Tuesday, June 11, 2013

Cici Çocuklar – Kaka Çocuklar

 
11.06.2013 00:00:00 4 yorum
Sabahın ilk saatlerinde polis, “TOMA” larıyla, çevik kuvveti, biber gazı silahları ile Taksim Maydanı’nda belirdi. Haklı olarak “31 Mayıs Cuma’sını bir kez daha mı yaşayacağız” soruları belirdi.
Önce polis araçlarından yayın yapıldı:
“Sadece Taksim anıtındaki ve AKM’nin cephesindeki bayrak, pankart, afiş kirliliğini ortadan kaldıracağız. Gezi’dekilere vallaha da billaha da dokunmayacağız!..”
Oysa Taksim Meydanı’ndaki pankart, bayrak, afiş yığınağı sadece Anıt ve AKM cephesinde değildi. Direnişin başlamasından bir iki gün kadar sonra adeta doğal bir yer bölüşmesi yapılmış; çoğunluğu sol ya da kendini sol olarak tanımlayan irili ufaklı örgütler ağırlıklı olarak Taksim Meydanı ile Gezi’nin meydana açılan merdivenlerine bayrakları, flamaları, pankartları ve onları taşıyan militanları ile yer almış; Gezi’nin Taksim Meydanı’na yakın bölümünde TGB, Genç Türk gibi ulusalcı (milliyetçi) örgütler yer tutmuş; Gezi’nin arkalarına, Büyük Havuz ve Yunuslu Havuz çevresine ise örgütsel kimlikleri ile direnişe katılmayan çoğu genç yurttaşlar ya da şiddet kullanımını ilkesel olarak reddeden sol örgütler, partiler yerleşmişti.
Kuşkusuz bu tanımlama sınırları kesin çizgilerle belirlenmiş bir ayrımı ifade etmiyor. Ama ağırlıklı yer bölüşümü böyleydi.
Polis, ardından bir basın toplantısı yapan İstanbul Valisi ısrarla “Gezi’deki gençlerimize müdahale edilmeyecek. Sadece Taksim meydanını görüntü kirliliğinden kurtaracak ve meydanı yeniden trafiğe açacağız” dediler.
Bunu özellikle Vali defalarca tekrarladı ve Gezi’dekileri yatıştırma, Taksim Meydanı’nın boşaltılması operasyonuna katılmalarını önleme yolunu seçti. Daha kestirme bir deyişle Vali de, polis de Gezi içindekileri “Cici çocuklar”, Taksim Meydanı’ndakileri de “Kaka çocuklar” olarak tanıma ve tanımlama hesabındaydı.
Bu ayrıma Gezi’den gelen cevap, meydandakilere “Boş yere gaz yemeyin, Gezi’ye gelin, buraya çekilin, şiddete başvurmayın” çağrısı oldu. Ama bu çağrıya uyan –benim sınırlı gözlemlerime göre- pek fazla olmadı. Taksim bir kez daha biber gazı bulutlarıyla, TOMA denen zırhlı araçlardan fışkırtılan sularla ve onları insan zinciri, taş ve molotof kokteyli ile engellemeye yönelen grupların çatışmasına tanık oldu.
Direnişin ilk günlerinde olup biteni “Yok sayma” tutumuyla seyircilerinden epey sert fırçalar yiyen haber kanalları bu kez Taksim Meydanı’ndan canlı yayın yaptılar. Ama gerek alt yazılarla, gerek stüdyodan Meydan’da olup biteni yorumlayanlarıyla bu “cici çocuklar – kaka çocuklar” ayrımını ha bire yinelemeye özen gösterdiler.
Peki polisin, valinin ve TV haber kanallarının yaptıkları bu ayrım doğru mu?
Bu soruya Meydan’dan, Gezi’den ve ekrandan izleyenlerden farklı cevaplar gelebilir. Bunun ipuçları, belirtileri de var.
Ama bu soru yanlış?
En azından bu gün sorulması gereken soru bu değil…
Yarın (Çarşamba) Başbakan’ın Gezi direnişinde ilk günden beri yer alanları temsil edebilecek bir heyetle görüşeceği dün Bülent Arınç tarafından resmen açıklanmıştı.
E peki iki haftadır Taksim’i dolduran, Anıt ve AKM’yi kimilerine göre süsleyen, kimilerine göre kirleten o bayrak, flama ve pankartlara tahammül eden İstanbul Valiliği ve İstanbul Emniyet Müdürlüğü, yarın belki de Gezi direnişinde barışçıl bir çözüme ulaşma olasılığı belirmişken bu sabah apar topar Taksim Meydanına niye saldırmayı yeğlediler, kararlaştırdılar?
Sabahtan beri Taksim Meydanındaydım. Bu sorunun cevabını veremedim; en azından akılla açıklayamadım.
Yoksa Valiye ve Emniyet Müdürü’ne itiraz edemeyecekleri bir “merci”den “Saldırın” emri gelmiş olmasın?
Bana öyle geliyor…

Çözüme Doğru (mu?)


