Saturday, April 27, 2013

Akillere Bir Çağrı


Tamam...
Dolanıpbarış, sevgi, demokrasi dersiniz...
*
Ama biraz aklı olan, adalet olmadan barışın ve demokrasinin olamayacağını bilir...
*
Ülkenin Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ve silah arkadaşları Silahlı terör örgütü kurmaktan hapiste...
Dünya çapındaki bilim adamımız Prof. Mehmet Haberal hapiste...
Gazeteciler hapiste...
Yazarlar, aydınlar hapiste...
Gidipdemokrasidensöz ettiğiniz insanların seçtikleri milletvekilleri hapiste...
Sendikacılar, öğrenciler, akademisyenler, sivil toplum liderleri hapiste...
Tümü 4-5 yıldır tutuklu...
Yani haklarında hüküm olmadan ceza çekiyorlar...
*
Yetmedi...
Türkiye bir hapishane...
Baskı, tehdit, korku...
*
Eğer iktidarın kullandığı insanlar değilseniz...
Eğer gerçekten ülkede demokrasi, barış, hukuk istiyorsanız...
Eğer BM’nin, AB’nin, dünya basın örgütlerinin, AİHM’nin, elin, âlemin, yabancının duyarlılığının birazı dahi varsa sizde...
Eğer ülkemizin yaşamsal sorunlarını biraz olsun hissediyorsanız...
Eğer gerçekten biraz olsun akil iseniz...
(.........)
Durdurmaya çalıştığınız dağdaki terörün, aşağıda iktidar eliyle sürdüğünü görmezlikten gelmeyin...
*
Sizden barışı, sevgiyi, demokrasiyi, hukukuinsanlara anlatmanızı isteyen o kişiye dönüp isteyin:
Hukuku isteyin...
Adaleti isteyin...
Vicdanı isteyin...
İnsanlığı isteyin...
Kine, intikama, yok edişe karşı çıkarak, önce adam gibi devleti geri isteyin...
*
Aranızda yıllardır sevdiğimiz insanlar var...
İktidara yapışmışlara, çıkarı olanlara, nemalananlara kanmayın...
Akil insanların en çok sahip olmaları gereken hakkaniyet duygusu ve cesaret varsa sizlerde, korkmayın dönüp söyleyin...
*
Yok eğer bir gariban anneyi bulup boynuna sarılarak fotoğraf çektirmekse işiniz... Ve bir büyük, günahı perdelemekse göreviniz...
Ben size söyleyeyim:
Sokağa çıkmayın...
Çıkamazsınız...
24 Nisan 2013 - Cumhuriyet

Friday, April 26, 2013

Barış sürecine dair


 
Yildirim Turker
Üç ay dolmak üzere. Çatışma ve ölüm yok. Geçen yılın bu mevsimindaki bağbozumu, yüzlerce canı işaret ediyor. Kim bilir kaç gencin canı kurtuldu, Öcalan’ın Newroz demecinden bu yana.
Kim olursak olalım; hangi kan bağı, inanç, siyasi yatkınlık, cinsiyet ile kendimizi adlandırırsak adlandıralım, barış diye nice riskleri göze alarak çırpınan hepimizin istediği bu değil miydi?
Önce bir silahlar sussun, demiyor muydu her sözü alan? ‘Önce silahlar sussun da bir konuşalım’ değil miydi, kimi katliamcı hocalar ve kökünü kazıyalımcı boz adamlar dışında herkesin şiarı?
Şimdi, kadim Ertürk Yöndem programlarının o tüyleri diken diken eden fon müziği eşliğinde memleketin emperyalist oyunlarla haince bölünmekte olduğunu varsayan o kesimi bir yana bırakalım. Onlar çocuklarının kanıyla zafer yazmak isteyen kirli düşçüler.
Barışın gerçekleşmesi, kanın durması değildir.
Silahlar susunca taraflar masaya oturur ve konuşurlar. Kalıcı bir barışın koşullarını müzakere eder, evet, pazarlık yaparlar. Daha şimdiden; silahlar yeni susmuşken, silahlılar henüz aramızdayken ‘böyle barış olmaz’ diye haykırmak neyin nesidir?
Bu sürecin AKP tarafından iyi yönetilmediği aşikar. Üstüne titrememiz gereken bu sürecin şeffaflık konusunda cidden sorunlu bir vitrini var.
Bu konuda gereken uyarılarda bulunmaktan vazgeçmeyeceğiz elbet. Kimi kesimleri ürkütmemek için her iki tarafın da kimi KODLU açıklamaları karşısında umutsuzluğa kapılıp kirli alaycılığa, süreci toptan inkara kalkışmayalım.
Misak-ı Milli’yi de, İslam şemsiyesini de, Çanakkale şehitliğinden parsel kapatmaları da, pek matahmış gibi kanlı Cumhuriyet balosunda frak kiralamaları da sükunetle karşılamak zorundayız. Elbette, ‘şunu bize bir açıklasan’ diyeceğiz. Elbette bu kurulan dilin kaydını düşüp tartışacağız. Ama özellikle Kürt siyasi hareketini hala ciddiye almayan, onu hala onun bunun gölgesi, şunun bunun kuklası gören kirli dilinizle, “Biz” diye diye lütfeden taraf ağzıyla barış ihtimalini geciktiriyorsunuz. Kürtlerin tarihe özne olmasını, ne aklınızın ne gönlünüzün kabul ediyor. Kürt dostu olmaktan Kürtlerle eşit olmaya geçemiyorsunuz. Hazmedemiyorsunuz. Kürt siyasi hareketi de ne öğrenecekse bizden öğrenmeli, diyorsunuz. 30 yılda on binlerce evladını kaybetmiş bir geleneği hiçe sayıyor, satıcı ilan ediyorsunuz.  
BDP, AKP ile görüşüyor. Elbette görüşecek. Ya kimle görüşecekti? PKK, AKP ile anlaşıyor. İyi ya. Ya kimle anlaşacaktı?
Savaşanlar, barışır. Barışmaya karar verirler. Seyircilere de alkışlamak düşer. Seyircilik konumundan memnunsanız, bari alkışlayın. İnsanlar ölmüyor.
Bundan sonra kimse birbirine terörist diye bağırmadan, fikir belirtenleri hapse tıkmadan, dağlara kaçırmadan, öldürmeden oturup bu topraklarda insanlar birlikte nasıl mutlu yaşarın koşullarını tartışacağız. Devleti de PKK’yi de denetleyeceğiz. Gözümüz üstlerinde olacak. Ateşkesi ve barış sürecini tehlikeye atan tavırlar karşısında uyanık olacağız.
Akil insanlara gelince.
Onlar da bu toprakların insanları. Onlar da ortak zaaflarımızla malul, ortak dilimizle mücehhez. O seçkiye bakarak Barış ihtimalinden soğuyanlara, bu sözüm. Hepimiz, akil olalım olmayalım, 30 yıldır süregiden bir savaşın inkarıyla, utancıyla, acısıyla yaralanmış insanlarız. Gerçekten barış isteyene, barış yolunda söz üretmeye talip olan kimseyi küçümsemek yakışmaz. O listeden beğendiğiniz isimler için, halkı aydınlatacaklar, diye sevinin. Beğenmediğiniz insanlar için de, halk onları aydınlatacak, diye sevinin. Sevinin yahu!
Barışmanın ilk adımı ille de coşkulu bir sevinçle atılır.

YENİDEN EMEK SİNEMASI

Türkiyeli sinemaseverlerin hemen her birinde mutlaka derin izler bırakmış bir mekândır. İnsanı hayali bir geçmiş resminde ağırlar. Her şeyin daha hafif ve uçucu, renklerin sepyayla hareli, insanların ille de hülyalı olduğu bir geçmiş resmine. Perdenin iki yanındaki art nouveau meleklerden almıştır ilk adını: Melek.
Emek, sinemadır. Birçok sinema delisi için sinema denince akla gelendir.
1924 yılında başlıyor serüveni. 1958 yılında Emekli Sandığı’nın mülkiyetine geçtiğinde adı Emek oluyor.
Emek Sineması da umursamaz otorite karşısında hep diken üstünde bir varoluş sürdürmüş mekânlardandır.
Rant ve sadece rant üstüne kurulu şehircilik serüvenimizde ikide bir üstüne hesaplar yapılır, Beyoğlu’nun bu koskocaman adasında yapılabilecek kârlı yatırımlara engel olarak görülür.
Mülkiyet bekçileri gözünde beş paralık değeri yoktur. Oysa kapsadığı alan (onlar ‘işgal ettiği’ demeyi tercih eder) çok değerlidir. Orada büyük yatırımlarla büyük kazançlara gebe ‘shopping mall’ler, yepyeni ticaret mabetleri açmak varken kazancıyla zar zor ayakta durabilen bir sinemaya arka çıkmak elbette şımarıklık olarak değerlendirilecektir.
Ben beni bildim bileli her on yılda bir Emek Sineması’nın yıkılacağı haberiyle sarsılırız. Sonra yenilenir, karşımızda yeni ses düzeni, değiştirilmiş koltuklarıyla çıkıverir.
Emek Sineması’yla sinemasever arasındaki ilişki, bu nedenle hep gerilimlidir.
Evet, artık 875 koltuklu sinemaların ayakta kalması çok güç.
Evet, ultra-süper-mega ticaret merkezlerindeki 100-200 kişilik yatar koltuklu sinemaların yanında hantal, loş ve uğultulu kaçıyor.
Ama Emek Sineması, bu şehirde yaşayanların, bu şehirden geçenlerin, bu şehir hakkında düş kuranların anılarında bambaşka bir yer tutar.
Ben, o koltuklarda seyretmiş olduğum yüzlerce film arasında gezinerek yazıyorum sözgelimi bu yazıyı. Orada seyretmiş olduğum Passolini’leri, Cassavetes’leri dün gibi hatırlarım. Tarkovski’yle tanışmamın hangi koltuğunda gerçekleştiğini de. “Andrei Rublev”i başka hangi sinemada aynı büyüyle seyredebilirdim?
“Dantelci Kız” filminin sonunda ağlamaktan kalkıp da çıkamadığım sinema da Emek’tir.
Bütün sevdiklerimle kol kola film seyretmişliğim vardır orada. Bütün sevdiklerimi daha çok sevmiş olduğum bir yerdir.
Emek Sineması’nın yok edilmesi bu şehirde büyümüş, bu şehirde yaşamış olanların anılarına apaçık saldırıdır.
Demirören kepazeliğiyle birlikte Belediye’nin Beyoğlu tasavvuru aşikar olmuştur. Açgözlü ticaret erbabıyla masaya oturup şekillendirilecek, temizlenip ıslah edilecek bir bataklık, onlara kalırsa Beyoğlu.
Bir örneğini de Sulukele’nin ‘ıslahı’ projesinde gördüğümüz, kamu yararını tamamıyla kendi faydacı rant anlayışına göre tanımlayan Belediyecilik, hayatımıza düşmandır.
Belediyelerin temel görevlerinden biri, insanların ortak anılarını korumak ve sakınmak olmalıdır.
Şehir, öncelikle ortak anılardan oluşan bir bütündür.
Yılmadan, bezmeden tekrar etmek zorundayız!
Hayatımızı, geçmişimizi yağlı kâr bezleriyle silivermenin yollarını arayanlar.
Emek Sineması’ndan elinizi çekin!
Bu şehirdeki geçmişi silinebilir bulunan, Belediye’nin umursamadıkları, bir araya gelmek zorundayız.
Bundan başka Emek Sineması yok.

