YETVART DANZİKYAN
Politika /
08/10/2012
"Yok canım,
ne savaşı? Kimse göze alamaz." Bu soruyu soruyorsanız, savaşın kıyısına
iyice gelmişsinizdir. "Savaşmak istemiyoruz, ama.." derler.
“Suriye ile
savaşacak mıyız?” Herkesin aklındaki birinci soru bu, bugünlerde. Gazetecilikle
alakalı olduğumuzu bilen yakınlarımız, tanıdıklarımız bizi her gördüklerinde
bunu soruyor. Cevap veremiyoruz tabii ki, nasıl verelim? Pek pek, “Türkiye de
Suriye de savaşı göze alamaz” diyorum, kendi adıma. “Her iki ülke de savaşa
girdiğinde çok şey kaybedeceğini biliyor olmalı” diyorum. Sonra kendimi
yokluyorum. Daha doğrusu kendime gülüyorum. Bu işler benim, benim gibilerin
mantığıyla olmuyor. Asıl bildiğim bu. Peşine de bunları söylüyorum zaten. Evet
bu işler benim, bizim gibilerin mantığıyla olmaz. Ve tarihe şöyle bir dönüp
baktığımızda muhtemelen her savaş öncesinde gazeteciler, akademisyenler, şunlar
bunlar böyle diyordu. “Yok canım, ne savaşı? Kimse göze alamaz.” Mesele şu ki,
bu soruyu soruyorsanız, yani “Ne savaşı?” diyorsanız, savaşın kıyısına iyice
gelmişsinizdir. Bu aşamaya bir de şu eşlik eder: İktidardakiler de güya savaş
istemezler. “Savaşmak istemiyoruz, ama..”
Bu “ama”
kritiktir. İktidarın, savaşı göze alan iktidarın amentüsüdür. Her şey o ama’dan
sonra gelir. Kimse çıkıp “Evet, iktidarımızın bazı hesapları var, o yüzden
savaşa girmek zorundayız. Bazılarınız ölecek. O yüzden bu savaşa bir meşruiyet
kazandırmamız gerekiyor. Bu çerçevede size bazı açıklamalar yapacağız.
Kürsülerde bağıracağız, çağıracağız. Toplumu savaşa hazırlayacağız..” demez.
Başka şeyler söylerler. Savaşın yeri geldiğinde kaçınılmaz olduğuna inandırmak
için bazı gerekçeler bulurlar. Kimi zaman geçmişten kalan bazı hesapların
–kolaylıkla- görüleceğini söylerler. Kimi zaman olup bitenlerin kabul edilemeyeceğini,
milletin gururunun bu olup bitenleri kaldıramayacağını söylerler. Kimi zaman o
savaş vesilesiyle başka sorunların da bir çırpıda çözüleceğini söylerler.
(2003’teki tezkere döneminde asıl argüman “Böylece PKK’yı da bitereceğiz” değil
miydi? 1. Dünya Savaşı’na, savaş sonrası kurulacak yeni dengelerin içinde yer alma umuduyla girmemiş
miydik?) Kimi zaman siyasi gerekçelere de gerek duyulmaz. “İsmet İnönü 2. Dünya
Savaşı’na girmeyerek bu milletin erkekliğini öldürdü” diyenler çıkmamış mıydı
zamanında? Bu bir sonraki savaş için de bir hazırlıktır aslında. “Bir dahakini
kaçırmayalım” der birileri.
Geriye doğru dönüp
baktığımızda bağımsızlık savaşlarını bir yana bırakacak olursak tüm savaşlarda
iktidarların, o dönem topluma egemen olan zihniyetin, savaştan bir hesabı
olduğunu görürüz. Ve bunlar çoğunlukla içerideki sıkışmışlığı aşmak için
verilen kararlardır. Siyasi, bilhassa da iktisadi sıkışmışlıklar çoğu zaman
egemenler blokunun savaş kararı almasında etkili olur. Bu şu manaya gelmesin:
efendim savaş sayesinde bir yerleri işgal edecekler, orayı sömürecekler. Hayır,
iktisadi sıkışmışlıktan kasıt, savaşla birlikte geçilecek yeni üretim düzeniyle
ülkede yeni bir “artı değer” yaratılmasıdır, egemen sınıfın egemenliğini
perçinlemesidir. O blokun sanayicileri de perde gerisinde böyle bir düzen talep
ederler zaman zaman. (Biz de bu yüzden savaşa giriyoruz demiyorum, ama
Türkiye’nin Suriye’ye karşılık verdiği gecenin ertesi günü askeri araç gereç
üreten ASELSAN’ın borsada işlem gören hisselerinin fırlaması, ilginçtir.
