Sunday, October 28, 2012

89. yılında Cumhuriyet ve "yeni" devlet


89. yılında Cumhuriyet ve "yeni" devlet YETVART DANZİKYAN
Politika / 29/10/2012
"Hipodrom'da zaten devlet milletiyle bütünleşiyor.." Erdoğan'ın belki de üzerinde çok durmayarak söylediği bu cümle yeni devletin zihniyetini yansıtıyor.
Bugün muhtemelen AKP'li olsun, AKP muhalifi "cumhuriyetçi" kesim olsun, kamuoyunun büyükçe bir bölümünün gözü Ankara'da yapılacak 29 Ekim gösterisine odaklanmış olacak. Ankara Valiliği'nin resmi kutlamalar dışında herhangi bir gösteriye izin vermeyecek oluşu, AKP ile başı hoş olmayan, laik-Atatürkçü kesimde bir reaksiyona yol açtı, bildiğiniz gibi. Bu kesim Ankara'da "devlet"in organize ettiği gösterilerin dışında bir vatandaş yürüyüşü organize etme konusunda ısrarlı. Devlet/Hükümet ise bu yürüyüşe izin vermeyeceğini defalarca ilan etti. Son olarak yürüyüşün caddede değil de kaldırımda olması durumunda müdahale edilmeyeceği yönünde tuhaf bir ara formül bulunur gibi oldu ancak, neler olacağını bugün yaşayıp göreceğiz.
Evet, AKP iktidarının 10. yılında, devlete hakim olan çevrenin değiştiğini, gittikçe elitleşen/kastlaşan yeni bir muhafazakar tabakanın devlete hakim olduğunu apaçık görebiliyoruz bu son vakayla. Belirgin bir biçimde "cumhuriyet"in üst tabakası, bir su ya da nehrin
yavaş yavaş renk değiştirmesi gibi, son 20 yılda bambaşka bir renge büründü. Burada ilk önemli nokta şudur: Suya bu yeni rengini veren, dışarından zerkedilmiş bir madde değildir. Su, kendi içinde varolan elementlerin etkinlik/güç kazanmasıyla yeni bir renk kazanmıştır. Somuta gelecek olursak Türkiye'deki iki büyük aksı oluşturan laik-elit cephe, büyük oranda kendi hataları yüzünden gerilemiş, tam yanında duran, daha doğrusu onunla beraber ama ayrı bir yoldan yürüyen, bu yürüyüşü hiç durmayan dindar-muhafazakar cephe ise uygun zamanın gelmesiyle rakip aksı devre dışı bırakmıştır. Bu akslar belki zaman içinde yeniden yer değiştirebilirler ama mevcut durum itibariyle manzara böyle. Bu yer değiştirme sayesindedir ki, laik-elit cephe artık yeni "devlet" tarafından makbul sayılmayan tarafta kalmış, Cumhuriyet bayramını kutlamak için hiç de alışık olmadığı zorluklara katlanmak durumunda; hep yanında gördüğü devletinden çok ama çok uzakta bulmuştur kendini. Önümüzdeki dönemde de bu koşullarda altında yaşayacağını varsayabiliriz.
Öte yandan yeni "devlet"e rengini veren dindar-muhafazakar cephenin de, devlet içindeki laik-elit cephe kalıntılarını temizlemek adına giriştiği harekatta pek de masumane davranmadığını, topluma hükmeden tüm organlara hakim olmak için büyük bir çaba gösterdiğini görebiliyoruz. Kendi açılarından bakıldığında bazı gerekçeler bulabileceklerdir belki, ancak mevcut durumda Türkiye'nin zaman zaman totalitarizme de kayabilen otoriter bir rejime yaklaştığını söylemek mümkün. Hapishanelerdeki gazeteciler, siyasetçiler, başta Kürt olmak üzere tüm toplumsal muhalefet dinamikleri ve medya üzerinde kurulan baskı, dindarca bir yaşayış tarzının -eğitim, aile hayatı başta olmak üzere- her fırsatta dayatılması, bunun göstergesi.
Fakat bu durumda karşımıza dikkat çekici bir denge çıkıyor öte yandan.
Bunun en veciz örneğini 29 Ekim yürüyüşü girişimini eleştiren Başbakan Erdoğan'ın sözlerinde bulabiliyoruz. Geçtiğimiz Perşembe günü şöyle dedi Erdoğan:
"Bu tür bayramları millet olarak hep birlikte kutlamalıyız. Ancak bu farklı yönlere götürülmek isteniyorsa valilik de bununu istihbaratını alıyorsa vazifesini yapacaktır. Hipodrom'da zaten devlet milletiyle bütünleşiyor. Ayrıca isterlerse kendi belediyeleri var oralarda
kutlamalar yapabilir. Ama farklı yönlere gidebilecek bir kutlama konusunda Valilik de bu çerçevede gereğini yapacaktır."
Buradaki kilit cümle, "Hipodrom'da zaten devlet milletiyle bütünleşiyor.." Erdoğan'ın belki de üzerinde çok durmayarak, öylesine
söylediği bu cümle aslında yeni devletin de zihniyetini yansıtıyor.
Her şeyden önce: devletiyle bütünleşen bir millet, siyasi literatürün her lehçesinde otoriter bir devlet ve bu otoriteye kayıtsız şartsız
uyan bir toplumun varlığına işaret ediyor. Alfabeyi baştan okumayalım:
devlet-millet bütünleştiğinde buradan bir özgürlükler toplumu, bir "ileri demokrasi" çıkmaz. Tam tersine CHP'nin tek-parti döneminde doyasıya yaşadığımız, 12 Eylül Anayasası'nda da tarifini "devletin milletiyle bölünmez bütünlüğü" sözlerinde bulan itaatkar bir toplum modeli çıkar. Toplumun ahlaki ve siyasi değerlerinin devlet tarafından belirlendiği, buna uyan "millet"in makbul sayıldığı, uymayanların ise devlet ve onun milleti tarafından itildiği, vatandaş yerine konmadığı bir modeldir bu. Bu modelde tüm resmi görüş dışı hareketler kriminalize edilir. Az önceki sözlerin son cümlesinde olduğu gibi "farklı yönlere gidebilecek" denerek, bu dinamiklerin "huzur ve güven ortamını bozucu" potansiyel taşıdıklarına işaret edilir, çok sıkışılırsa "istihbarat var" denerek bir güvenlik toplumunun, polis devletinin o boğucu cihazlarına başvurulur. (Yeni devletin kritik aşamalardaki payandası konumuna yerleşen MHP'nin de AKP'ye bu konuda destek vermesi not edilmeli. CHP'nin yürüyüşü örgütleyenler içinde olduğunu gören Bahçeli, şunları söyledi:
"Alternatifler ortaya koyarak Türkiye'nin bölünmesine katkı sağlamak cumhuriyetçilik de değildir, milliyetçilik de değildir, vatanseverlik de değildir, veya demokrat olmak özgür olmak anlamını da taşımaz."
Hayli kuşatıcı, kimseye alan bırakmayan bir siyasi argümanla karşı karşı olduğumuzu herhalde anlamışsınızdır..)
Bu çerçevede (elbette sadece bu çerçevede değil, tüm toplumsal muhalefet dinamikleri karşısında takınılan tavırla ilgili diğer tüm
çerçevelerde) baktığımız vakti, şunu söylemek mümkündür, dolayısıyla.
Evet devletin, rejimin rengi değişmiştir, ancak, yeni devlet, yeni rejim, sanki karşısında mücadele ettiği sistemin tüm mantığını, hem de en arkaik şekliyle devralmış gibidir. Bütün bir hayatı, siyasi söylemi, argümanları 1930'ların tekçi-bütüncü tek parti devletine
karşı mücadele etmekle geçmiş olan bir hareketin, rejimi tamamen ele geçirdiğinde ettiği laflardan biri, "hipodromda devlet milletiyle bütünleşecek zaten" oluyorsa, (üstelik "hipodromda"), o siyasi hareket, yıllar içinde mücadele ettiği "şey"le aynılaşmış, ya da en azından benzeşmiş demektir, ilk seçenek. Bu mümkündür, siyasi tarihte vardır, bazı muhalif, alternatif hareketler uzun yıllar süren mücadele sonrasında, eğer o mücadele ettikleri akım, kurum çok güçlüyse, onu bir şekilde alt ederler belki ama nihayetinde kendileri de bir bakarlar ki, ona benzemekten kurtulamamışlar.
İkinci seçenek ise birinciyle çok benzerdir ve aslında aynı seçeneğin bir parçasıdır belki de. O muhalif gibi görünen akım da aslında muhalefet ettiği kurum ile, çok temelde bir yerlerde aynı mantığı paylaşmaktadır. Topluma hükmetme, toplumu tek bir renge bürüme gibi konularda çok da farklı düşünmemektedir. Tek mesele bunun hangi vasıtayla yapılacağı, toplumun hangi renge büründürüleceğidir.
Dolayısıyla o muhalif hareket gün gelip de, rejimi ele geçirdiğinde...
Gerisini biliyorsunuz zaten.
Özetle şunu söyleyelim. Devletle millet bütünleştiğinde, birileri hep dışarıda kalır. Bu uzunca bir zaman dindar muhafazakarlık idi.
Şimdilerde ise laik-elit cephedir. Fakat Cumhuriyet'in 89 yıllık tarihinde daima dışarıda kalan (Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler'in
yanısıra) kimdi diye soracak olursak, cevabımız ne yazık ki değişmiyor: Kürtlerdir. Cumhuriyet'in kuruluşundan 89 yıl sonra
siyasal Kürt hareketi, bilhassa da parlamentoda, hala var olma, var kalma, Kürtler'in mevcudiyetini ve eşitliğini ispat etme mücadelesi veriyor. Bunu hayli zor şartlarda yapıyor, hatalarıyla, kusurlarıyla yapıyor ama bir şey hiç değişmiyor. Muhatap alınmak için bile, merkez'in tenezzül etmesi gerekiyor, hayatı çoğu zaman merkezin iki dudağı arasında oluyor. Toplumun kaderinin, birilerinin "iki dudağı" arasında olmadığı bir rejim özlemiyle bitirelim o zaman.

Saturday, October 27, 2012

Biz ve Onlar

Bülent Şık Hayvanlara ölüm yasası er veya geç insanlara da ölüm getirecek…
 
“Köpeğinize bir insan gibi davranıyorsunuz” diyen birine verilecek en uygun yanıt “insanlar da bir hayvandır” olmalı. 
 
İnsanlarla hayvanlar arasındaki fark, zooloji, etoloji, davranış psikolojisi, evrim kuramı, paleoantropoloji gibi bilimsel disiplinlerden gelen veya gelecek olan bilgilerle asla anlaşılamayacak. Hangi tarafta durduğunuza bağlı olarak, insanın hayvanlardan ne kadar farklı olduğunu dile getiren veya aksine akıl, zekâ, fedakârlık, geleceği düşünerek hareket etme vb. gibi salt insanlara özgü olduğunu düşündüğümüz özelliklerde bile, insan ile hayvan arasındaki farkı aşındıran pek çok bilimsel çalışma gösterilebilir. Ama temel sorun, “insanlarla hayvanlar arasındaki fark nedir?” sorusunun bir anlamının olup olmadığıdır. Bir “fark” olduğuna ya da olmadığına inandığımız sürece, “fark” düşüncesine doğrudan veya dolaylı olarak biçim veriyor ve hayatiyet kazandırıyoruz. Sonra bu, hayvanlarla ilgili olarak yapacağımız her eylemi meşrulaştırmanın bir aracı haline geliyor. Oysa, “fark” dediğimizde neyi kastediyoruz, asıl mesele bu.
 