OSMANLI’DA SÜRYANİ YAŞAMI

24 NİSAN ERMENİ VE SÜRYANİ SOYKIRIMINI ANMA ETKİNLİKLERİMİZ ÇERÇEVESİNDE

1915 ÖNCESİ OSMANLI’DA SÜRYANİ YAŞAMI SERGİMİZİ AÇIYORUZ

Süryani dilinde “Seyfo” olara anılan 1915-16 soykırım sürecinde yıkıma uğrayan Osmanlı topraklarının en eski, yerli Hıristiyan halklardan Süryanilerin yaşamından kesitler sunan sergimiz yarın, 25 Nisan Perşembe saat 19.00’da açılıyor.
Basın mensuplarını ve tüm soykırım karşıtlarını sergimizin açılışına bekliyoruz.

İNSAN HAKLARI DERNEĞİ

İSTANBUL ŞUBESİ

IRKÇILIK VE AYRIMCILIĞA KARŞI KOMİSYON



TARİH       : 25 Nisan 2013, Perşembe

SAAT        : 19:00

YER           : İNSAN HAKLARI DERNEĞİ

İSTANBUL ŞUBESİ TOPLANTI SALONU

Tuesday, April 23, 2013

Çeçen kamasının Boston’da ne işi var!


FEHİM TAŞTEKİN

FBI’ın ağına düşürdüğü ‘dindar’ gençlere patlayıcı temin edip komplolar kurduğu ayan beyan ortadayken şüphelenmek hakkımız. Gerçekten saldırılar Cohar ve Tamerlan Tsarnayev kardeşlerin işiyse bu bir ilk olacak
Çeçen kamasının Boston’da ne işi var!Fatimat Süleymanova ya göre, yeğeni Tamerlan Çeçen kimliğinin peşindeydi
Bakmayın Avrupa’dan Çeçenlerin bir bir Moskova’ya postalanmasına. Çeçenlerin bazı vukuatlara rağmen Batı başkentlerinde ‘korkulan’ mülteciler olmadığını biliyoruz. Neticede yegâne düşmanları Kafkasya’yı ele geçirdiğinden beri Rusya. Çeçenlerin Avrupa Parlamentosu dahil pek çok platformda ‘özgürlük savaşçısı’ diye karşılandığının bizzat tanığıyım. Aslına bakarsanız Washington’ın Kaide ile savaşırken işbirliği beklediği Rusya karşısında tutarlı olabilme adına terör örgütü listesine aldığı ‘Kafkasya Emirliği’nin de ABD’yi tehdit ettiği yok. ‘Direniş’ hareketinin geçirdiği dönüşüme rağmen ‘asıl düşman Rusya’ mottosundan ABD’yi çok da rahatsız edecek tarzda bir sapma olmadı. Hatta bir avuç Çeçen’in Suriye’de savaşa katılarak Batı’nın Esad rejimini def etme planına hizmet ettiğini hatırlatmanın tam zamanı. ABD’nin bölgedeki profilini 11 Eylül’den sonra Çeçenya’da, 2008’de Güney Osetya’daki savaştan sonra genel anlamda Kafkasya’da düşürse de sivil unsurların Kafkasya’ya ilgisi kesilmedi. En azından ‘Soğuk Savaş’ aracı Özgürlük Radyosu’nda Çeçence hâlâ yankılanıyor, Rusya’nın sinirlerini bozan bazı etkinlikler sürüyor. Bu yüzden Boston saldırılarında zanlıların Çeçen çıkması şaşırttı.

Bir miras: Yalnız kurtlar

Yargıya varmak için erken: Tamerlan öldürüldü, Cohar gırtlağından vuruldu, belki hiç konuşamayacak, konuşsa da ‘Miranda Hakları’ndan mahrum kaldığından ifadesi üzerindeki şüphe kalkmayacak. Kardeşlerin bağlantılarına dair kafa karıştıran unsurların netleşmesi lazım. FBI’ın ağına düşürdüğü ‘dindar’ gençlere patlayıcı temin edip komplolar kurduğu ayan beyan ortadayken şüphelenmek hakkımız. Gerçekten saldırılar Cohar ve Tamerlan Tsarnayev kardeşlerin işiyse bu bir ilk olacak. FBI, 2010’dan sonra radikal eğilim gösterdiği söylenen Tamerlan’ı 2011’de 6 aylığına gittiği Kafkasya dönüşünde sorgulamış. Uyarı da Rusya’dan gitmiş. Ancak Rus iç istihbarat servisi FSB’ye göre kardeşlerin Kafkasya Emirliği ile bağını gösteren güvenilir bilgi şimdilik yok. Saldırıların Kafkasya ile ilişkisi ortaya çıkarsa ‘direniş tarihi’ ile ilgili yepyeni bir fasıl açılacak demektir. Çeçen halkının yüreğindeki yara, siyasi çözüm olmadan kapatıldı. Çeçenler toptan sürgün ve imha operasyonlarına maruz kaldıkları halde her defasında yeniden anavatanlarına dönüp küllerinden doğmayı başardı. Tsarnayev ailesi de Çeçen trajedisine ayna tutuyor. Dedeleri 1944’te Orta Asya’ya sürülmüş, babaları ve kendileri Kırgızistan’da doğmuş. Geneli dünyaya geldikleri yerin sürgün coğrafyası olduğunu bilir. Yüzleri hep Çeçenya’ya dönüktür. Elbette bu travmatik süreçler geride ‘yalnız kurtlar’ da bırakabiliyor. Kafkasya’da bitmeyen ‘devlet terörü’ de yalnız kurtları besleyen bir ortam sunuyor.

Trajik dönüşüm

Kafkasya silah bırakmayıp dağlara yaslanmış Abrekleriyle meşhurdur. Ama bugünün savaşçılarını tarihteki Abreklerden farklı kılan bir süreç yaşanıyor: Kafkasya’ya has direniş geleneği klasik çizgisinden Şamil Basayev’le birlikte saptı. Halefi Doku Umarov, 2007’de Çeçen-İçkerya Devlet Başkanlığı’nı resen ilga edip Kafkasya Emirliği’ni kurduğunda bunun anlamı şuydu: Yüzyıllara dayanan özgürlük hareketi, Selefi yoruma dayalı şeriat devleti idealine dönüştü. Böylece Kafkasya, yerleşik kültür ve Sufi geleneğiyle çatışan Kaide ideolojisine daha fazla maruz kaldı. Silahlarla büyüyen bir kuşak ‘küresel cihat’ ağıyla etkileşime girdi. Şimdi Boston bu dönüşümün neresinde? Yanıt çok şeyi değiştirir.
Küçük sulardaki dış politika
Türkiye’nin kendi kabuğunu kırıp açılması gıpta edilecek bir durum. Yeter ki düzgün bir yolculuk olsun, çatışmaların tarafı haline gelinmesin ve bunlar arkası gelmeyen prestij hamlesi olarak kalmasın. Asya’dan Avrupa’ya, Balkanlar’dan Kafkasya’ya, Ortadoğu’dan Afrika’ya yelken açarken çatışan taraflara eşit durabilmek ustalık ister. Türkiye’nin bunu becerdiği yerler de var, tökezlediği yerler de. Mesela Boşnak, Arnavut, Hırvat ve Sırplarla eşit mesafede diyalog kurulabildi. Geçen hafta hem Somali hem Somali’den kopmuş Somaliland liderleri ağırlandı. Fakat sıra Kafkasya’ya gelince köhne reflekslere dönülüyor. Konuyu Abhazya ile 23 Nisan krizine getireceğim. Çocuk dans topluluğu ‘Abaza’ bugün 23 Nisan Çocuk Bayramı’nda sevincimize ortak olacaktı. TRT’nin davetiyle gelmişlerdi. Büyük bir nezaketsizlik sonucu Abhazlar programdan çekildi. AbhazFED’den Ahmet Ceylan’a göre Gürcistan devreye girince Türk Dışişleri “Abhazya bağımsız devlet gibi davet edilemez” deyip TRT’ye ayar çekti. TRT de ‘Abhazya Cumhuriyeti’ ibaresini silip “Abhazya Özerk Cumhuriyeti-Gürcistan” yazarak mutabakatı bozdu. Çünkü sözleşmede ‘Abhazya Cumhuriyeti’ yazılıydı. 1 Nisan’da TRT’nin sitesinde ‘Katılımcı Ülkeler’ ifadesi 2 Nisan’da ‘Katılımcılar’ diye değiştirildi. Dışişleri yerel yönetimlerden ‘Abhazya heyetiyle resmi izlenimi veren temastan uzak durmalarını’ istedi. Halbuki işin başında Abhaz tarafı, aksilik çıkar diye TRT’yi uyarmış. Çünkü kötü tecrübeler var. 2007’de Abhazya lideri Sergey Bagapş’ın ziyareti son dakikada engellenmişti. Ama TRT kendinden emin bir halde “Bu barış odaklı bir program, İsrail bile katılacak, kesinlikle hiçbir problem yaşamayacaksınız” diye teminat vermiş. ‘Toprak bütünlüğü’ savını Kosova gibi yerlerde göz ardı edebilen Ankara’nın Gürcistan lobisine kolayca teslim olması anlaşılır gibi değil. Abhazlar için asıl incitici olan Tiflis’ten bir örgütün “Ricamız bu hatayı derhal düzeltmenizdir” diye Türkiye’ye hitap edip netice alabilmesi. Abhaz-Çerkes diasporası özel programlarla misafirlerin gönlünü aldı. Peki, onların gönlünü kim alacak? Bu ülkenin harcı olmuş insanları tam da etnik barış havasının ortasında kırıp dökmek niye?