Birileri savaşın ne manaya geldiğini iyi biliyor bu ülkede, orası kesin)
Kimi zaman da
siyasi sıkışmışlık yüzünden savaşa girilir. İktidarlar, bilhassa da güçlü
iktidarlar kendi güçlerinin büyüsüne öylesine kapılırlar ki, yeni bir savaşla
iktidarlarını ilelebet perçinleyeceklerine inanırlar. Burada “peki sıkışmışlık
nerede?” denebilir. Vardır aslında, çünkü o güçlü iktidarlar kendilerine o gücü
sağlayan koşullar tükendiğinde, güçlerini sürdürebilmek için yeni koşullar
ararlar. Muhalefet tamamıyla mağlup olmuş, ülkede kendi iktidarlarını tehdit
edecek hiçbir dinamik kalmamıştır mesela. Tam da böyle zamanlarda savaşa
girilir. Dururlarsa düşerler çünkü. Daha doğrusu buna kendilerini inandırırlar.
Toplumun önüne yeni bir hedef, yeni düşmanlar koymak gerekir. Bir lider, güçlü
bir lider, birilerini hedef göstermeden bağıramaz çünkü, durduk yere kime
bağıracak? Zayıf muhalefete mi? Üç beş aydına mı? Ülke içindeki etnik/mezhepsel
azınlıkların, muhalif dinamiklerin siyasi temsilcilerine mi? Bağırdın diyelim.
Nereye kadar? Bir süre sonra dünyanın “otoriter” dediği bir lider olur
çıkarsın. Halbuki dünyanın da ses çıkarmayacağı küçük çaplı bir savaş, içeride
siyasi olarak yeni bir alan açar iktidara. Fakat mesele şudur ki o küçük çaplı
savaşlar birdenbire büyür, öngörülemez biçimde. Bir bakarsanız ki baştaki
hesapların çok ötesine geçilmiş. O yüzden geçmişte bu tür deneyimleri iyi bilen
diğer aktörler gayet temkinli yaklaşırlar bu tür girişimlere. Bazen de lider,
savaşa girmese de ülkeyi savaş atmosferinde tutmayı gerekli görür. Yeni bir
otorite ihdas edecektir çünkü oradan, ülkeyi tek bir hizaya getirmeyi amaçlar,
az önce bahsettiğim yeni iktidar argümanlarını savaşa girmeden elde etmeyi
amaçlar. Ama o atmosfer, tek bir kıvılcıma bakar, uçurum kenarında yürümek, tek
bir tökezlemeye bakar. Ve ne tesadüftür bu savaşın arefesine güçlü bir
milliyetçi atmosfer eşlik eder, iktidar eliyle milliyetçiliğin derece derece
artırıldığına, topluma zerkedildiğine tanık olunur.
Neyse, ne
diyorduk. İktidarlar böyledir. Her zaman bir gerekçe bulurlar. Ve her şey o
“ama”dan sonra söylenir. Başbakan Erdoğan’ın geçtiğimiz Cuma günü, tezkere
çıktıktan sonra yaptığı konuşma mesela. Birkaç pasaj hatırlamakta fayda var.
-“Artık burası
notayla falan geçiştirilecek bir şey değildi. Öncekilerde de misliyle cevap
vermiştik, bu defa onların da canlarını yakacak şekilde misliyle cevabını
verdik.”