“Hayvan nedir” sorusu kaçınılmaz bir biçimde “İnsan nedir” sorusuna yapışıktır. Biz ve onlar. Onlar, yani hayvanlar hakkında “söylediğimiz” ve onlara “yaptığımız” her şey, bizler hakkında da bir şeyler anlatır. Nihayetinde, “insan olmaktan gerçekten ne anlıyoruz?” sorusunun yanıtı, insanın hayvanlar ile kurduğu ilişkide gizlidir.  
 
Biz ve onlar ayrımını yapmasak ve bu ayrımı yapmamızı mümkün kılan farkları sürekli vurgulamasak, gayet bilimsel, modern, üst düzey teknoloji kullanımına dayanan ama aslında son derece kıyıcı, acımasız veya gaddarca olan eylemlerimize öyle kolayca meşruiyet kazandıramazdık. Biz ve onlar arasındaki “fark” üzerine değil de,  onlar ile kurduğumuz ilişkinin pratik ve politik sonuçları üzerine düşünmeliyiz daha çok. Basit bir örnekle duruma açıklık getirmek gerekirse, yeni doğum yapmış bir ineğin yavrusunu annesinden uzaklaştırırız, amacımız kestirmeden söylemek gerekirse anne ineğin yavrusunu beslemek için ürettiği sütüne el koymaktır. Yaptığımız iş, bütün o bilimsel jargondan arındırıldığında ne acı ki budur. Biz süt içer, damak tadımızı okşayan çok çeşitli süt ürünleri üretir ve bunun üzerine de ayrıntılı kültürel analizler yaparken, anne inek yavrusundan ayrıldığı için sonraki tüm yaşamını etkileyen çok derin bir depresyona girer. Peki, anne ineğin bu durumunu neden umursamıyoruz? Herhangi bir insanın yavrusunu kaybettiği için girdiği depresyonu, anne ineğin depresyonundan daha ayrıcalıklı kılan nedir? Bu, göründüğü kadar basit bir soru mu? Basit bir soru değil, eğer üzerinde düşünülürse, Afrika’da açlıktan ölen bir çocuğun durumuna kayıtsız kalmamız ile anne ineğin durumuna olan kayıtsızlığımızın özünde aynı zihinsel durumdan beslenen bir tavır olduğu görülebilir. Hayvanlara nasıl davranıyorsak birbirimize de öyle davranıyoruz. Ya da birbirimize nasıl davranıyorsak hayvanlara da öyle…
 
 
Her şeyle birlikte aslında kendimizi de yok ediyoruz.
 
Zygmunt Bauman, ‘Modernite ve Holocaust’ isimli kitabında, İkinci Dünya Savaşında Nazilerin yaptığı soykırımın daha ileriye ve iyiye doğru gittiği düşünülen insan uygarlığından geçici bir sapma olmadığını belirtir. Aksine, soykırım politikasına hayat veren her şeyin, günümüz toplumsal hayatında da rahatlıkla izini sürebileceğimizi vurgular: Soykırım politikasını mümkün kılan bürokratik örgütlenme, toplama kamplarında kristalize olan bilimsel akıl ile teknolojik donanım ve geniş kitlelerin sessiz işbirliği… 
 
“5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” içerdiği açık olmayan,  yorumlayanın keyfine göre hayvanların aleyhine sonuçlar doğuracak hükümleriyle özellikle sokak hayvanları için bir soykırıma yol açacak. Artık aramızda olmayan, bu konulara yıllarca kafa yormuş sevgili İsmet Sungurbey Hoca’ya yaraşır, kemiklerini sızlatmayacak, en azından onun çabalarını yâdeden bir yasa hazırlamak çok mu zordu? Bu ülkede işlerin nasıl döndüğünü bilen herkes tehlikenin farkında. Evcil, sokakta, yabanıl hayatta, ağıl veya kümeste olması fark etmiyor, zaten güçlükle hayatta kalabilen güzelim hayvanlar için hayat bu yasa ile daha da zorlaşacak. Yine, insan yüzünden. İnsan, nasıl doymak bilmez bir iştaha sahipse, her yer ve her şey kendine ait olmadan rahat edemeyecek. Jean Baudrillard, insan türünün doğanın kanseri olduğunu söylerken ne kadar da haklı. 
 
Sadece evcil ve sokak hayvanları için değil, doğadaki varoluş nedenleri, artık sadece yiyecek olmak -bizim için elbet- mertebesine inmiş hayvanlar için de durum çok berbat. Eskiden beri çok berbattı. Örneğin, Amerika’da milyonlarca (abartı yok, gerçekten milyonlarca) hayvanın bulunduğu “yoğunlaştırılmış üretim merkezleri” olarak anılan, toplama kamplarına çok benzeyen yerlerde son derece akılcı, bilimsel ve günümüzün ileri teknolojik imkânları kullanılarak, bok-püsür içinde hayvan yetiştiriliyor (!). İnsanın et ihtiyacını karşılamak için. Burada ayrıntılarına giremeyeceğim, ama ölümün bu tip yerlerde yaşayan hayvanlar için kurtuluş olduğu bir durumdan söz ediyorum. Bu yerler insanların besin ihtiyacını karşılamak için kuruluyor; en azından iddia bu. Ama yakından bakıldığında buralarda yapılan şeyler dehşet verici ve biraz vicdanı olan bir insanın onaylamasına imkân yok. Burada aklımıza doğal olarak şu soru gelecek: “insan et yememeli mi?”. Bu yazıda bu konuya girmek istemiyorum ama kişisel düşüncem et yemek isteyenlerin her zaman olacağı. Bundan kaçınılabileceğini de sanmıyorum. Ancak, et yemek isteyen insanların bu ihtiyaçlarını karşılamanın yolu hayvanlara işkence edilmesine yol açan yöntemler -yöntem sözcüğü bile problemli duruyor- gerektirmiyor. İzleyenler hatırlar, ‘Son Mohikan’ isimli filmde bir geyik avı sahnesi vardır. Avcılar öldürdükleri geyiğin başında toplanır ve onu öldürdükleri için af diler, yaşarken ne kadar cesaretli ve onurlu olduğundan söz eder ve sonra ruhu için dua ederler. Sonuçta o geyik de eti veya postu için avlanıyor olmasına rağmen, insanın onunla kurduğu ilişki bambaşkadır. İnsanın doğa ile kurduğu ilişkide artık yitip giden çok derin bir kavrayış bu. Erdemli. Şimdiki duruma baktığımızda fark etmemiz gereken şey ise şu: Büyük ölçekli endüstriyel gıda üretimi dediğimiz şey hayvan refahını asla sağlayamaz. Dolayısıyla insan refahını da. 
 
Her ne kadar amaç insanların besin ihtiyacını karşılamak olarak sunulsa da, sonuçta kar elde etmek amacı ile kurulmuş devasa büyüklükteki şirketlerden söz ediyoruz.  Maliyetleri düşürmek için hayvanlara her türlü kötü muamele reva görülebilir buralarda. Öyle de oluyor. Kolaycılığa kaçarak kapitalist sistemin bu sorunlara yol açtığını söyleyip durumu açıklayabiliriz. Böyle diyen de çok elbet. Hatırlamamız gereken şey ise bunun bizim işbirliğimiz sayesinde olduğu.
 
Kapitalist sistem denilen şeyin,  artık iç dünyalarımıza kök salmış bir tür akılsallık biçimi olduğunu düşünüyorum. Yıkıp yerine yenisini inşa edebileceğimiz, bir bakıma fiziksel bir sistem yok artık ortada. Değiştirilmesi veya aşındırılması için mücadele edilmesi gereken bir akılsallık biçimi var daha çok. Yani bir sistemde değil de, insanların iç dünyalarında, düşünme tarzlarında vücut bulan bir şeyden söz ediyorum. Kapitalizm dediğimiz şeye şiddetle karşı olduğumuzda bile, önünde sonunda bir şekilde tavır ve eylemlerimizi kuşatıp boğan, yani ayrılmaz parçamız haline gelen bir şey; eskilerin deyişiyle “mütemmim cüz”ümüz. Asıl hedef alınması ve sürekli aşındırılması gereken ve ancak bir şeylerden vazgeçerek kurtulabileceğimiz bir şey bu. İnsanların politik tercih ve tavırları ile ilgili olmayıp, daha çok, hayat ile kurduğu uzun soluklu ilişkide kendini gösteren bir şey. 
 
 

Hayat ne gerçekten

 
 
Hayatın ne olduğu hakkında çok az bilgimiz var. Bildiğimiz yaşadığımız gezegenin hayata elverişli olduğu. İçinde yaşadığımız Samanyolu galaksisinde hayata elverişli milyonlarca başka gezegen de olabilir. Mümkün, ama şu an bilmiyoruz. Dünya üzerinde yaklaşık 3.5 milyar yıldır hayat var ve bu sürenin sadece son birkaç milyon yılında doğada izleri belirlenebilen canlı türlerinden biriyiz. Diğerleri gibiyiz. Çok uzun bir süre boyunca hayat sahnesinde değildik. 3 milyar yıl boyunca ortalıkta bambaşka canlılar vardı. Geçmişte olan bitene bakarak önünde sonunda yok olacağımızı da söyleyebiliriz. Şahsen ölümlü bir varlık olduğumuzun -sık sık unutsak da- pekâlâ bilincindeyiz; ancak bir tür olarak da ölümlü olduğumuzun henüz farkında değiliz. Modernleşme insanları hiçbir şeye ihtiyaçları olmadığına inandırma konusunda çok başarılı oldu. Doğada diğer her şey yok olsa bile yine de var kalabileceğimizi sanıyoruz. Diğerlerinden epeyce farklı ve çok özel bir canlı türü olduğumuza inanıyoruz. Oysa bu bakış açısını değiştirmeyi başaramazsak bulunduğumuz yer bir son durak olacak. Yürüdüğümüz yol, yol değil ve daha öteye de yol yok. Durmalıyız ve biraz ardımıza bakmalıyız; neler yaptığımızı ve nelere yol açtığımızı görmek için.  
 
Umberto Eco Gülün Adı isimli romanında, “…bilim, yalnızca insanın yapması gerekeni ya da yapabileceğini bilmesinden ibaret değildir; yapabileceğini ama belki de yapmaması gerektiğini bilmesini de içerir.” diyor. Keşke bilim ne yapmayacağımızı kuvvetli bir şekilde dile getirebilseydi. O zaman bu gezegendeki hayata ve kurduğumuz anlam fukarası uygarlığa çok daha farklı gözlerle bakabilirdik. Gezegenimizdeki hayatın da kendine göre bir yol üzerinde olduğu, kendi yolunu açarak ilerlediği ve daima karşılıklı bağımlılıklara dayanan bir örüntü oluşturduğu fark edilebilirdi. Herhangi bir canlı türüne ait her bireyin aslında benzersiz olduğu fikrine bu kadar uzak olmayabilirdik. Onların da aynı bizler gibi acı çektiklerini, korktuklarını, meraklandıklarını, birbirleri ile arkadaş olabildiklerini ve birbirlerini özlediklerini, hayatta kalmak istediklerini, yavrularını çok sevdiklerini ve hatta bu konuda biz insanlardan çok daha “iyi” olabileceklerini, yeterince uzun bir ömre sahip olduklarında bize anlatamasalar da anıları olabileceğini, içlerinden bazılarının aynı bizler gibi son derece karmaşık bir toplumsal hayata sahip olduklarını bilebilecektik belki. 
 