Monday, April 22, 2013

Bana da bana da...

 
Erbil Tuşalp

EKSENİNİN YENİ ORTAĞI: Hava kurşun gibi ağır değil. Tüy gibi hafif de değil ama. Bulaşıcı akıl tutulmasını yaygınlaştıran tuhaf bir barış havası var.
“Yazılı emir” isteyen Türk silahlı kuvvetleri çaktırmadan kışlasına dönerken; “yasal güvence” peşine takılan Kürt silahlı kuvvetleri sessiz sedasız çekilmeye başlamışken;
Diyarbakır, Ankara, İstanbul ve Samsun’un üniversiteli gençleri bu kez barış sürecinin biber gazını soluyorken;
Psikolojik savaşa sürülen akiller bilmedikleri çözüm reçetesini açıklamak için nefes tüketip beyin yıkarken;
TC’yi tabeladan Türk’ü anayasadan silen iktidar, kafa karıştırma oyunu oynarken;
Emek’ciler coplanıp Silivri’ciler gazlanırken;
Diyanet İşleri Başkanlığı toplumsal yaşamı denetlemeye kalkışırken;
Barış ve başkanlık pazarlığına siyaset mafyası el atmışken ve de açlık, yoksulluk, işsizlik tavan yapmışken; sözüm ona hiç “beklenmeyen” bir gelişme oldu. Aslında özlemle “beklenen” Hizbullah, Diyarbakır’da sahne alıp replik çaldı.
Hizbullah’ın İmralı-Ankara-Kandil ekseninin yeni ortağı olarak ortaya çıkıp “bana da, bana da” demesi hiç şaşırtıcı olmadı. Olmadı, çünkü aslında onlar hep vardı.Üstündeki örtü kaldırıldı. Örtüyü kaldıran önemli. Önemli çünkü enseye tek kurşunlu infazlardan, mezar evlerinin domuz bağlı sorgularına uzanan süreçte örtüyü çeken hep iktidar oldu. Başarıyı abartmak, başarısızlığı gizlemek için Hizbullah korkusu kullanıldı.
***
YENİ MÜJDELER: Şimdiye dek sorular hep eksikti. Örneğin “Hizbullah hortluyor mu” sorusu “bu gelişmeden kimin yararı var” kuşkusuyla beslenmedi. Beslenseydi Öcalan’ın Nevruz mektubunda “yeni müjdelerle” hayata geçeceğini söylediği “ Hazreti Musa, Hazreti İsa ve Hazreti Muhammed’in mesajlarındaki hakikatlerin” ne olduğu sorulur ve bu soruya yanıt aranırdı.
Her nedense sorulmuyor ve hatta özenle kaçınılıyor ama insanın aklına barışı zora sokacak başka sorular da geliyor.
Örneğin, Hizbullah korkusu senaristi belli barış senaryosunun bilinmeyenler listesinde yer alan dayatma öğelerinden biri mi?
Emperyalizmin bölgesel bir savaş senaryosunda Türkiye’den pay isteyen silahlı bir güç mü?
Kürt-İslam projesinin vazgeçilmez markası olarak çekilme sonrası PKK işlevini üstlenmek için oluşturulan yedekteki sivil bir örgüt mü?
***
SİYASİ VE ASKERİ: Bu soruların yanıtlarını bulmak için, eski defterlerin satır başlarına göz atıp “illa ki” anımsamak gerekiyor.
TBMM “Faili Meçhul Siyasi Cinayetleri Araştırma Komisyonu” raporundaki “işbirliği tespitlerinin” o günden bugüne “her daim geçerli” olabileceğini düşünmek insana korku veriyor:
“Batman Emniyet Müdürlüğü’nde, Komisyonumuza bilgi veren Emniyet Müdürü ve Vali Yardımcısı Batman’a bağlı Gerçüş ilçesinin Sekü, Gönüllü ve Çiçekli köyleri bölgesinde Hizbullah örgütünün bir kampı bulunduğu ve yörede bulunan askeri birliğin bu kampa yardımcı olduğu yönünde haber aldıklarını; bu kamplarda Hizbullah mensuplarının siyasi ve askeri olarak eğitildiğini beyan etmişlerdir...”
TBMM Araştırma Komisyonu’na bilgi veren Batman Emniyet Müdürü’nün görevden alınması, işbirliğinin kanıtlarından sadece biriydi. (Ağustos 1993)
İşbirliğinin en somut kanıtlardan bir başkasına gazeteci Aydın Engin ulaşacaktı. “Turan Dursun’u, Bahriye Üçok’u Musa Anter’i cezalandırdığımız doğrudur” diyen Hizbullahçı Şeyhmuz Alev hakkında soruşturma açmayan Batman Savcısı örneği bile tek başına bu desteği anlatmaya yetiyordu.(Haziran 1996)
Yıllar sonra emekli köşesinden ses veren Aşayiş Kolordu komutanı korgeneral Hasan Kundakçı bölgede PKK’nın denetimindeki camilerin ele geçirmesinde Hizbullah’tan yararlanıldığını” söyleyecekti. (Şubat 2000)
Eski defterlerde kalan bu üç satırbaşı, barış sürecinin ortasına pimi çekilmiş bomba gibi düşen Hizbullah’ın Recep Bey’e, mi Abdullah Bey’e mi daha yakın olduğu sorusunu gündeme getiriyor.
***
Barış heyecanının arkasına saklanan bu ve benzeri sorulara yanıt ararken, başkanlık için “cihad”ı ve “ kıyam”ı göze alan siyasal İslam’ın maestrosunun on yılda din devleti için 1 trilyon 700 milyar doları harcadığını unutmamak gerekiyor.
 Erbil Tuşalp'in “Bana da bana da...” başlıklı yazısı 15 Nisan 2013 Pazartesi tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

Sunday, April 21, 2013

Akil adam galerisi




 

 Erbil Tuşalp

PSİKOLOJİK SAVAŞ UNSURU: Recep Bey’in “o psikolojik harekat denen ifade vardı ya…” yaklaşımıyla önemsizleştirdiği “psikolojik savaşın” ne olduğu bilinseydi, bu kadar sevinilmezdi. Taslak listede adı geçen çok sayıda akil arkadaşın sevinci kısa sürdü. Operasyonun amacı, sıcak ya da soğuk savaşın bilinen tuzaklarından biriydi:
“Gezici vaiz sosuyla” süslenen akil adamlara aslında hükümet adına ikna turuna katılan “psikolojik savaş unsuru” rolü verilmişti.
“Akil adamı” gerçek anlamından soyutlayan okyanus ötesi bu pazarlama yönteminin ülkede ve bölgede yeni acılara neden olacağı belliydi.
Mal meydana çıktıktan sonra sevinmenin ya da üzülmenin hiç kimseye yararı yok. Siparişi verenin “alımların ağırlıklı olarak Müslüman mahallesinden” yapılmasını istediği “tedarikçinin de talimata aynen uyduğu” açık seçik ortada.
O pazarın konuşurken “taammüden sahteci” yazarken “ağır tahrikçi” ip cambazı ustalarını anımsamanın tam zamanı. Önce Abdurrahman Dilipak:
“-Batı anlamında bir demokrasi İslam diniyle uyuşabilir mi?
·         İslamı demokrasiyle, liberalizmle, rasyonalizmle açıklayamayız. İslam demokrat değildir. Rasyonalist de değildir. İslam’ın kendi değerleri var. Ben demokrasiden çok daha fazlasını istiyorum.
·         Sizin istediğinizle demokrasi arasındaki farklar neler?
·         Hiçbir Batı demokrasisinde insanlara kendi hukukuyla yargılanma hakkı tanınmaz. İslama göre insanlar kendi cemaatlerinin hukukuna göre yargılanmalıdır. İslamda kanun koyucu yok.
·         Bu kuralların dışına çıkanlar cezalandırılır mı?
·         Dinde zorlama yoktur, fakat İslam’da vardır. Kurallara uymuyorsa cezalandırılır. Müslüman kadın başı açık gezemez, Müslüman kişi oruç yiyemez. Cezalandırılır. Her çocuk 18 yaşına geldiği zaman dinden çıkabilir. Ama süre geçtikten sonra dinden çıkarsa öldürülür; yani öldürme hüküm olarak vardır.” (3 Ocak 1987)

Dilipak’ı barış ve demokrasi savaşçısı psikolojik savaş akilleri listesinde görmek insanı şaşırtmıyor.

