Alptekin
DURSUNOĞLU
Yeni bir
taşıyıcı aktör, motivasyon ve çerçeve kazanan Türkiye-İsrail ilişkilerinde
başta enerji olmak üzere ikili ve başta Suriye sorunu ve Hamas’ın iki devletli
çözüme ikna edilmesi olmak üzere de bölgesel işbirliği potansiyelleri söz
konusu.
Türkiye İsrail ilişkilerinde yeni aktörler,
motivasyonlar ve çerçeveler bakımından öncekilerden çok farklı bir döneme
giriliyor.
Türkiye’nin
İsrail’le ilişkilerinin çerçevesinde, motivasyonunda ve bu ilişkileri taşıyan
aktörlerde yaşanmakta olan niteliksel farklılaşmayı daha iyi kavramak açısından
öncelikle ikili ilişkilerdeki sabitleri hatırlamak yararlı olabilir.
Türkiye-İsrail
ilişkilerinde belirleyici olan sabitler
Türkiye’nin
İsrail’i resmen tanıdığı 28 Mart 1949’dan bu yana birçok iniş çıkışlar yaşanmış
olsa da ikili ilişkilerde belirleyici olan şu hususlarda hiçbir değişme olmadı.
1- Uluslar arası ittifaklar: Her iki taraf da
Amerika’yı stratejik müttefik olarak gördü ve Amerika tarafından da bölgesel
kombinasyonlarda vazgeçilmez iki ortak olarak değerlendirildi.
2- İsrail’in var olma hakkı: Türkiye, başta ABD
olmak üzere tüm Batılı müttefikleri gibi İsrail’in var olma hakkını destekledi.
Nitekim Türkiye, 1978’deki Camp David
anlaşmasına kadar tüm Arapların 1979’daki İslam Devrimi’nden sonra da İran ve
Direniş Ekseni’nin İsrail’in varlığını tanımayan tutumunu her zaman reddetti.
3- Medeniyet tercihleri: Türkiye, kendini Batılı
değerlerin bölgedeki temsilcisi olarak niteleyen İsrail’le iyi ilişkiler
kurmayı “bölgede demokrasiyle yönetilen iki ülkenin doğal ve zorunlu ilişkisi”
olarak niteledi ve İsrail’i tanıyan ilk İslam ülkesi olmayı Batılı değerlerle
bütünleşme çabası çerçevesinde izah etti.
4- Tehdit ve güvenlik algısı: Medeniyet tercihini
Batı’dan yana yapan Türkiye, savunma ve güvenlik algısını da üyesi olduğu NATO
savunma ve güvenlik algısı doğrultusunda biçimlendirdi.
Türkiye-İsrail
ilişkilerinde değişkenler ve üçüncü dönem
Yukarıda
sıralanan dört sabite üzerine temellendiren Türkiye İsrail ilişkileri, değişen
yerel ve bölgesel şartların etkilerinden uzak kalamadı. Dolayısıyla yerel ve
bölgesel şartlar, Türkiye-İsrail ilişkilerinin motivasyonunda, çerçevesinde ve
bu ilişkileri taşıyan aktörlerde ciddi niteliksel değişimlerin yaşanmasına
sebep oldu.
a) Motivasyon:Türkiye açısından yukarıda 1. ve 3.
maddede özetlenen sabit etkenler, İsrail açısından ise 2. ve 4. maddede
özetlenen sabit etkenler Ankara-Tel Aviv ilişkilerinin motivasyonunda
belirleyici oldu.
Yani
Türkiye’nin uluslar arası müttefiklerine bölge politikalarında Batı’dan yana
durduğunu göstermeye, kendini etrafı düşman denizi ile çevrili bir ada olarak
gören İsrail’in ise tutunabileceği bir dosta ihtiyacı vardı.
