammadde zengini ülkeler siyasi özgürleşmeye direnmekte başarılı olabilirler, ki bazı Körfez ülkeleri bunu başanrdı. Sosyal, siyasi ve konomik özgürleşme yanlıları için hiçbir şey garanti değil. Ama zaman onların yanında'

Tuesday, June 25, 2013

Sırrı Süreyya Önder haklıdır...


Delil KARAKOÇAN
Ozgur Gundem
“Kürt önderliği gördü ama Gezi’yi Kürt çoğunluğu görmedi, algılayamadı. Gezi’yi ‘iktidara yakın’ bir algılayışla yorumladı. Böylece Türkiye tarihi açısından devrimsel bir adımı atlamış oldu” dersek yeridir.

“Klasik toplum- örgütlenme-direniş” biçimini aşan, bu özgün- kalkışmada, kendinden “motifler, tarzlar” bulamayınca uzaklaştı.

Daha da önemlisi Öcalan’ın, “Gezi”yi değişim sürecinin ana unsurlarından biri gören tutumu ile DTK’nın ikili ve ikircikli dar-otonom yaklaşımı arasındaki çelişik durum, Kürtleri hiç de hak etmediği eleştirilerle karşı karşıya getirdi. Türkiye’deki demokratik hamleye karşı soğuttu. İlgiyi aşağılara çekti.

***

Bunun daha başka nedenleri vardı.

İlki; Kürtler “müzakere sürecinin” pürdikkat erleriydi. Müthiş bir adaptasyon yaşıyordu ve bu durum bilinçaltını “eylem süreci bozar” gibi yanlış ve yanılgılı bir “akışına bırakmışlığa” itmişti...

İkincisi daha da karmaşıktı!

Savaş, Kürtlerin karşı karşıya kaldığı yıkım, acı ve yokluklar karşısında yaşanan kayıtsızlık, Kürtlerde Türk toplumunu “devletle özdeş gören” bir algıya dönüşmüştü.

Türk kardeşlerinin son 30 yıllık suskunluğu, halklar arasındaki duygusal, vicdani bağı koparamamıştı ancak zayıflatmıştı.

Bundandır ki “Kürtler son 30 yıldır meydanlardayken, siz neredeydiniz?” diye sorulmuştu...

“Taksim’de duran adamların hepsi Roboski’de susan adamlar” olarak algılanmıştı...

“Eğer Türkler Kürtlere yardım etselerdi bu olaylar 1995’te biterdi. Biz kendi dilimizi kullanamadığımızda da haykırsalardı; dağlarda köyler boşaltıldığında Kürtlere yardım edilseydi, Türkiye bugün daha büyük bir ülke olacaktı” diye sorgulanmıştı...

***

Duygusal gözle baktığımızda tepkileri “haklı” görebiliriz.

Bunun sayısız nedeni var!

Acılara tanıklık ettiği halde susmak, tepki vermemek, kardeşleşmemek yaşayana her zaman acı verir, öfke yaratır. “Kayıtsızlık”, toplumu devletle aynı kareye alır. Bununla da kalmaz, tersinden bir “kayıtsızlığa, ilgisizliğe” dönüşür. Kürtler de, Türk halk gerçeğinden, sorunlarından, acılarından “kaçar” olur. Acıyı, sıkıntıyı “müstahak” sayan bir onama, bir rahatlama gelişir.

Bu da toplumsal çelişkileri, karşıtlık ve ayrışmayı derinleştirir. Halkların birlik ve dayanışmasına sekte vurur.

Böylece Kürtler de bir başka açıdan ve bir başka tarihi kesitte iktidarla “benzeşir.”

***

Oysa hiçbir olay, hiçbir yaşanmışlık halkları iktidarla özdeşleştirmeyi doğrulamaz; haklı da kılmaz.

Toplumlar da tıpkı bireyler gibi farklı nedenlerle başka halkların, sınıfların, etnik yapıların, inanç gruplarının yaşadığı sorun ve yıkımlara “kayıtsız” kalabilir. Bu kayıtsızlık, o toplumun kendi içinde ürettiği bilinçli bir refleksi değil; sindirilmiş olmanın yarattığı bir durumdur.

Ayrıca direniş kanalları kapanmış, direnci kırılmış önderliksiz ve örgütsüz bir halktan büyük işler beklemek, Kürt kırımına tutum almalarını istemek de pek gerçekçi değildir.

Bu durumda Türk toplumunun değil, iktidarın sorgulanması gerekir.

Eleştiri halklara değil, iktidara yönelmelidir.

Türk toplumu; Kürt trajedisi, Kürt yıkımı karşısında son 30 yıldır bir tepkisizliği, suskunluğu yaşamış da olsa bugün; bundan sıyrılmanın, iktidar kuşatmışlığından kurtulmanın, kendi olmanın arayışı içindedir.

Bu arayış, Öcalan’ın da belirttiği gibi anlamlıdır.

Sırrı Süreyya Önder haklıdır:

“Türkiye yanıyor. Dünyanın en büyük isyanlarından biri... DTK tek cümle destek açıklaması yapmamıştır.”

Tartışmalarda belli değinmeler olduysa da “K. Kürdistan Birlik ve Çözüm Konferansı” sonuç bildirgesinde “Gezi direnişine” vurgu yapılmaması bir başka incitici eksikliktir.

Türkiye’deki yeni dinamikler yargılama yerine sahiplenmelidir.

Sinmiş bir halk yargılanabilir, ancak bu sinmişliği aşma arayışında olan bir halk, geçmişi ne olursa olsun yargılanmamalıdır.

Yargılanmamalıdır çünkü geliştirdiği değişim eylemi en büyük özeleştiridir.

Monday, June 24, 2013

Yıldızın parlamayan tarafı ve yerlilerin ahı

 
FEHİM TAŞTEKİN 
Nasıl oldu da ‘Brezilya Mucizesi’nden isyan çıktı? Yanı başımızda Gezi’de olanları anlamak yerine komplolara saranlardan 10 bin km ötedekini anlamalarını beklemek beyhude. En iyisi “Türkiye’yi karıştıran el ile Brezilya’yı karıştıran el aynı” deyip çamura yatmak! Sıfır beyin sarfiyatı!

Bir kere şu ‘Brezilya Mucizesi’ ifadesini özellikle ABD destekli eski cuntacıların ağızlarını şapırdatarak sivil idareye karşı kendi apoletlerini parlatmak için fazlasıyla kullandıklarını hatırlatalım. Sadece 1974’te Brezilya’yı geçen 150 yılın toplamından daha fazla dış borca sokmuş ve sonunda IMF’nin bataklığına saplanmış klasik ‘kalkınmacı’ geleneğe İşçi Partisi son 10 yılda ‘sosyal boyut’ ekledi. Bayrağı 2011’de Lula da Silva’dan devralan Dilma Rousseff’in “40 milyon yoksulu orta sınıfa taşıdık” derkenki övüntüsü elbette boş değil. Yoksul ailelerin çocuklarını okula göndermeleri ve aşı yaptırmalarını garantilemek için geliştirilen ‘Bolsa Familia’ bile başlı başına önemli bir yardım projesi. Nüfusun yüzde 26’sı bundan faydalandı.

Yeni sosyal sınıfın talepleri

Ekonomi 6. sıradan dünya ligine çıksa da, hatta yoksullukla mücadele programı Latinlere ilham olup Güney Afrika’da ders kitaplarına girse de ne yeni orta sınıfın talepleri karşılık buldu ne de favelalarda (gecekondu) yaşayan milyonların sorunları çözüldü.