EXETER’Lİ İKİ AKİL: Dolmabahçe’den sefere çıkan psikolojik savaş unsurları arasında rastlantı bu ya, İngiltere’nin Exeter Üniversitesi’nden iki kişi var. Bünyesinde Kürt, Arap ve İslami Araştırmalar Enstitüleri olan bu bilim yuvası Ortadoğu ve Afrika’da İngiliz sömürgeciliğini sürdürecek İslam, Arap ve Kürt uzmanı politikacı, diplomat, idareci, asker ve istihbarat elemanı yetiştirmekle ünlü. Adını akil psikolojik unsur listesine yazdıranlardan Fethullahçıların Akevler grubundan Kayseri Belediye Başkanı Şükrü Karatepe yıllar önce katıldığı 10 Kasım Anma Günü’nü anlatıyordu:
“Hakim güçler ‘ya bizim gibi yaşarsın ya da her türlü fitneyi, fesadı içinize sokarız’ diyor. Bu yüzden de bakanlar bile kendi dünya görüşlerini bakanlıklarına yansıtamıyor. Bu sabah ben de resmi görevim nedeniyle bir törene katıldım. Süslü püslü görünüşüme bakıp da laik olduğumu sakın sanmayın. İnancımıza saygı duyulmadığı, sövüldüğü bir dönemde, içim kan ağlayarak, bugünkü törenlere katıldım. Belki Başbakan’ın bakanların, milletvekillerinin bazı mecburiyetleri vardır. Ancak sizin hiçbir mecburiyetiniz yok. Bu zulüm düzeni değişmeli. Bekledik, biraz daha bekleyeceğiz. Gün ola, harman ola. Müslümanlar içlerindeki hırsı, kini, nefreti eksik etmesin. Bu bizim boynumuzun borcudur.” (10 Kasım 1996)
ZALİM DE VAR ZULÜM DE: Barışsever psikolojik savaş unsurları listesinde yıllar yılı unutulmayacak isimler var. Kimi “Tesettür amacının seksüel duygu uyandırmamak olduğunu” mırıldıyor. (26 Ağustos 2007) Kimi, “İstanbul sokaklarında dolaşan her iki başı açık genç ve yetişkin kadından birinin resmen hayat kadını” olduğunu söylüyor. (20 Aralık 2007)
Kimi öyküde Evren Paşa zalimi, kimi öyküde Recep Bey zulmü var. Yarına...
***

Akil adam galerisi-2
Erbil Tuşalp

BİR ŞİŞKO İMAMCIK: Galerinin bugünkü konukları “psikolojik savaş unsuru” olarak hükümet adına ikna turuna katılan feleğin çemberinden geçmiş iki ünlü gazeteci. Biri “akil rekortmeni” Taraf’tan, öteki Yeni Şafak’la ikincilik kürsüsünü paylaşan Star’dan. İki yeminli yandaş. Gazeteleri ayrı gönülleri bir.
Biri ‘68 kuşağının gençlik liderlerinden. Önce Tarsus Amerikan sonra Ankara Siyasal Bilgiler. 12 Mart ve 12 Eylül’e ödenen 7 yılın mahpusluk ve kaçaklık günleri. Dönene kadar Çin yanlısı sıkı bir solcu. Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin başkanlık kurulu üyesi. Türkiye’nin zor yıllarında Aydınlık gazetesinin genel yayın yönetmeni Almancı Oral Çalışlar.
Öteki; imamın ordusu kuruluncaya kadar Arapça’yı Suriye çöllerinde arayan adil düzenci-milli görüşçü mazlum bir Nurcu. İmam hatipli Yüksek İslam Enstitü’lü bir şişko imamcık. Önce Exeter’de İslam Araştırmaları Enstitüsü, sonra Harvard’da Ortadoğu Araştırmalar Merkezi. En sonunda ülkenin yönetimine en yakın köşe yazarı Fethullahçı Bilderberg’çi Fehmi Koru.
KATKIDA BULUNMAYA HAZIR: Oral’ın dönekliği çok konuşuldu ama korkaklığına pek değinen olmadı.12 Mart’ın acılarını bilenlerin çoğu gibi o da 12 Eylül’den çok korktu.
Cunta gücünü, üç gazeteyi Aydınlık’ı, Demokrat’ı ve Hergün’ü bir gecede süresiz kapatarak gösterdi. Kapatma işleminden 6 gün sonra İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’na yapılan başvuru anlamlı bir gülümseme ile karşılanacaktı.
Aydınlık gazetesi Genel Yayın Müdürü Oral Çalışlar inanması güçtü ama yönettiği gazetenin “bugüne kadarki yayın dönemlerinde Milli Güvenlik Konseyi’nin ilan ettiği amaçların gerçekleşmesine çalışıldığını...” savunuyordu. Anlaşılan çok korkmuştu utanılacak bir iş yaptığının ayırdında değildi. Başvuruda ileriye dönük acıklı bir beklenti vardı:
“Gazetemiz görüş, öneri ve yapıcı eleştirilerini her zaman olduğu gibi açık yüreklilik ve dürüstlükle ortaya koyarak yeni yönetimin ilan ettiği amaçların başarılmasına katkıda bulunmaya hazırdır”
Oral’ın yeni darbeye hizmet etmeye hazır olduğunu söylemesine pek inanan çıkmadı. Ama o uğursuz dilekçe 33 yıl sonra psikolojik savaş unsuru akil adam olmanın belki de ilk adımı oldu.”

PSİKOLOJİK SAVAŞI ÖRGÜTLEYECEK: Onu en iyi birlikte saf tuttuğu mücadele arkadaşı yakınları anlattı. CIA’in “ılımlı İslamcılara daha çok hayat hakkı verilmesi gerektiğini” raporladığı yıllarda radikal İslamın yayın organlarında “İslami hassasiyet gözlenmeyen Fehmi Koru, bizce pasifist bir ajandır” suçlaması vardı. Suçlamalar insafa sığmayacak kadar ağırdı.
“Ayet ve hadisleri alet ederek, İslamcı hareketi içten yıkıp teslim alacak bir psikolojik savaşı örgütleyecek koordinasyon kurulunun baş danışmanlığına kişisel özellikleri tek tek sayılan Fethullah Gülen, yardımcılığına ise Hoca Efendi’nin yakını Fehmi Koru’nun getirilmesi” öneriliyordu. Tarafçılara göre Gülen, “Körfez savaşı başlar başlamaz tedavi maksadıyla bulunduğu ABD’den Türkiye’ye gönderiliyor” ve hiç zaman yitirmeden propagandaya başlıyordu. (Taraf dergisi, Mart 1991)
Suçlamalara aldırmayacak gazeteci kimliğinin gölgesinde bildiği yolda yürüyecekti. Bir gün Suudi Arabistan Kralı Fahd bin Abdülaziz’in danışmanı CIA ajanı Ruzi Nazar’la, bir başka gün CIA ajanı Frank Terpil’in müşterisi Murat Bayrak’la “söyleşi yapmaya” gidiyordu. Söyleşilerde elbette Nazar’ın Orta Asya danışmanlığı, Terpil’in silah tüccarlığı olmayacaktı.
Böyle bir donanımla gelinen adresin “akil damgalı psikolojik savaş unsuru” olması belki de olağan bir sonuçtu.
O, sanki bu iş için yaratılmıştı. Kimi zaman patron kulağına atılması gereken yazarları fısıldayacak; kimi zaman polise savcıya yol gösterecekti.
Şimdi bunları psikolojik savaş unsuru yapanlar, gerçekten barış istiyor mu, bir kez daha düşünelim. ALINTI..Sol

Friday, April 19, 2013

Türkiye İsrail ilişkileri, yeni aktörler, motivasyonlar ve çerçeveler


Alptekin DURSUNOĞLU
Yeni bir taşıyıcı aktör, motivasyon ve çerçeve kazanan Türkiye-İsrail ilişkilerinde başta enerji olmak üzere ikili ve başta Suriye sorunu ve Hamas’ın iki devletli çözüme ikna edilmesi olmak üzere de bölgesel işbirliği potansiyelleri söz konusu.
 Türkiye İsrail ilişkilerinde yeni aktörler, motivasyonlar ve çerçeveler bakımından öncekilerden çok farklı bir döneme giriliyor.
Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerinin çerçevesinde, motivasyonunda ve bu ilişkileri taşıyan aktörlerde yaşanmakta olan niteliksel farklılaşmayı daha iyi kavramak açısından öncelikle ikili ilişkilerdeki sabitleri hatırlamak yararlı olabilir.

Türkiye-İsrail ilişkilerinde belirleyici olan sabitler

Türkiye’nin İsrail’i resmen tanıdığı 28 Mart 1949’dan bu yana birçok iniş çıkışlar yaşanmış olsa da ikili ilişkilerde belirleyici olan şu hususlarda hiçbir değişme olmadı.
1- Uluslar arası ittifaklar: Her iki taraf da Amerika’yı stratejik müttefik olarak gördü ve Amerika tarafından da bölgesel kombinasyonlarda vazgeçilmez iki ortak olarak değerlendirildi. 
2- İsrail’in var olma hakkı: Türkiye, başta ABD olmak üzere tüm Batılı müttefikleri gibi İsrail’in var olma hakkını destekledi. Nitekim Türkiye, 1978’deki Camp David anlaşmasına kadar tüm Arapların 1979’daki İslam Devrimi’nden sonra da İran ve Direniş Ekseni’nin İsrail’in varlığını tanımayan tutumunu her zaman reddetti.
3- Medeniyet tercihleri: Türkiye, kendini Batılı değerlerin bölgedeki temsilcisi olarak niteleyen İsrail’le iyi ilişkiler kurmayı “bölgede demokrasiyle yönetilen iki ülkenin doğal ve zorunlu ilişkisi” olarak niteledi ve İsrail’i tanıyan ilk İslam ülkesi olmayı Batılı değerlerle bütünleşme çabası çerçevesinde izah etti. 
4- Tehdit ve güvenlik algısı: Medeniyet tercihini Batı’dan yana yapan Türkiye, savunma ve güvenlik algısını da üyesi olduğu NATO savunma ve güvenlik algısı doğrultusunda biçimlendirdi.

Türkiye-İsrail ilişkilerinde değişkenler ve üçüncü dönem

Yukarıda sıralanan dört sabite üzerine temellendiren Türkiye İsrail ilişkileri, değişen yerel ve bölgesel şartların etkilerinden uzak kalamadı. Dolayısıyla yerel ve bölgesel şartlar, Türkiye-İsrail ilişkilerinin motivasyonunda, çerçevesinde ve bu ilişkileri taşıyan aktörlerde ciddi niteliksel değişimlerin yaşanmasına sebep oldu.
a) Motivasyon:Türkiye açısından yukarıda 1. ve 3. maddede özetlenen sabit etkenler, İsrail açısından ise 2. ve 4. maddede özetlenen sabit etkenler Ankara-Tel Aviv ilişkilerinin motivasyonunda belirleyici oldu.