Türkiye’ye
İsrail’i tanıyan ilk İslam ülkesi olma cesaretini veren motivasyon, Batı ile
bütünleşme hedefiydi. Türkiye’nin bu yaklaşımı İsrail’e Arap olmayan bölge
ülkeleri ile Arapları çevreden kuşatmayı öngören Ben Gurion’un meşhur “çevresel
pakt” stratejisini hayata geçirme imkanı vermişti.[1]
Türkiye’nin
İsrail’le ilişkilerindeki motivasyonu 28 Mart 1949’dan, Oslo Barış sürecinin
başladığı 1992’ye kadar yerel ve bölgesel şartlardaki değişime göre 3 aşamalı
bir değişim geçirdi.
1- Türkiye’nin İsrail’i resmen tanıdığı 28 Mart
1949’dan 12 Eylül askeri darbesine kadar olan dönem: Soğuk Savaş şartlarının
hakim olduğu bu dönemde NATO güneydoğu Avrupa müttefiki olarak Türkiye’ye
verilen rol Sovyetlere karşı baraj oluşturmaktı; dolayısıyla İsrail’le
ilişkileri İran ve Etiyopya ile birlikte gizli “çevresel pakt”ın üyesi olmakla
sınırlı tutulmuştu.
2- 12 Eylül askeri darbesi, demokratikleşme
eleştirileri sebebiyle Batı ile mesafesi artan Türkiye’ye enerji ve finans
ihtiyacını karşılayacak yeni ortaklar bulma arayışına sevk etti. Batı ile
mesafeli ilişkilerin Arap ülkelerine yönlendirdiği Türkiye bu kez bölgesine
“sizden yanayım” mesajı vermek zorunluluğu hissettiği için İsrail’le diplomatik
ilişkilerini 2. Katiplik düzeyine indirdi.
3- 1992 Oslo
süreciyle birlikte, Filistin Kurtuluş Örgütünün İsrail’i tanıyıp barış
müzakereleri başlatması, Türkiye’yi İsrail’le ilişkilerinin düzeyini yükseltme
konusunda cesaretlendirdi. Öte yandan Soğuk Savaşın sona ermesi, Türkiye’nin
ortadan kalkan Sovyet tehdidi yerine başka rollere talip olmasını gündeme
getirdi. Nitekim 23 Şubat 1996’da imzalanan askeri eğitim ve işbirliği
anlaşmasıyla Türkiye İsrail ilişkileri artık “stratejik ittifak” olarak
tanımlanmaya başladı.
b) Çerçeve:Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerinin
çerçevesi, diğer bölge ülkeleriyle ilişkilerinden farklı olarak ekonomi ve
ticaret boyutuyla değil, savunma, güvenlik ve istihbarat boyutlarıyla gelişti.
Soğuk Savaş döneminde Ben Gurion’un çevresel pakt stratejisinin tamamlayıcı bir
unsuru olan Türkiye, Soğuk Savaş sonrası dönemde Türkiye İsrail stratejik
ittifakının mimarı General Çevik Bir’in ifadesiyle kendini artık bir “kanat
değil cephe ülkesi”[2] olarak tanımlamaya başlamıştı.
Yani Soğuk
Savaş’ın sona ermesiyle birlikte Sovyet tehdidine karşı NATO’da Avrupa’nın
güneydoğu kanadını tutan Türkiye, artık Balkanlar ve Kafkaslardaki “etnik ve bölgesel
milliyetçiliğe” ve Ortadoğu’daki “radikal İslamcılık ve uluslar arası
terörizme” karşı bir cephe ülkesi oluyor; bölgesel müttefik olarak da kendisine
İsrail’i seçiyordu.
1990’lı
yıların ortalarından itibaren benimsenen “cephe ülkesi” rolü, stratejik diyalog
anlaşmasıyla Türkiye ile İsrail’i ortak tehdit değerlendirmeleri yapmaya,
Türkiye’nin iç tehdit algısını “irtica ve bölücülük”, dış tehdit algısını ise
“bunları besleyen dış odaklar olarak İran ve Suriye” şeklinde değiştirmeye, 23
Şubat 1996 tarihli askeri eğitim ve işbirliği anlaşması ise savunma alanında
benzersiz ilişkiler geliştirmeye ve nihayet ilişkileri “stratejik ittifak”
olarak tanımlamaya götürdü.