İsyanın ateşini yakan toplu taşıma ücretlerine 20 sentlik zam geri alındığı halde olayların bitmemesi yeni orta sınıf dahil toplumsal kesimlerin daha fazla talepkâr olduğunu gösteriyor. Sosyal değişime paralel ‘sorgulama ve isyan etme’ iradesinin de geliştiği görülüyor. İsyan bir avuç üyeden oluşan Passe Livre’nin (Bedava Bilet Hareketi) öncülüğünde başlasa da sayıları geçen hafta 1 milyonu aşan eylemcilerin bileşenleri Gezi profilini anımsatıyor: Çoğu okumuş, partisiz, lidersiz gençler… Eğitim, sağlık ve ulaşım sisteminin pespayeliği, dev şirketlerin kamu imkânlarıyla şiştikçe şişmesi, yolsuzluk, kayırmacılık, eşitsizlik, parlamenterlerin kendi özlük hakları için yaptıkları kıyak düzenlemeler isyanı kartopu gibi büyüten nedenler… İşin Türkçesi insanlarAlman ve İngilizler kadar vergi verip 3. sınıf hizmet alıyor. Brezilya eğitim kalitesi açısından 40 ülke arasında sondan ikinci. Durum buyken 2014 Dünya Kupası ve 2016 Olimpiyatları için 13 milyar dolar harcanması bir taşma noktası oldu. Donanımlı spor tesislerine atfen “FIFA standardında hastane ve okul istiyoruz” sloganı hizmet sektöründeki tahammül edilemez sınırı anlatıyor.

Görülmeyen yerli

Hükümet sadece orta sınıf ve favelaların değil yerlilerin de ahını almış durumda. Topraklarını tarımın titanlarına ve baraj ya da hidroelektrik santrallarına kaptıran yerlilerin yıllardır yaptıkları eylemler ne yazık ki ses duvarını aşamadı. Ama titanlar Sao Paulo ve Rio de Janeiro’da futbol adına kendilerine büyük alanlar açınca yerlilerin başaramadığı işte o patlama toplumun diğer katmanlarına nasip oldu. İnsanlar spor bahanesiyle dev şirketlere rant sağlandığını düşünüyor. Guardian’a konuşan toplum temsilcisi Altair Antunes Cumarães, “Olimpiyatlar 27 gün sürecek. Bu spor değil emlak spekülasyonu. Bunun arkasında büyük yapı şirketleri var. 20 yıldır bizi buralardan sürmek istiyorlar çünkü üst tabaka için alan kalmadı” diyor. Independent’a göre iyileştirme programı çerçevesinde 10 yılda 200 favelaya 3 milyar dolar harcayan hükümet beri tarafta Dünya Kupası ve Olimpiyat inşaatlarına yol açmak için 30 bin kişiyi evlerinden çıkardı. Vatandaşlık hakları örgütü Witness’e göre oyunlar için toplam 170 bin kişi evini kaybetti ya da kaybedecek.

Değişime direnen kibir

Her ne kadar “Değişime devam” sloganıyla iktidara gelen eski devrimci Rousseff gösterilerden gurur duysa da İşçi Partisi iktidarı sızlanan halka yaşam standartlarındaki iyileşmelerden dolayı duymaları gereken minnet borcunu hatırlatıp muhalefetin iktidara gelmesi halinde kazanımların gerileyeceği uyarısında bulunuyor. Tıpkı Başbakan Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanı iken İstanbullulara içirdiği suları her daim hatırlatması gibi…

PUCRS’tan Rodrigo Nunes’in İşçi Partisi’nin durumunu ortaya koyan şu tespiti Türkiye ile paralel çağrışımlar yapıyor: “Onlarca yıldır İşçi Partisi yeni talepler ve sosyal gruplar için bir kanal vazifesi gördü. Şimdi halkın değişim talebi karşısında kibirli, kaba, ‘kanun ve düzenden’ yana bir çizgi benimsemektedir.”

Değişime öncülük edenler bir noktadan sonra ülkenin geleceğini kendi gelecekleriyle eşitleyince yeni değişim taleplerini tehdit olarak görmeye başlıyor. Son yıllarda pek çok uluslararası platformda adı birlikte anılan Brezilya ve Türkiye’nin ortak sorunu sanırım bu.

Sunday, June 23, 2013

Erdogan and the Protests: Turkey’s Stubborn Man on the Bosphorus



 Photo Gallery: The Erdogan Way
By Maximilian Popp in Istanbul
Photo Gallery: The Erdogan Way Photos
DPA

Turkish Prime Minister Recep Tayyip Erdogan was on the way to becoming the most successful leader of his country since Atatürk. But he has reacted to recent protests as a tone-deaf despot. It is a tragedy for him and his country.
Recep Tayyip Erdogan has often sought out influential opponents. First there was the secular elite that tried to thwart his bid to become mayor of Istanbul. Then there were the courts in Ankara, which tried to ban his conservative Muslim Justice and Development Party (AKP). Finally, there were the generals, who had been in control since Mustafa Kemal Atatürk founded the country, and whose power he broke.

ANZEIGE

After 10 years as prime minister of Turkey, Erdogan had so much power that, in the end, only one person could stop him: Erdogan himself.
Journalist Fiachra Gibbans aptly described Erdogan’s political career in the Guardian recently as a “Shakespearean tragedy.” The prime minister, who defied attempted coups and survived a court challenge, is now in trouble because of a few hundred trees in a city park. He is becoming the victim of his own hubris.
Looking back at the last few weeks of the Gezi Park revolt, there is one thing that is particularly disturbing: The way Erdogan has missed even the best opportunities to settle the conflict. And how he has outraged the protesters, who initially demonstrated merely to preserve Gezi Park on Taksim Square in Istanbul, through his implacability and the brutality of his police force.
A word of understanding or an appeasing gesture would likely have been enough to at least soften the uprising. Instead, Erdogan flew to Africa when the unrest began. Back in Turkey, he called the demonstrators “looters” and “terrorists,” and he allowed the police to deal with them harshly. Still, the protests did not end. On the contrary, they expanded throughout the country. Only after almost two weeks of rebellion did Erdogan meet in Ankara with representatives of the protest movement. But even as he was promising dialogue, he sent the police to go after the demonstrators once again.

An Iron Fist

Insiders say that there have been discussions within the AKP over how to deal with the protests. Representatives of the moderate wing, including Turkish President Abdullah Gül, advised Erdogan to deescalate the conflict, they say. Moderates, however, were apparently unable to prevail against government hardliners. Erdogan is seeking to resolve the conflict in the same way he has resolved disputes throughout his life: with an iron fist.
Erdogan grew up in the rough Istanbul waterfront district of Kasimpasa, as the son of a fisherman from Anatolia. In the old Turkey, men of his background could count themselves lucky to be shining shoes in front of the Grand Hotel de Londres. But Erdogan was ambitious. He studied business administration and became involved with the Islamist Refah Party of Necmettin Erbakan. He acted as an agitator for the aging party leader, and he eventually became mayor of Istanbul. When Erbakan lost support within the party, Erdogan staged a coup against the old man. Together with Abdullah Gül, he founded the AKP in 2001 and, a year later, unexpectedly won the general election.
Erdogan is one of the most fascinating politicians of his time. His rise to power is stupendous, and so are at least some of his political successes. He has built Turkey, a country of crises and coups, into a regional power. He has modernized the economy and helped it achieve previously unheard of growth. And he is on the verge of settling a conflict that has tormented Turkey for three decades: the struggle with the Kurds in the country’s southeast, which has cost the lives of tens of thousands. The leader of the Kurdish terrorist group PKK, Abdullah Öcalan, recently called upon his fighters to lay down their arms.
Erdogan appeared set to go down in history as the most successful Turkish prime minister since the country’s founder, Atatürk. But now he is in the process of squandering the successes of more than a decade in the space of just a few weeks.

‘Tremendous Damage’

There is even growing discontent among Erdogan’s supporters. The pro-government newspaper Zaman writes that Erdogan has done “tremendous damage” to the “national psyche.” It now seems out of the question that, after 11 years as prime minister, he will be able to have himself declared president next year as he had planned.
But Erdogan himself doesn’t seem willing to recognize his mistakes. In many respects, he has developed into precisely the type of autocratic ruler he had promised to replace upon taking office. He wants to control everything and relentlessly persecutes dissidents. Turkey has more journalists in prison than any other country in the world.
Last Sunday, Erdogan gathered hundreds of thousands of his supporters for a rally in Istanbul. His choice for the site for the rally was not accidental. He gave his speech on a field on the city’s outskirts where Mehmet the Conqueror launched his attack on Constantinople in the 15th century.