Belki bunca kıyımı olağandışı bir inanmışlık ve kendini adamışlıkla yapmayacaktık.

Wednesday, October 24, 2012

Ölüm Orucu - Notlar


Ulus Baker

Bir gazetenin “Sağlık” sütununda bugün “saç naklinde yeni bir yöntem”in tanıtıldığı, hemen yan sütunda “anne sütü gibisi yok” denilen şu dörtte bir sayfanın yukarısında, birkaç sütun halinde “ölüm orucu”ndan “kurtarılarak” tıbbın ellerine teslim edilen mahkûmların haberi yer alıyordu. Oysa onlar, yalnızca bedenleriyle gerçekleştirdikleri bir eylemin sonunda orada bahsedilen “sağlık” denilen şeyden tümüyle vazgeçmiş, üstelik işkencenin ve ölüm orucunun derin yaralarını ve örselenmelerini hep taşıyacak bedenlerini bambaşka bir “sağlık” türüyle kutsamış bulunuyorlar. Çok geçmeden bu bedenler, tıbbın yarım yamalak müdahalesi sonucu “iyileşti” etiketiyle taburcu edilecekler ve yeniden cezaevi duvarlarının ardına, ağır demir kapıların arkasına kapatılacaklar...
Ölüm orucu olayı, aydın sorumluluğu denilen özel bir sorumsuzluk ve bencil uğraşı türünü bir kez daha turnusol testine tâbi tutuyor. Orada, yine bir gazetenin sütunlarında, Adalet Bakanı tarafından yapılan yarı-çağrı, yarı-meydan okuma yüklü bir sözle ölüm orucundaki mahkûmlarla pazarlık etmeye davet edilen aydınlar, özellikle Zülfü Livaneli, yetmişli yıllarda Fransa’da tutuklanan ve Giscard hükümeti tarafından Almanya’ya iadeleri gündeme getirilen Baader Meinhof tutuklularıyla görüşen Sartre’a benzetildiler. Ama Sartre, bizim aydınlarımızdan farklı olarak, cezaevi koşullarından siyasal ya da değil tutuklulara karşı yapılan muameleye ilişkin inanılmaz bir güçle mücadele etmiş, iki hükümeti (Fransız ve Alman) dünyanın ve insanlığın önünde rezil etmişti.

“Normal Vatandaşlar Kaybolsun!” ... diye bir polis anonsu. Ankara’nın göbeğinde işitilebildi. “Normal” olmayan vatandaşlar birkaç katman polis bandosunun ve su fışkırtmaya her an hazır panzerlerin arasında kuşatılmış olanlardı her halde. Devletin arzusu, elbette onları bir an önce ortadan “kaybetmek” (özel bir yetenek gerektirmiyor bu) ve dağıtmaktı. Ama ilk kez, “normal” denilen vatandaşlara yönelik bir polis anonsundan, insanların kentlerin en işlek meydanları ve caddeleri üzerinde “kaybolmak”, “toz olmak”, yani bir anda yitip gitmek zorunda olduklarını öğreniyoruz.
“Bakmayın.” Bir başka polis anonsu, tıpkı “kaybol!” komutu gibi, kulaklarda çınladı... “Bakmayın!” “Bakmak” ile “görmek” arasında insan türünün özel bir yeteneğinin eseri olan farkı hedef alıyordu bu komut... Halbuki insanların, gerçekten, bakmadıkları bir şeyi farklı, sayısız gözlerle (arılar gibi) görebilme yeteneği vardır ve bunun önüne geçilemez...
Müslümandı... Adalet Bakanı olmuştu... Var olmayan, güçsüz bir ilkeler manzumesi şeklindeki iktisadî doktrinlerine Adil Düzen adını vermeye o da alışmıştı. Deneyimli bir politikacı olarak işlerin asla öyle gitmeyeceğini bildiği halde, bazı terimler etrafında cemaatıyla uzlaşım içindeydi: Değerler – oruç, zekât ekonomisi, fitne fücura karşı mücadele ve elbette Adalet... İşte bu en yoğun, en metaforik dinsel değerin bakanıydı artık. Görev başına getirilir getirilmez, çok iyi tanıdığı ve değer verdiği bir olayla, dininin kurallarından (farz diyorlar) biri olan “oruç” ile karşılaştı... Tek fark, orucun iftarla değil, ölümle sona eren özel bir türden oluşuydu... Sorun şimdilik askıya alındıktan sonra, orucun nasıl bir bunalım yaratabileceğini herhalde bir an olsun düşünmüştür. İnançların salt kendine ve ait olduğu cemaate ait güçler olduğunu hayal eden biri olarak iftarını kutluyoruz...
İnsan, harekete geçmeden önce sonsuz küçük bir an için bile olsa duraklayan, bekleyen tek varlık olarak tanımlanabilir. Psikanalizci Jacques Lacan bu süreye “mantıksal zaman” adını veriyor. Bu zamanın kısalığı Brezilya’da devletin başına bir süre önce ciddi bir dert açmıştı. Gerilla karşıtı devlet savaşı için yetiştirilmiş özel paramiliter birlikler (bizdeki özel tim filan gibi) savaş bittikten sonra emniyet güçleri arasına alındılar, kendi kurallarıyla çeteler halinde örgütlenmediler ve favela sokaklarında, teneke tıngırdatan yavru kedilere dahi anında ateş kusan silahlarına sarılır hale geldiler. Hiçbir polisiye örgüt onların onlarca insanı nedensiz katletmesinin önüne geçemedi... Derken, ABD’nin psikolojik savaş uzmanlarının bir önerisi geldi: Meditasyon eğitimi... Bununla sözümona bu elemanlara ateş kusmadan önce birkaç saniye durup bekleme, düşünüp usavurma süresi sağlanacaktı... Bundan daha uzun bir süre düşünmeyi artık asla başaramayacak kişiler olarak...
Ölüm orucunda mahkûmun bedeni bir savaş alanına dönüşür. Onun üzerinde her türden kuvvet birbiriyle mücadele etmektedir. İşaretin, çağrının, beyanın bedenidir o. Varlığın dokunabileceği, erişebileceği, gezip tozabileceği tek yüzey onun görüntüsü, var olabileceği tek derinlik onun iç organlarıdır. Bu savaş ne bir örgüt, ne de devlet tarafından yürütülmektedir. Dolaysızca cezaevinin mimarisi ile mahkûmun bedeni orada karşı karşıya gelirler, yüzleşirler. İşte bu beden kendini eritiyor, cezaevinin bedeni için yok kılarak kazanıyordu savaşı... Zülfü Livaneli’nin “bu işten Türkiye’nin kazançlı çıktığı” duyurusuna rağmen...
Mahkûmların sınıflanması, “iç savaş” terimi kadar ideolojiktir. Nasıl “iç savaş” fiziksel olarak insanları somut olarak yok eden bir güçler mücadelesi olarak savaştan başka, ötede bir şey değilse, cezaevine girildiği anda herkes sıfıra indirgenir. Sonradan, gücünü elbette bu sıfırdan alacak, koğuşlarda kurulan cemaat düzenlerine rağmen herkes “birey” olarak karşı karşıya kalacaktır demir kapı ve ranzalarla. “Adi” denilen suçlular “adi” değildirler. Aynı aygıtla, aynı mekanizmayla, aynı işkenceyle karşı karşıya gelirler. Ancak onların sesi pek tınlamaz, duyulmaz... Çünkü o hepimiziz... Hani şu konuşmayanlar...
Cezaevi bizim, kamuoyunun, basının, aydının, hükümetin, devletin değil, orada en çıplak halleriyle yüzleşen güçlerin bir sorunudur. Türkiye’nin bunca sorunu arasında “gereksiz”, “halledilebilir” bir fazlalık olarak değil (liberallerimiz bunu sık sık vurguluyorlar artık) kalıcı, evrensel ve kişisel bir sorun olarak çıkar karşımıza. Biz, yani “potansiyel suçlu”lar onunla ömür boyu karşılaşmasak bile onunla ölçülürüz ve bizim özgürlüğümüzü tasarlayan odur.
Nazım Hikmet’in “bir gün fazla yaşamak” mısraı nedense ölüm orucuna karşı bir slogan haline geldi. Bir anda etik, ama bir o kadar da politik bir sorunla karşı karşıya olduğumuz hissine kapıldık. Kaldırılamayan, siyasetin en dar manevra alanını kullanan bir “aşırı” hareketin gündemi belirlemesiydi. Oysa örnek insanın özel, toplumun kollektif işidir. Ele alınması, kurgulanması, anlamlı kılınması gerekir. Camus’nün sınırlandırdığı alanda dolaşmak yetmez. Anlam ya ölümden önce, yani yaşamda, ya da ölümden sonra, devam eden yaşamda bulunur. Kendi ölümünü anlamlı bir bütün ve bir eylem olarak örgütlemek, ölüm orucunun bize yalnızca hatırlattığı bir zorunluluktur. Mümkün olan bütün yolları deneyerek ölmek gerekiyor...
Bedensel ölümlere devlet katlanamadı, direnemedi... Bu tarz ölüm, kendi dönüştürücü, eleştirel güçlerine sahipti ve onları, ölüm orucundan çekilip alınmış, şuurunu kaybetmiş mahkûm bedenleri üzerinde ışıldatmaya devam ediyor. Bununla uzlaşması gereken öteki sorun ise ruhsal alanda hissediliyor. Orada ışıldayandan yalnızca bir basın haberi, bir protesto, bir slogan değil, sorunun ta kendisine, ölümün ve insanların direnme gücünün beyanını türetmek... Ama bu, sanat dediğimiz şeyden başkası değildir.
Canlı varlık ölümü düşünemez. Spinoza’dan öğrendiğimiz bu düşünce olgusal değil varoluşa ilişkindir. Onun sayesinde ölüm oruçlarının ölüme değil, yaşama doğru gittiğini, yaşama ilişkin taleplere sahip olduğunu, onunla kenetlenip onu olumladığını öğreniyoruz. Çünkü yaşam dirençtir. Kendine bir süre biçmez, sonunu algılamaz, sona erdiğinde kendisi ortada bulunmaz...


Monday, October 22, 2012

Kurbanin Olam Kasap!

Silahların İbadeti...

