“Köpeğinize bir insan gibi davranıyorsunuz” diyen birine verilecek en uygun yanıt “insanlar da bir hayvandır” olmalı.
İnsanlarla hayvanlar arasındaki fark, zooloji,
etoloji, davranış psikolojisi, evrim kuramı, paleoantropoloji gibi
bilimsel disiplinlerden gelen veya gelecek olan bilgilerle asla
anlaşılamayacak. Hangi tarafta durduğunuza bağlı olarak, insanın
hayvanlardan ne kadar farklı olduğunu dile getiren veya aksine akıl,
zekâ, fedakârlık, geleceği düşünerek hareket etme vb. gibi salt
insanlara özgü olduğunu düşündüğümüz özelliklerde bile, insan ile hayvan
arasındaki farkı aşındıran pek çok bilimsel çalışma gösterilebilir. Ama
temel sorun, “insanlarla hayvanlar arasındaki fark nedir?” sorusunun
bir anlamının olup olmadığıdır. Bir “fark” olduğuna ya da olmadığına
inandığımız sürece, “fark” düşüncesine doğrudan veya dolaylı olarak
biçim veriyor ve hayatiyet kazandırıyoruz. Sonra bu, hayvanlarla ilgili
olarak yapacağımız her eylemi meşrulaştırmanın bir aracı haline geliyor.
Oysa, “fark” dediğimizde neyi kastediyoruz, asıl mesele bu.
“Hayvan nedir” sorusu kaçınılmaz bir biçimde “İnsan nedir” sorusuna yapışıktır. Biz ve onlar. Onlar, yani hayvanlar hakkında “söylediğimiz” ve onlara “yaptığımız”
her şey, bizler hakkında da bir şeyler anlatır. Nihayetinde, “insan
olmaktan gerçekten ne anlıyoruz?” sorusunun yanıtı, insanın hayvanlar
ile kurduğu ilişkide gizlidir.
Biz ve onlar ayrımını yapmasak ve bu ayrımı yapmamızı mümkün kılan
farkları sürekli vurgulamasak, gayet bilimsel, modern, üst düzey
teknoloji kullanımına dayanan ama aslında son derece kıyıcı, acımasız
veya gaddarca olan eylemlerimize öyle kolayca meşruiyet kazandıramazdık.
Biz ve onlar arasındaki “fark” üzerine değil de, onlar ile kurduğumuz
ilişkinin pratik ve politik sonuçları üzerine düşünmeliyiz daha çok.
Basit bir örnekle duruma açıklık getirmek gerekirse, yeni doğum yapmış
bir ineğin yavrusunu annesinden uzaklaştırırız, amacımız kestirmeden
söylemek gerekirse anne ineğin yavrusunu beslemek için ürettiği sütüne
el koymaktır. Yaptığımız iş, bütün o bilimsel jargondan arındırıldığında
ne acı ki budur. Biz süt içer, damak tadımızı okşayan çok çeşitli süt
ürünleri üretir ve bunun üzerine de ayrıntılı kültürel analizler
yaparken, anne inek yavrusundan ayrıldığı için sonraki tüm yaşamını
etkileyen çok derin bir depresyona girer. Peki, anne ineğin bu durumunu
neden umursamıyoruz? Herhangi bir insanın yavrusunu kaybettiği için
girdiği depresyonu, anne ineğin depresyonundan daha ayrıcalıklı kılan
nedir? Bu, göründüğü kadar basit bir soru mu? Basit bir soru değil, eğer
üzerinde düşünülürse, Afrika’da açlıktan ölen bir çocuğun durumuna
kayıtsız kalmamız ile anne ineğin durumuna olan kayıtsızlığımızın özünde
aynı zihinsel durumdan beslenen bir tavır olduğu görülebilir. Hayvanlara nasıl davranıyorsak birbirimize de öyle davranıyoruz. Ya da birbirimize nasıl davranıyorsak hayvanlara da öyle…
Her şeyle birlikte aslında kendimizi de yok ediyoruz.