Yani Türkiye’nin uluslar arası müttefiklerine bölge politikalarında Batı’dan yana durduğunu göstermeye, kendini etrafı düşman denizi ile çevrili bir ada olarak gören İsrail’in ise tutunabileceği bir dosta ihtiyacı vardı.   
Türkiye’ye İsrail’i tanıyan ilk İslam ülkesi olma cesaretini veren motivasyon, Batı ile bütünleşme hedefiydi. Türkiye’nin bu yaklaşımı İsrail’e Arap olmayan bölge ülkeleri ile Arapları çevreden kuşatmayı öngören Ben Gurion’un meşhur “çevresel pakt” stratejisini hayata geçirme imkanı vermişti.[1]
Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerindeki motivasyonu 28 Mart 1949’dan, Oslo Barış sürecinin başladığı 1992’ye kadar yerel ve bölgesel şartlardaki değişime göre 3 aşamalı bir değişim geçirdi.
1- Türkiye’nin İsrail’i resmen tanıdığı 28 Mart 1949’dan 12 Eylül askeri darbesine kadar olan dönem: Soğuk Savaş şartlarının hakim olduğu bu dönemde NATO güneydoğu Avrupa müttefiki olarak Türkiye’ye verilen rol Sovyetlere karşı baraj oluşturmaktı; dolayısıyla İsrail’le ilişkileri İran ve Etiyopya ile birlikte gizli “çevresel pakt”ın üyesi olmakla sınırlı tutulmuştu.
2- 12 Eylül askeri darbesi, demokratikleşme eleştirileri sebebiyle Batı ile mesafesi artan Türkiye’ye enerji ve finans ihtiyacını karşılayacak yeni ortaklar bulma arayışına sevk etti. Batı ile mesafeli ilişkilerin Arap ülkelerine yönlendirdiği Türkiye bu kez bölgesine “sizden yanayım” mesajı vermek zorunluluğu hissettiği için İsrail’le diplomatik ilişkilerini 2. Katiplik düzeyine indirdi.
3- 1992 Oslo süreciyle birlikte, Filistin Kurtuluş Örgütünün İsrail’i tanıyıp barış müzakereleri başlatması, Türkiye’yi İsrail’le ilişkilerinin düzeyini yükseltme konusunda cesaretlendirdi. Öte yandan Soğuk Savaşın sona ermesi, Türkiye’nin ortadan kalkan Sovyet tehdidi yerine başka rollere talip olmasını gündeme getirdi. Nitekim 23 Şubat 1996’da imzalanan askeri eğitim ve işbirliği anlaşmasıyla Türkiye İsrail ilişkileri artık “stratejik ittifak” olarak tanımlanmaya başladı.

b) Çerçeve:Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerinin çerçevesi, diğer bölge ülkeleriyle ilişkilerinden farklı olarak ekonomi ve ticaret boyutuyla değil, savunma, güvenlik ve istihbarat boyutlarıyla gelişti. Soğuk Savaş döneminde Ben Gurion’un çevresel pakt stratejisinin tamamlayıcı bir unsuru olan Türkiye, Soğuk Savaş sonrası dönemde Türkiye İsrail stratejik ittifakının mimarı General Çevik Bir’in ifadesiyle kendini artık bir “kanat değil cephe ülkesi”[2] olarak tanımlamaya başlamıştı.

Yani Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte Sovyet tehdidine karşı NATO’da Avrupa’nın güneydoğu kanadını tutan Türkiye, artık Balkanlar ve Kafkaslardaki “etnik ve bölgesel milliyetçiliğe” ve Ortadoğu’daki “radikal İslamcılık ve uluslar arası terörizme” karşı bir cephe ülkesi oluyor; bölgesel müttefik olarak da kendisine İsrail’i seçiyordu.
1990’lı yıların ortalarından itibaren benimsenen “cephe ülkesi” rolü, stratejik diyalog anlaşmasıyla Türkiye ile İsrail’i ortak tehdit değerlendirmeleri yapmaya, Türkiye’nin iç tehdit algısını “irtica ve bölücülük”, dış tehdit algısını ise “bunları besleyen dış odaklar olarak İran ve Suriye” şeklinde değiştirmeye, 23 Şubat 1996 tarihli askeri eğitim ve işbirliği anlaşması ise savunma alanında benzersiz ilişkiler geliştirmeye ve nihayet ilişkileri “stratejik ittifak” olarak tanımlamaya götürdü.
Ancak ABD’nin 11 Eylül sonrasında bölge politikalarını radikal bir “idealizm” üzerine kurmaya başlaması, Ortadoğu politikasını İsrail’deki en aşırı uçların talepleri doğrultusunda geliştirmesi ve Irak’ı tek taraflı işgal etmesi, Türkiye’de Irak’ın toprak bütünlüğü dolayısıyla da “bölgede ikinci bir İsrail olabilecek bağımsız Kürt devleti” kaygılarını yaratmaya başladı.
1990’ların sonlarında bölgeye karşı İsrail’le birlikte ortak tehditler belirleyen Türkiye, Kuzey Irak’ta kurulacak ve İsrail tarafından da doğal müttefik olarak desteklenecek bağımsız Kürt devletinden duyduğu kaygıyla yeniden bölgesine yönelmeye başladı.
c) Taşıyıcı aktörler:İsrail’in bölgenin doğal bir unsuru olmamasının ve yukarıda sıralanan sabit etkenlerin de işaret ettiği üzere Türkiye İsrail ilişkileri ekonomi, ticaret, tarih, kültür gibi doğal dinamiklerle değil savunma ve strateji gibi kurgu gerektiren dinamiklerle gelişmişti. Dolayısıyla da Türkiye-İsrail ilişkilerinde taşıyıcı aktörler dışişleri bürokratlarıyla askerler olmuştu. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ikinci hükümet dönemine kadar Türkiye İsrail ilişkilerinin inişinde de yükselişinde de belirleyici olanlar askerler ile dışişleri bürokratları oldu.

Türkiye İsrail ilişkilerinde yeni dönem

Yazının başında Türkiye-İsrail ilişkilerinde belirleyici olan sabit etkenlerde herhangi bir değişme olmamakla birlikte bu ilişkilerin motivasyonunda, çerçevesinde ve taşıyıcı aktörlerinde en radikal değişimin Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarıyla yaşandığı söylenebilir.
Irak’ın toprak bütünlüğü ve bölgede harita değişikliği endişeleri sebebiyle derinden hissedildiği bir dönemde iktidar olan Adalet ve Kalkınma Partisi, İsmail Cem’in dışişleri bakanlığı döneminde ortaya konan bölgeselcilik vizyonunu kendi ideolojisiyle zenginleştirerek pratiğe dökmeye başladı.
Bir başka deyişle daha sonra Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından söz konusu edilecek olan “komşularla sıfır sorun” söylemi, aslında 11 Eylül sonrası yaşanan bölgesel gelişmelerden dolayı Türkiye açısından mutlak bir ihtiyaç haline gelmişti. Bundan dolayı da dönemin “Dışişleri Bakanı İsmail Cem, bölge ülkelerine yönelik güvenlik merkezli bakışın yerine ikame edilecek bir yaklaşım ortaya atmış ve “bölge odaklı dış politika” yaklaşımı çerçevesinde bölge ülkeleriyle ilişkilerin düzeltilmesine odaklanmıştı.[3]
İsmail Cem’in bu yaklaşımı, yani askerin terörist olarak tanımladığı[4] devletler olan Iran ve Suriye ile ilişki kurma çabaları, orduyu rahatsız etmiş ve ordu bu yeni açılımların Türkiye’nin İsrail ile olan ilişkilerini bozabileceğini belirtmişti.[5] Askerin dış politikadaki dominant pozisyonunu tersine çevirebilecek bu söylemsel değişimin etkin bir şekilde işleyebilmesi pratik düzlemde yaşanacak gelişmelere bağlıydı ve nitekim Türkiye 2000’li yıllara İsrail ile ilişkileri askerin iç politikaya içkin bir stratejisi olmaktan çıkaran gelişmelerle girmişti.”[6]
28 Şubat’ın da tecrübesiyle birinci iktidar döneminde muhtemel bir askeri darbeden korunmak için askerlerle olabildiğince iyi geçinmeye gayret eden Adalet ve Kalkınma Partisi, AB üyeliği çerçevesinde attığı sivilleşme adımlarıyla ve birçok üst düzey askeri yetkili hakkında başlatılan yargı süreçleriyle askerin hem iç hem de dış politikadaki belirleyici rolünü aşamalı olarak sınırlandırmayı başardı.   
Türkiye İsrail ilişkilerinin taşıyıcı aktörlerinde radikal bir değişime sebep olan bu durum, doğal olarak ilişkilerin motivasyonunda ve çerçevesinde de ciddi bir başkalaşım yarattı.
Örneğin daha önce taşıyıcı aktörlerin niteliği gereği savunma ve güvenlik gibi askeri alanlarla sınırlı olan Türkiye İsrail ilişkileri; ticaret ve turizm gibi sivil alanlarda da benzersiz gelişmeler gösterdi. Siyasi ilişkilerin en gerilimli olduğu dönemde bile İsrail’le ticaret birkaç katına çıktı.[7]
Daha önce İsrail’le ikili ilişkilerini tek boyutlu bir şekilde Batı ile ilişkileri için kolaylaştırıcı bir araç olarak kullanan Türkiye, çok boyutlu davranmaya başlayarak İsrail’i bölgeyle buluşturan ilişkiler kurmaya yöneldi. Bu çerçevede Suriye-İsrail dolaylı müzakerelerine arabuluculuk yaptı, dönemin Başbakan Yardımcısı Abdullatif Şener’in ifadesiyle İsrail adına Hamas’la temaslar kurdu.[8]
Her şeyden önemlisi Filistin sorunu için “iki devletli çözüm” öneren Adalet ve Kalkınma Partisi, Türkiye’de daha önce sadece devlet elitleri nezdinde meşruiyeti olan İsrail’i, İsrail’in varlığını reddeden İslamcı seçmen kitlesi nezdinde de meşru hale getirmeyi başardı.
Yukarıda sıralanan yerel ve bölgesel gelişmelerden ve “Arap Baharı” adı verilen süreçte rol model olarak öne çıkmaktan kaynaklanan konjonktürün Türkiye İsrail ilişkilerinde yarattığı öze ilişkin olmayan gerilimler “diplomatik bir zafer” olarak nitelenen özürle aşılmış bulunuyor.
Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarıyla yeni bir taşıyıcı aktör, yeni bir motivasyon ve yeni bir çerçeve kazanan Türkiye-İsrail ilişkilerinde başta enerji olmak üzere ciddi düzeyde ikili ve başta Suriye sorunu ve Hamas’ın iki devletli çözüme ikna edilmesi olmak üzere de bölgesel işbirliği potansiyelleri söz konusu.
   