Niçin kızdın hoca...
Biri öldürmek...
Öbürü yaşatmak...
Hangisi yüce...
*
Aynı gün hayvan dostları sokaklarda, yanlarında ekmeklerini paylaştıkları dili olmayan dostları canlılar...
Kediler, köpekler, kuşlar...
Onları öldürmek isteyen kanunu durdurmaya çalışıyorlar...
Öğrenciler vardı aralarında mesela; ayağında ayakkabısı eskimiş, harçlığını can dostu köpeği ile paylaşan...
Kadınlar vardı; dünyaya annelerin getirdiği her canlıyı seven...
Erkekler, yiğitliğin öldürmek değil, yaşatmak olduğuna inanmış...
İnsanlar vardı orada...
İnsanlar...
*
Aynı gün kesmeilanları, anonsları, reklamları yapılıyordu...
Üç ayağını bağlayacaksın, bir ayağı ile çırpınsın diye...
Sevabına hani, tek ayakla çırpınma hakkı...
Satırla dana kovalama görüntüleri televizyonlarda, yatmayanların önce ayaklarını kırdıkları var arşivlerde..
Kesilecek bir kuzunun filmiydi; onu besleyen dostu çocuğun arkasına takılmış, koşturuyorlardı okulun önünde...
Çocuk ağladı...
Çünkü şurada iki günü kaldı...
*
İşte...
Birincisi yaşatmak için çırpınmak...
İkincisi öldürmek için...
Hiç ikisi bir olur mu?..
*
Hepimizin inancı var...
Kimse kimsenin ibadetine dil uzatamaz, karışamaz ve yargılayamaz...
İnanmak bir temiz duygudur...
Kuranda kurban kesmek sadece uzun yoldan gelmiş hacıları doyurmak için, hac mahali içindir, aç bak bari...
Ya da Kesmek yerine parasını veririm; çocuklara sevinecekleri giysiler, ayakkabılar, oyuncaklar, hastalandıklarında ilaç alınsınderseniz...
Bu niçin dine aykırı olsun?..
*
Ama şehirleri kızıl kana bulayarak, sokakları kan kokutarak, ırmaklardan bile kan akıtarak çocukların gözü önünde, acemi bıçaklarla bir canlıyı kesmenin neresi ibadettir?..
Sorun gerçek âlim Prof. Hüseyin Hatimiye...
Akıl bilmiyorsa...
*
Ve sorun:
Tüm dünyada barış rüzgârları eserken niçin Müslümanlar birbirlerini kesiyorlar?..
Bu tekbir sesleri ile insan öldürmek nereden geliyor?..
Sadece bu topraklardaki bu vahşet, bu linç, bu katliamlar, bu acılar, bu yok ediş, bu bombalar, bu kan niçin?..
Çocuklara öyle mi öğretildi; kesmek ibadet ise...
İşte...
Silahların ibadeti midir bu?..

Sunday, October 21, 2012

Özgür Basın’a rengini veren kadın: Gurbetelli


Hüseyin AYKOL

Gurbetelli Ersöz... Kadınların Özgür Basın geleneğine kendi renklerini katması onunla başladı. Aslında günlük bir gazetede, hem de devletin onca saldırısına rağmen çıkarılması çok zor bir gazetede tarih yazdığının pek farkında değildi. Oysa Türkiye’nin ilk kadın genel yayın yönetmeniydi O.

Özgür basına rengini veren kadın

Gurbetelli Ersöz, 1965 yılında Elazığ’ın Palu ilçesinde doğdu. Çukurova Üniversitesi Kimya Fakültesi’nde araştırma görevlisi olarak çalıştı. Adana’da siyasetle, devrimcilikle tanışması Hedef dergisi çevresinin etkisiyle oldu. 1989 yılında tutuklanıp cezaevine düştüğünde, Hedef dergisini düzenli olarak gönderdiğimiz isimlerden biriydi. Ancak biz İstanbul’dakiler Çukurova’daki çalışmaları pek bilmediğimiz için Gurbetelli’nin neden tutuklandığını bilmiyorum. Ancak bize ismi bildirilmiş olmalı ki, 1993 yılında cezaevinden çıkana kadar Gurbetelli Ersöz’e dergi gönderdik. Dahası bu dört yıl boyunca, iki ya da üç ayrı cezaevinde kaldı ve adresi değiştiğinde hep haberimiz oldu.

Ancak kendisine dergi göndermekle birlikte mektuplaşıyor olmadığımız için olsa gerek, Özgür Gündem’e geldiğinde, “Aaa, bu bizim Gurbetelli” gibisinden bir durum yaşamadım. İlk Özgür Gündem gazetesini birtakım idari ve siyasi sıkıntılarımız olduğu için kendimiz kapatmıştık. Özgür Gündem, 26 Nisan 1993 günü yeniden yayına başladığında gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Gurbetelli Ersöz ve yardımcısı ise Ferda Çetin’di. Demek, bizim Hedef ‘okuru’ meğerse kendi doğal siyasi mecrasını cezaevinde bulmuştu. Yeni Ülke gazetesinden beri, gazete yönetimine alışkın Ferda Çetin’in ve yazıişlerindeki daha deneyimli bizlerin yardımıyla, Gurbetelli, gazetenin yönetimine çok çabuk ısındı.

İnsan ilişkilerinde samimiydi

Gurbetelli Ersöz... Kadınların özgür basın geleneğine kendi renklerini katması onunla başladı. Aslında günlük bir gazetede, hem de devletin onca saldırısına rağmen çıkarılması çok zor bir gazetede tarih yazdığının pek farkında değildi. Oysa Türkiye’nin ilk kadın genel yayın yönetmeniydi
Aslında günlük bir gazetede, hem de devletin onca saldırısına rağmen çıkarılması çok zor bir gazetede tarih yazdığının pek farkında değildi. Oysa Türkiye’nin ilk kadın genel yayın yönetmeniydi. Yayınla ya da gazetenin yönetimiyle ilgili toplantılarımızda, sorunları çok iyi dinlediğini ve mutlaka not aldığını hatırlıyorum. Aldığı notların da peşini bırakmazdı. Çok düzenli bir çalışma sistemi vardı. İnsan ilişkilerinde ise son derece samimi ve sıcaktı. Yüzü genelde güleçti. Kolay kolay kızamayacağınız bir mizacı vardı. Özgür Gündem gazetesi, Dünya İnsan Hakları Günü’nde (10 Aralık 1993) yüzlerce polis tarafından basılarak çalışanları gözaltına alındı. Gazete çalışanlarının bir bölümü hemen serbest bırakılırken, Gurbetelli Ersöz ve 17 gazete çalışanı 13 gün boyunca gözaltında tutulduktan sonra, İstanbul 5 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne 23 Aralık 1993 günü çıkarıldılar.

Diğer arkadaşlarımız serbest bırakılırken, Genel Yayın Yönetmenimiz Gurbetelli Ersöz ve İdari Müdürümüz Ali Rıza Halis, “örgüt üyeliği” suçlamasıyla tutuklanarak Bayrampaşa Cezaevi’ne konuldular. Yaklaşık 6 ay Bayrampaşa Cezaevi’nde kalan Gurbetelli Ersöz, 16 Haziran 1994 günü tahliye oldu. Ancak dava sonuçlandığında kendisine 3 yıl 9 ay hapis cezası verildi. 1994 yılında cezaevinden çıktıktan sonra, bir süre daha gazetecilik çalışmalarını yürüten Ersöz, artan baskılar üzerine mücadelesini dağlarda sürdürme kararı alarak, 1995 yılında PKK’ye katıldı. 8 Ekim 1997 günü Gare Dağı’nda orduyla KDP peşmergelerinin ortak düzenlediği bir operasyonda bir grup arkadaşıyla birlikte yaşımını yitirdi. Dağlarda bulunduğu 1995-97 yılları arasında tuttuğu günlük “Gurbet’in Güncesi” olarak yayınlandı. Adına her yıl kadın gazetecilik ödülü verilen Gurbetelli Ersöz’ü saygıyla anıyoruz.

Türkiye’nin ilk kadın Genel Yayın Yönetmeni

Hüseyin Aykol son çıkardığı kitabında Türkiye’nin “Aykırı Kadınları”nı anlatırken “Türkiye’nin İlk Kadın Yayın Yönetmeni” başlığı ile Gurbetelli Ersöz, karşımıza çıkıyor. Aykol, Ersöz’ü şu cümlelerle okuyucularıyla buluşturuyor: “Kadınların özgür basın geleneğine kendi renklerine katması onunla başladı. Yeni Ülke ve Özgür Gündem ile başlayan gazetelerde yöneticilik yapan kadınların arasından daha sonraki yıllarda milletvekili, belediye başkanı ve parti eş başkanı olanlar çıktı. Türkiye’de legal siyasi alanda kalamayıp kırsala gitmek zorunda kalması, acı bir durumdu ama Kürtler arasındaki kardeş kavgasında yaşamını yitirmesi bu acıyı ikiye katlayan bir olay olacaktı.”

Friday, October 19, 2012

Açlık grevinde 38. gün ve görünmezlik


Açlık grevinde 38. gün ve görünmezlik
CÜNEYT ÖZDEMİRTürkiye / 19/10/2012
PKK'lılara kızabilir, hatta küfür bile edebilirsiniz. Ama yapmıyorsunuz. Tam tersi görmezden geliyorsunuz.
Şu anda Türkiye’de cezaevlerinde 38. gününe giren bir açlık grevi var. Aralarında tutuklu BDP’li milletvekillerinin de olduğu tutuklu PKK’lılar Abdullah Öcalan’a tecridin kaldırılması için açlık grevindeler. Açlık grevindekilerin PKK’lı oldukları biliniyor ancak kaç kişi oldukları tam olarak bilinemiyor. Kimine göre binlerce, kimine göre yüzlerce... Gelin görün ki bu kişiler açlık grevinde kritik bir eşiğe gelmesine rağmen medyada tek bir satır haber yapılmıyor. Birkaçı dışında yüzlerce köşe yazarı bu açlık grevinden tek bir kelime söz etmiyor. Sanki bir yerden ortak bir emir çıkmış gibi, sessizce görmezden geliniyor. Dünyaca ünlü sihirbaz Huduni ya da David Coperfield gelse açlık grevindekileri böyle görünmez kılamazdı.
Şu ana kadar hem açlık grevinde 38. güne kadar sağ salim gelmeyi hem de görünmez olmayı başardılar!
Bu açlık grevlerini haberleştirmememiz aslında büyük bir ölçüde kendi içimizdeki otosansürün nasıl hareket ettiğinin de iyi bir göstergesi. Türkiye’de gazetecilik yapıyorsanız yıllar içinde dayak yiye yiye bazı dokunulmaz konular olduğunu biliyor ve ona göre pozisyon alıyorsunuz. Önemli olan bir konuyu övmek ya da yermek de değil. Mesela bu eylemi yerden yere vurup, eleştirebilir, PKK’lılara kızabilir, hatta küfür bile edebilirsiniz. Ama yapmıyorsunuz. Tam tersi görmezden geliyorsunuz. Zira biliyorsunuz ki bazı konularda eleştiri bile tehlikeli, o yüzden ademe mahkûm etmek en iyisi!
İşin en can sıkıcı kısmı pek çok haber ve çetrefilli konuda hükümet artık birebir “Şunu gör bunu görme” deme ihtiyacını bile duymuyor. ‘Zamanın ruhu’ devreye giriyor. İşgüzar medya dernekleri “Sakın ha bunu görmeyelim” diye birbirlerini uyarıyorlar. Yöneticiler arasında hızlı bir telefon trafiği başlıyor. Yazarlar ya da programcılar da birkaç uyarıdan sonra başlarına ne geleceğini bildikleri için ‘görmezden gelmek’ zorunda kalıyorlar. Taa ki BBC, New York Times, Wall Street Journal ya da Twitter görüp ana akım medyanın içinde dolaşıma sokana kadar.
Bu yüzden son zamanlarda onca gazete, televizyon kanalı, internet sitesi olmasına rağmen Türkiye ile ilgili önemli haberleri yabancı ülkelerin gazetelerinden, televizyon kanallarından duyabiliyoruz.
Cezaevlerinde sayıları tam olarak bilinmeyen PKK’lıların açlık grevinde 38. güne gelinmesine rağmen tek bir haber çıkmamasının nedeni işte yaratılan bu atmosferdir.
Okuyuculardan gelen kızgın “Bu açlık grevini görmek için ne bekliyorsunuz” mektuplarını pek çok köşe yazarının mahcup bir şekilde cevapsız bırakmasının nedeni de budur işte.
Bu sorunun kızgın bir şekilde sorulmasını anlıyorum ama yaratılan bu atmosfere bakıp kızılması gereken kişi doğru kişi mi, işte ondan emin olamıyorum.
Peki Öcalan’a tecrit kalkar mı?
En son Oslo görüşmelerini sekteye uğratan Silvan saldırısının faturasını devlet Abdullah Öcalan’a kesti. Adını açık açık koymasa da İmralı’ya bir tecrit uygulanmaya başladı. Önce koster bozuldu. Ardından hava şartları izin vermedi. Öcalan’ın avukatlarına operasyon düzenlendi. Bahaneler bitince mecburen Öcalan kardeşi ile görüştürüldü ama o da yetmedi. Abdullah Öcalan binbir dereden bahane ile tecrit edildi.
Bu tecridi uygulayanların kafasında bu yolla PKK terörünü bitirmek varsa gördüğümüz kadarıyla tecrit PKK terörünü bitirmek konusunda hemen hiç işe yaramadı. PKK terörü durmadı, tam tersi daha da büyüdü.
Dışarıdaki PKK’lılar yetmezmiş gibi şimdi de tutuklu PKK’lılar Öcalan’a tecridin kaldırılması için açlık grevindeler.
Yine dön dolaş geldik mi “Kürt sorununda inisiyatif kimde” tartışmasına!
Şimdi devletin önünde iki yol var.
Ya bu açlık grevini bir meydan okuma olarak ele alıp ‘inadım inat tecride devam’ diyecek ya da bu durumu bir gurur meselesine dönüştürmeden Öcalan’a uygulanan bu tecrit politikasında yumuşamaya gidecek.
Başbakan Erdoğan son olarak Bakû’dan dönerken havada yaptığı açıklamada “MİT Müsteşarı’na gerekirse ‘İmralı’ya git’ derim” demiş. Cezaevlerinde açlık grevinde olan yüzlerce insanın 38. güne girmesi yeterli sebeplerden biri olabilir mi?
Hadi diyelim olmadı, peki yarın bir gün cezaevinden ölüm haberleri gelmeye başlayınca ne olacak? O zaman adım atılırsa devlet daha mı kazançlı sayılacak?
Ortada kalmış ve çözülmeyi bekleyen Kürt sorununu bir an önce çözmek yerine uygun ortamı arıyorsanız size kötü bir haberim var: O uygun ortam hiçbir zaman dört dörtlük karşınıza çıkmayacak. Belki de asıl mesele ‘gerekirse’ değil 30 yıl süren bu kanı durdurmak için kanlı nedenler ‘gerekmeden’ MİT Müsteşarı’nı İmralı’ya gönderebilmekte!