Zygmunt Bauman, ‘Modernite ve Holocaust’ isimli kitabında, İkinci Dünya
Savaşında Nazilerin yaptığı soykırımın daha ileriye ve iyiye doğru
gittiği düşünülen insan uygarlığından geçici bir sapma olmadığını
belirtir. Aksine, soykırım politikasına hayat veren her şeyin, günümüz
toplumsal hayatında da rahatlıkla izini sürebileceğimizi vurgular:
Soykırım politikasını mümkün kılan bürokratik örgütlenme, toplama
kamplarında kristalize olan bilimsel akıl ile teknolojik donanım ve
geniş kitlelerin sessiz işbirliği…
“5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” içerdiği açık olmayan, yorumlayanın keyfine göre hayvanların aleyhine sonuçlar doğuracak hükümleriyle özellikle
sokak hayvanları için bir soykırıma yol açacak. Artık aramızda olmayan,
bu konulara yıllarca kafa yormuş sevgili İsmet Sungurbey Hoca’ya
yaraşır, kemiklerini sızlatmayacak, en azından onun çabalarını yâdeden
bir yasa hazırlamak çok mu zordu? Bu ülkede işlerin nasıl döndüğünü
bilen herkes tehlikenin farkında. Evcil, sokakta, yabanıl hayatta, ağıl
veya kümeste olması fark etmiyor, zaten güçlükle hayatta kalabilen
güzelim hayvanlar için hayat bu yasa ile daha da zorlaşacak. Yine, insan
yüzünden. İnsan, nasıl doymak bilmez bir iştaha sahipse, her yer ve her
şey kendine ait olmadan rahat edemeyecek. Jean Baudrillard, insan
türünün doğanın kanseri olduğunu söylerken ne kadar da haklı.
Sadece evcil ve sokak hayvanları için değil, doğadaki varoluş
nedenleri, artık sadece yiyecek olmak -bizim için elbet- mertebesine
inmiş hayvanlar için de durum çok berbat. Eskiden beri çok berbattı.
Örneğin, Amerika’da milyonlarca (abartı yok, gerçekten milyonlarca)
hayvanın bulunduğu “yoğunlaştırılmış üretim merkezleri” olarak anılan,
toplama kamplarına çok benzeyen yerlerde son derece akılcı, bilimsel ve
günümüzün ileri teknolojik imkânları kullanılarak, bok-püsür içinde
hayvan yetiştiriliyor (!). İnsanın et ihtiyacını karşılamak için. Burada
ayrıntılarına giremeyeceğim, ama ölümün bu tip yerlerde yaşayan
hayvanlar için kurtuluş olduğu bir durumdan söz ediyorum. Bu yerler
insanların besin ihtiyacını karşılamak için kuruluyor; en azından iddia
bu. Ama yakından bakıldığında buralarda yapılan şeyler dehşet verici ve
biraz vicdanı olan bir insanın onaylamasına imkân yok. Burada aklımıza
doğal olarak şu soru gelecek: “insan et yememeli mi?”. Bu yazıda bu
konuya girmek istemiyorum ama kişisel düşüncem et yemek isteyenlerin her
zaman olacağı. Bundan kaçınılabileceğini de sanmıyorum. Ancak, et yemek
isteyen insanların bu ihtiyaçlarını karşılamanın yolu hayvanlara
işkence edilmesine yol açan yöntemler -yöntem sözcüğü bile problemli
duruyor- gerektirmiyor. İzleyenler hatırlar, ‘Son Mohikan’ isimli filmde
bir geyik avı sahnesi vardır. Avcılar öldürdükleri geyiğin başında
toplanır ve onu öldürdükleri için af diler, yaşarken ne kadar cesaretli
ve onurlu olduğundan söz eder ve sonra ruhu için dua ederler. Sonuçta o
geyik de eti veya postu için avlanıyor olmasına rağmen, insanın onunla
kurduğu ilişki bambaşkadır. İnsanın doğa ile kurduğu ilişkide artık
yitip giden çok derin bir kavrayış bu. Erdemli. Şimdiki duruma
baktığımızda fark etmemiz gereken şey ise şu: Büyük ölçekli endüstriyel
gıda üretimi dediğimiz şey hayvan refahını asla sağlayamaz. Dolayısıyla
insan refahını da.
Her ne kadar amaç insanların besin ihtiyacını karşılamak olarak sunulsa
da, sonuçta kar elde etmek amacı ile kurulmuş devasa büyüklükteki
şirketlerden söz ediyoruz. Maliyetleri düşürmek için hayvanlara her
türlü kötü muamele reva görülebilir buralarda. Öyle de oluyor.
Kolaycılığa kaçarak kapitalist sistemin bu sorunlara yol açtığını
söyleyip durumu açıklayabiliriz. Böyle diyen de çok elbet. Hatırlamamız
gereken şey ise bunun bizim işbirliğimiz sayesinde olduğu.
