AHMET İNSEL
Türkiye’de
serbest tartışma ortamının önündeki en büyük engel, yargının muhalif görüşlere
karşı aldığı sistemli tavır.
Hükümetin Kürt
sorununun barışçıl çözümü için Türkiye’nin tüm bölgelerinde tartışma ve
bilgilendirme amaçlı attığı adım, bunun bütünüyle serbest bir tartışma
ortamında gerçekleşmesiyle amacına ulaşabilir. Bütünden kastımız, hükümet
politikalarının da bütünüyle serbestçe tartışıldığı, eleştirildiği veya
desteklendiği bir ortamdır. Bu ortam şu anda Türkiye’de yok. Bugün bunun
önündeki en büyük engel yargının muhalif görüşlere karşı aldığı sistemli tavır.
Bir de basında giderek sayısı artan susturulan isimler listesi.
Yargının
demokratikleşmenin önünü tıkayan tutumu, üniversitelerde aykırı seslerin
giderek yaygınlaşan biçimde soruşturma hedefi olmasıyla kendini daha fazla ele
veriyor. Tutuklanan gazeteciler, avukatların yanında, her gün bir başka
üniversitede sadece öğrenciler değil, üniversite çalışanları yargının hedefi
haline geliyor. Hükümetin çevre düşmanı politikalarını odasının kapısına afiş
asarak eleştirmek, bir üniversitede soruşturma nedeni oluyorsa, o ülkede ifade
özgürlüğü yok demektir. Polisin bir avuç öğrenciye karşı üniversite içinde
orantısız şiddet kullanmasını engellemek isteyen akademisyenlere, idari
personele ‘görevli memura mukavemet ve tehdit’ suçlamasıyla soruşturma açılıyor
ve bu kişilere savcılık tarafından firari muamelesi yapılıyorsa, o ülkede
özgürlükler polis-yargı oligarşisinin yakın ve açık sürekli tehdidi altında
demektir.
Başbakan’ın
başkanlık sistemini savunmak için ortaya attığı ‘bürokratik oligarşi’
eleştirisi, bugün en açık ve etkili biçimde demokratikleşmenin önünde engel teşkil
eden polis-yargı oligarşisi için geçerlidir. Eli titrek, kısmi yargı reformu
paketlerine karşı direnişi sürdüren bu güvenlik devleti oligarşisi,
milletvekillerinin tutuklanması kararlarında fütursuz biçimde ısrar ederek
içinde bulunduğumuz barış sürecini baltalamaktadır. Binlerce KCK davası
sanığının tutuklu yargılanmalarında ısrar ederek, Kürt sorununda serbest bir
tartışma ortamı yaratılmasının ve siyaset alanının genişlemesi ve güçlenmesinin
önünü tıkamaktadır. Ergenekon ve Balyoz davalarında tüm sanıkları, işlendiği
suçlar arasında ayrım gözetmeden, toplu biçimde ve peşinen cezalandırmak
suretiyle Kürt sorununun çözümünün demokrasiye ve adalete güven üzerinden
tartışılmasını engellemektedir. Polis-yargı oligarşisi sadece birinci derece
mahkemelerinde etkili değildir. Pınar Selek, Doğan Akhanlı davalarında olduğu
gibi Yargıtay’ın belli daireleri de bu bürokratik oligarşinin aktif bir
parçasıdır.
Bu sorunun
yegâne kaynağı polis-yargı oligarşisi değildir. Hükümetle uyumlu olmayı en
önemli haslet olarak gören konformist medya patronları, yöneticileri de burada
sorumludur. İfade özgürlüğü yönünde hükümetten veya polis-yargı oligarşisinden
baskılara karşı direnemeyen, eğilip bükülen, ellerini ovuşturarak
gazetelerinden isim ayıklayanlar da sorumludur. Aynı tavrı gösteren, kraldan
fazla kralcı üniversite yöneticileri de. Dün basında, üniversitelerde
yöneticiler Batı Çalışma Grubu’ndan, MGK Genel Sekreterliği’nden aldıkları
‘tavsiyeler’le yönlendiriliyordu. Bugün onların yerini büyük ölçüde polis-yargı
oligarşisi almış durumda.
Hükümetin bu
konuda boynunu büküp, “Ne yapalım yargının kararıdır” demesi, bu oligarşinin
yaptıklarından gerçekten rahatsızlık duymadığı, hatta bunları dolaylı biçimde
de olsa desteklediği anlamına gelir. Çünkü polis İçişleri Bakanlığı’na
bağlıdır. Yargı da yasalara. Polisin eylemlerinden hükümet sorumludur. Yargının
eylemlerinden de yasaları bu eylemleri mümkün kılmayacak biçimde değiştirmekten
imtina eden hükümet son tahlilde sorumludur.
Kürt sorununun
serbestçe tartışılması ve barışçıl çözüm yollarının olgunlaşması için
polis-yargı oligarşisinin demokrasi açısından tehdit oluşturan icraatlarının
ivedilikle etkisiz hale gelmesi bugün bir önşarttır. Meclis’te görüşülmesine
başlanacak olan son yargı reformu paketinin kapsamı bu perspektif ışığında
neden genişleyemesin?