A Confused Despot

Erdogan called upon his supporters to fight the “terrorists” demonstrating against his government in Taksim Square. In countries like the United States, where political conflicts are also sometimes waged with great intensity, new presidents insist, after each election, that they represent “all Americans,” including those who did not vote for them.
Erdogan abandoned this notion long ago. Instead, he is rallying his supporters and dividing the country. On Sunday night, Erdogan supporters marched through Istanbul, hunting down regime critics.
It seems unclear whether Erdogan is truly aware of what he is saying and doing. He denounces the uprising against his government as a conspiracy by the foreign media and has the police arrest doctors who treat injured protesters. At times, Erdogan seems more like a confused despot than the democratically elected premier of one of the world’s largest economies.
Translated from the German by Christopher Sultan

Saturday, June 22, 2013

HALK AYAKTA PİYASALAR SALLANTIDA

  • Komplo mu realite mi?
  • HALK AYAKTA PİYASALAR SALLANTIDA
  • Bülent  Falakaoğlu
    Bülent Falakaoğlu
    Türkiye, Brezilya gibi yükselen ekonomilerin halkı ayakta! Piyasalar sallanıyor. Ne halkın ayaklanması tesadüf, ne de piyasaların sallanması.
    Her iki durumun çok anlaşılır, çok somut ekonomik ve sosyolojik gerekçeleri var.
    Halkın ayakta çünkü… Her iki ülke de küresel dünyada yükselirken işledikleri günahların toplumda yarattığı birikimin öfkesiyle karşı karşıya.
    Piyasalar sallanıyor çünkü… Kapitalizmin merkezinde çıkan kriz karşısında hayata geçirilen politikalarda makas değişiyor. Önceki politikaların sefasını sürenlerin bu süreçte cefa çekmeleri kuvvetle muhtemel!
    Hükümetin en has sözcülerinden Yeni Şafak gazetesine göre ise olaylar tesadüf olmadığı gibi emperyalist bir komplodan ibaret.
    Yeni Şafak gazetesinin Türkiye’nin ardından Brezilya ve Endonezya’da halkın sokağa dökülmesine ilişkin tespiti ise bambaşka: Yıldız ülkeleri karıştırıyorlar!
    Halk hareketlerinin arkasındaki eli gösterdikten sonra ‘uyanın artık’ çağrısı yapan Yeni Şafak sokakların ardından piyasalar sallanınca da… Atmış başlığı: Mesele başka hâlâ anlamadın mı?
    Anlamamız gereken de şuymuş: Krizdeki Batı ülkeleri çareyi gelişen ekonomilere kaçan sermayeyi geri getirmekte buldu. Medya desteğiyle isyan provasının yapıldığı Türkiye, Endonezya ve Brezilya’da ‘doları ve faizi yükselt, borsaları çökert’ formülü uygulamaya konuldu.   

    ALİ BABACAN’A SORUN ANLATSIN
    Gezi Parkı’na polis müdahalesinin ardından patlak veren olayların ardından piyasalar sallanınca benzeri bir çıkışa tanık olmuştuk: “İstikrarlı ekonomiye zarar verdiniz, mutlu musunuz?”
    Sokağa çıkan ‘çapulcular’ ekonomiyi kırmıyordu. Sadece kırılgan ekonominin çatlağını biraz daha büyütüyordu. Çünkü çok güçlü olduğu söylenen ekonominin çok kırılgan yanlarını vardı.
    Döviz açığı yüksek!
    Ekonomi ucuz dövize bağımlı.
    Her büyük yatırım (3. Köprü, yeni havaalanı vs.) yeni büyük borçla yapılıyor.
    Tüm bunların sonucun da Türkiye’ye kredi vermek için yarışan ülkeler görüyordu ki… Krediler hep rant alanına yatırılıyor. Üretimle ilgili büyük projeler ortada yok. Türkiye’nin kredi riski giderek artıyor.
    Bu durumu zaten Başbakan Yardımcı Ali Babacan da itiraf ediyordu: Gezi’nin etkisi var ama düşük!
    Gelelim yeni duruma. ABD Merkez Bankası (FED) tahvil alımını 2014’te sonlandıracağını açıkladı piyasalar sallandı.
    Bu artık yeni bir makasa girildiğinin göstergesi… Faizlerin yükseleceği bir hatta girildiğinin işareti!
    Kapitalizmin merkezinde kriz patlak verdiğinde şirketleri, piyasaları, küresel ekonomiyi, kapitalizmi kurtarabilmek için… 2008 yılından sonra sıfır faiz bol para dönemi başlatılmıştı. ‘Serbest piyasa’ kuralları unutulmuş devletler kurtarma operasyonu başlatmıştı. Bütün merkez bankaları piyasaya para akıtmıştı.
    Sonuç: Reel piyasa yani üretim alanı çok az kıpırdarken… Dünya ekonomisinin çarkları çok yavaş dönerken borsalar çok hızlı yükselmişti.
    ‘Bu bir balondur’ uyarılarına kulak asan yoktu.
    Zenginler daha zengin olmuştu. Piyasalara boca edilen trilyon dolarların çok az bir kısmı üretime, yatırıma giderken çoğu spekülatif vurguna gitti. Sıfır faizin kaymağını yedikçe yedi.
    Borsada da bazı malların fiyatlarında balonlar oluştu.
    Ekonomiye piyasanın pembe gözlükleriyle bakanlar hariç hemen herkes… Bunun böyle gitmeyeceğini biliyordu…
    Komplo değil realite. Yeni Şafak ve benzeri komplo üreticileri, nasıl bir realite ile karşı karşıya olduğumuzu Babacan’a sorup öğrenebilir.

    KAPİTALİST BİR İŞLEYİŞ!
    ABD Merkez Bankası tahvil alımını 2014 ortasında tamamen bitireceğini açıkladı. ABD’de faizler yükselecek. Elveda sıfır faiz dönemi!
    Bu durumda dünya piyasalarında dolaşan paranın bir kısmı ABD’ye gider.
    Bu durumda da… Dış kaynağa ihtiyacı olan Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin düşük faiz uygulamasını sürdürme imkânı kalmaz.
    Faiz oranları değişecek. Para değerleri değişecek. Borsa endeksi gerileyecek. Tüm bunlar faiz lobisi devreye girdiği için değil… Uygulamaya konan kapitalist ekonomi politikasının sonucu olarak yaşanacak.


    NEDEN EN ÇOK TÜRKİYE'Yİ VURDU?
    Önceki gün dünya piyasaları çalkalandı, gelişmekte olan ülkeler arasında en çok kaybı Türkiye yaşadı.
    Neden acaba?
    Basit bir kural: Krizin yansıması dış bağımlılık dereceleriyle ilişkilidir.
    Ne kadar çok bağımlıysanız o kadar çok etkilenirsiniz. Büyüme ivmesini dış kaynak girişlerine teslim edenler (cari açığı olanlar) para kaçışlarından büyük oranda etkilenirler. Dış kaynak girişlerinin beslediği bir büyüme süreci, kalıcı olamaz.
    Türkiye, Korkut Boratav hocanın tanımıyla, ucuz döviz ucuz emek üzerinden adeta Lâle devri yaşadı. Birinci Lâle Devri 2003-2007 yılları… Türkiye, ülkeye giriş yapan 184 milyar dolarlık türlü-çeşitli yabancı sermayenin yarattığı ortamın nemasını yedi. Dış kaynak girişleri, iç talebin, özellikle tüketimin canlanmasını tetikledi ve Birinci Lâle Devri boyunca yıllık ortalama yüzde 7.3’lük bir büyüme temposu gerçekleşti.
    2008-2009 yılları Birinci Lâle Devri’nin sonu oldu. Türkiye, uluslararası krizden en ağır etkilenen çevre ekonomilerinden biri oldu. Yüksek dış açık/dış borç tuzağının sonucu olarak.
    İkinci Lâle Devri’nin başlangıcı (2010 ile 2011’in ilk yarısı)...  Krize karşı ABD ve AB’de bankalara astronomik likidite pompalandı; merkez bankaları da sıfıra yakın faiz oranlarına geçtiler. Bu fonların büyük bölümü, üretimi canlandıracak kredilere değil, finansal varlıklara aktı. Metropol sermayesi çevre ekonomilerine döndü; giderek sıcak para hareketleri canlandı. Türkiye de bu dönüşümden yararlandı.
    Şimdi, Türkiye’nin daha da kırılgan bir ortamda girdiği İkinci Lâle Devri’nin de sonu geldi.