-“Ülkemizin
saygınlığına halel getirecek hiçbir girişimi karşılıksız bırakmayacağız. Şunu
bir kez daha ifade etmek istiyorum; biz asla savaş meraklısı değiliz. Ancak
savaştan da uzak değiliz. Bu millet, yeri gelmiş kıtalararası savaşları
görerek, savaşarak bugünlere gelmiştir.”
-“Birileri bize
‘Yurtta sulh cihanda sulh’ diyor. O, sulhun egemen olduğu yerde olur. Bizim can
damarımıza bastıkları zaman orada biz de sulhu konuşamayız. Gayet güzel bir
ifadeyle ‘Hazır ol cenge, eğer sulh-u salah istiyorsan’ denirken, yeri gelir
cenk, sulhun anahtarı olur.”
-“Dün getirdiğimiz
tezkereye karşı olan zihniyet, tarihe bunun hesabını veremeyecektir. Benim
vatandaşım şehit edilecek biz hâlâ barış diyeceğiz. Ne barışı?”
-“Utanmadan,
sıkılmadan ‘Bakanların hangisinin çocuğu oraya gidiyor?'’diyor. Biz şu anda
arazideyiz, nereye gitmemiz gerekiyorsa başta şahsım olmak üzere oraya gideriz.
Böyle basit ifadelerle AKP iktidarını test etmeye ana muhalefetin gücü yetmez.”
Bunları söyledi
Erdoğan. “Ne barışı?” dedi. “Gerekirse ben giderim” dedi. Baktığımızda, nedir,
Suriye’nin attığı top mermisiyle beş kişi ölmüştü, sınır kasabasında. Evet
baktığımız zaman Türkiye bir cevap vermeliydi ama şu var: Bir çemberi yeterince
küçük parçalara ayırırsanız birçok doğru elde edebilirsiniz. Dolayısıyla
çembere bakalım. Geriye dönüp baktığımızda, bilhassa da Erdoğan’ın son bir
yıldaki Esad’a yönelik beyanlarıyla beraber değerlendirirsek, karşımıza savaş
çıkması için özel bir çaba gösteren bir Hükümet çıkıyor neredeyse. Muhalif
silahlı güçleri, sınıra yerleştirip neredeyse fiilen savaşın içine girmiş
durumdayız zaten. Lojistik imkanlar vermenin yanısıra silah yardımı yapıldığını
neredeyse bütün dünya biliyor. Kamplarda olup bitenlerin ayyuka çıkması üzerine
daha yeni yeni önlem alınıyor. Akçakale’ye yaklaşık iki haftadır top mermileri
düşmesine rağmen, yerel ve merkezi otorite, neredeyse hiçbir önlem almadı.
Türkiye’nin sadece Suriye’de değil, tüm Ortadoğu’da Sünni yanlısı bir politika
izlediği sadece burada değil, tüm dünyada ciddi analizlere konu ediliyor.
Türkiye’nin Suriye’deki aşırı hevesli tavrı tüm dünyada dikkat çekiyor, ABD’nin
bir parça perde gerisine çekilmesi Erdoğan tarafından “herhalde seçim var o
yüzden” sözleriyle karşılık buluyor, özetle AKP de ABD’nin perde gerisine
çekildiğini kabul ediyor. Geçtiğimiz aylarda bunlar oldu. Şimdi bütün bunlar
olmuşken “Hayır efendim biz uslu uslu oturuyorduk, bizi savaşın içine çekmek
istiyorlar” diyebilir miyiz?
Yeri gelmişken iki
cümle ile de şu “ABD’nin taşeronluğu” meselesine değinmekte fayda var.
Türkiye’de olup biten her şeyi böyle açıklamaya pek meraklıyızdır, çok da
zevklidir. Ancak bazen bu tür kararların alınmasında ülke içindeki dinamikler
daha etkili olur. Evet bu karardan belki ABD ya da başka bazı güçler memnun
olurlar ama her şeyi, bilhasa da bu tip kararları “ABD istedi, yaptılar” gibi
tek bir şema ile açıklamak ülke içindeki –ne bileyim, mesela hegemonyacı-
eğilimleri gözden kaçırmayı da getirebilir. Akılda tutmakta fayda var.
.jpg)