Herkesin dilinde aynı soru var:
- Sen gazetecisin bilirsin. Bu Gezi direnişi nasıl sonlanacak ?
Önceleri işi şakaya vurup “Kelin merhemi olsa kendi başına sürer. Bilmiyorum valla” diyordum. Sonunda sıkıldım, bunaldım. Soran kim olursa olsun somurtarak “Bilmiyorum. Sen biliyor musun” diye cevaplamaya başladım.
Pazartesi gecesinin şu ileri saatlerinde  sorsanız yine aynı cevabı veririm. Ama bu kez somurtmadan. Hatta belki bir cümlecik daha eklerim: “Bir çözüm olasılığı belirdi gibi…”
Bülent Arınç, uzun bir Bakanlar Kurulu maratonunun ardından Hükümet sözcüsü olarak gazetecilerin karşısına çıktı. Sözlerini kağıt gazetelerin internet sayfalarında her gazete kendi meşrebince, hesabınca farklı vurgularla aktardı.
Ben T24 haberine itibar ederim. T24’de çalıştığım için değil. Haberleştirirken bağımsızlığımızın, hiçbir sermaye grubuna ya da siyasal kuruluşa yakın durmayışımızın güveni ile haberi “Haber ne ise öyle” aktarmayı meslek ilkesi bellemişliğimizden…
Bence Arınç’ın yiğitliğe krem sürmemek için sözcüklerle oynayarak, Başbakanının canını sıkmayacak (Malum canı çabuk sıkılıyor ve sıkılınca da dilinin zembereği boşanıyor) cümleler kurmaya, sözcükler seçmeye özen göstererek söylediklerinde iki vurgu önemli, gerisi biraz laf kalabalığı, biraz zevahiri kurtarma çabası…
Bir: Başbakanın inatlaşmasının kilidinde yer alan Topçu Kışlası için “…Proje ile ilgili yürütmeyi durdurma kararı verildiğine ve 4 tane de ayrı açılmış ama henüz karar verilmemiş dava olduğuna göre, yürütmeyi durdurma kararına uyacağımızı bildirdiğimize göre ilgili tüm paydaşlar bu konu üzerinde görüşebilirler…”
Tamam. Gezi direnişçileri de Başbakanın “Ben öyle istiyorum, öyle olacak” gibi buyurgan cümlelerine karşı mahkemenin verdiği karara uyulmasını isterler. Mahkeme yürütmeyi durdurma kararı verdi ama kararın gerekçesine dikkatle bakılırsa aslında “Oraya kışla mışla yapılamaz” dedi.
İki: Başbakan’ın yarın (Çarşamba günü) temsil yeteneği olan bir grupla konuşacağı belirtildi. T24’ün Ankara’daki çalışkan karıncalarından Helin Alp’in haberi temsil yeteneği olan grupta yer alacakları açıklıyor: Ahmet Mümtaz Taylan, Prof. Betül Tanbay, gazeteci Hayko Bağdat, akademisyen Mücella Yapıcı, Greenpeace, ve  Helsinki Yurtaşlar Derneği'nden birer temsilci…
Günlerdir Gezi'de direnen ve siyasal bir bütünlük oluşturmayan, ama siyasal bir bütünlük oluşturmak yerine birbirlerine saygı gösterip dayanışmanın  gelecek kuşaklara anlatılacak örneklerini vererek Gezi’yi savunanlar ne der bilemem. Ama amaç  “Bağcıyı dövmek değil, üzüm yemek”  ise bu temsilciler Gezi’yi sahiden de temsil ederler. İnatlaşmayı marifet bellememişlerdir ve ilkelerden ödün vermeyecekleri de defalarca sınanmış bir temsilciler heyeti olduklarına inanıyorum.
Oyuncu, yönetmen Ahmet Mümtaz Taylan’ı tanımıyorum ama gezi direnişi sırasında “Leyla ile Mecnun” ekibindeki arkadaşları ile yaptıkları doğaçlamada taşlama sanatının harika örneklerini verdi. “Gezi de neymiş, esas Boğaz’ı betonlayalım, trafik de rahatlar” cümlesi belleğimde ve aklıma geldikçe gülüyorum. Besbelli ki sağlam duruşlu, mizahı sululuk olarak kavramamış az sayıdaki sanatçılardan biri…
Profesör Betül Tanbay, pek çok kişi ve grup Taksim Gezisi’ni umursamazken, Gezi’yi savunmak için kolları sıvayanların içinde yer almıştı. Matematik profesörüdür. Yurttaş bilinci de matematik biliminin sağlamlığını taşır.
Mücella Yapıcı’yı size anlatmam uzun sürer. Tanıdığımdan beri (yani neredeyse millattan önceden bu yana) Mimarlar Odasında görevdeyken de, görev almadığı dönemlerde de ülkesini, kentini, yurttaşın haklarını savunmaktan mimarlık yapmaya vakit bulamayan bir arkadaşımızdır. İnadıyla ünlüdür.
Hayko Bağdat’a gelince… Gelmesek daha iyi. Yarım Ermeni, yarım Rum ve su katılmadık bir İstanbul fırlamasıdır. Kestirmeden söylemek gerekirse “Genç Hrantlar”dan biridir o ve en iyilerinden biridir o.
Ne kaldı?
Greenpeace ile Helsinki Yurttaşlar Derneği. Eh, bu ülkede etkili, gösterişsiz ama sonuç alıcı etkinliklerin mimarı, çok saygın iki sivil toplum örgütünü say, deseniz duraksamadan Helsinki Yurttaşlar Derneği ve Greenpeace derim.
Sonuç: Çarşamba günü Recep Tayyip Erdoğan’ı zor bir toplantı bekliyor. Entelektüel birikimleri, saygınlıkları ve yurttaş bilinçleri ile kül yutmaz bir heyet ile buluşacak.
Yerinde olmak istemezdim…