    EMEKÇİYE ÇIKACAK FATURA!
    Küresel piyasalardaki makas değişikliği Türkiye’yi çöküşe götürmeyecek. Ama bu etkilenmeyeceği anlamına gelmiyor.
    Döviz fiyatlarındaki artış dış borcu olan banka ve özel sektörü etkileyecek. Eskisine göre borç ve sıcak paranın maliyeti (daha çok faiz ödenecek) artacak.
    Hem şirketlerin etkilenmesinin hem de daha çok faiz ödenecek olmasının faturası emekçilerden çıkarılacak.
    Bakmayın siz! “Türkiye’nin milli gelirine göre dış borcu ve bütçe açığı düşük. Döviz rezervi yeterli” söylemlerine… Bunların hiç biri emekçileri kurtarmaz.
    Tasarruf oranı oldukça düşük olan bu ülkede bu işin maliyetini emekçiler ödeyecek.
    Günlerdir sokağa dökülenlerin taleplerine sahip çıkmayan… Patronlarla bir olup gazetelere, ekonominin gücünden bahseden ilanlar veren sendika konfederasyonları bu gelişmeler karşısında da sessiz kalmaya devam mı edecek?
    Birileri mezardan geçerken ıslık çalacak! Hükümetin sözcüleri hedef saptıracak. Sendikalar da bunların imdadına mı koşacak?


    EKONOMİK UYGULAMALAR FARKLI SONUÇ AYNI
    Brezilya ekonomisinin dış bağımlılığı Türkiye ekonomisinden çok daha az. Brezilya, 2000’li yıllardan bu yana hep cari işlem fazlası veriyor.
    Zira IMF’ye borcunu 2000’lerin başında ödemiş… IMF’nin istikrar ve kemer sıkma politikalarının dışında bir politikaya yönelmiş… Dış borç ve dış açık sorunu olmayan… Sıcak paraya yüzde 2’lik vergi koymuş bir ülke. Türkiye’de ise dış borç AKP iktidarı boyunca 3 kat artmış. IMF’ye borç ortadan kalksa da devletin ve özel sektörün dış borcu katlandıkça katlanmış bir ülke.
    AB ile Gümrük Birliği, Türkiye’nin gümrük tarifeleri üzerindeki özerkliğini büyük ölçüde tasfiye ederken… Brezilya bambaşka bir rota izlemiştir. ABD ile ne ikili ne de çok taraflı bir serbest ticaret veya gümrük birliği anlaşması yapmamıştır.
    İki ülkenin ekonomik uygulamaları aynı sonucu doğurdu: Gelirin dağılımı adaletsizliğinde müthiş artış.
    Gelir eşitsizliği liginin tepesindeki ülkeler: Meksika, G.Afrika, Türkiye ve Brezilya.


    İÇ DİNAMİKLERİN SONUCU
    Brezilya’nın Lula ile kurulan “sol iktidarı” Dilma ile sürüyor. Toplumsal gerilimler de aynı şekilde…
    Lula döneminde emek-sermaye ve topraksızlar-kapitalist çiftçiler çelişkilerinin üzerine gidilmedi. Hâlâ gidilmiyor.
    Kamu kaynaklarının önemli bir bölümü 15 milyon yoksul aileye nakit ödeme olarak kullanıldı.
    Bu yoksul sayısını bir nebze azaltsa da… Bir rahatlama sağlasa da…
    Bir yandan “malî disiplin; faiz-dışı bütçe fazlası hedefleri” bir yandan da hızla yükseltilen sosyal harcamalar… Buna bir de özel sektöre dönük kamu teşvikleri de eklenince…
    İş sıkıştı.
    Kaynaklar, kamu yatırımları kısılarak, yüksek oranda vergi alınarak sağlanıyor. Bu durum geniş halk yığınlarını boğuyor.
    Brezilya’da yatırımlar bir hayli zayıf. Bu durumu aşmak için sermaye çevreleri, Dilma hükümetine, sosyal harcamaları aşağı çekmesi, kamu yatırımlarını artırması baskısı yapıyor.
    Zaten boğulan emekçilerin buna tahammülü yok!
    Sonuç: Türkiye’deki halk isyanı da Brezilya’daki de çok haklı iç dinamiklere
    dayanıyor.

Friday, June 21, 2013

Lorraine


Hayata pırıl pırıl gülümseyen bi genç kız.

Üniversite öğrencisi. Gezi Parkı’na uğramıştı. Fotoğraflar çekti. Dolaştı, çıktı, Taksim’den Gümüşsuyu’na iniyordu, ki, gaz bombası atıldı. Telaşla kaçmaya çalıştı. Polisler kovalıyordu. Kulak tozuna vurdular. Sersemledi. Kaldırıma oturdu. Kafasına bir darbe daha... Yere düştü. Tekmelediler.
İttirildi kaktırıldı, gözaltına alınmıştı.
Doooğru Emniyet Müdürlüğü’ne.

*

Sordular, adın ne?
“Lorraine” dedi.
Fransız’dı.

*

Aha, casus yakaladık...

*

(James Bond filmlerinde, Görevimiz Tehlike’de filan görmüşünüzdür muhtemelen, bu yabancı casuslar hep böyledirler, gelirler, toplumsal olayların içinde polise yakalanırlar!)

*

Neyse... İfadesini almak istediler, çocuk Türkçe bilmiyor, bunlar Fransızca bilmiyor. Allah’tan, İstanbul Barosu var. Adli yardım bürosundan gönüllü avukat yetişti imdadına... Yine Baro’dan, tercüman getirildi. Susma hakkını kullandı. Haseki Hastanesi’ne götürüldü. Üç erkek doktor tarafından kontrol edildi. Sol bacağında üç santimlik açılma olmuştu, tekmeden... Bacak mosmordu. Kafasında şişlik, berelenme vardı. Rapora bunlar yazıldı. Aslında, asıl sorun kalçasındaydı. Hem çürük içindeydi, hem de darbeden yara açılmıştı. Hayatında ilk defa gözaltına alınmış, dövülmüş, şokta, tanımadığı adamlar etrafında, nerdeyim ben paniği... Bi de üstüne, ne alakaları varsa, odada iki tane erkek hastabakıcı var, adeta sinema seyreder gibi seyrediyorlar...
Kalçasını göstermeye çekindi.
Orası rapora yazılmadı.

*

Adliyeye götürüldü. Savcıya anlattı. Nantes Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencisiydi, Erasmus değişim programıyla bir dönem için Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne gelmişti. Okulda dergi çıkarıyorlardı, gazetecilik dersine giren hocası “gidin, görün, haber olarak yazın” demişti. O da, diğer sınıf arkadaşları gibi, gözlemlemek üzere Gezi Parkı’na gitmişti.
Hepsi buydu.

*

Daha savcılık tutanaklarına bile girmeden... Şerefli Türk basını, adını soyadını bile yazarak, çoktaaaan casus ilan etmişti. “Gezi olaylarında dış mihrakların parmağı olduğu belgelendi, diplomatik pasaport sahibi Fransız ajan kıskıvrak yakalandı, uluslararası organizasyon deşifre edildi, korkunç plan bozuldu, hedef kaos yaratmaktı, Lorraine K. adındaki Fransız, güvenlik şubeye götürüldü” diye yazdılar.

*

(Nasıl anlatabiliriz ki benim canım Lorraineciğime... TSK’nın yarısını “casus” diye damgaladı bunlar... Sen haline şükret, sadece casus dediler sana... “Fuhuşçu casus” da diyebilirlerdi. Alman’a ait diye, piyano tutuklandı abicim, piyano!)