Tuesday, October 16, 2012

Suriye savaşının kavramlar cephesi

Fatih Yaşlı
Onlarca kişinin öldüğü, yüzlerce kişinin ise f tipi olarak adlandırılan tabutluklara diri diri gömülmek üzere nakledildiği bir operasyona “Hayata Dönüş” adını vermek… Ya da koca bir ülkeyi taş devrine döndürecek ölçüde yıkıma uğratıp yüz binlerce kişiyi katletmek, milyonlarca kişiyi ise en temel insani gereksinimlere ulaşamaz hale getirmek ve buna “Sonsuz Özgürlük” adını koymak…
Yalnızca zalimane bir mizah yeteneğinin ya da karanlık bir ironi anlayışının ürünü değildi bu adlandırmalar. Hayata Dönüş operasyonunu icra edenler, sahiden de mahkûmları hayata döndürmek istiyorlardı; fakat kendilerinin uygun gördükleri, kendilerinin öyle adlandırdıkları hayata. Aynı şekilde Irak’ı gerçekten özgürleştirmek istiyordu Amerika Birleşik Devletleri, özgürlükten anladığı ise piyasanın, girişimciliğin ve sefaletin özgürlüğüydü.
Demek ki, egemenlerin ister Türkiye’de ister ABD’de olsun, kavramları alıp onlara iktidarlarını ve icraatlarını meşrulaştırmak adına anlam ve değer yüklediklerini söyleyebiliyoruz. Kavramlar üzerine mücadele, politik mücadelenin bir parçası olma niteliği taşıyor. Her kavram, değer, yani ideoloji yüklü durumda ve o kavrama yüklenen değer, değeri yükleyenin politik pozisyonunu da belirliyor.
Türkiye’nin son on yılı, bir rejim yıkma ve yerine yeni bir rejim kurma anlamında büyük bir mücadeleye sahne oldu, kavramlar üzerine verilen mücadele ise bunun en önemli cephelerinden birini teşkil etti. Yeni rejimi inşa eden güçler, akademisyenleri, köşe yazarları, televizyoncuları vs. ile birlikte kavramlar alanına yoğun ve güçlü bir saldırı savaşı düzenlediler. Rejim yıkma ve yerine yenisini kurma faaliyetinin ideolojik meşruiyeti kavramlar cephesindeki bu savaşla birlikte sağlandı.
Vesayet rejimi, statüko, demokrasi, sivilleşme, derin devletle hesaplaşma, milli irade, darbecilerin yargılanması vs… Son on yılda tüm bu kavramlar kamuoyunun gündemine getirildi, on yıl boyunca hemen her gün bir vesileyle tartışıldı. Fakat bu tartışma, kavramların hepsinin tepe taklak edilmesiyle, baş aşağı çevrilmesiyle yapıldı. Demokrasi adı altında gelinen nokta Erdoğan’ın tek adamlığı, sivilleşme adı altında gelinen nokta ise Necdet Özel’in Akçakale’de sıktığı yumruk oldu.
Şimdi benzer bir süreci Suriye meselesinde yaşıyoruz. İktidar ve sahip olduğu ideolojik aygıtlar, kitleleri olası bir Suriye savaşına ikna edebilmek için bütün kavramları tepetaklak ediyor, onlara kendi anlamlarını yüklüyor ve söylemlerini bu yükledikleri anlamlar üzerine kuruyorlar.
AKP yöneticilerinin tezkere sürecinde kullandıkları “barış için her an savaşa hazır olmalısınız” sözü bunun mükemmel bir örneği olarak görülebilir. Tıpkı George Orwell’ın 1984’ünde olduğu gibi, kitlelerin “savaş barıştır” sözüne ikna olmaları amaçlanmaktadır: “Biz aslında savaş istememekteyizdir, savaş düşmanın istediği bir şeydir ama bunu engellemek için savaşa hazır olmamız ve zorunlu kalırsak savaşmamız gerekmektedir.” Söylenen tam da budur.
Benzer bir durum, uluslararası hukuk kurallarının ters çevrilmesi süreci üzerinden de gözlemlenebilir. Komşu bir ülkede rejime karşı savaşan silahlı gruplara silah da dâhil olmak üzere her türlü desteği veren, bu grupları ülkesinde barındıran ve onların siyasi örgütlenmelerini muhatap kabul eden bir ülke, ısrarla komşusunun uluslararası hukuk kurallarını ihlal ettiğini ve bu nedenle de cezalandırılması gerektiğini söyleyebilmektedir. Bu bağlamda, her gün sınırından eli silahlı militanların Suriye’ye geçtiği bir ülkenin, hava sahasını kullanan Suriye’ye ait bir yolcu uçağını silah taşıdığı gerekçesiyle inişe zorlaması, uluslararası hukukun altüst edilerek kullanılış biçiminin çarpıcı örneklerinden biridir.
Şiddet ve terör kavramları da bu süreçte tepetaklak edilmiş durumdadır. Medyada gösterilen manzara, Bodrum’da tatil yaparken adı Esad olan sonradan ise Esed’e dönüşen zalimin başında bulunduğu rejimin, kendi halkını kitleler halinde öldürecek kadar gözü dönmüş ve insanlıktan çıkmış olmasıdır. Esad rejiminin zaman zaman aşırı şiddete başvurduğu doğru olmakla birlikte, karşısında çok daha kör bir şiddet uygulayan, çok daha büyük katliamlar yapan örgütlü grupların bulunduğu gerçeğinin üzeri örtülmek istenmektedir. Eli silahlı Esad güçleri ve karşılarında silahsız savunmasız bir halk… Türkiye’de ve dünyada kamuoyunun Suriye’ye baktığında görmesi istenen tam da budur, El Kaide unsurlarının Allahuekber nidaları eşliğinde kafa kesmesi değil.
Olası bir Suriye savaşının ideolojik altyapısı hazırlanırken tepetaklak edilen başka bir kavram da “mazlum”luktur. Sanki Suriye emperyalist planların bir parçası olarak tarumar edilmemektedir, sanki yeryüzünün gördüğü en zalim sistemin, emperyalizmin hedef tahtasına konulmamıştır, sanki Suriye toprağı olan Golan tepelerini hala işgal altında tutan İsrail siyonizmi olan biteni ellerini ovuşturarak izlememektedir. Bilakis, tüm bunları görmemiz ve bilmemiz değil, Esad’ın ve rejiminin su katılmamış bir zalim olduğuna ve mazlum Suriye halkını katlettiğine inanmamız istenmektedir.
İnanmamız istenen yalnızca Esad’ın zalim olduğu değil, Türk dış politikasının mazlum Suriye halkını korumak üzerine inşa edildiğidir. Buna göre, Erdoğan ve Davutoğlu, emperyal hevesler ve taşeron savaşı adına değil, Suriye’de yaşanan zulmü sona erdirmek için Suriye’ye müdahale etmekte ve uluslararası güçlerin de müdahale etmesini istemektedirler.
“Mazlumların koruyucusu” imajının tamamlayıcısı Erdoğan’ın tıpkı içeride kimi zamanlar TÜSİAD’a yaptığı gibi, Birleşmiş Milletler’e ya da “uluslararası kamuoyu”na, halen bir askeri operasyona girişmedikleri için esip gürlemesidir. Bunun için Birleşmiş Milletler’in işleyiş biçiminden, güvenlik konseyi üyelerin veto haklarına kadar her şey bir şikâyet unsuru haline getirilir. Böylelikle “mazlumların koruyucusu” sıfatının yanına bir de “uluslararası statükoya kafa tutan lider” imajı eklenir. Oysa Erdoğan’ın TÜSİAD’a yönelik esip gürlemesi Türkiye kapitalizmi için ne ise, BM’ye serzenişleri de küresel sistem için odur, yani hiçbir şey; içeride de dışarıda da sistem işlemeye devam edecektir çünkü ve zaten istenen de budur.
İktidarın ve ideolojik aygıtlarının Suriye ile yürütülen düşük yoğunluklu savaş sürecinde kavramları tepetaklak etme ve içlerini boşaltarak onlara yeni anlamlar yükleme çabası elbette ki sadece dış politikayla alakalı değil; hatta esas meselenin “içerisi” olduğu bile söylenebilir.
Süreklileşmiş bir savaş tehdidiyle sağlanabilecek “milli birlik ve beraberlik”, bu savaşı yürütecek olan “güçlü lider” imajının Erdoğan’ın tek adamlığının meşrulaştırılmasına edeceği hizmet ve süreklileşmiş teyakkuz halinin savaşa karşı çıkan muhaliflerin “milli birlik ve beraberliği bozan kökü dışarıda hain mihraklar” olarak sunulmasına hizmet edecek olması…
Yerel seçimlerin, anayasa değişikliğinin, cumhurbaşkanlığı seçiminin ve genel seçimlerin önümüzdeki üç yılın siyasini gündemi oluşturacağını, yeni rejim inşasının bu süreçte tamamlanmak istendiğini biliyoruz. Süreklileşmiş seçim atmosferine sokulmuş bir ülke, bir de iç ve dış tehditler gündeme getirilerek süreklileşmiş bir olağanüstü hal havasına sokulursa, bundan kim kazançlı çıkar? İktidar bu soruya “ben” diye yanıt veriyor olmalı ki, seçim sürecine bir savaş sürecinin eşlik etmesi planını devreye sokuyor.
Bu süreçte toplumsal muhalefetin de kendi sorularını sorması ve yanıtlarını vermesi gerekiyor. Bu ise kavramlardan başlayarak her alanda verilecek bir mücadele anlamına geliyor.