Ancak
ABD’nin 11 Eylül sonrasında bölge politikalarını radikal bir “idealizm” üzerine
kurmaya başlaması, Ortadoğu politikasını İsrail’deki en aşırı uçların talepleri
doğrultusunda geliştirmesi ve Irak’ı tek taraflı işgal etmesi, Türkiye’de
Irak’ın toprak bütünlüğü dolayısıyla da “bölgede ikinci bir İsrail olabilecek
bağımsız Kürt devleti” kaygılarını yaratmaya başladı.
1990’ların
sonlarında bölgeye karşı İsrail’le birlikte ortak tehditler belirleyen Türkiye,
Kuzey Irak’ta kurulacak ve İsrail tarafından da doğal müttefik olarak
desteklenecek bağımsız Kürt devletinden duyduğu kaygıyla yeniden bölgesine
yönelmeye başladı.
c) Taşıyıcı aktörler:İsrail’in bölgenin doğal bir
unsuru olmamasının ve yukarıda sıralanan sabit etkenlerin de işaret ettiği
üzere Türkiye İsrail ilişkileri ekonomi, ticaret, tarih, kültür gibi doğal
dinamiklerle değil savunma ve strateji gibi kurgu gerektiren dinamiklerle
gelişmişti. Dolayısıyla da Türkiye-İsrail ilişkilerinde taşıyıcı aktörler
dışişleri bürokratlarıyla askerler olmuştu. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin
ikinci hükümet dönemine kadar Türkiye İsrail ilişkilerinin inişinde de
yükselişinde de belirleyici olanlar askerler ile dışişleri bürokratları oldu.
Türkiye İsrail
ilişkilerinde yeni dönem
Yazının başında
Türkiye-İsrail ilişkilerinde belirleyici olan sabit etkenlerde herhangi bir
değişme olmamakla birlikte bu ilişkilerin motivasyonunda, çerçevesinde ve
taşıyıcı aktörlerinde en radikal değişimin Adalet ve Kalkınma Partisi
iktidarıyla yaşandığı söylenebilir.
Irak’ın toprak
bütünlüğü ve bölgede harita değişikliği endişeleri sebebiyle derinden
hissedildiği bir dönemde iktidar olan Adalet ve Kalkınma Partisi, İsmail Cem’in
dışişleri bakanlığı döneminde ortaya konan bölgeselcilik vizyonunu kendi ideolojisiyle
zenginleştirerek pratiğe dökmeye başladı.
Bir başka
deyişle daha sonra Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından söz konusu
edilecek olan “komşularla sıfır sorun” söylemi, aslında 11 Eylül sonrası
yaşanan bölgesel gelişmelerden dolayı Türkiye açısından mutlak bir ihtiyaç
haline gelmişti. Bundan dolayı da dönemin “Dışişleri Bakanı İsmail Cem, bölge
ülkelerine yönelik güvenlik merkezli bakışın yerine ikame edilecek bir yaklaşım
ortaya atmış ve “bölge odaklı dış politika” yaklaşımı çerçevesinde bölge
ülkeleriyle ilişkilerin düzeltilmesine odaklanmıştı.[3]
İsmail Cem’in bu
yaklaşımı, yani askerin terörist olarak tanımladığı[4] devletler olan Iran ve
Suriye ile ilişki kurma çabaları, orduyu rahatsız etmiş ve ordu bu yeni
açılımların Türkiye’nin İsrail ile olan ilişkilerini bozabileceğini
belirtmişti.[5] Askerin dış politikadaki dominant pozisyonunu tersine
çevirebilecek bu söylemsel değişimin etkin bir şekilde işleyebilmesi pratik
düzlemde yaşanacak gelişmelere bağlıydı ve nitekim Türkiye 2000’li yıllara
İsrail ile ilişkileri askerin iç politikaya içkin bir stratejisi olmaktan
çıkaran gelişmelerle girmişti.”[6]
28 Şubat’ın da
tecrübesiyle birinci iktidar döneminde muhtemel bir askeri darbeden korunmak
için askerlerle olabildiğince iyi geçinmeye gayret eden Adalet ve Kalkınma
Partisi, AB üyeliği çerçevesinde attığı sivilleşme adımlarıyla ve birçok üst
düzey askeri yetkili hakkında başlatılan yargı süreçleriyle askerin hem iç hem
de dış politikadaki belirleyici rolünü aşamalı olarak sınırlandırmayı başardı.