*

Neticede, savcı durumu anladı, serbest bıraktı ama... Yok öyle hemen bırakmak falan! Polis bırakmadı. Kolundan tuttular, doooğru Kumkapı’ya, yabancılar şubesi’ne götürdüler, kadınlar koğuşuna tıktılar. Memlekete kaçak giren Burkina Fasolular orada, denizden botla kaçarken yakalanan Sri Lankalılar orada, kamyon kasasında enselenen Myanmarlılar orada, Kongolular, Kamerunlular, Afganlar, tam şenlik...
Peki niye buraya tıktılar kızı?
Mevzuat böyle... Savcı bıraksa bile, suça karışmasan bile, takipsizlik verilse bile, bakalım Milli İstihbarat Teşkilatı ne diyecek? “Ankara’dan cevap gelince bırakacağız” dediler. Lorraine başladı beklemeye.

*

Galatasaray Üniversitesi haberdar oldu. İstanbul Barosu adli yardım bürosunda gönüllü avukat olan, aynı zamanda Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde doktora yapan, Bedia Ayşegül Tansen devreye girdi. Hem kızcağızı bir saniye olsun yalnız bırakmadı, hem de resmi yazışmaları takip etti, hızlandırdı. Buna rağmen, salı günü gözaltına almışlardı, anca 5 gün sonra, cumartesi çıkarılabildi.

*

İşin ekstra hazin tarafı ne biliyor musunuz... Polisimiz tarafından sebepsiz yere dövülen, içeri tıkılan, casus ilan edilen Lorraine, polis kızı... Babası, Fransız Emniyet Müdürlüğü’nde polis memuru!

Wednesday, June 19, 2013

Bi tarafta Twitter'daki sopalılar, bi tarafta #duranadam

Bir tarafta Erdem Gündüz'ün başlattığı #duranadam eylemi memlekete yayılırken Twitter'da da yeni 'güçler' ortaya çıktı.
Başbakan Erdoğan’ın Kazlıçeşme mitinginde çok güzel ifade ettiği gibi, Gezi direnişi Türkiye’deki insan tipleri için bir ‘turnusol’ görevi gördü. En demokrasiden, sivillikten yana olan genç tiplerin ‘kendine kadar demokrasi’ ve ‘polis hükmünde sivillik’ istediğini anladık. Suriye’de büyük bir vicdan ve ahlak duruşu gösterenlerin Gezi eylemcilerine reva görülen muamele karşısında en iyi ihtimalle buhar olup uçtuğunu yahut müdahalelerin muhteviyatını mazur gösterecek bahaneler doğurmaktan fıtık edindiğini gördük. Kimi hükümet yetkili ve bürokratının ağzını ne kadar kolay bozduğuna, tehdidi yöntem bellediğine, oy aldıkları yüzde 50’lik kesimin tapusu kendisindeymiş gibi terbiyesizce dayılandığına tanık olduk. O yüzde 50’yi katiyen temsil etmediğini düşündüğüm eli sopalı kişileri sokaklara, ağzı bozukları da Twitter’a saldıklarını bildik. Biliyoruz.
* * *

Twitter’da iki tür eli sopalı var. İlki karşısındaki kişinin düşünce yahut söz akışını bozguna uğratacak cinsten kısa mesajlar atan troller. Devletin trolleri. Kullandıkları ismin bir formatı var: Birleşik ad soyadın sonuna genellikle iki basamaklı bir rakam ekleniyor. Profil resimleri çoğunlukla Twitter’ın yumurtasından ibaret. Ne zaman Twitter’a girmişler dersiniz? Azı Mayıs 2013, çoğu Haziran 2013. Gezi revirinde görev yapan doktorlar gözaltına alınmış diyerek bir link paylaşıyorsunuz. Anında “Fesatlığın başı” yahut “Onlar tereüsdür (terörist demek istiyor)” gibi abukluklar akıveriyor. İkinci tür eli sopalılar kişisel saldırıda bulunanlar. Örnek olarak: “Oro..! Siz söyleyince iyi, Başbakan söyleyince yanlış”, “Size de hesap sorulacak, göreceksiniz”, “Sen tam bir oro.. Sizler vatan hainisiniz”, “Yalancı p.ç, provokasyon yapma” (Listeyi uzatabilirim de annem düşüp bayılmasın diye kesiyorum). Devletin sosyal medyaya eli sopalıları salması bilinen bir taktik. Şubat 2011’de The Net Delusion – Net Yanılsaması kitabının yazarı Evgeny Morozov ile yaptığım röportajda Arap Baharı’nda sosyal medyanın payını konuşuyorduk. O sosyal medyanın Arap Baharı’nda sanıldığı kadar büyük rol oynamadığını anlatmış ama bir tehlikeden söz etmişti: “Otoriter rejimler blogger’ları eğiterek ve onlara belirli bir ücret ödeyerek propaganda yaptırıyorlar. Muhaliflerin bilgisayarına casus yazılımlar (spyware) sayesinde nüfuz ediyorlar. Sosyal medyadaki diyalogları daima izliyorlar, muhalifleri ve bağımsız yayıncıları siber saldırılarla taciz ediyorlar. Bu işin çok ince ve başka taktikleri daha var. Örneğin Çin’de bir skandal patlak verdi. Hükümet hemen sansürlemiyor. ‘Halkın sesi’ kılığına girmiş blogger’ları kriz yönetimi yapsın diye internet sahasına sürüyor.”

* * *

Yani... Bir tarafta bunları üreten köhnelik var. Bir tarafta da pazartesi gecesi performans sanatçısı Erdem Gündüz’ün AKM’nin önünde durmasıyla başlayan, memlekete yayılan #duranadam eylemi. Bir tarafta iPhone için tencere-tava aplikasyonu yazan bir gençlik var, diğer tarafta yayını uydudan dahi alamayan bir yönetici kitlesi. Bir tarafta zekâ, sivillik ve sahicilik var, diğer tarafta miadını doldurmuş, bir dünya tarafından ayıplanan inkâr ve baskılama yöntemleri. Orduyu itelemiş gibi görünüp polisi ordulaştırma, ordulaşmış polisi vatandaşın üstüne salma var. Hükümetten “Czzzzztttt!” diye ses geliyor, arkadaşlar. İki yol var: Ya fabrika ayarlarına dönecekler ya da devreler yanık vaziyette etrafta, elde direksiyon, kafada huni “dilili dülülü” diyerek bir karikatür gibi dolaşacaklar. O vakte kadar halk ‘duracak’.