Monday, October 15, 2012

'Askere de gerillaya da ağlayacaksınız'

BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş partisinin 2. Olağanüstü Kongresi'nde yaptığı konuşmada, "Ölen askere de gerillaya da ağlayacaksınız. Bugün birlikte ağlamayanlar, yarın gülemezler" dedi.


İstanbul- BDP 2. Olağanüstü Büyük Kongresi'nde söz alan Selahattin Demirtaş, konuşmasına başladı. Demirtaş kongrede kürsüye "Kürdistan seninle gurur duyuyor" sloganıyla çıktı.
BDP Eş genel Başkanı Selahattin Demirtaş, partisinin 2. Olağanüstü Kongresi'nde yaptığı konuşmaya, PKK terör örgütü elebaşı Abdullah Öcalan'a özgürlük için başlatılan açlık grevlerine işaret ederek, bu greve katılan 320 tutuklu ve hükümlünün taleplerinin arkasında olduklarını söyleyerek başladı. Barış ve özgürlük sözlerini bugüne kadar yerine getiremedikleri için halka karşı mahcup olduklarını ifade eden Demirtaş, "Bizler bütün analara söz verdiğimiz barışı özgürlüğü getirinceye kadar mahcubiyetimiz devam edecektir" diye konuştu. Kongrede dinleyicilere, "Sizleri tarihin derinliğine gömmeye çalışanlara karşı bir destan yazdınız. Ortadoğu'da kararlı özgür bir halk olarak yaşama iradesini bütün dünyaya ilan ettiniz" diye seslenen Demirtaş, 1940'lı yıllarda İran'da kısa süre varlık gösteren Mahabat Cumhuriyeti'nin kurucusu Mele Mustafa Barzani'yi, Seyit Rıza'yı, Şeyh Said'i, Bediüzzaman Said Kürdi'yi, Ahmedi Hani'yi, anarak başladığı konuşmasında, "Halkların kardeşliği şiarıyla devrime yürürken her daim genç kalmış Denizleri, Mahirleri, Hüseyinleri, Ulaşları, Ömer Ayna'yı da unutmayacağız işkence tezgahındaki kahkahasıyla işkencecilere dert olmuş İbrahim Kaypakkaya'yı, Mazlum Doğan'ı, Kemal Pir'i, Hayri Durmuş'u unutmayacağız" diye konuştu. Demirtaş, konuşmasında Rüstem Cudi'yi, Halil İbrahim Oruç'u, Yıldırım Ayhan'ı, Orhan Doğan'ı, Mehmet Sincar'ı, Vedat Aydın'ı, Hasret Gültekin'i, Hrant Dink'i, Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani'yi, Kuzey ırak Bölgesel Kürt Yönetimi başkanı mesut Barzani'yi ve PKK terör örgütü elebaşısı Abdullah Öcalan'ı unutmayacaklarını ifade etti. Demirtaş'ın Öcalan'ı unutmayacaklarını söylemesi üzerine tribünler hep birlikte ayağa kalkarak dakikalarca alkışladı. Demirtaş ise tribünlere Türkçe "ya özgürlük ya özgürlük" anlamına gelen "an azadi an azadi" sözleriyle cevap verdi.
Suriye
Demirtaş, Suriye'de her gün yüzlerce sivilin katledildiği bir dönemde sessiz kalamayacaklarını belirtti ve "Biz, Suriye'de yaşayan her bir kimliğin özgürleşmesi konusundaki mücadelelerini desteklemenin tarihi sorumluluğumuz olduğunu biliyoruz. Bu vesileyle Suriye'deki demokratik halk muhalefetlerinin bizler tarafından desteklenmesi, Suriye'nin kendi özgürlüğüne kendi kaderini belirleyecek pozisyona gelmesinde çok etkili olacaktır" diye konuştu. Hükümetin çetecilikle özgürlük mücadelesini karıştırdığını, halkın özgücüyle örgütlenmiş muhalefeti desteklemenin en gerçekçi yol olacağını bildiren Demirtaş, "Ben Rojava'dan Suriye Kürdistanı'ndan buraya gelenlere şükranlarımı sunuyorum. Suriye Rojava devrimini buradan selamlamak istiyorum" ifadelerini kullandı.
Kürt sorunu

Kürt sorununun çözümü için öneriler de getiren Demirtaş, temelde Kürt sorununun eşitli, adalet ve barış olmak üzere üç ana başlığa ayrılabileceğini belirtti. Eşitlik başlığının Kürt sorununun temel nedeni olduğunu, anadilde eğitim, kültürünü yayma gibi haklardan yoksun bırakılan Kürt halkının Türkiye'de eşit yurttaş olmadığını, Kürt halkının son 100 yıl içinde sürgünlere, göçlere, işkencelere ve katliamlara maruz kaldığını söyleyen Demirtaş, "Bütün bunların ortaya çıkardığı bir de adalet sorunu vardır. Bu da artık Kürt sorununun bir gerçeğidir. Maalesef eşitlik ve adalet sorunu konusunda ortaya çıkan Kürt isyanları ile bunların şiddetle bastırılması için yapılan askeri operasyonlar nedeniyle barış ihtiyacı ortaya çıkmıştır" dedi. Eşitlik konusunda anayasada ve yasalarda neler yapılabileceğinin BDP grubuyla konuşulabileceğini, BDP'nin bu konuda irade olduğunu, eşitlik konusunda iradenin ortaya çıkması durumunda adalet konusunda çözüme daha kolay ulaşılacağını kaydeden Demirtaş, "Bunun için hakikatler komisyonuna ihtiyaç vardır" dedi.

Özerklik modeli

Kürt sorununun çözümü için iki farklı özerklik modeli üzerinde duran Demirtaş, Türkiye'nin toprak ve nüfus olarak büyük bir ülke olduğunu, bu nedenle böyle bir ülkenin tek bir parlamento ve tek bir siyasi lider tarafından yönetilmesinin demokrasinin ruhuna aykırı olduğunu belirtti ve şunları söyledi:
"Bu kapsamda 15-20 bölgeden oluşmuş özerk bölge yönetimi öneriyoruz. Bizim önerdiğimiz yönetim etnik temelli değildir. Bölgenin sosyo-ekonomik kültürel yapısı göz önüne alınabilir. Bu parçalar, demokratik, şeffaf seçimle işbaşına gelecek parlamentolarla yönetilebilir. Oluşacak parçalar içinde birkaç parça Özerk Kürdistan olabilir. Bölge parlamentoları anadilde eğitim dahil olmak üzere sosyal, kültürel, ekonomik politikalarda yetki sahibi olabilirler. Ülkenin resmi dilinin yanında arzu eden bölge ikinci dil kullanabilir."
Türkiye'nin hukuki ihtiyacının tek ve merkezi anayasaya bağlı olmak kaydıyla ve özerklik hukuku çerçevesinde karşılayabileceğini söyleyen  Demirtaş, kendilerinin böyle bir durumda bir ya da birkaç bölgede iktidar olması durumunda o bölgede azami demokrasiyi kurumsallaştırmak için uğraşacaklarını anlattı. Bu modelin kabul görmemesi halinde ikinci önerilerinin sadece Kürdistan bölgesine özgü bir özerklik olduğunu, her halükarda Kürt halkının statü talebi ve anadil talebini vazgeçilmez gördüklerini ifade eden Demirtaş, "Bütün bunların kabul edilmediği seçenekler Kürt halkı tarafından kabul görmeyecektir. Biz karşımızda bu projeleri cesurca tartışacak muhatap bulamıyoruz" diye konuştu.
''Kürt halkının karnı tok''

Demirtaş, ''(Tek dilden tek milletten vazgeçmem) derseniz Kürt halkının artık bunlara karını tok'' dedi.
Kendisini Müslüman kabul edenlerin tek dil, tek millet dayatmasında bulunamayacağını söyleyen  Demirtaş, Kuranı Kerim'in Maide suresinde yer alan ''Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı'' ayetini okudu.
Tek dil tek millet kavramının hiçbir uluslararası sözleşmede yer almadığını, Avrupa'nın hiçbir ülkesinde uygulanmadığını söyleyen Demirtaş, bu kavramın sadece faşizmde kendisine yer bulabildiğini ifade etti.

''Ölen askere de gerillaya da ağlayacaksınız"
Selahattin Demirtaş, ''Ölen askere de gerillaya da ağlayacaksınız. Bugün herkes için ağlayacaksınız, birlikte ağlayacağız yarın güleceksek birlikte güleceğiz. Bugün birlikte ağlamayanlar, yarın gülemezler'' dedi.
Türkiye'de yaşayan Kürtler olarak kendilerine öğretilen Türkçeyi sevdiklerini, bundan sonra da seveceklerini söyleyen Demirtaş, ancak ana dillerinden asla vazgeçmeyeceklerini sözlerine ekledi.

Friday, October 12, 2012

Suriyeli Aleviler: En yetim azınlık!