Kapitalist sistem denilen şeyin, artık iç dünyalarımıza kök salmış bir
tür akılsallık biçimi olduğunu düşünüyorum. Yıkıp yerine yenisini inşa
edebileceğimiz, bir bakıma fiziksel bir sistem yok artık ortada.
Değiştirilmesi veya aşındırılması için mücadele edilmesi gereken bir
akılsallık biçimi var daha çok. Yani bir sistemde değil de, insanların
iç dünyalarında, düşünme tarzlarında vücut bulan bir şeyden söz
ediyorum. Kapitalizm dediğimiz şeye şiddetle karşı olduğumuzda bile,
önünde sonunda bir şekilde tavır ve eylemlerimizi kuşatıp boğan, yani
ayrılmaz parçamız haline gelen bir şey; eskilerin deyişiyle “mütemmim
cüz”ümüz. Asıl hedef alınması ve sürekli aşındırılması gereken ve ancak
bir şeylerden vazgeçerek kurtulabileceğimiz bir şey bu. İnsanların
politik tercih ve tavırları ile ilgili olmayıp, daha çok, hayat ile
kurduğu uzun soluklu ilişkide kendini gösteren bir şey.
Hayat ne gerçekten
Hayatın ne olduğu hakkında çok az bilgimiz var. Bildiğimiz yaşadığımız
gezegenin hayata elverişli olduğu. İçinde yaşadığımız Samanyolu
galaksisinde hayata elverişli milyonlarca başka gezegen de olabilir.
Mümkün, ama şu an bilmiyoruz. Dünya üzerinde yaklaşık 3.5 milyar yıldır
hayat var ve bu sürenin sadece son birkaç milyon yılında doğada izleri
belirlenebilen canlı türlerinden biriyiz. Diğerleri gibiyiz. Çok uzun
bir süre boyunca hayat sahnesinde değildik. 3 milyar yıl boyunca
ortalıkta bambaşka canlılar vardı. Geçmişte olan bitene bakarak önünde
sonunda yok olacağımızı da söyleyebiliriz. Şahsen ölümlü bir varlık
olduğumuzun -sık sık unutsak da- pekâlâ bilincindeyiz; ancak bir tür
olarak da ölümlü olduğumuzun henüz farkında değiliz. Modernleşme
insanları hiçbir şeye ihtiyaçları olmadığına inandırma konusunda çok
başarılı oldu. Doğada diğer her şey yok olsa bile yine de var
kalabileceğimizi sanıyoruz. Diğerlerinden epeyce farklı ve çok özel bir
canlı türü olduğumuza inanıyoruz. Oysa bu bakış açısını değiştirmeyi
başaramazsak bulunduğumuz yer bir son durak olacak. Yürüdüğümüz yol, yol
değil ve daha öteye de yol yok. Durmalıyız ve biraz ardımıza
bakmalıyız; neler yaptığımızı ve nelere yol açtığımızı görmek için.
Umberto Eco Gülün Adı isimli romanında, “…bilim, yalnızca insanın
yapması gerekeni ya da yapabileceğini bilmesinden ibaret değildir;
yapabileceğini ama belki de yapmaması gerektiğini bilmesini de içerir.”
diyor. Keşke bilim ne yapmayacağımızı kuvvetli bir şekilde dile
getirebilseydi. O zaman bu gezegendeki hayata ve kurduğumuz anlam
fukarası uygarlığa çok daha farklı gözlerle bakabilirdik.
Gezegenimizdeki hayatın da kendine göre bir yol üzerinde olduğu, kendi
yolunu açarak ilerlediği ve daima karşılıklı bağımlılıklara dayanan bir
örüntü oluşturduğu fark edilebilirdi. Herhangi bir canlı türüne ait her
bireyin aslında benzersiz olduğu fikrine bu kadar uzak olmayabilirdik. Onların
da aynı bizler gibi acı çektiklerini, korktuklarını, meraklandıklarını,
birbirleri ile arkadaş olabildiklerini ve birbirlerini özlediklerini,
hayatta kalmak istediklerini, yavrularını çok sevdiklerini ve hatta bu
konuda biz insanlardan çok daha “iyi” olabileceklerini, yeterince uzun
bir ömre sahip olduklarında bize anlatamasalar da anıları olabileceğini,
içlerinden bazılarının aynı bizler gibi son derece karmaşık bir
toplumsal hayata sahip olduklarını bilebilecektik belki.
Belki bunca kıyımı olağandışı bir inanmışlık ve kendini adamışlıkla yapmayacaktık.