Tuesday, June 18, 2013

Kendi korku ve vehminin esiri olmak

İrrasyonel olarak korktuğu şeyin somut olarak karşısına çıktığına inandığı zaman rahatlar.
Türkiye demokrasi tarihinde Gezi Parkı direnişi büyük bir dönemeç, yıllarca etkisi sürecek bir anlam noktası oldu. Bunun izini hiçbir polis şiddeti, kudretli devlet büyüğü kabarması, meydanlara doldurulan kitleler silemez, silemeyecek. Bu dönemeci, Tayyip Erdoğan ve AKP alamadı. Baştan itibaren Erdoğan’ın şahsen yangına körükle gitmesinin en büyük etmen olduğu bu büyük toplumsal bunalımın geldiği aşamadan, Erdoğan’ı zapt edemeyen bütün AKP teşkilatı bir o kadar sorumludur. Bir kişinin, doğru bildiğinin mutlaklığına olan inancının, korkularının, iktidar baş dönmesinin, firavunvari tasarımlarının, psikolojik iniş ve çıkışlarının bütün toplumu, toplumsal yaşamın her alanını esir alabilmesi, sadece o kişinin sorumluluğunda olan bir durum değildir. En küçüğünden en büyüğüne bütün yetkileri kendi elinde toplama, her şeyi denetim altında tutma saplantısındaki bir kişiye, yanlışını açıkça yüzüne karşı söyleyemeyen ve en önemlisi bunu toplumla paylaşmayan ama bu gidişin iyi bir gidiş olmadığını bilen AKP’liler de zapt edemediklerinden sorumludur.
Görünen o ki, Erdoğan’ın ve yakın çevresinin, daha geniş olarak AKP kadrolarının, basında AKP’nin sözcülüğünü veya destekçiliğini yürütenlerin aklını, birkaç istisna dışında, kendilerine karşı düzenlenmiş ve düğmesine basılmış bir komplo saplantısı esir almış. Bu tür büyük korkular akli melekelere hâkim olduğu zaman, bu korkunun somut gerçekliğini ispata yarayacak işaretler nereye bakılırsa bulunur. Bugün Erdoğan’ın elle tutulur somut bir gerçek olduğuna inandığı komplonun, Ukrayna’da, Gürcistan’da olduğu türden, diktatörü devirme amaçlı toplumsal ayaklanma senaryosunu hazırlayanların harekete geçtiği yönünde olduğu anlaşılıyor. Abartılı yalanın, kasıtlı yanlış haberin, tahrik ve aşağılamanın burada da gırla gittiği AKP sosyal medyasında okuduklarına inanarak, dünyanın bütün şer güçlerinin “Erdoğan’ı yemek” ve AKP’lileri sürüm sürüm süründürmek için harekete geçtiğine insan inanabilir. Bu söylentileri, vehimleri dikkate alınır kılan, o zihniyetin bilinçlerine kazınan tarihsel mağduriyet hatırasıdır. Erdoğan’da da bu hatıranın hemen canlandığını gördük. Karşısında türü ve tezahürü yeni ama özü ve beslenme kaynakları eski bir darbe girişimi olduğuna inanmışsa Tayyip Erdoğan, bundan sonra bir cadı avı da başlatabilir. Nitekim Kazlıçeşme konuşmasında, tek tek isim, konum ya da meslek belirterek, başlatmaya niyetli olduğu sindirme operasyonunun hedeflerini, kendi bakış açısına göre ‘darbenin sorumluları’nı saydı. Gezi Parkı’nı boşaltma aşamasına gelmiş bütünüyle barışçıl insanlara yönelik polis şiddeti sonrasında bile öfkesi dinmeyen, belki daha fazla artan, vehmi savuşmayan muktedirin, muhaliflerine karşı başlatmayı tasarladığı bir devlet terörünün açılış müziği gibiydi bu konuşma.

Kendisini kutuplaşmaya hapseden zihniyetin korku ve vehimleri artık Erdoğan siyasetinin dinamosu olacak. Bunun önümüzdeki dönemde çok daha büyük bir siyasal ve toplumsal istikrarsızlık etmeni olması ihtimali ne yazık ki çok güçlü. İstikrarsızlık arttıkça kendi umacılarına daha fazla inanarak daha fazla şiddete, devlet terörüne başvurulan bir kısırdöngü artık çalışıyor.

Gezi Parkı direnişi şimdi geride kaldı. Gezi Parkı direnişini yürütenler kazandık diyemediler ama başta Erdoğan olmak üzere herkes biliyor ki onlar kazandı. Ferasetli bir devlet adamı olmadığını sergileyen muktedir, içine alelacele ilave ağaç diktirdiği parka ve Taksim Meydanı’na bu sefer kendini hapsetti. Gezi Parkı direnişinin bundan sonra başka mecralarda, başka aktörlere malzeme olmasının koşullarını kendi elleriyle hazırladı. Ama korku ve vehime teslim olmak tam böyle bir şeydir. İrrasyonel olarak korktuğu şeyin somut olarak karşısına çıktığına inandığı zaman rahatlar. Başbakan kendisinin en iyi bildiği ve bugüne kadar başarısını buna borçlu olduğu bir toplumsal yarılmanın karşısında, “Havayı bulduk, şimdi müzik” diye içinden geçiriyordur belki. Ama şimdi hava o bildiği hava değil, müzik de değişti.

Monday, June 17, 2013

Beşikçi: Kürtlerin kurtuluşu 'Bağımsız Kürdistan'da

16.06.2013 23:29:50 
İsmail Beşikçi, "Kürt sorunu İslam kardeşliği ve demokrasi olmadan barış olmaz argumanları ile çözülemez. Çözüm bağımsız Kürdistan" dedi
T24 Helin Alp / Diyarbakır
 
Çözüm ve barış sürecine destek olmak için Abdullah Öcalan’ın isteği ile düzenlenen konferanslardan ikincisi “Kuzey Kürdistan Birlik ve Çözüm Konferansı” Diyarbakır’da yapıldı. İki gün süren konferansın dünkü bölümü, “Kürdistan’da toplumsal sorunlar ve çözüm arayışları” ve “Kürdistan’da ulusal birlik ve ortak tutum” başlıklı oturumlar şeklinde gerçekleştirildi. Konferans’a çözüm ve barış süreci ile birlikte yeni anayasa tartışmaları damgasını vurdu. Konferans’ta BDP, DTK, KADEP’le birlikte diğer katılımcı örgütler ve temsilciler yeni anayasa taleplerini dile getirdiler.
Konferans’ın dün gerçekleştirilen bölümü, sosyolog- yazar İsmail Beşikçi’nin açılış konuşmasıyla başladı. Beşikçi, Abdullah Öcalan’ın 21 Mart Newroz konuşmasındaki “İslam kardeşliği” vurgusunu  ve çözüm sürecinde bazı kesimlerin öne sürdüğü ‘demokrasi olmadan barış olmaz’ tezlerine ilişkin konuştu.
Beşikçi, Ortadoğu’daki Müslüman siyasetinin Kürtlerin kurtuluşunu sağlamayacağını söyleyerek, din kardeşliğinin Kürt sorununu çözümünde geçerli bir argüman olmadığını ifade etti. Konuşmasında, “Bask veya Güney Afrika örnekleri önemli. Ama Kürtlere esas yol gösterecek olan Bengal örneğidir” diyen Beşikçi, demokrasi ile de Kürtlerin sorunun çözülemeyeceğini vurguladı. Beşikçi, “Ulus devlet bitti deniyor. Bu doğru değil. Onlarca yeni devlet kuruldu. Bu sadece Kürtlere dayatılıyor. Bangladeş-Pakistan örneğinde olduğu gibi, iki ülke ulusal ve kültürel farkları nedeniyle ayrılık yaşadı” diyerek Kürtlerin kurtuluşunun “Bağımsız Kürdistan” olduğunu vurguladı.
Konferans’a katılan farklı etnisite ve inançların temsilcileri de söz alarak çözüm sürecine ilişkin görüşlerini açıkladılar. Ermeni, Süryani, Arap, Alevi, Mıhellemi delegeleri, bu süreçte Kürtlere destek vereceklerini söylediler. Öcalan’ın çözüm modelini tartışılması gereken bir model olarak gördüklerini söyleyen temsilciler, konuşmalarında genel olarak Abdullah Öcalan’ın konferansa gönderdiği mektubun da kendilerine  yeni fırsatlar ve imkanlar sunacağını belirttiler.
 

Ermeniler yüzleşme istedi

 
Ermeni Vakfı adına konuşan Gaffur Oganyan, “Farklı kültürleri birbirine saygı temelinde inşa etmeliyiz. Herkesin barış sürecine katkı sunması gerektiğine inanıyoruz. Bu coğrafyada çok kan döküldü, çok acı yaşandı. 1915’te Ermeniler katledildi. 1925 Şeyh Said ayaklanmasında on binlerce Kürt katledildi. Dersim’de Aleviler katledildi. Devletin eline mazlumların kanı bulaşmıştır. Cumhuriyet tarihi boyunca Kürt coğrafyasındaki kırım Roboski ile devam etmiştir. Bizler bunlarla yüzleşmedikçe barışın temelsiz kalacağına inanıyoruz” dedi.
 

Süryaniler: Kürtlerle kader birliğimiz var

 
Süryani toplumundan Yuhanna Aktaş da, Öcalan’ın başlattığı sürecin Süryani halkının da uykudan uyanmasını sağladı diyerek şöyle konuştu:
“Sadece kendi ölümüze ağlamayalım. Acılarımızı ortaklaştıralım. Bu coğrafyanın isimlerini somutlaştırmak istiyorum. Süryaniceden sonra Kürtçeleştirildi. Sistem Kürtleri kullanarak önce bizi onlara yem etti. Bir süre sonra bu isimler Türkçeleştirildi. Arazilerimize sistemin emriyle Kürt komşularımızca el konulmuştur. Yerlerimizden göç ettirildik. Bunun finalini ise 1915'de yaşadık. Kürtler eliyle katledildik. Yaşlılarımız evden götürüldü. Genç kızlarımız götürüldü, asimile edildi. Bir süre sonra da sıra Kürtlere geldi. On yıllardır Kürtler katlediliyor. Kürtlerle kader birliğimiz olduğuna inandık. Haksızlığa karşı mücadele etme kararı aldık.”
 