[1]Stratejik İttifak, Türkiye İsrail İlişkilerinin Öyküsü, s. 15, Anka yayınları
[2]General Çevik Bir’in 24 Kasım 1997’de ABD National Defense University mensuplarına yaptığı konuşmadaki ifadesi.
[3]Kemal Kirişçi, “Türkiye’nin Ortadoğu Politikasının Geleceği”, Barry Rubin ve Kemal Kirişçi (ed.), Günümüzde Türkiye’nin Dış Politikası, (İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 2002), s. 172
[4]“Karadayı Tam Konuştu”, Milliyet, 17 Şubat 1995,
[5]Meliha Benli Altunışık, “Worldviews and Turkish Foreign Policy in the Middle East”, New Perspectives on Turkey, Cilt. 40, (Bahar 2009), s. 186.
[6]Ali Balcı, Türkiye’nin Dış̧ Politikası ve Israil: 1990’lar ve 2000’lere İlişkin Bir Karşılaştırma, Ortadoğu Etüdleri Ocak 2011
[7]http://www.zaman.com.tr/ekonomi_turkiye-ile-israil-arasindaki-ticaret-hacmi-4-milyar-dolar_1213999.html
[8]http://www.youtube.com/watch?v=nMzqNdMDNzw

Wednesday, April 17, 2013

John Lennon ve bizim barış’çılar


GÜLER YILDIZ
“Hayat biz gelecek hakkında planlar yaparken başımızdan geçenlerdir” diyen John Lennon’la ilgili bir belgesel izledim geçenlerde. “Amerika John Lennon’a Karşı” belgeseli 2006 yılında çekilmiş. Lennon hayranları, yakın arkadaşları, karşıtları, eşi, barış sevdalısı birçok insan Lennon’un ABD’ye nasıl geldiği, neler yaptığı ve neler yapmadığını, onu “hayran” suikastine götüren dikenli tarlayı anlatıyordu. Kelimenin tam anlamıyla belgesel…
Liverpool’lü parçalanmış ailenin serseri, ele avuca sığmaz çocuğu John, eline gitarı aldıktan sonra hayata sert sözler söylemenin en estetik yolunu seçmişti aslında. Devlete, kurallarına, toplumsal güdülenmeye dek insanı ve toplumu biçimlendirmeye dönük ne varsa karşıydı eni konu. Bu kadar çok itirazı barındıran adam “çiçek çocuk”tu ama çiçek devrinin kapandığını da bilerek attı adımını ABD’ye.
Tam Nixon dönemi. Vietnam Savaşı sürüyor. “Geri gelsin çocuklarımız savaştan” diyerek, önce cılız, ardından güçlü bir sel gibi yayıyor efsanesini Lennon. Bir tv programı yapıyor, Kara Panterler’le, dönemin radikal sol isimleriyle, anti militarist hareketin sembollerinden biri oluyor. Devlet baş edemiyor bu genç öfkelilerle. Aleyhte propaganda deyip tutuklasa halk hesap soracak ve üstelik kapıda bir seçim var. Açık alanda uyuşturucu kullanmaktan diyerek alıyor birini içeri, iki cigaradan 10 yıl bilet kesiyor muhalefet kanadına.
Sahne John Lennon’un: “Özgür kalsın arkadaşımız” diyerek başladığı şarkısı o kadar güçlü bir çığlık oluyor ki, Amerikan Temyiz Mahkemesi 10 yıl hapis kararını bozuyor ve arkadaşları ertesi gün serbest! Yine de durmuyor, her yerde barışa olan inancını şarkıları ve sade yaşam biçimiyle haykırmaya devam ediyor.
Ve bir gün “akli dengesi yerinde değil” denen bir adam, silahı dayıyor evinin önünde Lennon’a. 5 kurşunun 4’ü ölümüne yetiyor bedenin…
Belgesel hala perdesi aralanmamış bir cinayetin anatomisi gibi adeta. Onu yavaş yavaş ölüme sürükleyen şeyin tek başına “barış” sözcüğü olduğunu tüm Lennon hayranları bilir elbette. Ama “barış” konusunda bu kadar mantıklı bir inadı olan sanatçının tek başına ABD’yi korkutmuş olması bugün için önemli bir olay. ABD başta olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde Lennon’u ölümsüz kılan barışa duyduğu enerji değildi tek başına. Gelecek yatırımını güne yapmış olmasıydı bir de.
O yaşadığı anı hiç es geçmemiş, hakkını vermişti aldığı nefesin.
Bizim buralarda barış havası baharla gelince “barış” adına bir şeyler yaptığını söyleyen sanatçıların “bu bizim zaferimiz” diyememesinin ne denli yakıcı olduğunu hissettim, belgeseli izledikten sonra. Şöyle 30 yıl boyunca devleti karşısına alıp tek kelime etmemiş olmaları, bu anlamda işi inada bindirmemiş olmaları nasıl açıklanır? Sel suyuna kapılmış insanları teselli etmek için güneşli havaları tercih etmişler hep. Şarkılarını hep gri halkalarda söylemiş, kendilerini kollamışlar bir bakıma. Ölümün şarkısını ölmekte olana söyletmişler… Kitleleri mıknatıs gibi peşinden sürükleyen şarkılar, konser bittikten sonra yorgunluğa ve günün hasılatına dönüşmüş.
Viktor Jara’nın gitar çalan parmakları kanıyor, görüyor musunuz?
Medyanın görünür kılmak istemediği -çünkü medya da savaşın taciriydi- parmakla göstereceğim birkaç isim haricinde kimse kalmamış etrafta. Ozan geleneğinden beslenen, halkın haklı gücünü gören ve güneşli günlerin ancak herkes istenirse yaşanacağına inanan sanatçılar bunlar.
Bu topraklara özel bir kodlama var: Toplumsal körlük!
Müzisyeni, ressamı, sinemacısı niye bundan azade olsun ki? O toplumsal körlükten beslenip “popüler kültür”e karşı mesaj verdiklerine bakmamak lazım. Şimdi hava güneşli diye ortaya çıkıp “ben de savaşı onaylamıyorum, keşke taa o zamanlardan şey etseydik” falan diyorlar. Kendilerini akıllı ve duyarlı sanmamızı istiyorlar. İyi de bu sıkı bir yönetmenin elinden çıkan afili bir film değil ki, ortaya atıyorlar repliklerini? Ayrıca kendilerini hep sahnedeymiş gibi düşünüp konuşmaları falan… On binlerce insan öldüğünde sesi çıkmayanların ya da cılız ama konforu kaybetmeden çıkarılan seslerin zamanlama kurnazlığına ne demeli bilemiyorum.
Ama bir fırsatını bulup “Hayat kanla karışık akıp geçerken, bu üstte isimleri yazılanlar bakıp geçiyordu” diye bir tabelayı işaret etmek fena olmaz.
Zamanın ruhuna bir çentik olur belki…

Saturday, April 13, 2013

Savaş Güzeli


Çifte standartlı namus kavramının kurbanı zarif kadın mahrum olduğu birçok şeyin farkına vardıkça kocasına öfkesi büyür, bir kadın olarak kimliğine sahip çıkabileceğini hissettiğinde ise korkar, dinine tekrar sarılma refleksi baş gösterir.
Murat TÜRKER

İstanbul - BİA Haber Merkezi
13 Nisan 2013, Cumartesi

Bu öyle bir dünya ki daha önce cinsel ilişkiye hiç girmemiş bir kadın tecavüzcüsüne şan kazandırırken fahişe rolüne bürüneni zorba erkeğin barbarlığından kendini kurtarabiliyor. İslam dininin ilkelerini çarpıtılmak suretiyle kadınların üzerindeki baskının fanatikçe uygulandığı memleketlerden Afganistan'daki kaos yıllardır sonlandırılamıyor, bölgeye yapılan global müdahale sonucunda bedeli en ağır ödeyenler yine toplumun zayıf halkaları oluyor.

32. İstanbul Film Festivalinde gösterilen Atiq Rahimi'nin Sabır Taşı adlı ödüllü filmi gezegendeki kronik vakalardan Afganistan’ı bir kez daha masaya yatırarak tüm kadınların erkek boyunduruğuna isyanını dile getirirken İran'lı sürgün oyuncu Golshifteh Farahani'nin insan hakları savunuculuğunu başarıyla perçinliyor.
"Sevişmeyi bilmeyenler savaşır"

Kahramanımızı çarpışmaların tüm şiddetiyle sürdüğü bir mahallede felçli kocasını hayatta tutma çabaları içinde görürüz; eczane borçları yüzünden serum alamayacak durumda olduğundan şekerli suyla idare etmekte, küçük kızlarını sıkıntılardan uzak tutmaya çalışsa da artan şiddetin etkilerinden koruyamamaktadır.

Sürekli bomba saldırıları ve silahlı erkeklerin hiddetine maruz kalan bölgede sıkışıp kaldıklarından sık sık sığınağa inmeye mecbur olmakta, her evlerine döndüklerinde de yıkım ve aile reisinin ölü bedeniyle karşı karşıya kalma korkusuyla yaşamaktadır.

Kahramanımız çareyi kızlarını fahişe olan halasına teslim etmekte bulur ve herhangi bir uzvunu kıpırdatamadan sadece nefes alıp veren kocasıyla monologu yoğunlaşır. Kendisine öğretildiği kadarıyla varlığı erkeğine bağlıdır ve kendini kocasının olmadığı bir dünyada tahayyül bile edemediğinden eşini hayata döndürmek için yoğun ilgisini esirgemez. Fakat anılarını deştikçe savaş kahramanı kocanın sanıldığı kadar sevecen olmadığını hem kendisi hem de biz idrak ederiz; şimdiye kadar doğru dürüst konuşmadıkları, birbirlerine şefkat gösteremedikleri, sevişmedikleri ve öpüşmedikleri acı birer gerçek olarak ortaya saçılır.