FEHİM TAŞTEKİN

Siyasetten medyaya Suriye konusundaki malumatfuruşluk, psikolojik savaşın da etkisiyle “Nerem düzgün ki” diyen devenin sabır taşını çatlatacak cinsten.
Çarpıklık kendisini ‘Alevi’ diyen topluluğu ‘Nusayri’ diye tanımlamakla başlayıp “Suriye’de Alevi azınlık rejimi var” ahkâmıyla sürüyor. Hep kaybeden taraf olan ve bu yüzden dağlık bölgeye çekilip tarımla uğraşan Aleviler, özelikle Fransız manda döneminden itibaren Sünni ve Hıristiyanların ilgilenmediği askerlik alanında dikey yükselmeye başladı. Hafız Esad’la birlikte Baas içinde de etkinleştiler. Zamanla Muhaberat ve orduda kilit yerlere gelseler de bu iki kurumu şekillendiren Alevilik değil Baasçı ideoloji oldu. Suriye’deki kaynaklarımdan edindiğim bilgiler ışığında nüfusun yüzde 12-13’ünü oluşturan Alevilerle ilgili şu tablo ortaya çıkıyor:
·         Sünniler Şam ve Halep’teki tüccarlık geleneğini sürdürürken şehirdeki Alevilerin en önemli geçim kaynağı ordu. Hıristiyanlar özellikle Ermeniler kuyumculuk sektörünü elinde tutuyor. Asker sınıfı Aleviler, tüccar sınıfı Hıristiyan ve Sünniler ayrımının istisnaları da var.
·         Muhaberat gibi yerler dışında tüm memuriyet kollarında Sünniler baskın. Hatta Alevi bölgelerinde de Sünni kadrolaşma olgusu var. İçişleri ve Dışişleri teşkilatlarında Sünniler yüzde 80 oranında baskın. İçişleri’nde hâkimiyet İdliblilerde, Dışişleri’nde ise Deralılarda. Her iki kent de Sünni.
·         Ekonomiden bürokrasi ve siyasete tüm alanlarda verilen güç savaşı Alevi iktidarını güçlendirme adına yapılmıyor. Diğer kesimlerde de bu savaş mezhepsel güç mücadelesi olarak görülmüyor.
·         Siyasette Esadlar, ekonomide Mahlufların hakimiyetine rağmen Aleviler ekonomik açıdan toplumun en alt tabakasını oluşturuyor. Köylerde tarımla uğraşan Alevilerin Şam’da devlet çarkının nasıl döndüğünü bilen Rami Mahluf olma ve neticesinde Syriatel gibi ballı ihaleleri alma şansı sıfır.
·         Alevilerin köylerinde görülen yol, su, elektrik, ilkokul, sağlık ocağı hizmetleri tüm köyler için geçerli.
·         Meselenin din boyutuna gelince: Diyanet’te Hıristiyan, Şiiler ve diğer kesimlerin temsilcileri varken Alevilerin yok.
·         Türkiye’deki gibi Suriye’de cemevleri yok. Birçok köyde minareli küçük mescitlerde ibadet ediliyor. Mescitler genellikle din adamlarının türbelerinin yanında yapılıyor. Genelde ibadeti evde yaparlar. Namazlarını Caferi esaslara göre kılarlar. Beşşar Esad da camiye gittiğinde Sünniler gibi namaz kılıyor.
·         Devletten dini yapılar ya da öğretim için maddi yardım almayan tek kesim Aleviler.
·         Devlet Sünniler ve Hıristiyanlar için yeterli nicelik sağlandığında cami ve kilise inşa ediyor. Ama bu kural Aleviler için geçerli değil. Bu konuda Alevilerin durumu Türkiye’den farksız.
·         Okullarda din derslerinde Sünni müfredat geçerli. Bu durum Alevilerin yoğun olduğu yerlerde zaman zaman tartışmalara yol açabiliyor. Yine de devlet Hıristiyanlara tanıdığı kendi dinini kendi öğretmeninden öğrenme hakkını Alevilere vermiyor.
·         Piyasada Alevileri ‘zındık’ ya da ‘kestiği yenmez’ ilan eden kitapların satışına da engel yok!
·         Suriye’deki Aleviler namaz kılar, oruç tutar, yılda birkaç kez kurban keser, zekat verirler. Hacca gidenleri de vardır. İçkiyi haram değil mekruh sayarlar.

Bu verilerden çıkan sonuç; Aleviler, Baas rejiminden sanıldığı kadar himaye görmedi. Rejimdeki Alevi ton buyken Hataylıların Alevi olmaları nedeniyle Suriye’deki krize hassasiyet gösterdikleri tespiti ne kadar doğru olabilir? Hatay’da Alevi toplumunun önde gelen isimlerinden birine Suriye duyarlılığının nedenini sordum, yanıt hisli ve dokunaklıydı: “Baas rejiminden önce Aleviler daha görünür haldeydi. Rejimin laik karakteri öne çıkıyor. Oradaki Alevilerle bağımız yok. Biz savaşa karşıyız, ölenin Sünni ya da Alevi olması ne fark eder?”
Sözün özü; Türkiye’den yapılan mezhepçi okumanın Suriye’de karşılığı yok. Ne var ki birkaç yıl öncesine kadar ‘Sünni misin, Alevi mi’ sorusunun yadırgandığı hatta ayıplandığı çok dinli ve mezhepli Suriye’de 18 ayı geride bırakan iç çatışma toplumu ayrıştırdı. Krizin lanetli mirası da bu.

Wednesday, October 10, 2012

Hayvanları Yazayım...

 


Toplantı başladı...
Postal, Çıtır, Suşi, Ares, Zoro, Meryem, Kontes, Ayşe Bacı, Beyaz, Karabiber, Muhtemel, Veysel, Bambi, Mişa, Kestane, Püskül, Aloş, Dalton, Şirin, Böcek, Safiye, Badem, Mercimek, Mösyö Hırpani...
Ve daha gelen birçok teşkilat...
Baktılar ne diyeceğim...
Kürsüden hepinizi muhabbetle selamlıyorumdedim...
Postal, öbürlerine Balkon konuşması yapacak dedi...
(.........)
Girdim:
Merdane oldu gönül dil-i paye ister
Gönül kükredi bir kez iyi gaye ister
Zalimin zulmünden dedim ey hak
Dağılma gel, mevlam seni yekpare ister...
(.........)
Kontes:
Ne diyor yani?..
Çıtır:
Birisinin şiirini yürütmüş... Okudu ki gevşeyelim...
(........)
Kürsüden devamla:
Şimdi diyor ki şöyle böyle... Sen kimsin bi defa?.. 5199u getiriyoruz işte... Arkadaşlarımız hazırladılar, fevkalade güzel bir şekilde önlerine koyuyoruz... Hâlâ kalkmış diyor ki yok şöyle, yok böyle...
Kontes:
Uff rakama bak; 5199... Kemik veriyor 1, ekmek veriyor 0.5, sucuk parçası 2, kuru mama tanesi 10, fıstık 3 adet... Bu 5199... Her neyse artık güzelce önünüze koyuyoruz dedi...
*
5199...
Kısaca ölüm emri...
Sokak hayvanlarını toplayıp ormanlık alana götürüp bırakmayı öngören... Daha o gece orman yırtıcılarının onları parçalayıp yok etmesini sağlayacak bir korkunç yasa...
Evlere girilip insanların kedilerini bile alıp götürmeye ve uyutmaya imkân veren bir ölüm fermanı...
Buna karşı hayvan dostları sokaklara döküldüler geçen gün...
Sevginin en karşılıksızını yüreklerinde taşıyan iyi insanlar, çığlıklar atarak, ağlayarak, hatta yalvararak yasa değişikliğinin geri çekilmesini istediler...
Vicdanı olan varsa, duysun diye...
*
İndim balkondan...
Onlara Gelip sizi sayacaklar... Fazla olanınızı alıp götürecekler ormana... Hasta ve yaşlı olanları uyutacaklar 5199a göre... diyemedim...
*
Bir teki akşam topallayarak gelse...
Ya da bir teki o gün mamasını yemese...
Canımız sıkılır, yüreğimize taş oturur, kimse konuşmaz bizim evde...
Tüm yasama gücünü ellerine geçirmiş, o yasalarla kendi çocuklarına dahi acımayanların, başka canlılara acımalarını bekleyeceğiz bir süre...
Boşu boşuna...

Monday, October 8, 2012

Kimse "Savaş istiyoruz" demez zaten


YETVART DANZİKYAN
 
Politika / 08/10/2012

"Yok canım, ne savaşı? Kimse göze alamaz." Bu soruyu soruyorsanız, savaşın kıyısına iyice gelmişsinizdir. "Savaşmak istemiyoruz, ama.." derler.

“Suriye ile savaşacak mıyız?” Herkesin aklındaki birinci soru bu, bugünlerde. Gazetecilikle alakalı olduğumuzu bilen yakınlarımız, tanıdıklarımız bizi her gördüklerinde bunu soruyor. Cevap veremiyoruz tabii ki, nasıl verelim? Pek pek, “Türkiye de Suriye de savaşı göze alamaz” diyorum, kendi adıma. “Her iki ülke de savaşa girdiğinde çok şey kaybedeceğini biliyor olmalı” diyorum. Sonra kendimi yokluyorum. Daha doğrusu kendime gülüyorum. Bu işler benim, benim gibilerin mantığıyla olmuyor. Asıl bildiğim bu. Peşine de bunları söylüyorum zaten. Evet bu işler benim, bizim gibilerin mantığıyla olmaz. Ve tarihe şöyle bir dönüp baktığımızda muhtemelen her savaş öncesinde gazeteciler, akademisyenler, şunlar bunlar böyle diyordu. “Yok canım, ne savaşı? Kimse göze alamaz.” Mesele şu ki, bu soruyu soruyorsanız, yani “Ne savaşı?” diyorsanız, savaşın kıyısına iyice gelmişsinizdir. Bu aşamaya bir de şu eşlik eder: İktidardakiler de güya savaş istemezler. “Savaşmak istemiyoruz, ama..”

Bu “ama” kritiktir. İktidarın, savaşı göze alan iktidarın amentüsüdür. Her şey o ama’dan sonra gelir. Kimse çıkıp “Evet, iktidarımızın bazı hesapları var, o yüzden savaşa girmek zorundayız. Bazılarınız ölecek. O yüzden bu savaşa bir meşruiyet kazandırmamız gerekiyor. Bu çerçevede size bazı açıklamalar yapacağız. Kürsülerde bağıracağız, çağıracağız. Toplumu savaşa hazırlayacağız..” demez. Başka şeyler söylerler. Savaşın yeri geldiğinde kaçınılmaz olduğuna inandırmak için bazı gerekçeler bulurlar. Kimi zaman geçmişten kalan bazı hesapların –kolaylıkla- görüleceğini söylerler. Kimi zaman olup bitenlerin kabul edilemeyeceğini, milletin gururunun bu olup bitenleri kaldıramayacağını söylerler. Kimi zaman o savaş vesilesiyle başka sorunların da bir çırpıda çözüleceğini söylerler. (2003’teki tezkere döneminde asıl argüman “Böylece PKK’yı da bitereceğiz” değil miydi? 1. Dünya Savaşı’na, savaş sonrası kurulacak yeni dengelerin içinde yer alma umuduyla girmemiş miydik?) Kimi zaman siyasi gerekçelere de gerek duyulmaz. “İsmet İnönü 2. Dünya Savaşı’na girmeyerek bu milletin erkekliğini öldürdü” diyenler çıkmamış mıydı zamanında? Bu bir sonraki savaş için de bir hazırlıktır aslında. “Bir dahakini kaçırmayalım” der birileri.