Araplar sürecin neresinde olacak?

 
Araplar olarak barış sürecinde aktif yer alacaklarını söyleyen Azize Tuba Sümer, “İnsanlarda süreç ne olacak diye bir tedirginlik var. Özerklik ve konfederasyon gibi bir yapılanmaya gidilmesi durumunda Arapların, ‘Bizim sonumuz ne olacak, biz bu sürecin neresinde yer alacağız?” diye soruları var. Çünkü Türkiye’nin en büyük üçüncü Güneydoğu’nun en büyük ikinci azınlığıdır Araplar. Acı hepimizin ortak acısı. Hepimizin toprakları burası. Arapların kültürel, ekonomik, siyasi yapısına ne derece yansıyacak. Anadilde eğitime nasıl yansıyacak. Temsili ne şekilde olacak. Bu özerklik çerçevesi içerisindeki statüsünü ve sosyolojik yapısını önemsiyoruz. Madem bu kadar kan döküldü, kan dışında demokratik siyaset için devam edeceğiz. Bu nedenle buradayız. Arapların Kürt halkına yönelik ciddi bir önyargısı olduğu için daima temkinli davranıyorlar. Herkesi birlik olmaya çağırıyorum” diye konuştu.
 

Ezidiler ibadet hakkı istedi

 
Ezidiler adına konuşan Hacı Çelik, Ezidilerin özgürce ibadet hakkı tanınmasının istediklerini söyledi. Çelik, Abdullah Öcalan başta olmak üzere tüm siyasi tutsakların serbest bırakılmasını talep ettiklerini kaydetti.
 

Aleviler süreci destekliyor

 
Mezopotamya Aleviler Birliği adına konuşan Ergin Doğan, Kürt hareketini desteklediklerini ifade eden ederken “Dilimiz, kimliğimiz ve inançlarımızla var olacağız” dedi.
 

Azadi İnisiyatifi federasyon talebinde bulundu

 
Azadi İnisiyatifi adına konuşan Muhammed Akar ise çözüm sürecinde Kürtlerin statü talebinin federal sistem olması gerektiğini söyledi. Federal sistemin tarihsel ve güncel referansları olduğunu söyleyen Akar, “Bölgesel hükümet, bölgesel parlamento, bölgesel bayrak ve ikinci resmi dil olarak Kürtçe” taleplerinde bulunduklarını belirtti.
 

‘Gezi’ tartışılmadı

 
Konferansa katılan bazı sendika ve emek örgütleri temsilcileri, Taksim Gezi Parkı’na polis müdahalesine yönelik eleştirilerini dile getirirken katılımcıların çoğu “gündemimiz farklı” diyerek Gezi olaylarının konferans gündemi olmadığını belirttiler.

Sunday, June 16, 2013

REVİRE BİBER GAZI

Polisler Divan Otel’e gaz sıkıp plastik mermi attığında oradaydım. Kadınlar, çocuklar çığlık çığlığa kaçışıyordu. Yaralılar yerlerde, doktor yok ve polis revire gaz bombası atıyor

Can Dündar Adacandundarada@gmail.com


Fotoğraf: Can Dündar
Savaşın bile asgari bir ahlakı vardır. Hiçbir savaşta çocuklara gaz sıkılmaz mesela...
Elinde silahı olmayan, çadırı içinde oturan, barışçı bir gruba böyle saldırılmaz.
Yaralıların revire çevirdiği mekânlar gaza boğulmaz.
Bu emri verenler olabilir, ama o emir uygulanmaz.
Uygulamak zorunda kalanlar arasından vicdan sahibi birileri çıkar, istifa eder.
Savaş ahlakı bile çiğnendi dün...

“Yapmayın” bildirisi
“Devlet yapamaz. Bunca çocuğun üstüne saldıramaz” diyenler, devleti tanımıyordu.
Biz tanıyorduk.
1 Mayıs 1977 Taksim’i görmüştük. Sivas’ı, Uludere’yi yaşamıştık. Açlık grevleri sırasında, hem de müzakerelerimiz sürerken nasıl cezaevlerine girilip katliam yapıldığını hatırlıyorduk.
Devletin, güç gösterisi için her şeyi göze alabileceğini biliyorduk.
O yüzden akşamüstü Başbakan, seçim meydanından operasyon işaretini verir vermez bir grup sanatçı, gazeteci acilen buluşup “Yapmayın” mesajını ortak imzaya açtık.
Ancak çok geçti.
Tomalar hareketlenmişti.

Vali’nin hali
Bunun üzerine endişeyle İstanbul Valisi’ni aradım. Gün boyu haberleşmiştik. Oradaki tabloyu biliyordu. Çocukların kendi iradeleriyle barikatları, parti flamalarını kaldırdığının, bazı kitle örgütlerinin çadırları kaldırma kararı aldığının, oradaki kitlenin nispeten azaldığının farkındaydı.
O çocuklarla buluşup konuşmuş, orada bir terör yapılanması olmadığını öğrenmişti.
Dayanışma’nın tek ve büyük bir çadırda toplanması ihtimali belirince “Ben de gidip orada bir çaylarını içmek isterim” demişti.
Bunları hatırlatıp, “Yapmayın. Çok ağır sonuçları olur. Hepimizin çocuğu var orada...” dedim. Sonradan basın toplantısında söylediği gibi kendi çocuğum için bir şey istemedim. Oğlum Ankara’daki gösterideydi zaten...
Buna karşılık “Günlerdir uyarıyoruz. Artık yapacak bir şey kalmadı” diye cevap verdi.
Çaresizdi.

Çocuklar ve kadınlar
Az sonra Gezi Çarşısı’nın Divan Oteli tarafındaki ucundaydım.
Ses ve gaz bombalarının önce sesi, sonra sisi ve zehri yayıldı.
Polis, çadırdakileri arkaya doğru süpürdükçe kalabalık otele yığıldı.
Önce kapıları kapalı tutan korumalar, yığılma üzerine açtı.
Önce çocukları aldılar. 5-6 yaşında çocukların, yüzlerine bol gelen gaz maskeleri içinde, nasıl dehşet içinde çığlıklar atıp ağladığına tanık oldum. Ardından kadınlar girdi. Batan bir geminin paniği gibiydi.

Gaz odaları
Sonra panik halinde müthiş bir yığılma başladı.
Nefes almanın imkânsız olduğu otel lobisinde bayılanlar, fenalaşanlar, küfredenler, alt katlara doğru kaçıştı ve daha fazla gazla karşılaştı.
Yaralılar kapalı salona taşınırken dışarı çıkmayı denedik.

Adrese teslim plastik mermi
Tam otelin önündeyken, otelin sağ tarafından bir polisin hedef gözeterek otelin girişine doğru plastik mermi sıktığını gördüm. Mermi gelip bir kafamın bir karış üzerinde, otelin giriş kapısına çarptı. Şimdi içerde gaz, dışarda kurşun vardı.
Ve insanlar çığlıklar atarak yeniden içeri, gaza doğru kaçıştı.
Yaralıların alındığı alt kattaki balo salonu, sığınağa döndü. O dakikadan itibaren baygın halde onlarca insan, oraya taşındı, yerlere yatırıldı, eldeki imkânlarla nefes almalarına çalışıldı.
Öksürük krizindeydi herkes... “Doktor bulun, hemen” çığlıkları işitiliyordu. Ağırlaşanları kollarına girip acilen dışarı taşıdılar.
Eldeki tek savunma malzemesi, su şişelerinde hazırlanmış solüsyonlardı. Gaz yiyen çocuklara ve yaşlı kadınlara onunla yardım edildi.
Böyle sakin ifadelerle yazdığıma bakmayın; feciydi.
Gerçekten feciydi. 