Çifte standartlı namus kavramının kurbanı zarif kadın mahrum olduğu birçok şeyin farkına vardıkça kocasına öfkesi büyür, bir kadın olarak kimliğine sahip çıkabileceğini hissettiğinde ise korkar, dinine tekrar sarılma refleksi baş gösterir. Çocuk doğuramadığından kusurlu bir malmışçasına kayınpederinin tecavüzüne defalarca uğramış olan, hayattaki tek dayanağı halasına tekrar sığınır; ondan hem maddi hem manevi desteğini esirgemeyen güçlü kadın düzenin çarpıklığını her vesileyle hatırlatan sağduyunun sesidir adeta.

Kocasıyla devam etmekte olan monolog sayesinde zaten narin kahramanımızın da uzun yıllar boyunca kayınvalidesinin eziyetlerine maruz kaldığını, kocasının kısırlığı ortaya çıkmasın diye başkasıyla ilişkiye girmesi sağlanarak doğurduğunu, böylece erkeklik şerefinin kurtarıldığını anlarız.

Bu arada evi basan silahlı bir adam tecavüze yeltenir, fahişe olduğunu söyleyerek kurtulabileceğini tahmin eden zeki kahramanımız saldırganın hakaretlerini sineye çeker, bir günahkâr olarak öldürülmekten de kıl payı kurtulur fakat olayın devamı sanıldığı kadar basit değildir.
Sabır taşı

Film, 1962 Kabil doğumlu Atiq Rahimi'nin Türkçeye de kazandırılmış aynı adlı romanından uyarlama. Rahimi eserine kazandırdığı teatral ruhla mesajını keskinleştirirken Fransız sinema adamı Jean-Claude Carrière'in tecrübesinden de yararlanıyor. Buñuel'le Gündüz Güzeli dahil olmak üzere birçok eserinde işbirliği yapmış olan usta senaryo yazarı Sabır Taşı’na ilk etapta yabancılaştırıcı gibi gelecek, fakat film ilerledikçe mesajını evrensel hale getiren bir ton kazandırıyor.

Karısının dile getirdiği ve tutucu toplumlarda kadınlara asla yakıştırılamayan cinsel içerikli itiraflara herhangi bir tepki veremediğinden kocanın sabır taşına dönüşmesini izlerken, durum biz seyircilerin de manyakça bir haz almasına sebep oluyor. Bakışmaya, okşanmaya, sevilmeye ve sevişmeye, mastürbasyon yapmaya ve orgazm olmaya hakkı olduğunu fark eden kadın anlattıklarıyla kocasının iflah olabileceği ümidini de sonuna kadar yitirmiyor. Ne var ki zorlu gibi görünen ama doğal olan bu yolda kendisine bir diğer savaşçı eşlik edecektir: Yakışıklı bir genç, kahramanımıza mutluluğu tattırıp dişiliğini hissettirecek, mahrum olduğu tatmini duyumsatarak yaşam gücünü kendisinde bulmasını sağlayacaktır.

Memleketine dönmesi yasaklanan oyuncu Golshifteh Farahani'nin filmi sürükleyen esas unsur olduğu aşikâr. Filmin sonlarına doğru iç sesine inanamadığında ikinci bir kez tövbe etmek üzereyken gücünü toplayıp kükreyen bir hayvan gibi doğru yolda olduğunu ifade ederken devleşiyor ve dünyanın tüm kadınlarına haklarına sahip çıkma yönünde güç veriyor.

Fakat ne yazık ki yıllardır savaş bölgesi olmaya devam eden Afganistan'da ABD'den sonra NATO'nun icraatlarının da sonu gelmedi. Geçen hafta 11 Afgan çocuğunun ölümüyle sonuçlanan Kunar bölgesindeki hava saldırısı memleketin barıştan çok uzak olduğunu bir kez daha teyit ediyor. (MT/AS) 

Tuesday, April 9, 2013

Polis-yargı oligarşisi


AHMET İNSEL
Türkiye’de serbest tartışma ortamının önündeki en büyük engel, yargının muhalif görüşlere karşı aldığı sistemli tavır.
Hükümetin Kürt sorununun barışçıl çözümü için Türkiye’nin tüm bölgelerinde tartışma ve bilgilendirme amaçlı attığı adım, bunun bütünüyle serbest bir tartışma ortamında gerçekleşmesiyle amacına ulaşabilir. Bütünden kastımız, hükümet politikalarının da bütünüyle serbestçe tartışıldığı, eleştirildiği veya desteklendiği bir ortamdır. Bu ortam şu anda Türkiye’de yok. Bugün bunun önündeki en büyük engel yargının muhalif görüşlere karşı aldığı sistemli tavır. Bir de basında giderek sayısı artan susturulan isimler listesi.
Yargının demokratikleşmenin önünü tıkayan tutumu, üniversitelerde aykırı seslerin giderek yaygınlaşan biçimde soruşturma hedefi olmasıyla kendini daha fazla ele veriyor. Tutuklanan gazeteciler, avukatların yanında, her gün bir başka üniversitede sadece öğrenciler değil, üniversite çalışanları yargının hedefi haline geliyor. Hükümetin çevre düşmanı politikalarını odasının kapısına afiş asarak eleştirmek, bir üniversitede soruşturma nedeni oluyorsa, o ülkede ifade özgürlüğü yok demektir. Polisin bir avuç öğrenciye karşı üniversite içinde orantısız şiddet kullanmasını engellemek isteyen akademisyenlere, idari personele ‘görevli memura mukavemet ve tehdit’ suçlamasıyla soruşturma açılıyor ve bu kişilere savcılık tarafından firari muamelesi yapılıyorsa, o ülkede özgürlükler polis-yargı oligarşisinin yakın ve açık sürekli tehdidi altında demektir.
Başbakan’ın başkanlık sistemini savunmak için ortaya attığı ‘bürokratik oligarşi’ eleştirisi, bugün en açık ve etkili biçimde demokratikleşmenin önünde engel teşkil eden polis-yargı oligarşisi için geçerlidir. Eli titrek, kısmi yargı reformu paketlerine karşı direnişi sürdüren bu güvenlik devleti oligarşisi, milletvekillerinin tutuklanması kararlarında fütursuz biçimde ısrar ederek içinde bulunduğumuz barış sürecini baltalamaktadır. Binlerce KCK davası sanığının tutuklu yargılanmalarında ısrar ederek, Kürt sorununda serbest bir tartışma ortamı yaratılmasının ve siyaset alanının genişlemesi ve güçlenmesinin önünü tıkamaktadır. Ergenekon ve Balyoz davalarında tüm sanıkları, işlendiği suçlar arasında ayrım gözetmeden, toplu biçimde ve peşinen cezalandırmak suretiyle Kürt sorununun çözümünün demokrasiye ve adalete güven üzerinden tartışılmasını engellemektedir. Polis-yargı oligarşisi sadece birinci derece mahkemelerinde etkili değildir. Pınar Selek, Doğan Akhanlı davalarında olduğu gibi Yargıtay’ın belli daireleri de bu bürokratik oligarşinin aktif bir parçasıdır.
Bu sorunun yegâne kaynağı polis-yargı oligarşisi değildir. Hükümetle uyumlu olmayı en önemli haslet olarak gören konformist medya patronları, yöneticileri de burada sorumludur. İfade özgürlüğü yönünde hükümetten veya polis-yargı oligarşisinden baskılara karşı direnemeyen, eğilip bükülen, ellerini ovuşturarak gazetelerinden isim ayıklayanlar da sorumludur. Aynı tavrı gösteren, kraldan fazla kralcı üniversite yöneticileri de. Dün basında, üniversitelerde yöneticiler Batı Çalışma Grubu’ndan, MGK Genel Sekreterliği’nden aldıkları ‘tavsiyeler’le yönlendiriliyordu. Bugün onların yerini büyük ölçüde polis-yargı oligarşisi almış durumda.
Hükümetin bu konuda boynunu büküp, “Ne yapalım yargının kararıdır” demesi, bu oligarşinin yaptıklarından gerçekten rahatsızlık duymadığı, hatta bunları dolaylı biçimde de olsa desteklediği anlamına gelir. Çünkü polis İçişleri Bakanlığı’na bağlıdır. Yargı da yasalara. Polisin eylemlerinden hükümet sorumludur. Yargının eylemlerinden de yasaları bu eylemleri mümkün kılmayacak biçimde değiştirmekten imtina eden hükümet son tahlilde sorumludur.
Kürt sorununun serbestçe tartışılması ve barışçıl çözüm yollarının olgunlaşması için polis-yargı oligarşisinin demokrasi açısından tehdit oluşturan icraatlarının ivedilikle etkisiz hale gelmesi bugün bir önşarttır. Meclis’te görüşülmesine başlanacak olan son yargı reformu paketinin kapsamı bu perspektif ışığında neden genişleyemesin?

Friday, April 5, 2013

Müslüman Kardeşler neden gırgıra gelemiyor


FEHİM TAŞTEKİN

Diktatörlerinden kurtulan ülkeler, hem ifade özgürlüğü hem de iktidar gücünün kullanımında makul bir çizgi tutturamadı
Mısır’da Müslüman Kardeşler iktidarı muhaliflerle ilişkilerinde tökezliyor ve bu yüzden gazeteci, sanatçı ya da siyasi eylemcilere karşı davalar kabarıyor. Araplar nüktedandır, hicvin her türü her birinin damarlarındaki kanla birlikte dolaşır. Diktatörün devrilmesiyle sokaktaki siyasi hiciv de yeni özgürlük ortamında ekran fırsatı buldu. Ne var ki iktidarın yeni sahipleri gülmeyi çabucak unuttu, hicivle baş etmek için Hüsnü Mübarek’in yolunu tutturdu; gülüp, eğlenmek ve ders almak yerine susturmayı tercih etti.
Mısırlılar bu günlerde yargıyla başı belaya giren Besim Yusuf’la yatıp kalkıyor. Yusuf geçen Pazar mahkemede 5 saat ifade verdikten sonra 2190 dolar kefaletle bırakıldı. Ardından savcı yeni bir soruşturma ile yakasına tekrar yapıştı. CBC’e de “Yusuf, standartlara uymazsa kanalın lisansını iptal ederiz” uyarısı yapıldı. Savcıya göre Yusuf’un suçu Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi ve İslam’a hakaret etmek, yalan haber yaymak. Bir arkadaşının aktardığına göre Yusuf, dine saygılı hatta İslami pratiklerini gizlemeyen biri. Kendisi de “Ben İslam’la alay etmiyorum, aksine dini siyasi çıkarları için kullananları deşifre ediyorum” diyor.