Türkiye İsrail
ilişkilerinin taşıyıcı aktörlerinde radikal bir değişime sebep olan bu durum,
doğal olarak ilişkilerin motivasyonunda ve çerçevesinde de ciddi bir başkalaşım
yarattı.
Örneğin daha
önce taşıyıcı aktörlerin niteliği gereği savunma ve güvenlik gibi askeri
alanlarla sınırlı olan Türkiye İsrail ilişkileri; ticaret ve turizm gibi sivil
alanlarda da benzersiz gelişmeler gösterdi. Siyasi ilişkilerin en gerilimli
olduğu dönemde bile İsrail’le ticaret birkaç katına çıktı.[7]
Daha önce İsrail’le
ikili ilişkilerini tek boyutlu bir şekilde Batı ile ilişkileri için
kolaylaştırıcı bir araç olarak kullanan Türkiye, çok boyutlu davranmaya
başlayarak İsrail’i bölgeyle buluşturan ilişkiler kurmaya yöneldi. Bu çerçevede
Suriye-İsrail dolaylı müzakerelerine arabuluculuk yaptı, dönemin Başbakan
Yardımcısı Abdullatif Şener’in ifadesiyle İsrail adına Hamas’la temaslar
kurdu.[8]
Her şeyden
önemlisi Filistin sorunu için “iki devletli çözüm” öneren Adalet ve Kalkınma
Partisi, Türkiye’de daha önce sadece devlet elitleri nezdinde meşruiyeti olan
İsrail’i, İsrail’in varlığını reddeden İslamcı seçmen kitlesi nezdinde de meşru
hale getirmeyi başardı.
Yukarıda
sıralanan yerel ve bölgesel gelişmelerden ve “Arap Baharı” adı verilen süreçte
rol model olarak öne çıkmaktan kaynaklanan konjonktürün Türkiye İsrail
ilişkilerinde yarattığı öze ilişkin olmayan gerilimler “diplomatik bir zafer”
olarak nitelenen özürle aşılmış bulunuyor.
Adalet ve
Kalkınma Partisi iktidarıyla yeni bir taşıyıcı aktör, yeni bir motivasyon ve
yeni bir çerçeve kazanan Türkiye-İsrail ilişkilerinde başta enerji olmak üzere
ciddi düzeyde ikili ve başta Suriye sorunu ve Hamas’ın iki devletli çözüme ikna
edilmesi olmak üzere de bölgesel işbirliği potansiyelleri söz konusu.
[1]Stratejik
İttifak, Türkiye İsrail İlişkilerinin Öyküsü, s. 15, Anka yayınları
[2]General Çevik
Bir’in 24 Kasım 1997’de ABD National Defense University mensuplarına yaptığı
konuşmadaki ifadesi.
[3]Kemal
Kirişçi, “Türkiye’nin Ortadoğu Politikasının Geleceği”, Barry Rubin ve Kemal
Kirişçi (ed.), Günümüzde Türkiye’nin Dış Politikası, (İstanbul: Boğaziçi
Üniversitesi Yayınları, 2002), s. 172
[4]“Karadayı Tam
Konuştu”, Milliyet, 17 Şubat 1995,
[5]Meliha Benli
Altunışık, “Worldviews and Turkish Foreign Policy in the Middle East”, New
Perspectives
on Turkey, Cilt. 40, (Bahar 2009), s.
186.
[6]Ali Balcı,
Türkiye’nin Dış̧ Politikası ve
Israil: 1990’lar ve 2000’lere İlişkin Bir Karşılaştırma, Ortadoğu Etüdleri Ocak
2011
[7]http://www.zaman.com.tr/ekonomi_turkiye-ile-israil-arasindaki-ticaret-hacmi-4-milyar-dolar_1213999.html
[8]http://www.youtube.com/watch?v=nMzqNdMDNzw