Çaresiz değil
O tablonun ortasında İstanbul Valisi aradı.
Halimizi sordu; anlattım.
Bu emre itaat edemeyeceğini, vicdanının sızladığını, istifa ettiğini açıklayacak sandım.
Meğer bir telefon bağlantısında “Çaresizim” dediğini söylememden rahatsız olmuş; onu düzeltmek istemiş. “Burada boğuluyoruz. Siz düzeltme peşindesiniz” dedim.
Bu zulmü yaşayan gençlerin içine nasıl öfke tohumları ekildiğini anlatmaya çalıştım.
Bu vesileyle düzeltmiş olayım; Vali çaresiz değilmiş. Çareyi biliyordu; çözümden umutluydu. Ne yazık ki yapmadı.
Sonradan basının karşısına çıkıp o çocukların o saldırı karşısında polise karşı şiddet kullanmadığını da açıkladı.
Ne kadar barışçıl olduklarını bizzat kanıtladı.

Şiddet seçimi
Böyle krizler karşısında devletler iki yöntem izler:
Akıllı yöneticiler, biriken enerjiyi uzlaşmayla göğüsleyip barışçıl kanallara akıtmayı dener.
Öfkesine yenik düşenler, silaha sarılır ve şiddet uygular.
Bu, devletin niteliğini de belirler.
Türk devleti, şiddet seçeneğini seçti dün...
Dünyanın gözü önünde barışçıl bir gösteriyi hiddetle, şiddetle bastırarak bütün ülkeyi ayağa kaldırmayı tercih etti.
Ancak bir yandan da ülkeye ancak savaş, deprem hallerinde rastlanan bir dayanışma ruhu hediye ettiler. Bunun, ağır siyasi faturası olacaktır. Sadece emri verenler açısından değil, uyanlar açısından da ciddi sonuçları olacaktır.
Devletle ilk kez tanışan o gençler de 15 Haziran tarihini ve yapılanları unutmayacaktır.
Dileyelim devletin onlara yaptığını yapmaya kalkışmazlar.
Sivil itaatsizliğin ne kadar büyük bir siyasi sonuç doğurabildiğini görüp hükümetin bütün kışkırtmasına rağmen, barış yolundan ayrılmazlar.


Friday, June 14, 2013

KAHKAHA DEVRİMİ



“bir küçük kahkaha, kutsallaştırılan her şeyi sivilleştirir”  Rabelais


KAHKAHA DEVRİMİ: 
tarihi boyunca bu insanı diğer canlılardan ayırt eden yegane özelliğin etrafında hep sorunlu bir alan oluşturmasına neden olmuş. ciddiyetin tevazu ile eşleştirildiği semavi dinle...rin ilk yasaklarından biri denetlenemeyen kahkahalar. (oysa i.ö. üçüncü yüzyılda yazılmış bir mısır papirüsünde, ilk mısır tanrısının dünyayı otoriteryan sözcüklerle değil kahkahalarla yarattığını okuyoruz. tanrı kaosla yüzleşiyor ve onu kahkahasıyla uzaklaştırıyor. işığın içine sevinç ve coşku dolu bir dünya salıyor. ‘’tanrı güldüğünde, dünya’ya hükmedecek yedi tanrı dünya’ya geldi.. ikinci kez kahkahaya boğulduğunda sular oluştu, yedinci kahkahasında ruh doğdu.)
insanın eğitimi gülme dürtüsünü denetleyebilmeyi öğrenmesi üstüne kurulu. kişinin gelişmesi, uygar dünya’da sorumlu bir birey olarak yerini alması, neşesini, coşkusunu, onu apansız dürtüveren mizah sinirlerini yatıştırmayı, evcilleştirmeyi öğrenmesini şart koşuyor. büyüğüne boyun eğmenin, disiplinli bir köle olmanın göstergesi mümkünse hazırolda durup iyice nötr, anlamından boşaltılmış bir ifadeyle karşısındakinin ötesinde belirsiz bir yere gözlerini dikip emirleri beklemektir.
kahkahanın muhteşem müridi mark twain dünya’dan mektuplar’da şöyle diyor: ‘’çünkü soyunuz, bütün o yoksulluğuna karşın, tartışmasız olarak gerçekten etkili bir silaha sahiptir: gülme. güç, para, inandırma, destek toplama, baskı yapma –bütün bunlar- yüzyılların çabasıyla devasa bir dalavereyi kaldırabilir, biraz yerinden oynatabilir, biraz zayıflatabilir; ama onu bir darbede paramparça edecek olan şey gülmedir.’’
hayatım boyunca ‘dalaksız’ olduğum için katlanmam gereken otorite durakları karşısında morarıp tıkanarak kahkahamı bastırmaya çalıştım. ilkokuldan başlayarak derslerde öğretmenlerimin suratına bir kahkaha patlatmamak için çektiklerimi hala midemde kasılmalarla hatırlarım. ikide bir bizim bataryayı karşısına dizip, engin hayat dersleri veren yüzbaşı karşısında başım ciddi bir belaya girmesin diye boğulmanın eşiğinde tıkanışımı, çalıştığım birkaç işyerinde amirlerimin gülünç otorite takıntıları karşısında yaşadığım acılı kramplarımı da hiç unutmadım. ‘’gülme!’’, bütün çocukluk ve ilk gençliğimin en zor uyduğum yasağı oldu. gülmenin korkuya, baskıya, otoriteye karşı en etkili silah olduğunu; dünyayı tanıma ve anlama yolunda atılacak ilk dev adım olduğunu hissetmek için içinde bulunduğunuz kültürün ilkel muktedirlerine bakmak yeterli. recep tayyip erdoğan’ın mizah duygusu üstüne kaç cümle kurabilirsiniz? yok yok, beyefendinin mizahla yegane ilişkisi nesne olaraktır. daha çocukken bize gülmeyi yasaklayan, zekanın en önemli çıkışını tıkayarak beslenmemizi kısıtlayan otorite, insan olmanın hazzına düşman. mizahın ne büyük bir tehlike olduğunu bilir, başa çıkabildiği dille de mücadele eder.
mizahın özgürlükle olan ilişkisini kanımca en güzel dile getiren mikhail bakhtin’dir: “gülmenin olağanüstü bir gücü vardır. nesneyi yakına getirir. onu parmağın bildik bir hareketle her yanına dokunabileceği somut temas bölgesine çeker, baş aşağı döndürür, içini dışına çıkarır, ona yukarıdan ve aşağıdan bakar, dış kabuğunu kırar, merkezine bakar, ondan kuşkulanır, onu böler, parçalarına ayırır, soyup sergiler, özgürce inceler ve onunla deneyler yapar. gülme bir nesne karşısındaki, bir dünya karşısındaki korkuyu ve acıma duygusunu ortadan kaldırır, onu tanınan bir nesneye dönüştürür, böylece özgürce araştırılması için zemin hazırlamış olur. gülme, korkusuzluk gibi bir önkoşulun gerçekleştirilmesinde yaşamsal bir etmendir; bu önkoşul olmaksızın dünyaya gerçekçi olarak yaklaşmak olanaksızdır. gülme bir nesneyi kendine çekip bildik kılarak, onu gerek bilimsel, gerek sanatsal sorgulayıcı deneyin ve özgür deneysel düşgücünün korkusuz ellerine teslim eder.’’
evet. gülmek, düşgücünün korkusuz ellerinden tutar. dünyayı zeka ve neşeyle yıkıp yeniden kurar. otorite tarafından yalnız sorumluluk özürlüsü olarak görülen kadın ve çocuklara yakıştırılır. çünkü bozguncudur. işte bu yüzden çocukların karşısına geçip ‘gülmeyin’ diye tepinen öğretmen, bize hayat diye vaat edilen hücrenin ilk habercisidir.
gezi parkında başlayan ayaklanma, öncelikle bir kahkaha devrimidir. lidersiz, otoritesiz bir harekettir. yegane borcu; met üst’e, yiğit özgür’e, latif’e ve onlarca has kahkaha bağımlısınadır. devlet’in ağzı açık kalakalmışlığı, bu kahkaha devrimi’nin zafer nişanesidir.
(alıntı: yıldırım türker / penguen no:560)