Geriye doğru dönüp baktığımızda bağımsızlık savaşlarını bir yana bırakacak olursak tüm savaşlarda iktidarların, o dönem topluma egemen olan zihniyetin, savaştan bir hesabı olduğunu görürüz. Ve bunlar çoğunlukla içerideki sıkışmışlığı aşmak için verilen kararlardır. Siyasi, bilhassa da iktisadi sıkışmışlıklar çoğu zaman egemenler blokunun savaş kararı almasında etkili olur. Bu şu manaya gelmesin: efendim savaş sayesinde bir yerleri işgal edecekler, orayı sömürecekler. Hayır, iktisadi sıkışmışlıktan kasıt, savaşla birlikte geçilecek yeni üretim düzeniyle ülkede yeni bir “artı değer” yaratılmasıdır, egemen sınıfın egemenliğini perçinlemesidir. O blokun sanayicileri de perde gerisinde böyle bir düzen talep ederler zaman zaman. (Biz de bu yüzden savaşa giriyoruz demiyorum, ama Türkiye’nin Suriye’ye karşılık verdiği gecenin ertesi günü askeri araç gereç üreten ASELSAN’ın borsada işlem gören hisselerinin fırlaması, ilginçtir. Birileri savaşın ne manaya geldiğini iyi biliyor bu ülkede, orası kesin)

Kimi zaman da siyasi sıkışmışlık yüzünden savaşa girilir. İktidarlar, bilhassa da güçlü iktidarlar kendi güçlerinin büyüsüne öylesine kapılırlar ki, yeni bir savaşla iktidarlarını ilelebet perçinleyeceklerine inanırlar. Burada “peki sıkışmışlık nerede?” denebilir. Vardır aslında, çünkü o güçlü iktidarlar kendilerine o gücü sağlayan koşullar tükendiğinde, güçlerini sürdürebilmek için yeni koşullar ararlar. Muhalefet tamamıyla mağlup olmuş, ülkede kendi iktidarlarını tehdit edecek hiçbir dinamik kalmamıştır mesela. Tam da böyle zamanlarda savaşa girilir. Dururlarsa düşerler çünkü. Daha doğrusu buna kendilerini inandırırlar. Toplumun önüne yeni bir hedef, yeni düşmanlar koymak gerekir. Bir lider, güçlü bir lider, birilerini hedef göstermeden bağıramaz çünkü, durduk yere kime bağıracak? Zayıf muhalefete mi? Üç beş aydına mı? Ülke içindeki etnik/mezhepsel azınlıkların, muhalif dinamiklerin siyasi temsilcilerine mi? Bağırdın diyelim. Nereye kadar? Bir süre sonra dünyanın “otoriter” dediği bir lider olur çıkarsın. Halbuki dünyanın da ses çıkarmayacağı küçük çaplı bir savaş, içeride siyasi olarak yeni bir alan açar iktidara. Fakat mesele şudur ki o küçük çaplı savaşlar birdenbire büyür, öngörülemez biçimde. Bir bakarsanız ki baştaki hesapların çok ötesine geçilmiş. O yüzden geçmişte bu tür deneyimleri iyi bilen diğer aktörler gayet temkinli yaklaşırlar bu tür girişimlere. Bazen de lider, savaşa girmese de ülkeyi savaş atmosferinde tutmayı gerekli görür. Yeni bir otorite ihdas edecektir çünkü oradan, ülkeyi tek bir hizaya getirmeyi amaçlar, az önce bahsettiğim yeni iktidar argümanlarını savaşa girmeden elde etmeyi amaçlar. Ama o atmosfer, tek bir kıvılcıma bakar, uçurum kenarında yürümek, tek bir tökezlemeye bakar. Ve ne tesadüftür bu savaşın arefesine güçlü bir milliyetçi atmosfer eşlik eder, iktidar eliyle milliyetçiliğin derece derece artırıldığına, topluma zerkedildiğine tanık olunur.

Neyse, ne diyorduk. İktidarlar böyledir. Her zaman bir gerekçe bulurlar. Ve her şey o “ama”dan sonra söylenir. Başbakan Erdoğan’ın geçtiğimiz Cuma günü, tezkere çıktıktan sonra yaptığı konuşma mesela. Birkaç pasaj hatırlamakta fayda var.

-“Artık burası notayla falan geçiştirilecek bir şey değildi. Öncekilerde de misliyle cevap vermiştik, bu defa onların da canlarını yakacak şekilde misliyle cevabını verdik.”

-“Ülkemizin saygınlığına halel getirecek hiçbir girişimi karşılıksız bırakmayacağız. Şunu bir kez daha ifade etmek istiyorum; biz asla savaş meraklısı değiliz. Ancak savaştan da uzak değiliz. Bu millet, yeri gelmiş kıtalararası savaşları görerek, savaşarak bugünlere gelmiştir.”

-“Birileri bize ‘Yurtta sulh cihanda sulh’ diyor. O, sulhun egemen olduğu yerde olur. Bizim can damarımıza bastıkları zaman orada biz de sulhu konuşamayız. Gayet güzel bir ifadeyle ‘Hazır ol cenge, eğer sulh-u salah istiyorsan’ denirken, yeri gelir cenk, sulhun anahtarı olur.”

-“Dün getirdiğimiz tezkereye karşı olan zihniyet, tarihe bunun hesabını veremeyecektir. Benim vatandaşım şehit edilecek biz hâlâ barış diyeceğiz. Ne barışı?”

-“Utanmadan, sıkılmadan ‘Bakanların hangisinin çocuğu oraya gidiyor?'’diyor. Biz şu anda arazideyiz, nereye gitmemiz gerekiyorsa başta şahsım olmak üzere oraya gideriz. Böyle basit ifadelerle AKP iktidarını test etmeye ana muhalefetin gücü yetmez.”

Bunları söyledi Erdoğan. “Ne barışı?” dedi. “Gerekirse ben giderim” dedi. Baktığımızda, nedir, Suriye’nin attığı top mermisiyle beş kişi ölmüştü, sınır kasabasında. Evet baktığımız zaman Türkiye bir cevap vermeliydi ama şu var: Bir çemberi yeterince küçük parçalara ayırırsanız birçok doğru elde edebilirsiniz. Dolayısıyla çembere bakalım. Geriye dönüp baktığımızda, bilhassa da Erdoğan’ın son bir yıldaki Esad’a yönelik beyanlarıyla beraber değerlendirirsek, karşımıza savaş çıkması için özel bir çaba gösteren bir Hükümet çıkıyor neredeyse. Muhalif silahlı güçleri, sınıra yerleştirip neredeyse fiilen savaşın içine girmiş durumdayız zaten. Lojistik imkanlar vermenin yanısıra silah yardımı yapıldığını neredeyse bütün dünya biliyor. Kamplarda olup bitenlerin ayyuka çıkması üzerine daha yeni yeni önlem alınıyor. Akçakale’ye yaklaşık iki haftadır top mermileri düşmesine rağmen, yerel ve merkezi otorite, neredeyse hiçbir önlem almadı. Türkiye’nin sadece Suriye’de değil, tüm Ortadoğu’da Sünni yanlısı bir politika izlediği sadece burada değil, tüm dünyada ciddi analizlere konu ediliyor. Türkiye’nin Suriye’deki aşırı hevesli tavrı tüm dünyada dikkat çekiyor, ABD’nin bir parça perde gerisine çekilmesi Erdoğan tarafından “herhalde seçim var o yüzden” sözleriyle karşılık buluyor, özetle AKP de ABD’nin perde gerisine çekildiğini kabul ediyor. Geçtiğimiz aylarda bunlar oldu. Şimdi bütün bunlar olmuşken “Hayır efendim biz uslu uslu oturuyorduk, bizi savaşın içine çekmek istiyorlar” diyebilir miyiz?

Yeri gelmişken iki cümle ile de şu “ABD’nin taşeronluğu” meselesine değinmekte fayda var. Türkiye’de olup biten her şeyi böyle açıklamaya pek meraklıyızdır, çok da zevklidir. Ancak bazen bu tür kararların alınmasında ülke içindeki dinamikler daha etkili olur. Evet bu karardan belki ABD ya da başka bazı güçler memnun olurlar ama her şeyi, bilhasa da bu tip kararları “ABD istedi, yaptılar” gibi tek bir şema ile açıklamak ülke içindeki –ne bileyim, mesela hegemonyacı- eğilimleri gözden kaçırmayı da getirebilir. Akılda tutmakta fayda var.

Mazlumun dili bu değildir!


Umur Talu

“AB işlerinden sorumlu bakan” güzergâha dönüp bakarsa şunu görecek:
“AB işleri”ni birden önemli kılan süreç, “Onu bunu ezeriz” diyen yedi düvele karşı, Meclis’te “hayır” diyebilen, halkıyla en az yüzde 80 tepki koyan bir ülkenin eseriydi.
“AB işleri” on yıl kadar önce o tavırla, bir ülkenin, Meclis’inin ve elbette hükümetinin kazandığı itibarın neticesiydi.
Ezip geçene, yerle bir edene karşı; hedefte bir diktatör bahanesi de olsa, istilalara, işgallere tavır almış bir şahsiyet ile haysiyetin, egemenler değil, halklar nezdinde bulduğu saygı ve sevgi uzantısıydı.
Yoksa AB yine AB kaldı; sen yine burada kaldın.
Ama tarihe onurlu bir gün, onurlu bir tavır olarak geçti.

İstersek ezip geçeriz, yerle bir ederiz…
Mazlumların dili değildir.
Kaybettiğin çocuklarının acısının tek çaresi, tek cevabı tek arzusu da değildir.
Şahsiyetini, haysiyetini tek ispat vesilesi de değildir.
Ezip geçmek-yerle bir etmek; sömürgecilerin, emperyalistlerin, rejimler ile halkları ayıramayanların, halkları birbirine düşüren oyunları kavramak bir yana, içinde olanların, tarihin tüm acılarını kusanların dilidir.

Hele hele…

Bir tarafından kimi Arap hanedanlığının, petrol kirinin, İsrail hayalinin, ABD hesaplarının, etnik-dini hesaplaşmaların çekiştirdiği…

Bir tarafında İran, Çin, Rusya’nın yapıştığı bir yırtılma varsa…

Bunların lafını hiç etmeden, en zayıf halkayı ezip geçmekten, yerle bir etmekten bahsetmek öyle mertlik de değildir.
Elinde NATO şeyleri, belinde ABD silahları, İncirlik’te elin atom bombaları, Kürecik’te sırtına yüklenmiş füze kalkanı ile ezip geçmekten bahis yiğitlik de değildir.

Türkiye, halkıyla, Meclis’iyle, muhalefetiyle ve elbet sizin iktidarınızla da, 10 yıl önce başka bir şey anlatmak istemişti dünyaya.
Bakın, hatırlarsanız, esas mertlik, yiğitlik, haysiyet odur.
Bu yaralı, yarılmış, kanamış bölgenin ihtiyacı olan da odur.
Yoksa kana daha fazla kan ekle; buyur içinde otur!

Her şey gibi bunu da siz daha iyi biliyorsunuz ki, ABD’de bu oyunları prova edenler başta, kimilerinin sizden beklediği bu, ama hedefleri Suriye’den ibaret değil.
Esas dert, “Kasr-ı Şirin” içine kasatura saplanması. Çin’e kadar yarılması.
Filistinler, Lübnanlar, Afganistanlar… halkların çalınmış tarihi, gasp edilmiş umudu başka bahara bırakılırken, önce İsrail devletinin güvenliği ve güvencesi; sadece o da değil, ne diktatörlük sıfatı ne demokrasi hedefi münasip görülen kirli Körfez hanedanlıklarının rahatlatılması.
One minute bu değildi.
Eğer vara vara buraya varmışsa, egemen sizsiniz, ama bağışlayınız… Siz önce kendinizi ezmişsiniz, 10 yıl önceki kendinizi ve bizi yerle bir etmişsiniz!

Bakın, ABD ve bizim NATO, geçenlerde Afganistan’da 8 kadını öldürdü; 8’ini paramparça yaralı bıraktı.
Dilaram Köyü’nde, şafakta odun toplamaya çıkmışlardı.
Umudu bir katır odun, evladına mirası ateşinde bir kap yemek, hayattan beklentisi sadece o gün de yaşayabilmek olan 16 kadın.
Kimin umurundaydı; hangi NATO zirvesine, hangi tezkerelere, hangi misillemelere layık görülebildi?
Hangi infiallerin, hangi yerle bir etmelerin konusu olabildi?
Bu bölgenin esas acısı budur.
Nereden gelirse gelsin, ister kendi rejiminden, ister onu devirmek isteyenden, ezip geçilmesidir, yerle bir edilmesidir!
Bu tarihe yeni hevesler, bu dile yeni lügatler eklemenin lüzumu yok!
Mazlumun dili değildir bu.
Hepimizin böyle konuşmasını beklemeyin!