Selefi dokunulmazlığı

Anlaşılan farklı düşünenleri tekfir ve tehdit eden bazı din adamlarına yönelik eleştiriler ‘İslam’a hakaret’ addediliyor. Son zamanlarda dinin aşırı muhafazakâr yorumundan kaynaklanan ‘dine hakaret’ davalarında patlama var. İtidal kaybedilmiş durumda. Buna karşın onlarca uydu kanalından sadece muhalifleri kâfir ilan etmekle kalmayıp Şiiler, Hıristiyanlar ve Yahudilere karşı nefret saçan vaizler dokunulmaz. Mursi’nin atadığı başsavcı, Yusuf dışında geçen hafta halkı Müslüman Kardeşler’e karşı kışkırttıkları gerekçesiyle 5 kişiyi tutuklatmıştı. Arap İnsan Hakları Bilgi Ağı’na göre 115 yılda Mısır liderlerine hakaretten 14 gazeteci-yazar davalık olurken Mursi’nin ilk 200 gününe 24 dava sığdı.

Güldürmek tehlikeli

Mursi sadece gülmeyi değil kendisini iktidara taşıyan süreci de unutmuş gözüküyor. Şu soruyu tekrar sormakta fayda var: “Mursi, Mübarek bıçak sırtı oluncaya dek Tahrir’e çıkmada kararsız kalan Müslüman Kardeşler’e mi, yoksa bugün abalı muamelesi gören asi tayfaya mı borçlu?” Yanıtını Jon Stewart komedyen ustalığıyla veriyor: “Besim ve bütün bu gazeteciler, blog’çular ve Tahrir’e çıkan cesur göstericiler olmasaydı, sen, Cumhurbaşkanı Mursi, onları bastıracak bir makamda olamazdın.”
Stewart haklı. Yusuf kalp cerrahıydı. Mübarek’e isyan sırasında işini gücünü bırakıp Tahrir’de kurulan çadırlarda beyaz önlüğüyle yaralılara müdahale eden bir gönüllüydü. İnternette paylaştığı komik videolar çok izlenince doktorluktan CBC’e transfer oldu. Bernamic (Gösteri) programında seçim sürecinde 13 adayın tamamını hicvetti ve ülkenin en çok izlenen adamı oldu. Mursi’nin zaferini de “Artık bana bol malzeme olacak” diye karşılamıştı.

ABD ile gerilim

Yusuf’a açılan dava ABD ile Mısır arasında da diplomatik tatsızlığa yol açtı. ABD’nin Kahire Büyükelçiliği, Stewart’ın Yusuf nedeniyle Mursi’yi diline doladığı şovun videosunu Twetter’dan paylaştı. Cumhurbaşkanlığı ofisi Tweetter’dan şu tepkiyi verdi: “Bir diplomatik misyonun olumsuz siyasi propagandaya alet edilmesi son derece uygunsuz bir davranış.” ABD elçiliği ‘tweet’i sildi, ABD Dışişleri de “Standart dışı” diyerek gerilimi düşürmeye çalıştı. Daha kritik meselelerde bile bu türden bir ağız dalaşı yaşanmamıştı.
Esasen Yusuf’un ekranda kalması iktidarın kendine olan güvenini ve gücünü gösterir. Yusuf saldırılara maruz kalmaya devam ederse burada iki şeyden bahsedilebilir: Ya Müslüman Kardeşler kendinden emin değil ve gücün bir kuş gibi uçup gitmesinden korkuyor ya da iktidar sarhoşluğundan ne yaptığını bilmiyor.
Hicve karşı hazımsızlık Arap Baharı’nın diğer halkalarında da görülüyor. Mesela Tunus’ta iktidardaki Nahda liderlerini eleştiren kukla oyuncusu Sami Fehri ‘yolsuzluk’ suçlamasıyla hapse atıldı. En az 10 gazeteci ya saldırıya uğradı ya da ölüm tehditleri aldı. Tabii burada bir şeyin daha altını çizmek gerekiyor: İslamcıların dışlayıcı diline karşın iktidarı kaçıran muhalifler de incitici ve örseleyici bir dile yöneliyor. Diktatörlerinden kurtulan ülkeler, hem ifade özgürlüğü hem de iktidar gücünün kullanımında makul bir çizgi tutturamadı. Bir tarafta yeni muktedirlerdeki hoyratlık, diğer tarafta hem laik hem dindar kesimlerin üsluplarındaki keskinlik. Elbirliğiyle ‘birlikte yaşam’ ideali baltalanıyor.

Thursday, April 4, 2013

Van Eye’ın gör dediği



BERRİN KARAKAŞ
Erciş’te lüks konutları, Van’da yat limanını ve dev dönmedolabı beklerken ‘Beklemek’...
Van Gölü’nü çevreleyen tellere yüzünü dayamış, kendi ülkesinde mülteci olmanın haline dalıyor Sıddık. “Dün bi ara sıkıldım” diyor. ‘Beklemek’ filmi böyle başlıyor. Bir yanlış hesapla kızını gömmüş Sıddık yıkıntıya; neresiydi bu çocuğun odası... Kayalar atmış şiirin üzerine. “Şairliğin okulu var mı?” diye sorar dururmuş kızı. Yaşasaymış, şair olacakmış.
Depremden kurtulabilen iki çocuğu ve karısıyla çadır kentte yaşamaya çalışırken Sıddık, ölü binaların kemiklerini üç paraya satıyor çocuklar. Sıddık’ın çocukluğu, gençliği, hep çalışmakla geçmiş. Yakın geçmişleri; gece vakti başında yasin okunan evlat mezarı, ateş başına toplanmış türkü söyleyen çocukluk… Gelecek; çocukların taşıdığı demir çubukların on katını bir düğmeyle hoop kaldıran pençe kepçe.
‘Beklemek’i Ankara Uluslararası Film Festivali’nde izledim. Aralarında bulunduğum belgesel jürisi tarafından en iyi film seçildi. ‘Barış Newroz’unun ertesiydi. Van Gölü’nün kıyısında onca canı almış toprağa hâlâ secde edebilen Sıddık’ın inancını düşünürken ben, doğudan yükselecek barış ekonomisini müjdeliyordu gazeteler, Van’da bir çılgın projeden bahsediyordular. ‘Beklemek’te demir toplayan çocukların toprağı Erciş’e yapılacak lüks konutlardan, Times Nehri’nin kıyısında dev dönmedolap London Eye’dan apartma Van Eye’dan, göl kıyısına lüks yat limanından, turistler için yapılacak plaj ve otellerden… Önce turizm diyorlardı hep bir ağızdan, ardından eğitim ve sağlık.
Van, Turizm Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın Doğu ve Güneydoğu’da yaratacağı ‘marka şehirler’den ilki. Bildiğiniz gibi Tabiat Kanun Tasarısı Meclis Çevre Komisyonu tarafından kabul edildi ve Genel Kurul’da yasalaşmayı bekliyor. Yasalaştığında ‘Turizm teşvik’ başlığı altında talan da hızlanacak. Deprem sonrası ne barınma, ne eğitim, ne de sağlık sorunları çözülememiş Van’da dönecek dev dönmedolap, lüks yat limanı vs. ne ifade edecek acaba oradakilere?
‘Barış A.Ş.’ büyük bir iştahla ‘bakir topraklar’ dedikleri topraklar için yatırım şevklerinden bahsederken, Van Depremzedelerle Dayanışma Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Aysel Tekerek’e Van’daki son durumu sormak istedim. Depremden sonraki ilk yaz turizm konferansı düzenlendiğini, şehrin nasıl Vegas olacağının derdine düşüldüğünü anlattı. Oysa hâlâ okula gidemeyen çocuklar devamsızlıktan sınıfta kalıyorlardı, TOKİ’ler dökülüyordu, Van’ın gettosu konteynırlarda hayat devam edemiyordu. Bütün kış yarım yamalak TOKİ’lerde kaloriferleri yakamayan bir bakanlık, nasıl olacaktı da Van’ı uçuracaktı? Konteynırlardaki kiracıların hazirana kadar çıkmaları isteniyordu. Çıkmazlarsa elektrikleri, suları kesilecekti. Ve üstüne yıkım kararı verilen evlerin yıkılması için devlet desteği artık yoktu. TOKİ’lere para yetiremeyenler gecikme faizleri, hacizlerle boğuşurken devlet, mahallelerinde, köylerinde beraber yaşamışlara ‘toplu yaşama alışkanlığı kazandırma” derdindeydi.
“Barışın meyvesi olarak çılgın projeler sunmak artık insanların zekâları ile değil, vicdanlarıyla, yoksulluklarıyla dalga geçmek. Depremle birlikte batıya göç edenler kentsel dönüşümün ne anlama geldiğini öğrendiler. Erciş’te başlayan dönüşüme karşı da baskın bir kamuoyu oluşturacaklardır. İnsanların istedikleri onları depremzede yerine değil önce insan yerine koymaları ve kendi hayatlarına dair kararların birlikte alınması” dedi Tekerek son söz.
Gazetelerde küçük kelleler halinde görüşleri alınmışlardan Ali Ağaoğlu, özetler gibiydi yakın gelecekte olup biteceği; “Bingöl’de hidroelektrik santralımız var. Türkiye’deki tüm iller için planladığımız proje hamlemizi bu bölgede de gerçekleştirmeyi planlıyoruz.”
Van’da dönecek turistik dönmedolap yoksulları elbette ki görmek istemeyecek. Dilerim barış telaşına, yanlış hesaplarla kayalar atılmaz bölgenin üzerine. Dilerim barışı beklerken yeni yıkıntılara gömülmeyiz hep beraber.